Makale

YİNE AZERBAYCAN

YİNE AZERBAYCAN

Halit GÜLER*

Diyanet İşleri Başkanlığı adına 8.10.1990 tarihinde Azerbaycan’a gi­decek heyete, ismen davet edilenler arasında bulunduğum İçin, ben de da­hil edilmiştim. Bu benim, S.S.C.B. ne üçüncü, Azerbaycan’a ise ikinci gidi- şimdi. Sevinçle kaydedeyim ki kısmet olmuş Azerbaycan’a 1985’ de de yine böyle bir dinî heyetle gitmiştim. Hem benim, hem de bize ev sahipliği ya­pan Azerbaycanlı kardeşlerimin du­ası kabul olmuş olacak ki tekrar gi­debiliyordum. Bu notların, seyahat tarihinin üzerinden epey vakit geçmiş olmasına rağmen yayımlanması aşa­ğıdaki sebeplerle faydalı ve uygun görülmüştür.

Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mustafa Said Yazıcıoğlu’nun başkanlığında teşekkül ettirilen heyet­te benden başka şu kimseler de var­dı: Prof. Dr. Mehmet HATİBOĞLU - Prof. Dr. Mehmet SARAY, Diya­net işleri Başkanlığı Protokol ve Halkla İlişkiler Müdürü Sabit ŞİM­ŞEK ve Ankara Kocatepe Camii İmam-Hatibi Kadir TEMEL.

Seyahatimiz bir hafta sürecekti. Gidişimiz belli olduğu gibi dönüşü­müz de belli idi. İyi değerlendirilmesi gereken bu kısa süreyi Azerbay­can’da geçirecektik. 1985 yılında gör­düklerimin açıklık ve yeniden yapı­lanma politikası sayesinde ne ölçüde değiştiğini doğrusu merak ediyor­dum. Gorbaçov’un açıklık ve yeniden yapılanma uygulaması bakalım Azer­baycan’a ne kazandırmıştı?

Heyetimiz, 8.10.1990 Pazartesi günü saat; 08.00’ de Türk Hava Yolları’na ait bir uçakla Esenboğa Hava Alanı’ndan yükseldi. Aynı uçakta Kültür Bakanı Namık Kemal ZEY­BEK, Müsteşarı Acar OKAN, Müşa­virleri Galip ERDEM ve Muzaffer ÖZDAĞ, Kayseri Milletvekili Halit ÖZSOY da vardı. Memnuniyetle kay­dedelim ki onlar da Azerbaycan’a gi­diyorlardı. Bu seçkin heyetin oraları görmüş olması herhalde kültürümü­ze millî renk katacak ve zenginlik ka­zandıracaktı.

Heyetimiz, iki saate yakın Ata­türk Hava Alanı’nda bekledikten sonra saat 11.00’de Moskova’ya git­mek üzere uçağımız yeniden havalan­dı. Üç saatlik bir uçuştan sonra, bi­zim saatle 14.00’ de Moskova Hava Alanı’na inmiştik. Mahalli saat; 15.00.

Doğruca Ukrayna Oteli’ne gittik. Uzunca bir merasim ve dikkatli bir in­celemeden sonra odalarımıza yerleşe­bildik. Akşam yemeğini müteakip Moskova’da bir gezinti yaptık. Lenin dağları dedikleri tepeden Moskova’­yı seyrettik. Şehrin, şöhretine uygun ışıklandırılmış olduğunu gördük. Ha­va soğuk olduğu için bu güzelliğe rağ­men daha fazla kalamayarak otelimi­ze döndük.

9.10.1990. Bugün günlerden Salı. Kahvaltıdan sonra hava alanına git­mek üzere otelden ayrıldık. Hava ala­nında fazla bekletilmeden esas ziya­ret edeceğimiz şehir olan Bakü’ye ka­vuşmak üzere yükseldik. Hava ala­nında Şeyh’ul İslam Paşazade Allah Şükür ve arkadaşları tarafından kar­şılandık. Geceyi Ocak 1990 olayları­nın cerayan ettiği Azatlık Meydanı’nı ve bu olaylarda şehit olan Azerilerin defnedildiği şehitler tepesini de görmemizi sağlayan Moskova Oteli’nde geçirdik. Fatihalarla nurlu dua­larımızın Ocak şehitlerine bizden önce ulaştığını düşünmenin mutluluğuyla uyuduk.

10.10.1990 Çarşamba. 1985’ de gördüğüm Bakü’de ne gibi gelişme­ler oldu acaba merakıyla erkenden kalktım. Hava açıktı ve ortalık sakindi.

Kahvaltıdan sonra Ocak 1990’da meydana gelen korkunç olaylarda ha­yatını kaybeden şehitleri ziyaret et­mek üzere otelden ayrıldık. Mesafe yakınmış ama nedense arabalarla git­tik. 19 Ocağı 20 Ocağa bağlayan uğursuz gecede şehit olanların gözyaşlarıyla defnedildikleri parka gel­miştik. Şehitler parkı. Bilmiyoruz bu sıfat bu tepeye yeter mi?

Olaylarda şehit olanlardan tespit edilebilen 80 yiğit Azeri Türkü bura­da yatıyor. Yatmak ne kelime bütün dünyaya buradan haykırıyor. Şehit­ler parkının bağrına nur fidanları gibi sıralanmışlar. Kendilerinden önce­kiler gibi. Kabirlerin başında okudu­ğumuz Fatihaları aziz ruhlarına bağış­layarak öbür tarafa doğru yürüyor­duk. Gözlerimiz şehitlerin mezar taş­larında, niyazımız Allah’ın rahmet kapısında, dualarımız onlara ve on­ların manevi huzurunda Azerbay­can’a. Toprağa değil, üzerlerini ka­ranfillerle donatan kardeşlerinin kalplerine gömülmüş şehitlerin başın­da dinleyenlerin de duyabileceği bir sesle devamlı Yasin-i Şerif okunuyor­du. Sanki bu tepelerden Kur’an-ı Kerim’i eksik etmemek için ölmüşlerdi. Şair ne kadar güzel söylemiş:

Vurulup tertemiz alnından uzan­mış yatıyor,

Bir hilâl uğruna ya rab ne güneş­ler batıyor.

Azerbaycan’ın da bu hilâlin bir parçası olduğundan hiç şüphemiz yoktur.

Daha önceki işaret ettiğim gibi he­yetimizde Kocatepe Camii İmam-Hatibi Kadir TEMEL’ de bulunuyor­du. Hafız Kadir TEMEL, kendine has tavrıyla ve davudi sesiyle okunan Yasin-i Şeriflere bir yenisini daha ila­ve etti. Bu Yasin-i Şerif, olaylar sıra­sında Türkiye’de camilerde ve Kur’- ân Kurslarında okunan binlerce hatm-i şerifin bir özeti idi. Bakü şe­hitlerinin ruhlarını daha da yücelten bu hatm-i şerifleri hatırlayarak Şeyh’ul İslâm Allah Şükür’ün duasına amin dedik. Amin diyen, rahmet di­leyen ve şefaat niyaz eden yalnız biz değildik, milyonlarca Müslümandı.

Olaylarda şehit düşen yüzlerce gü­nahsız ve savunmasız insandan yal­nızca sekseni burada idi. Bu tepeyi şe­hitler mezarlığı yapanlar sadece bu seksen yiğit insan değildi. Bu rahmet tepesinde 1918 yılı 30-31 Mart gecesi Ermenilerce katledilen 30 bin Azeri’den 18 bini de gömülü idi. Çeşitli ıstırap ve çilelere şehit olan yanımız­daki kardeşlerimiz “Bu tepenin nere­sini kazarsanız şehit kemiği çıkar” di­yorlardı. Demek ki 1918 Mart ayın­da, 1990 Ocak ayında şehit edilen Azeri Türklerinin bir kısmı Bakü’nün her tarafını görebilen bu tepeye defnedilmişlerdi. Geri kalanlar ise köy ve kasabalarına Fatihalarla uğurlanmışlardı.

Her birini kalbimizin derinliklerin­de hissettiğimiz şehitlerimizin huzu­rundan hüzünle ayrılarak İmam Rıza’nın kız kardeşinin türbe ve mesci­dinin bulunduğu mahalle gittik. Şeh­rin dışında ve Hazar Denizi’nin kıyı­sında harap olmuş bir yer. Vaktiyle gemilerle ziyaretçiler gelirmiş. Hazar Denizi’nin tüm sahillerine vardığım hissettiren bir ziyaretgâh. Türbenin, hemen oradan geçen çift asfalt yolun altında kaldığım söyleyenler bile var. Şu anda türbe ve mescitten görünen yıkıntıların ötesinde bir şey mevcut değil. Yalnızca caminin ve türbenin kapısı ayakta kalmayı başarmış. Tür­benin yerine şehre gidişi simgeleyen bir ek yapılmış. Bazı kimselerin tür­benin, bu takın altında kalmış olabi­leceğini söylemesine rağmen çevreyi bize anlatan mimar, türbenin yıkın­tının altında kalmış olabileceğini ve kaza ile ortaya çıkarılabileceğini söy­lüyor. Tamirat İçin proje çalışmaları tamamlanmış. Kaynak temin edilebil­diği takdirde külliyenin yeniden inşa edileceği ilgililerce söyleniyor. Gele­neği itibariyle önemli bir yer. Azer­baycan halkının birlik içerisinde ya­şamasını teminde önemli hizmetler ifa etmiş. Bibi Heybet denilen bu zengin külliye 1963’ de yıkılmış. Komünistle­rin baskısından korkup bu tip yerle­re ilgi ve saygı gösteremeyenler veya içleri yandığı halde ilgisiz görünme­ye çalışanlar bugün oraları restore edebilmek İçin çare arıyorlar. Mem­nuniyet verici bir gelişme.

Vaktiyle kalabalık cemaatlerin zi­yaret ettikleri mübarek bir yer olan bu mahalden içeri şehri gezmek üze­re Bakü’ye döndük. Kısa bir yolcu­luktan sonra arabalarımız, bir küheylan edasıyla bir kale kapısından İçe­riye girdi. Gerçekten bu kapılara oto­mobiller değil de küheylanlar yakışır. Bu ihtişamlı kapıları inşa edenler, bu arabaları görmüş bile değillerdi. Nal seslerinin yerini motor gürültülerinin alacağım nereden bilsinlerdi.

İçeri şehir denilen yer surların İçinde kalan eski Bakü. Tarihi surla­rın içinde yine tarihi camiler, medre­seler, kervansaraylar, hamamlar, kü­tüphaneler ve müzeler. Doğruca bu güzel eserlerden birisi olan Şirvan Şahlar sarayına gittik. Sarayın ihtişa­mı ve çevre zenginliği rehberin canlandırmaya çalışarak anlattıklarından ibaret kalmış. Her şeye rağmen sara­yın büyük bir bölümü muhafaza edi­lebilmiş. Sarayın duvar diplerinde de­nizden çıkarıldığı söylenen kitabe par­çalan sıralanmış. Sarayın müştemila­tında dini temsilen yer alan mescit ha­len kapalı. Gorbaçov’un açıklık ve yeniden yapılanma politikası bakalım bu ve benzeri mescitlerin açılmasını sağlayacak bir boyuta ulaşacak mı? Sarayın çevresinde yapılan kazılarla hamam da ortaya çıkarılmış. Şirvan Şaha ait olduğu söylenen sandukasız ve belki de kabirsiz bir de türbe var. Acaba odam kitabeler gibi denizin derinliklerine gömüldü? Sarayın te­mizlik işlerinde çalıştırıldığı belli olan bir hanım eliyle işaret ederek ve ba­kışlarıyla o yöne dönmemizi sağlaya­rak “şu mescidi açın, mescidi açın” diye adetâ haykırıyordu. Günlerce toprağı kazarak bu hamamı buldunuz çıkardınız da gözümüze bakan, gön­lümüze haykıran namaza hasret şu kubbeyi, ezana hasret şu minareyi görmüyor musunuz demek İstiyordu. Kadıncağızın dualı yüzünde kapalı mescitlerin meydana getirdiği çile iz­leri, hasret çizgileri görülüyordu. Bu kadıncağızın heyete yönelerek böyle bir talepte bulunma cesaretini, Gorbaçov’un açıklık ve serbestlik politi­kasının sağladığı rahatlıktan aldığı kesindi.

Şirvan Şahlar sarayının mescidi­ni, bir an önce ibadete açılması te­mennisiyle geride bırakarak içeri şe­hirdeki yürüyüşümüze devam ettik. Yolumuz iki kervansaraya uğradı. İkisi de şu anda yabancılara hizmet veren restoran olarak çalıştırılıyor. Hangi şöhretli misafirlere ve Allah yolcularına şahit olduğu ve hizmet verdiği bilinmeyen kemerlerin ve kub­belerin ıstırabı büyüktü. Vaktiyle Müslüman Türklerin ruhundaki hayır dualarıyla ve insan sevgisiyle inşa edi­len bu kervansaraylar, şarap mahzen­leri haline getirilen odalarıyla çile dol­duruyordu. Bilmiyoruz İnşa ediliş maksatlarına ve sanat zevkine uygun saygı şartlarına ne zaman kavuşurlar.

İçeri şehirde tamirat çalışmaları tamamlanmak üzere olan bir mescit gördük. Birbiri üstüne sanatkârane konan tuğlalarla yükselerek Hazar Denizini selamlayan kız kulesinin ya­nından geçtik. Sonra şu anda halı müzesi olarak kullanılan bir camiyi ziyaret ettik. Görünüşte halı müzesi olan caminin ismini sorduğumuz za­man Cuma mescidi cevabım aldık. Biraz önce ziyaret ettiğimiz Şirvan Şahlar Sarayındaki mescidin ibadete açılmasını isteyen hanımın samimi duasını hatırlayarak bizde buranın halı müzesi olmaktan kurtarılmasını diledik. Bu dileğimizi de ilgililere ilet­tik. Şeyh’ul İslâm Allah Şükür’ün müzeyi kastederek “Yakında bunla­rı çıkaracağının” müjdesi bizi sevin­dirdi.

Bu sevinçle içeri Şehir’ den hava alanına gitmek üzere ayrıldık. Azatlık meydanından geçiyorduk. Ocak olaylarının ağırlık merkezini teşkil eden, katliamın yapıldığı meydan. Meydanın ortasına gelince Şeyh’ul İs­lâm Paşazade Allah Şükür "Ziyaret ettiğimiz şehitlerimizin cenazelerini buradan toplayıp oraya taşıdık” de­di.

Havaalanına geldiğimiz zaman he­yetimiz için Şeyh’ul İslâm tarafından kiralanan uçağın bizi beklemekte ol­duğunu gördük. Buda herhalde yeni dönemin nimetlerindendi. Önceleri, özellikle Türkiye’den gelen heyetler için, uçak kiralamaya falan pek fır­sat verilmezdi.

Şeref salonunda Türkiye’den ge­len bir heyetle selâmlaştık. Kaldığımız otelde de Türkiye’den çeşitli maksatla gelmiş heyetlerle karşılaşıyorduk. De­mek ki Türkiye ile Azerbaycan ara­sındaki heyet trafiği ve ziyaret akımı bir hayli artmıştı. Geçmiş yıllardan çok farklı sevindirici bir gelişme.

Bakü Hava alanından mahalli sa­atle 15.20’ de uçtuk. Uçağımızın uçuş yüksekliği 5000 m. idi. Daha fazla yükselmesini de istemiyordum. Çün­kü o zaman aşağıdaki her karış top­rağında manevi izlerimiz bulunan gü­zel manzarayı göremezdim. Hava açıktı. Aşağıyı evleri sayabilecek, te­peleri seçebilecek netlikte görüyor­duk. Yerleşim merkezlerinin dışında­ki arazi çıplaktı. Aşağıda daha çok te­pelerde toplanmış veya bir vadiye sin­miş yeşil köyler görülüyordu. Geç­mişte ne korkunç günler yaşadıkları­nı haykıramayan köyler. Yıkılan mabetler, sürülen insanlar ve kurşunla­nan küheylanlar. Yıkılan damlar, ezi­len insanlar ve kısırlaştırılan hayvan­lar. Yakılan kitaplar, yıkılan medre­seler ve durdurulan ilim kervanları. İşte bütün bunlara şahit olan köyler.

Uçak yolculuğumuz bir saat ka­dar sürmüştü. Etrafı yeşilliklerle kaplı bir yoldan otomobillerle şehre doğru ilerliyorduk. Nihayet yine güzel bir te­pede arabalarımız durdu. Şehre hâkim bir noktadaydık. Burası Şehi şeh­ri. Bulunduğumuz yer, vaktiyle Şeki hanlarının sarayı imiş. Bu sarayı ben 1985 yılında da ziyaret etmiştim. Ön­ceki gördüğümde eksik bıraktığım yönlerini tamamlamak gibi bir dik­katle geziyordum.

Sarayın mimarı Abbas Kulu Han gerçekten görülmeye değer bir şahe­ser İnşa etmiş. Tavanı 5200 adet geç­meli fıstık ağacından meydana gel­miş. Pencere camları rengârenk. Du­varlar da öyle. Rehberimiz Osman Mehmedoğlu. Sarayın her köşesinde saatlerce konuşabilecek bir tecrübe ve kültüre sahip. Bunlar çok iyi yetişti­rilmiş uzman kimseler. İşlerini İyi bi­liyorlar ve severek yapıyorlar. Sara­yın duvarları savaşları sembolize eden resimlerle dolu. Rehber Osman Mehmedoğlu bu sanat harikasını anlatmıyordu sanki okuyordu. Heyecanlı an­latımım bir noktada keserek hemen Ermenilerden ve Ermeni zulmünden bahsetmeye başladı. Biz de bu üslup değişikliğine şaşırıp kalmadık. Bu ha­vaya adeta alışmıştık. Azeri sanatçı ve aydınlan fırsat buldukça Ermenilerin kendilerine çektirdiklerini anlatmaya çalışıyorlardı. Azerbaycan’ın millî meselelerini de işi kadar bilen rehbe­re teşekkür ederek ayrıldık.

Şu anda şehrin bir başka tepesin­de idik. Tarihi Şeki evleri yeşillikler­le kucaklaşmış. Bahtiyar Vahap zade’ nin “Bir şey yazacağım zaman Şeki’ye giderim ve orada çalışırım” sözü­ne bu tabloyu görünce çok hak ver­dim. Tepenin yamacına ¡kinci Cihan savaşında ölenlerin resimleri sıralan­mış. Arada yer yer boşluklar vardı. Oraların niye boş kalmış olduğunu sorduk. Oralarda “Ermenilerin re­simleri vardı. Onları çıkarıp attık” dediler. Gorbaçov’un serbestlik ve ye­niden yapılanma politikasından önce olsaydı herhalde bunu yapamazlardı. Rehberde zaten Ermeni zulmünden bahsedemezdi.

Şeki ipekçiliğin merkezi sayılır. 8000 işçinin çalıştığı bir İpek fabrikası var.

Her iki tepeden zevkle seyrettiği­miz şehir merkezine doğru arabalar­la inmeye başladık. Tepeden ayrılma­dan önce bu güzel manzarayı seyre­den çocukları yanımıza çağırarak be­raber resim çektirmek istedik. Oraya buraya durmadan koşturan çocuklar bizim yanımıza gelmekten çekindiler.

Zor ikna ettik. Bizim davetimize yar­dımcı olan yerli dostlarımız: “Sizi po­lis zannettiler de onun için gelmiyor­lar” dediler. Demek ki açıklık ve ye­niden yapılanma politikası çocukla­rın Üzerindeki polis korkusunun kalk­masını henüz sağlayamamış.

Arabalarımız bir caminin önünde durdu. Bizi karşılayanlar arasında bu caminin imamı da vardı. Şeki’nin en güzel binalarından birisi olan bu ma­bedi ben 1985 yılında da ziyaret et­miştim. Namaz kılarken camideki de­ğişiklikler dikkatimi çekti. Bu değişik­likleri imamdan sordum: “Sizin ziya­retinizden sonra camimiz yandı. Gör­düğünüz şekilde yeniden inşa ettik” dedi. Gerçekten güzel olmuş. Bu ha­bere hem üzüldü, hem sevindim. Üzüldük, yandığı için; sevindik daha güzel yapıldığı için. Eskiden camiler yakılır ve yerine yenisinin yapılması­na izin verilmezdi. Şimdi ise cemaat İsterse yanan camisinin yerine hemen yenisini, kaybolan mabedinin yerine daha güzelini inşa edebiliyorlar.

Namaz kıldığımız caminin yakı­nında bir binaya daha uğradık. Res­torasyon çalışmaları sürüyordu. Bu bina eskiden cami imiş. Uzun süre ka­palı spor salonu olarak kullanılmış. Yüksekçe bir minaresi var. Bittiği za­man güzel bir cami olacağı kesin. Bir an önce bitirilmesini temenni ederek bir dağ evine gitmek üzere oradan da ayrıldık.

Dağ evine çıkabilmemiz için ara­balarımız değiştirildi. Caminin ima­mı beni kendi arabasına aldı. Yol bo­yunca seyrettiğimiz manzaraya uygun sohbet ettik. Durumunun iyi olduğu­nu ve Türkiye’yi çok görmek istedi­ğini söyledi. Vaktiyle İzmir’de bir ay kalmış ama, bu müddet Türkiye öz­lemini gidermeye yetmemiş. Yol çok bozuktu. Demek ki arabalar bunun için değiştirilmişti. Halbuki bu yol 1985 yılında çok düzgündü ve asfalt­tı, sel suları o asfalt yolu alıp götür­müş. Koca koca taş parçaları gelip yolun ortasına oturmuş.

Nihayet kalacağımız dağ evine ulaşabildik.

Geceyi, etrafı yeşil tepelerle çev­rili güzel dağ evinde geçirdik. Dağ evi dediğimiz yer Şeki Belediyesinin mi­safirhanesi. Sabahın, tepelerde beli­ren yeşil karışımı güneş ışıklarıyla uyanan heyetimiz, dağ evinin taraşın­da bir araya geldi. Karşı tepelere se­rpiştirilmiş kırmızı kiremitli evleri seyrediyorduk. Prof. Dr. Mehmet SARAY, karşı tepelerdeki tabiat gü­zelliğini göstererek turizmin önemin­den, buralara çok yabancı gelebilece­ğinden ve bu konunun üzerinde dik­katle durulması gerektiğinden bahse­diyordu. Sabah kahvaltısından son­ra dağ evine değil de, yeşilliklere ve­da ederek oradan ayrıldık.

Şeki’den çıkarken bazı yolların asfaltlanmakta olduğunu gördük. As­falt dökme usulleri bize çok iptidai geldi. Saat 11.30 da ipek satış yerle­riyle de dikkat çeken Şeki’den ayrıl­dık. Şeki’den ayrıldık ama, yeşillik­lerden kurtulamadık ki.

Azerbaycan’da bir şey dikkatimi­zi çekiyordu: Cadde ortalarında, meydanlarda, otel lobilerinde ve hat­ta ağaç dallarında şerefle dalgalanan Azerbaycan bayrağı ve bu bayrağı gu­rurla seyreden insanlar...

Fırsat buldukça, bir araya geldik­çe sohbet ediyorduk. Şu günlerde en çok tartışılan konulardan birisi de al­fabe meselesi idi. Şeyh’ul İslâm Pa­şazade Allah Şükür, bu önemli konu­daki görüşünü şöyle açıklıyordu: “Alfabe Latince olmalıdır. Gençleri­mize eski kültürden uzak kalmama­ları İçin eski harfler de öğretilmelidir. On yıl içinde müstakil bir Türk dev­leti daha kurulabilir. Bizde neft, ta­bii gaz ve pamuk çok var. Kaynakla­rımız çok zengin. Şu anda bu zengin kaynaklarımızdan tam istifade edemi­yoruz. İnşallah ilerde edeceğiz. Bir- gün gelecek halkımızın sözü geçecek, devletin sözü geçmeyecek. Gelişmeler onu gösteriyor.” Azerbaycan’ın dini lideri Şeyh’ul İslâm Allah Şükür’ün bu cesurane sözlerinin altında büyük gerçekler ve hikmetler gizlidir. Bu fi­kirler şu anda tartışılabiliyor. Tartı­şıla tartışıla gerçekler su yüzüne çıka­cak ve görülür hale gelecektir elbet­te. Azerbaycan halkı, manevi dünyası zengin, düşünce ufku geniş, sanat ka­biliyeti derin ve Türklük şuuru canlı bir toplumdur. Bu sebeple problem­lerini en uygun tarzda ve hiç kimseyi ürkütmeyecek olgunlukta çözeceğine ben inanıyorum.

Bu düşüncelerin ağırlığı altında ürpererek yolumuza devam ediyor­duk. Bir aralık manzara heyet başkanımız Prof. Dr. M. Said YAZICIOĞLU’ nun dikkatini çekti ve gördükle­rini şöyle ifade etti.

“Şu manzara Aydın ve Söke ara­sına çok benziyor. Sanki aynısı. Ka­ra yolu ile demiryolunun bir araya ge­lişi ve çevre Aydın’dan Söke’ye gider gibi bir his uyandırıyor insanda.”

Heyet başkanımızın ilgisini çeken bu yol, Sarp Kapısına ulaşan yolmuş. Demek ki devam etsek Sarp kapısına ulaşacağız.

Yeşilliklerin oluşturduğu serin bir koridorda ilerliyorduk. Bitmesini hiç istemediğimiz bu ağaçlı koridor bizi, dinlendirici ve hayal dünyamızı renklendirici bir yolculuktan sonra Balaca kent reyonuna ulaştırdı. Girişte şehrin ileri gelenleri tarafından büyük bir İlgi İle karşılandık. Doğruca Cu­ma camiine götürüldük. Şimdiye ka­dar gördüklerimizden farklı bir mabed. Dikdörtgen plânıyla ve inşa tar­zıyla Selçuklu eserlerine benziyor. Bu mabette şimdiye kadar rukû ve sec­dede dua eden mü’min gönülleri rah­met niyazlarımızla ve hayır duaları­mızla hatırlayarak ikişer rekât namaz kıldık. Caminin içerisini geçmiş ha­tıraları bulup çıkaracakmışçasına ge­zerken kıble duvarının Kafkas dağla­rından oluşan manzara resimleriyle süslenmiş olduğunu gördük. Bu gö­rüntü bana pek ibretli ve derin hik­metli geldi. Camide kıbleye yönelerek namaz kılanların çok dikkatli olduk­ları bir anda onlara bu resimlerle ‘‘va­tanın, sadece namaz kıldığın müba­rek mahalden ibaret değildir. Dışarı­sı da, Kafkas dağlarının engin ve zen­gin varlıktan da caminin içi kadar önemlidir ve kutsaldır. El açıp Al­lah’a dua ederken nefsinden çok, va­tanını düşün, hürriyet özlemini canlı tut...” denmek isteniyor.

Caminin duvarları kadar, halıla­rı da güzel. Her şey güzel ama daha da güzeli caminin geniş bahçesinin çe­şitli meyve ağaçlarıyla dolu olması. Sizde tabiki bu caminin ismini benim gibi merak ettiniz. Aynı merakla sorduğumuz zaman Cuma mescidi dedi­ler. Caminin içerisinde kıble duvarın­daki resimler dikkatimi çektiği gibi rahleler de dikkatimi çekmişti. Çün­kü rahlelerin altında küçük tekerlek­ler vardı. Şöyle iteleyiverdiğiniz za­man düz bir zeminde safın bir başın­dan öbür başına rahatlıkla gidecek görünümde.

Camiyi ziyaretten sonra arabala­rımızla bir tepeye tırmandık. Tırman­dık diyorum, çünkü tepe ancak o şe­kilde çıkılabiliyordu. Oldukça dikti. Parti başkanı ve belediye başkanı ile beraberdik. Yeşil bir tepeden şehri seyrederek çaylarımızı sohbetle karışık yudumluyorduk. Yemekten sonra uçağa yetişebilmek için 15.00’de gel­diğimiz o yeşil tepeden istemeyerek sa­at; 17.00’de ayrıldık.

Saat 18.00’de havalanan özel uça­ğımız, saat 19.00 da Bakü hava ala­nına indi. Uçakta heyetimiz ve heye­timize refakat edenlerden başka iki Suriyeli kadınla onlara rehberlik ya­pan bir de Rus vardı.

Bugün başbakanla randevumuz vardı. O sebeple o güzel Azerbaycan köşesinden erken dönmek zorunda kaldık. Başbakanlığa geldiğimiz za­man hiç bekletilmeden hemen huzu­ra alındık. Görüşmelerde bizim dışı­mızda Başbakanın İki yardımcısı da bulundu. Karşılıklı iltifat ve hal ha­tır sual edilmesinden sonra ilk söz he­yet başkanımız Prof. Dr. M. Said YAZICIOĞLU aldı ve şunları söyle­di:

“Sayın Başbakan,

Azerbaycan’a ayak batığımız an­dan şu ana kadar büyük ilgi gördük. Bu değerli ilgi ve misafirperverliğe şahsım ve arkadaşlarım adına takdir histerimle teşekkür ederim. Değerli dostumuz Şeyh’ul İslâm Allah Şükür sizden çok bahsettiler. Ayrıca zatialinizi Türkiye’ye yaptığınız seyahat­ten de tanıyoruz. Şeyh’ül İslâm Allah Şükür, camilere yaptığınız yardımlar­dan ve dini gelişmelere sağladığınız imkândan da bahsettiler. İçeri Şehri gezdik. Şu anda hah müzesi olarak kullanılan bir camiyi de ziyaret ettik. Bu mabedinde kısa zamanda yakın il­ginizle müzelikten kurtarılarak ibade­te açılacağına İnanıyoruz. Bölgenin önemli dini merkezlerinden birisi olan Bibi Heybet’i ziyaret ettik. Azerbay­can halkı İçin önemli olan bu külli­yetlin eski haline kavuşturulması için yapılacak onarım çalışmalarına mad­deten katılmak isteriz. Ülkeniz çok güzel. Gezdiğimiz yerleri çok beğen­dik. Kafkas dağlarının etekleri tekrar tekrar görülmeye değer.

Sayın Başbakan.

Din eğitimi konularında sizlere yardımcı olmak isteriz. Hazırlık ça­lışmalarının devam etmekte olduğu­nu gördüğümüz medreseyi gezdik. Hoca ve talebelerle görüştük. Başa­rılı olan veya isteyen Öğrencileri Türk­iye’de okutabileceğimizi söyledik. Si­zin huzurunuzda da söylüyoruz.”

Bu arada Başbakan araya girerek şunları söyledi;

“Türkiye’den de bize öğrenci gel­meli. Böylece mübadele olur. Üniver­siteler arası işbirliği için gerekli görüş­meler zaten yapıldı. Bu konuları Sa­yın Turgut ÖZAL’ la görüştük.”

Söz üniversiteye gelince Prof. Dr. Mehmet SARAY sabredemeyerek devreye girdi. Sayın Başbakana hita­ben:

“Biz üniversite olarak hangi ko­nularda size yardımcı olabiliriz. On­ları da fırsat ele geçmişken öğrenmek istiyoruz. Hangi alfabeyi kullanmak istiyorsunuz! Doğrusu merak ediyo­ruz,”

Başbakan:

“Biz, en başa, yani Orhan Yeni sey alfabesine dönmek istiyoruz.” Başbakanın esprili cevabından son­ra Prof. Dr. Mehmet SARAY konu­yu biraz değiştirerek şunu söyledi: “Hissettiğimiz kadarıyla Azer­baycan’a çok gelmek İsteyen var. Şimdiden hazırlıklı olmanızı dileriz.” Prof. Dr. Mehmet SARAY Azer­baycan tarihini İngilizce olarak yaz­makta olduğunu söyleyince Başbakan şunları söyledi:

“Biz buraya 11. asırda Selçuklu­larla geldik. Siz böyle yazın. Ermeniler gibi yazmayın.’

Türkiye’deki cami ve din görevli­lerinden rakamla bahsedilince Başba­kan hayretini gizleyemeyerek.

“Demek ki hemen hemen her köyde mescit var. Çok değil mi?” de­di ve ekledi.

“Türkiye’de dini teşkilatın nasıl kurulduğunu, şu andaki durumunu, ayrıca medreseleri merak ediyorum. Biraz bilgi verir misiniz?”

Heyet başkanımız Prof. Dr. M. Said YAZICIOĞLU Kur’an Kursla­rından, İmam-Hatip liselerinden ve İlâhiyat Fakültelerinden bahisle Türkiye’deki dini gelişmeler hakkın­da bilgi verdi.

Bu arada Bakü’de yakın zaman­da T.C. Başkonsolosluğunun açılaca­ğından bahsedildi. Bizde Başkonsolosluk bünyesinde bir de din hizmet­leri ataşeliği olmalı dedik. Başbakan bu düşüncemizi çok uygun buldu.

Başbakanlıktan ayrıldıktan sonra Şeyh’ul İslâm’ın bir yakının ölümü­nün 40. gecesi olması sebebiyle tertip­lenen taziyet merasimine katıldık. Merasimin sahibi evinin önündeki boşluğa bu iş için bir çadır kurdur­muş. İçerisi çok güzel aydınlatılmış ve muntazam döşenmiş. Bu çadırda da 100 e yakın Bakülü kardeşimizle be­raber olduk. Heyetimizden Kocatepe Camii İmam-Hatibi Kadir TEMEL’ in okuduğu Kur’an-ı Kerim’i huşu ile dinleyerek sevabını geçmişlerimizin ruhlarına bağışladık. Bu çadırı baş- sağlığına gelecek misafirleri kabul et­mek ve onlara çeşitli ikramlarda bu­lunmak maksadıyla 40 gün bekletil­diğini öğrendik. Cenaze sahibinden İzin alarak bir çeşit ağlama çadırı da sayılabilecek mahalden ayrıldık.

Akşam yemeğinden sonra otelde­ki odama çekilmiştim. Bu akşam Bakü’nün meşhur rüzgârlarından biri esiyordu. Dışarıda sanki bütün ağaç­lar devrilecekmiş gibi bir hışırtı var­dı. Şiddetli rüzgârın çıkardığı sıkışmış boru sesini andıran hışırtıya karışık keskin vızıltı da hiç durmuyordu. Bakülüler, "Buranın rüzgârı çetin olur. Bu sebeple burada ağaç yetiştirmek İnsan yetiştirmekten zordur” diye za­man zaman söylerlerdi. Gerçekten öyle olduğunu bu gece hissettik.

12.10.1990 Cuma. Bu sabah Şeyh’ul İslâm’ın makamında bir ara­ya geldiğimiz kimseler arasında Azer­baycan’ın milli şairlerinden Bahtiyar Vahapzade’de vardı. Bahtiyar Vahap zade, Azerbaycan ağırlığında bir isim.

Sohbet esnasında heyetimiz Şeki’ye gittiğini öğrenince şunları söyledi:

“Şeki, millî şehir, millî Azerbay­can. En eski Türk şehri. Orada bir evim var. Yazmak istediğim zaman gider bir kaç ay kalın. Çok güzel şe­hir. Orada güzel şeyler yazılıyor.” Bahtiyar Vahapzade’nin bu sözlerin­den sonra Şeki’yi daha çok sevdik. Söz döndü dolaştı, Ocak ayının zu­lüm ve dehşet saçan kara günlerine geldi. Bahtiyar Vahapzade heyecan ve üzüntüsünü gizlemeyerek şunları söy­ledi:

“Milletimin ne suçu vardı ki kır­dılar. İnsanlarımızın ne günahı vardı ki kahbece vurdular. Gençlerimizin ne kabahati vardı ki ömürlerinin ba­harında yerlere serdiler. Gorbaçov’ un gözüne parmağımızı mı soktuk ki kalleşçe öldürdüler.

Türklük, Komünizmin başına ne büyük taşmış ki bizimle halen uğra­şıyorlar.

Türkiye’de İzmir’de uçağa bin­dim. Hava kızı kemerlerinizi bağla­yınız dedi. Ağladım. Ne hazin tecel­lidir ki öz vatanımızda aynı şeyi ba­na Rusça söylerler."

Bahtiyar Vahapzade ile sohbet et­menin ayrı bir zevki vardı. Bizim için büyük mutluluktu. Bahtiyar Vahap­zade’nin yüzüne baktığımız zaman si­masında beliren çizgilerin derinliğin­de mustarip Azerbaycan’ı görür gi­bi oluruz.

Vahapzade bir hatırasını şöyle an­lattı:

“Bir gün bir dostuma rastladım. Annesi Ölmüş. Üzüntüsünü ifade et­ti. Başsağlığı diledikten sonra dostu­ma şöyle dedim: Üzülme dostum Üzülme. Senin anan ölmüş ne çıkar. Hayır efendi orada millet ölmüş. Yani milletin anası olmuş.

Şu anda Azerbaycan’da en çok tartışılan konulardan birisi de Alfa­be meselesi. Bu hususta Bahtiyar Va­hapzade şunları söylüyordu.

“Biz Latin alfabesine geçmeyi dü­şünüyoruz. Okullarda eski harfleri de öğreteceğiz. Eski kültürümüzden de kopmak istemiyoruz. Üç ay sonra Latin alfabesine geçebiliriz.” Görülüyor ki Azerbaycanlı aydınlar bu konuda ittifak halindeler.

Bahtiyar Vahapzade ile sohbeti­miz kısa da olsa faydalı oldu. Gördük ki Bahtiyar Vahapzade bir denge un­suru ve aklıselimi temsil ediyor. Vak­timiz olsaydı da daha çok konuşabilseydik. Konuşan sanki Azerbaycan’lı Bahtiyar Vahapzade’yi tanımadan Azerbaycan’ı tanımak mümkün de­ğil. Bahtiyar Vahapzade ile yaptığı­mız sohbette Bakan Arif Mansuroğlu da hazır bulundu.

Bu sohbetten hasıl olan tatlılıkla ve ümitle Lenkerani’ye gitmek için havaalanına doğru yol alıyorduk. Saat 11.30 da yine özel bir uçakla Lenke­rani’ye ulaşmak için havalandık. Lenkerani, Şeyh’ul İslâm Allah Şükür’ ün memleketi. O sebeple uçağımızda Şeyh’ul İslâm’ın oğlu ve hanımı da vardı. Muhammed İsmine yakışır tatlı bir bakışla ve babasına yakışır cö­mertlikte bize şeker ikram etti. Sekiz yaşında. Ve ilkokula gidiyormuş. Uçakta dini idareden Selman, Mus­tafa Muallim ve Hacı Rafael de bu­lunuyordu.

Uçağımızın tek hostesi “Hürmetli misafirlere yahşi uçuşlar” diledi. Rahat bir yolculuktan sonra Lenkeran Havaalanına indik. Akşam Şeyh’ul İslâm’ın kardeşi Civan Şir’in evinde indik. Eve gelmeden önce yeşil tepeler ortasında mavileşmeyi başarmış bir barajı ve birde yeni inşa edilmekte olan kaplıcayı gezdik. Sol taraftaki yeşil vadiyi ve sağ taraftaki mavi gölü seyrederek baraj bendi üze­rinde yaptığımız yürüyüş, unutamayacağım güzelliklerden birisi olmuştur. Barajdan dönüşte iki mescide uğra­dık. Mescitler çok ışıklı ve bakımlı. Lenkeran mescidinde ilave çalışmalar yapılıyor. Özellikle geniş bahçenin tanzim ve tespiti mescide çok yakış­mış Sonra belediyeye ait bir misafir­hanenin salonunda çay içtik.

Şeyh’ul İslâm’ın kardeşi Civan Şir, heyetimizi kurbanlar keserek kar­şıladı. Ömür görmüş ve zulmü yaşa­mış yaşlı babalarının elini öperek du­asını aldık. Akşam kalacağımız misafirhaneye döndük.

13.10.1990 Cumartesi. Güzel bir gün. Zengin bir kahvaltı ikramından sonra kuş cenneti dedikleri uçsuz bu­caksız bir çimenliğe götürdüler. Çi­menliği bomboş bulunca yaz olduğu için kuşların başka yerlere göç ettik­lerini söylediler. Buralarda iklim mu­tedil geçtiği için kışın tekrar sürüler halinde gelirlermiş. Kuş cennetinin ortasındaki koridor gibi bir yoldan uzunca gittik. Sanki işkence yolu gi­bi. Sinir bozucu bu yerden ayrıldık ve çay içmek İçin turistik bir bahçeye geldik. İran hududuna 20 km. kaldı­ğını söylediler.

Çay içerken anlatılanlar içinde şunlar dikkatimi çekti: Azerbaycan ve İran İslâm Cum­huriyeti sınırında Astaran reyonu var­mış. Yansı Azerbaycan, yansı İran sı­nırlan İçinde kalmış. Yalnız şehir de­ğil, aileler de parçalanmış. Altmış yıl­dır birbirlerini göremeyen akrabalar varmış.

Kafkas dağlarının eteklerine doğ­ru yaprak yaprak yemyeşil uzanan bir çay bahçesinin başlangıç noktasında oturuyorduk. Yemyeşil çayın bardaklarımızda nasıl kırmızı hale geldiğini düşünerek misafirhaneye döndük.

Kendisini 1985 yılında tanıdığım Kâzım Lenkerani ile misafirhanenin bahçesinde ayaküstü sohbet ediyor­duk. Kâzım Lenkerani’de meydana gelen değişiklik, S.S.C.B.’de meyda­na gelen hürriyete yönelik değişikliği gösteriyordu. 1985 de tanıdığım Kâ­zım Lenkerani suskun bir insandı. Konuştuğu zamanda dikkatli olurdu. Şimdi İse susan Kazım Lenkerani’nin yerine konuşan, düşündüklerine çe­kinmeden söyleyen ve Komünizmi İnandırıcı bir üslupla ve şairane bir ifade İle tenkit eden ve suçlayan bir Kâzım Lenkerani gelmiş. Bu şekilde konuşan Kâzımların adedi çoğalmış. İnsanlar, düşündüklerini söyleyerek, inançlarını açığa vurarak rahatlar ha­le gelmiş. Artık çehreler somurtmu­yor, yumruklar öfkeden sıkılmıyor, bakışlar dar açılarda bunalmıyor. Mi­nareler susmuyor. Kubbeler ağlamı­yor. Mabetler küsmüyor. Gençler saflarda, çocuklar rahlede, anneler duada, nineler şükürde. Komünizmin İflas ettiği insanlarda meydana gelen değişikliklerle daha iyi anlaşılıyor. İç dünyası çok zengin olan Kâzım Len­kerani bana bunları söylemek istiyor­du.

Yemekten sonra misafirhaneden ayrılarak mahalli saatle 16.30 da ha­va alanına gittik. 40 dakikalık bir uçuştan sonra Bakü Havaalanında idik.

Hava alanından otelimize döner­ken Prof. Dr. Mehmet S. HATİPOĞLU hocanın isteği üzerine Türk Tarih Müzesi ile İlimler Akademisi Merkezine uğradık. Her İki yer de, o saatte bağlı (kapalı) olduğu için, ge­zemedik. Yine çok rüzgârlı bir hava­da otelimize döndük.

14.10.1990 Pazar. Sabahki hava akşamkinden daha kötü. Tipi yağ­murla karışık artarak devam ediyor.

Arabalarımızla otelden ayrıldık. Elinde kitap tutan ve kitabın derin­liklerinden sağlığındaki gibi düşünür görünen Fuzuli’nin heykelini gördük.

Ocak olaylarının yaşandığı Azat­lık Meydanından tekraren geçerken yerdeki kan izlerini temizlemek ister­cesine yağmur bütün şiddetiyle devam ediyordu.

1823-1924 yıllan arasında yaşamış Azerbaycan’ın ileri gelen simaların­dan Hacı Zeynel Abidin’in müzesini ziyaret ettik. Bu konağım ve bütün servetini kültür hizmetine bağışlayan bu zat hakkında, müzeyi bize gezdi­ren, asıl mesleği demiryolu mühendis­liği olan ve şu anda mecliste müşavir olarak görev yapan Tevkif Bagırof şunları söyledi:

“Hacı Zeynel Abidin’in bir oğlu Karabağ’da Ermeniler tarafından şe­hit edildi. Bir kızı yakın zamanda öl­dü. Yakın zamana kadar bu şahsın, değil müze haline getirilen evini gez­mek, İsminden bahsetmek bile yasak­tı. Sistemli bir şekilde bizim Türk asıl­lı olduğumuzu unutturmak istiyorlardı. Hâlbuki biz Oğuzuz, biz Türk’üz. Biz Özümüzü biliyoruz. Anadolu’dan önce biz burada olmuşuz. Bazan da Midya’lı olduğumuzu söylerler, öz tarihimizi biz kendimiz yazacağız. O zaman her şey yahşi (güzel) olacak.”

Bahtiyar Vahapzade’de böyle söy­lüyordu. Şu hissediliyor ki Azerbay­can’da her aydın yaptığı işin yanın­da fırsatım bulunca hemen meselesi­ni de geçiyor.

Hacı Zeynel Abidin müzesindeki kültür zenginliğini istemeyerek geride bırakarak dini idareye gitmek üzere ayrılıyoruz.

Caddelerde yer yer orak çekiçli kı­zıl bayraklar dalgalansa, resmi bina­ların tepelerinde kızıl yıldız görülse bile Azerbaycanlı bayrağını belirle­miş. Çoğunlukla kalbinde, fırsat bul­dukça meydanlarda dalgalanan bay­rağını.

Dini idareye Şeyh’ul İslâm’sız gel­dik. Çünkü Şeyh’ul İslâm Allah Şü­kür, babasının aniden rahatsızlanıp hasta haneye kaldırıldığı haberi heye­timize ulaşınca İzin alıp ayrılmış ve Lenkerani’ de kalmıştı.

Dini idarenin girişinde Şeyh’ul İs­lâm’ın yardımcılarından Cebrail bizi karşıladı. Selâmlaştıktan sonra HATİBOĞLU hoca kendisine “Birkaç gündür görünmedin” diye takıldı. O da “Görünmez olsam da sizin için dua ediyorum” dedi.

Dini İdarede bir masa etrafında Azerbaycanlı kardeşlerimizle tekrar bir araya geldik. Karşımda Bahtiyar Vahapzade oturuyordu.

Prof. Dr. Mehmet SARAY: “Azerbaycan’ın her tarafı güzel” de­di. Bahtiyar Vahapzade kimsenin birşey söylemesine fırsat vermeden “Türkiye’miz de güzel” ilavesini yap­tı. Aramızda Halk cephesinden aynı zamanda Azerbaycan gazetesinin sa­hibi ve milletvekili Sabir’de vardı.

Bahtiyar Vahapzade sanki S.S.C.B. hakkında bilgi verecekmiş gibi davranarak şunları söyledi.

"S.S.C.B. dünya topraklarının altıda biri. Bu geniş topraklarda kar­ma 280 milyon İnsan yaşıyor. Sanki ıssız bir çöldeki ağıl gibi. Nasıl koyunları ağıla doldururlar S.S.C.B. halkı da böyle yaşatılmak isteniyor. Koyun sürüsü gibi iradesiz ve hürriyetsiz. Gir dediğin zaman girecek, çık dediğin za­man çıkacak.”

Bahtiyar Vahapzade’yi zevkle din­lerken gözlerim duvardaki Şeyh’ul İslamların resimlerine takıldı. Daha ön­ceki Şeyh’ul İslâmlar sırası ile şu ze­vat:

Alizade Molla Ağa Ahun Mir Muhsin Hekimzade Molla Gazanfer İbrahimoğlu. Paşazade 1980 de seçimle Şeyh’­ul İslâm olmuş.

Aramızda Misket Türklerinden de bir heyet vardı. Diyanet İşleri Başkam ve heyet başkanımız Prof. Dr. Mus­tafa Said YAZICIOĞLU ile görüşüp dertlerini anlatmak istiyorlardı.

“1944 de Özbekistan’a geldik. Uzun yıllar Özbeklerle iyi yaşadık. Geçen yıl Gürcistan’daki vatanımıza dönmek İstedik. Kabul etmediler. Hatta Gürcü dilini kabul ederseniz ge­lin dediler. 50 bin Misket Türkü Azer­baycan’da değişik yerlerde yaşıyor. Azerbaycan Hükümetinin bize yar­dım imkânı yok. Halktan toplanan para da yetmiyor. Almaata’da 70 bin Türk var. Kazakların da ne yapacak­ları belli olmaz. 500 bin Misket Türkü evinden yurdundan haksızca atılmış- ur. Sadece 10 bin Misket Türkü Türkiye’ye yerleştirilebildi. Bize reva görülen bu zalimane muameleye bir türlü aklımız ermiyor. Bizde Müslümanız elhamdülillah.

Misket Türkleri temsilcileri devam ederek:

“Bize ev lazım. Toprağımız bol. Barakamsı evler gönderilebilse biz onları yerleştiririz. 70 bin Misket Türkü Rusya’da yaşıyor. Onların du­rumu daha da kötü. Kış geliyor. Ka­lacakları bir yer yok. Terkedilmiş va­gonlarda ve yetersiz çadırlarda yaşı­yorlar. Öksüzlere, yetimlere, yaşlıla­ra ve hastalara sahip çıkacak kimse yok. Türkiye’de Misket Türklerine bir yardım kampanyası açılmalı.’’

Misket Türklerinin gerçekten sı­kıntıları büyük, ıstırapları derin. Yüzlerindeki ifadeden söylediklerin­den çok, söyleyemediklerini hissedi­yorsunuz. Allah yardımcıları olsun demekten başka bir şey gelmiyor eli­mizden.

“Yazarlar Birliği’nin telif hakla­rını kaşkınlara bağışladık” diyor Bahtiyar Vahapzade ama bu tür yar­dımlarda yeterli olmuyor.

Dini idareden Moskova’ya uçmak üzere havaalanına gitmek için ayrıl­dık. Mahalli saatle 17.15 de Mosko­va Havaalanında idik. Havada 2.5 sa­at kaldık. Geceyi kaldığım odanın penceresinin Kremlin meydanını gö­ren 10 bin kişinin kalabileceği hacim­de bir otelde geçirdik. Moskova’da hava sıfırın altında 3 derece.

Akşam otele girerken Kremlin meydanında karanlıkta pekiyi göre­mediğimiz, aralarında debelenircesine dolaşan insanların sezildiği çadır­lar görmüştük. Bunlar nedir sorumu­za “isyancıların çadırları” cevabını aldık. Şu anda odanın penceresinde çok iyi görebildiğim çadırların etra­fından bir saha turu attım. Sıfırın al­tında 3 derecede geceyi ancak bir ya­tak sığabilecek genişlikte ve yüksek­likte olan bu çadırlarda geçiren insan­ların haline cidden üzüldüm. Yaşlı kadın ve erkekler kendilerine açındı­racak bir malzeme ile sabah çayını demlemeye çalışıyorlardı. Elliye yakın çadır vardı. Meraklılarıyla birlikte dikkat çekecek bir kalabalık oluşu­yordu. Çadırların her tarafı zor oku­nabilecek yazılarla doluydu. Ne de­mek istediklerini pek anlayamadım ama bunlar şimdiki hükümeti tasvip etmeyen, yapılan değişiklikleri yeterli bulmayan ve daha çok hürriyet isti- yen kimselermiş. Bu çadırlardan bir tanesi de Azeri bir kadına aitti. Ça­dırın ön cephesinde kocasının ve oğ­lunun resimleri asılı idi. Kadıncağız bir an önce kocasının ve oğlunun ka­tillerinin bulunmasını istiyormuş. Bu manzara bizi daha da çok üzdü. Bu üzüntü ile Moskova’dan ayrıldık. Böylece Azerbaycan seyahatimiz ta­mamlanmış oldu.

* Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı

Bu yazı:

Günlük olaylarla ilgisi olmadığı ve politik yönü bulunmadığı için aktüalitesini muhafaza etmektedir.

- Azerbaycan’ın dinî yapısı ve manevi görüntüsü hakkında genel bir bilgi verme özelliğine sahiptir.

- Müslüman Azeri halkının dinini öğrenmek ve kendini tanımak için çırpınışının bir özetidir.

- Gorbaçov’un açıklık ve yeniden yapılanma politikasının getirdiği değişikliklerin hissedildiği kadarıyla eski durumla mukayesesidir.

“ Ey insanlar! Rabbiniz bir, ceddiniz birdir. Hepiniz Adem’ den türemiş bulunuyorsunuz. Adem ise topraktan(yaratılmıştır). Allah indinde en mükerrem ve makbul olanınız, o’ndan korkup çekinenizdir. Bir Arabın Arap olmayan üzerinde bir üstünlüğü yoktur; (varsa) bu, takva yönündendir. Dikkat edin! Tebliğ ettim mi ?... Ey Allah’ım, sen şahit ol”

VEDA HUTBESİNDEN