YİNE AZERBAYCAN
Diyanet İşleri Başkanlığı adına 8.10.1990 tarihinde Azerbaycan’a gidecek heyete, ismen davet edilenler arasında bulunduğum İçin, ben de dahil edilmiştim. Bu benim, S.S.C.B. ne üçüncü, Azerbaycan’a ise ikinci gidi- şimdi. Sevinçle kaydedeyim ki kısmet olmuş Azerbaycan’a 1985’ de de yine böyle bir dinî heyetle gitmiştim. Hem benim, hem de bize ev sahipliği yapan Azerbaycanlı kardeşlerimin duası kabul olmuş olacak ki tekrar gidebiliyordum. Bu notların, seyahat tarihinin üzerinden epey vakit geçmiş olmasına rağmen yayımlanması aşağıdaki sebeplerle faydalı ve uygun görülmüştür.
Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mustafa Said Yazıcıoğlu’nun başkanlığında teşekkül ettirilen heyette benden başka şu kimseler de vardı: Prof. Dr. Mehmet HATİBOĞLU - Prof. Dr. Mehmet SARAY, Diyanet işleri Başkanlığı Protokol ve Halkla İlişkiler Müdürü Sabit ŞİMŞEK ve Ankara Kocatepe Camii İmam-Hatibi Kadir TEMEL.
Seyahatimiz bir hafta sürecekti. Gidişimiz belli olduğu gibi dönüşümüz de belli idi. İyi değerlendirilmesi gereken bu kısa süreyi Azerbaycan’da geçirecektik. 1985 yılında gördüklerimin açıklık ve yeniden yapılanma politikası sayesinde ne ölçüde değiştiğini doğrusu merak ediyordum. Gorbaçov’un açıklık ve yeniden yapılanma uygulaması bakalım Azerbaycan’a ne kazandırmıştı?
Heyetimiz, 8.10.1990 Pazartesi günü saat; 08.00’ de Türk Hava Yolları’na ait bir uçakla Esenboğa Hava Alanı’ndan yükseldi. Aynı uçakta Kültür Bakanı Namık Kemal ZEYBEK, Müsteşarı Acar OKAN, Müşavirleri Galip ERDEM ve Muzaffer ÖZDAĞ, Kayseri Milletvekili Halit ÖZSOY da vardı. Memnuniyetle kaydedelim ki onlar da Azerbaycan’a gidiyorlardı. Bu seçkin heyetin oraları görmüş olması herhalde kültürümüze millî renk katacak ve zenginlik kazandıracaktı.
Heyetimiz, iki saate yakın Atatürk Hava Alanı’nda bekledikten sonra saat 11.00’de Moskova’ya gitmek üzere uçağımız yeniden havalandı. Üç saatlik bir uçuştan sonra, bizim saatle 14.00’ de Moskova Hava Alanı’na inmiştik. Mahalli saat; 15.00.
Doğruca Ukrayna Oteli’ne gittik. Uzunca bir merasim ve dikkatli bir incelemeden sonra odalarımıza yerleşebildik. Akşam yemeğini müteakip Moskova’da bir gezinti yaptık. Lenin dağları dedikleri tepeden Moskova’yı seyrettik. Şehrin, şöhretine uygun ışıklandırılmış olduğunu gördük. Hava soğuk olduğu için bu güzelliğe rağmen daha fazla kalamayarak otelimize döndük.
9.10.1990. Bugün günlerden Salı. Kahvaltıdan sonra hava alanına gitmek üzere otelden ayrıldık. Hava alanında fazla bekletilmeden esas ziyaret edeceğimiz şehir olan Bakü’ye kavuşmak üzere yükseldik. Hava alanında Şeyh’ul İslam Paşazade Allah Şükür ve arkadaşları tarafından karşılandık. Geceyi Ocak 1990 olaylarının cerayan ettiği Azatlık Meydanı’nı ve bu olaylarda şehit olan Azerilerin defnedildiği şehitler tepesini de görmemizi sağlayan Moskova Oteli’nde geçirdik. Fatihalarla nurlu dualarımızın Ocak şehitlerine bizden önce ulaştığını düşünmenin mutluluğuyla uyuduk.
10.10.1990 Çarşamba. 1985’ de gördüğüm Bakü’de ne gibi gelişmeler oldu acaba merakıyla erkenden kalktım. Hava açıktı ve ortalık sakindi.
Kahvaltıdan sonra Ocak 1990’da meydana gelen korkunç olaylarda hayatını kaybeden şehitleri ziyaret etmek üzere otelden ayrıldık. Mesafe yakınmış ama nedense arabalarla gittik. 19 Ocağı 20 Ocağa bağlayan uğursuz gecede şehit olanların gözyaşlarıyla defnedildikleri parka gelmiştik. Şehitler parkı. Bilmiyoruz bu sıfat bu tepeye yeter mi?
Olaylarda şehit olanlardan tespit edilebilen 80 yiğit Azeri Türkü burada yatıyor. Yatmak ne kelime bütün dünyaya buradan haykırıyor. Şehitler parkının bağrına nur fidanları gibi sıralanmışlar. Kendilerinden öncekiler gibi. Kabirlerin başında okuduğumuz Fatihaları aziz ruhlarına bağışlayarak öbür tarafa doğru yürüyorduk. Gözlerimiz şehitlerin mezar taşlarında, niyazımız Allah’ın rahmet kapısında, dualarımız onlara ve onların manevi huzurunda Azerbaycan’a. Toprağa değil, üzerlerini karanfillerle donatan kardeşlerinin kalplerine gömülmüş şehitlerin başında dinleyenlerin de duyabileceği bir sesle devamlı Yasin-i Şerif okunuyordu. Sanki bu tepelerden Kur’an-ı Kerim’i eksik etmemek için ölmüşlerdi. Şair ne kadar güzel söylemiş:
Vurulup tertemiz alnından uzanmış yatıyor,
Bir hilâl uğruna ya rab ne güneşler batıyor.
Azerbaycan’ın da bu hilâlin bir parçası olduğundan hiç şüphemiz yoktur.
Daha önceki işaret ettiğim gibi heyetimizde Kocatepe Camii İmam-Hatibi Kadir TEMEL’ de bulunuyordu. Hafız Kadir TEMEL, kendine has tavrıyla ve davudi sesiyle okunan Yasin-i Şeriflere bir yenisini daha ilave etti. Bu Yasin-i Şerif, olaylar sırasında Türkiye’de camilerde ve Kur’- ân Kurslarında okunan binlerce hatm-i şerifin bir özeti idi. Bakü şehitlerinin ruhlarını daha da yücelten bu hatm-i şerifleri hatırlayarak Şeyh’ul İslâm Allah Şükür’ün duasına amin dedik. Amin diyen, rahmet dileyen ve şefaat niyaz eden yalnız biz değildik, milyonlarca Müslümandı.
Olaylarda şehit düşen yüzlerce günahsız ve savunmasız insandan yalnızca sekseni burada idi. Bu tepeyi şehitler mezarlığı yapanlar sadece bu seksen yiğit insan değildi. Bu rahmet tepesinde 1918 yılı 30-31 Mart gecesi Ermenilerce katledilen 30 bin Azeri’den 18 bini de gömülü idi. Çeşitli ıstırap ve çilelere şehit olan yanımızdaki kardeşlerimiz “Bu tepenin neresini kazarsanız şehit kemiği çıkar” diyorlardı. Demek ki 1918 Mart ayında, 1990 Ocak ayında şehit edilen Azeri Türklerinin bir kısmı Bakü’nün her tarafını görebilen bu tepeye defnedilmişlerdi. Geri kalanlar ise köy ve kasabalarına Fatihalarla uğurlanmışlardı.
Her birini kalbimizin derinliklerinde hissettiğimiz şehitlerimizin huzurundan hüzünle ayrılarak İmam Rıza’nın kız kardeşinin türbe ve mescidinin bulunduğu mahalle gittik. Şehrin dışında ve Hazar Denizi’nin kıyısında harap olmuş bir yer. Vaktiyle gemilerle ziyaretçiler gelirmiş. Hazar Denizi’nin tüm sahillerine vardığım hissettiren bir ziyaretgâh. Türbenin, hemen oradan geçen çift asfalt yolun altında kaldığım söyleyenler bile var. Şu anda türbe ve mescitten görünen yıkıntıların ötesinde bir şey mevcut değil. Yalnızca caminin ve türbenin kapısı ayakta kalmayı başarmış. Türbenin yerine şehre gidişi simgeleyen bir ek yapılmış. Bazı kimselerin türbenin, bu takın altında kalmış olabileceğini söylemesine rağmen çevreyi bize anlatan mimar, türbenin yıkıntının altında kalmış olabileceğini ve kaza ile ortaya çıkarılabileceğini söylüyor. Tamirat İçin proje çalışmaları tamamlanmış. Kaynak temin edilebildiği takdirde külliyenin yeniden inşa edileceği ilgililerce söyleniyor. Geleneği itibariyle önemli bir yer. Azerbaycan halkının birlik içerisinde yaşamasını teminde önemli hizmetler ifa etmiş. Bibi Heybet denilen bu zengin külliye 1963’ de yıkılmış. Komünistlerin baskısından korkup bu tip yerlere ilgi ve saygı gösteremeyenler veya içleri yandığı halde ilgisiz görünmeye çalışanlar bugün oraları restore edebilmek İçin çare arıyorlar. Memnuniyet verici bir gelişme.
Vaktiyle kalabalık cemaatlerin ziyaret ettikleri mübarek bir yer olan bu mahalden içeri şehri gezmek üzere Bakü’ye döndük. Kısa bir yolculuktan sonra arabalarımız, bir küheylan edasıyla bir kale kapısından İçeriye girdi. Gerçekten bu kapılara otomobiller değil de küheylanlar yakışır. Bu ihtişamlı kapıları inşa edenler, bu arabaları görmüş bile değillerdi. Nal seslerinin yerini motor gürültülerinin alacağım nereden bilsinlerdi.
İçeri şehir denilen yer surların İçinde kalan eski Bakü. Tarihi surların içinde yine tarihi camiler, medreseler, kervansaraylar, hamamlar, kütüphaneler ve müzeler. Doğruca bu güzel eserlerden birisi olan Şirvan Şahlar sarayına gittik. Sarayın ihtişamı ve çevre zenginliği rehberin canlandırmaya çalışarak anlattıklarından ibaret kalmış. Her şeye rağmen sarayın büyük bir bölümü muhafaza edilebilmiş. Sarayın duvar diplerinde denizden çıkarıldığı söylenen kitabe parçalan sıralanmış. Sarayın müştemilatında dini temsilen yer alan mescit halen kapalı. Gorbaçov’un açıklık ve yeniden yapılanma politikası bakalım bu ve benzeri mescitlerin açılmasını sağlayacak bir boyuta ulaşacak mı? Sarayın çevresinde yapılan kazılarla hamam da ortaya çıkarılmış. Şirvan Şaha ait olduğu söylenen sandukasız ve belki de kabirsiz bir de türbe var. Acaba odam kitabeler gibi denizin derinliklerine gömüldü? Sarayın temizlik işlerinde çalıştırıldığı belli olan bir hanım eliyle işaret ederek ve bakışlarıyla o yöne dönmemizi sağlayarak “şu mescidi açın, mescidi açın” diye adetâ haykırıyordu. Günlerce toprağı kazarak bu hamamı buldunuz çıkardınız da gözümüze bakan, gönlümüze haykıran namaza hasret şu kubbeyi, ezana hasret şu minareyi görmüyor musunuz demek İstiyordu. Kadıncağızın dualı yüzünde kapalı mescitlerin meydana getirdiği çile izleri, hasret çizgileri görülüyordu. Bu kadıncağızın heyete yönelerek böyle bir talepte bulunma cesaretini, Gorbaçov’un açıklık ve serbestlik politikasının sağladığı rahatlıktan aldığı kesindi.
Şirvan Şahlar sarayının mescidini, bir an önce ibadete açılması temennisiyle geride bırakarak içeri şehirdeki yürüyüşümüze devam ettik. Yolumuz iki kervansaraya uğradı. İkisi de şu anda yabancılara hizmet veren restoran olarak çalıştırılıyor. Hangi şöhretli misafirlere ve Allah yolcularına şahit olduğu ve hizmet verdiği bilinmeyen kemerlerin ve kubbelerin ıstırabı büyüktü. Vaktiyle Müslüman Türklerin ruhundaki hayır dualarıyla ve insan sevgisiyle inşa edilen bu kervansaraylar, şarap mahzenleri haline getirilen odalarıyla çile dolduruyordu. Bilmiyoruz İnşa ediliş maksatlarına ve sanat zevkine uygun saygı şartlarına ne zaman kavuşurlar.
İçeri şehirde tamirat çalışmaları tamamlanmak üzere olan bir mescit gördük. Birbiri üstüne sanatkârane konan tuğlalarla yükselerek Hazar Denizini selamlayan kız kulesinin yanından geçtik. Sonra şu anda halı müzesi olarak kullanılan bir camiyi ziyaret ettik. Görünüşte halı müzesi olan caminin ismini sorduğumuz zaman Cuma mescidi cevabım aldık. Biraz önce ziyaret ettiğimiz Şirvan Şahlar Sarayındaki mescidin ibadete açılmasını isteyen hanımın samimi duasını hatırlayarak bizde buranın halı müzesi olmaktan kurtarılmasını diledik. Bu dileğimizi de ilgililere ilettik. Şeyh’ul İslâm Allah Şükür’ün müzeyi kastederek “Yakında bunları çıkaracağının” müjdesi bizi sevindirdi.
Bu sevinçle içeri Şehir’ den hava alanına gitmek üzere ayrıldık. Azatlık meydanından geçiyorduk. Ocak olaylarının ağırlık merkezini teşkil eden, katliamın yapıldığı meydan. Meydanın ortasına gelince Şeyh’ul İslâm Paşazade Allah Şükür "Ziyaret ettiğimiz şehitlerimizin cenazelerini buradan toplayıp oraya taşıdık” dedi.
Havaalanına geldiğimiz zaman heyetimiz için Şeyh’ul İslâm tarafından kiralanan uçağın bizi beklemekte olduğunu gördük. Buda herhalde yeni dönemin nimetlerindendi. Önceleri, özellikle Türkiye’den gelen heyetler için, uçak kiralamaya falan pek fırsat verilmezdi.
Şeref salonunda Türkiye’den gelen bir heyetle selâmlaştık. Kaldığımız otelde de Türkiye’den çeşitli maksatla gelmiş heyetlerle karşılaşıyorduk. Demek ki Türkiye ile Azerbaycan arasındaki heyet trafiği ve ziyaret akımı bir hayli artmıştı. Geçmiş yıllardan çok farklı sevindirici bir gelişme.
Bakü Hava alanından mahalli saatle 15.20’ de uçtuk. Uçağımızın uçuş yüksekliği 5000 m. idi. Daha fazla yükselmesini de istemiyordum. Çünkü o zaman aşağıdaki her karış toprağında manevi izlerimiz bulunan güzel manzarayı göremezdim. Hava açıktı. Aşağıyı evleri sayabilecek, tepeleri seçebilecek netlikte görüyorduk. Yerleşim merkezlerinin dışındaki arazi çıplaktı. Aşağıda daha çok tepelerde toplanmış veya bir vadiye sinmiş yeşil köyler görülüyordu. Geçmişte ne korkunç günler yaşadıklarını haykıramayan köyler. Yıkılan mabetler, sürülen insanlar ve kurşunlanan küheylanlar. Yıkılan damlar, ezilen insanlar ve kısırlaştırılan hayvanlar. Yakılan kitaplar, yıkılan medreseler ve durdurulan ilim kervanları. İşte bütün bunlara şahit olan köyler.
Uçak yolculuğumuz bir saat kadar sürmüştü. Etrafı yeşilliklerle kaplı bir yoldan otomobillerle şehre doğru ilerliyorduk. Nihayet yine güzel bir tepede arabalarımız durdu. Şehre hâkim bir noktadaydık. Burası Şehi şehri. Bulunduğumuz yer, vaktiyle Şeki hanlarının sarayı imiş. Bu sarayı ben 1985 yılında da ziyaret etmiştim. Önceki gördüğümde eksik bıraktığım yönlerini tamamlamak gibi bir dikkatle geziyordum.
Sarayın mimarı Abbas Kulu Han gerçekten görülmeye değer bir şaheser İnşa etmiş. Tavanı 5200 adet geçmeli fıstık ağacından meydana gelmiş. Pencere camları rengârenk. Duvarlar da öyle. Rehberimiz Osman Mehmedoğlu. Sarayın her köşesinde saatlerce konuşabilecek bir tecrübe ve kültüre sahip. Bunlar çok iyi yetiştirilmiş uzman kimseler. İşlerini İyi biliyorlar ve severek yapıyorlar. Sarayın duvarları savaşları sembolize eden resimlerle dolu. Rehber Osman Mehmedoğlu bu sanat harikasını anlatmıyordu sanki okuyordu. Heyecanlı anlatımım bir noktada keserek hemen Ermenilerden ve Ermeni zulmünden bahsetmeye başladı. Biz de bu üslup değişikliğine şaşırıp kalmadık. Bu havaya adeta alışmıştık. Azeri sanatçı ve aydınlan fırsat buldukça Ermenilerin kendilerine çektirdiklerini anlatmaya çalışıyorlardı. Azerbaycan’ın millî meselelerini de işi kadar bilen rehbere teşekkür ederek ayrıldık.
Şu anda şehrin bir başka tepesinde idik. Tarihi Şeki evleri yeşilliklerle kucaklaşmış. Bahtiyar Vahap zade’ nin “Bir şey yazacağım zaman Şeki’ye giderim ve orada çalışırım” sözüne bu tabloyu görünce çok hak verdim. Tepenin yamacına ¡kinci Cihan savaşında ölenlerin resimleri sıralanmış. Arada yer yer boşluklar vardı. Oraların niye boş kalmış olduğunu sorduk. Oralarda “Ermenilerin resimleri vardı. Onları çıkarıp attık” dediler. Gorbaçov’un serbestlik ve yeniden yapılanma politikasından önce olsaydı herhalde bunu yapamazlardı. Rehberde zaten Ermeni zulmünden bahsedemezdi.
Şeki ipekçiliğin merkezi sayılır. 8000 işçinin çalıştığı bir İpek fabrikası var.
Her iki tepeden zevkle seyrettiğimiz şehir merkezine doğru arabalarla inmeye başladık. Tepeden ayrılmadan önce bu güzel manzarayı seyreden çocukları yanımıza çağırarak beraber resim çektirmek istedik. Oraya buraya durmadan koşturan çocuklar bizim yanımıza gelmekten çekindiler.
Zor ikna ettik. Bizim davetimize yardımcı olan yerli dostlarımız: “Sizi polis zannettiler de onun için gelmiyorlar” dediler. Demek ki açıklık ve yeniden yapılanma politikası çocukların Üzerindeki polis korkusunun kalkmasını henüz sağlayamamış.
Arabalarımız bir caminin önünde durdu. Bizi karşılayanlar arasında bu caminin imamı da vardı. Şeki’nin en güzel binalarından birisi olan bu mabedi ben 1985 yılında da ziyaret etmiştim. Namaz kılarken camideki değişiklikler dikkatimi çekti. Bu değişiklikleri imamdan sordum: “Sizin ziyaretinizden sonra camimiz yandı. Gördüğünüz şekilde yeniden inşa ettik” dedi. Gerçekten güzel olmuş. Bu habere hem üzüldü, hem sevindim. Üzüldük, yandığı için; sevindik daha güzel yapıldığı için. Eskiden camiler yakılır ve yerine yenisinin yapılmasına izin verilmezdi. Şimdi ise cemaat İsterse yanan camisinin yerine hemen yenisini, kaybolan mabedinin yerine daha güzelini inşa edebiliyorlar.
Namaz kıldığımız caminin yakınında bir binaya daha uğradık. Restorasyon çalışmaları sürüyordu. Bu bina eskiden cami imiş. Uzun süre kapalı spor salonu olarak kullanılmış. Yüksekçe bir minaresi var. Bittiği zaman güzel bir cami olacağı kesin. Bir an önce bitirilmesini temenni ederek bir dağ evine gitmek üzere oradan da ayrıldık.
Dağ evine çıkabilmemiz için arabalarımız değiştirildi. Caminin imamı beni kendi arabasına aldı. Yol boyunca seyrettiğimiz manzaraya uygun sohbet ettik. Durumunun iyi olduğunu ve Türkiye’yi çok görmek istediğini söyledi. Vaktiyle İzmir’de bir ay kalmış ama, bu müddet Türkiye özlemini gidermeye yetmemiş. Yol çok bozuktu. Demek ki arabalar bunun için değiştirilmişti. Halbuki bu yol 1985 yılında çok düzgündü ve asfalttı, sel suları o asfalt yolu alıp götürmüş. Koca koca taş parçaları gelip yolun ortasına oturmuş.
Nihayet kalacağımız dağ evine ulaşabildik.
Geceyi, etrafı yeşil tepelerle çevrili güzel dağ evinde geçirdik. Dağ evi dediğimiz yer Şeki Belediyesinin misafirhanesi. Sabahın, tepelerde beliren yeşil karışımı güneş ışıklarıyla uyanan heyetimiz, dağ evinin taraşında bir araya geldi. Karşı tepelere serpiştirilmiş kırmızı kiremitli evleri seyrediyorduk. Prof. Dr. Mehmet SARAY, karşı tepelerdeki tabiat güzelliğini göstererek turizmin öneminden, buralara çok yabancı gelebileceğinden ve bu konunun üzerinde dikkatle durulması gerektiğinden bahsediyordu. Sabah kahvaltısından sonra dağ evine değil de, yeşilliklere veda ederek oradan ayrıldık.
Şeki’den çıkarken bazı yolların asfaltlanmakta olduğunu gördük. Asfalt dökme usulleri bize çok iptidai geldi. Saat 11.30 da ipek satış yerleriyle de dikkat çeken Şeki’den ayrıldık. Şeki’den ayrıldık ama, yeşilliklerden kurtulamadık ki.
Azerbaycan’da bir şey dikkatimizi çekiyordu: Cadde ortalarında, meydanlarda, otel lobilerinde ve hatta ağaç dallarında şerefle dalgalanan Azerbaycan bayrağı ve bu bayrağı gururla seyreden insanlar...
Fırsat buldukça, bir araya geldikçe sohbet ediyorduk. Şu günlerde en çok tartışılan konulardan birisi de alfabe meselesi idi. Şeyh’ul İslâm Paşazade Allah Şükür, bu önemli konudaki görüşünü şöyle açıklıyordu: “Alfabe Latince olmalıdır. Gençlerimize eski kültürden uzak kalmamaları İçin eski harfler de öğretilmelidir. On yıl içinde müstakil bir Türk devleti daha kurulabilir. Bizde neft, tabii gaz ve pamuk çok var. Kaynaklarımız çok zengin. Şu anda bu zengin kaynaklarımızdan tam istifade edemiyoruz. İnşallah ilerde edeceğiz. Bir- gün gelecek halkımızın sözü geçecek, devletin sözü geçmeyecek. Gelişmeler onu gösteriyor.” Azerbaycan’ın dini lideri Şeyh’ul İslâm Allah Şükür’ün bu cesurane sözlerinin altında büyük gerçekler ve hikmetler gizlidir. Bu fikirler şu anda tartışılabiliyor. Tartışıla tartışıla gerçekler su yüzüne çıkacak ve görülür hale gelecektir elbette. Azerbaycan halkı, manevi dünyası zengin, düşünce ufku geniş, sanat kabiliyeti derin ve Türklük şuuru canlı bir toplumdur. Bu sebeple problemlerini en uygun tarzda ve hiç kimseyi ürkütmeyecek olgunlukta çözeceğine ben inanıyorum.
Bu düşüncelerin ağırlığı altında ürpererek yolumuza devam ediyorduk. Bir aralık manzara heyet başkanımız Prof. Dr. M. Said YAZICIOĞLU’ nun dikkatini çekti ve gördüklerini şöyle ifade etti.
“Şu manzara Aydın ve Söke arasına çok benziyor. Sanki aynısı. Kara yolu ile demiryolunun bir araya gelişi ve çevre Aydın’dan Söke’ye gider gibi bir his uyandırıyor insanda.”
Heyet başkanımızın ilgisini çeken bu yol, Sarp Kapısına ulaşan yolmuş. Demek ki devam etsek Sarp kapısına ulaşacağız.
Yeşilliklerin oluşturduğu serin bir koridorda ilerliyorduk. Bitmesini hiç istemediğimiz bu ağaçlı koridor bizi, dinlendirici ve hayal dünyamızı renklendirici bir yolculuktan sonra Balaca kent reyonuna ulaştırdı. Girişte şehrin ileri gelenleri tarafından büyük bir İlgi İle karşılandık. Doğruca Cuma camiine götürüldük. Şimdiye kadar gördüklerimizden farklı bir mabed. Dikdörtgen plânıyla ve inşa tarzıyla Selçuklu eserlerine benziyor. Bu mabette şimdiye kadar rukû ve secdede dua eden mü’min gönülleri rahmet niyazlarımızla ve hayır dualarımızla hatırlayarak ikişer rekât namaz kıldık. Caminin içerisini geçmiş hatıraları bulup çıkaracakmışçasına gezerken kıble duvarının Kafkas dağlarından oluşan manzara resimleriyle süslenmiş olduğunu gördük. Bu görüntü bana pek ibretli ve derin hikmetli geldi. Camide kıbleye yönelerek namaz kılanların çok dikkatli oldukları bir anda onlara bu resimlerle ‘‘vatanın, sadece namaz kıldığın mübarek mahalden ibaret değildir. Dışarısı da, Kafkas dağlarının engin ve zengin varlıktan da caminin içi kadar önemlidir ve kutsaldır. El açıp Allah’a dua ederken nefsinden çok, vatanını düşün, hürriyet özlemini canlı tut...” denmek isteniyor.
Caminin duvarları kadar, halıları da güzel. Her şey güzel ama daha da güzeli caminin geniş bahçesinin çeşitli meyve ağaçlarıyla dolu olması. Sizde tabiki bu caminin ismini benim gibi merak ettiniz. Aynı merakla sorduğumuz zaman Cuma mescidi dediler. Caminin içerisinde kıble duvarındaki resimler dikkatimi çektiği gibi rahleler de dikkatimi çekmişti. Çünkü rahlelerin altında küçük tekerlekler vardı. Şöyle iteleyiverdiğiniz zaman düz bir zeminde safın bir başından öbür başına rahatlıkla gidecek görünümde.
Camiyi ziyaretten sonra arabalarımızla bir tepeye tırmandık. Tırmandık diyorum, çünkü tepe ancak o şekilde çıkılabiliyordu. Oldukça dikti. Parti başkanı ve belediye başkanı ile beraberdik. Yeşil bir tepeden şehri seyrederek çaylarımızı sohbetle karışık yudumluyorduk. Yemekten sonra uçağa yetişebilmek için 15.00’de geldiğimiz o yeşil tepeden istemeyerek saat; 17.00’de ayrıldık.
Saat 18.00’de havalanan özel uçağımız, saat 19.00 da Bakü hava alanına indi. Uçakta heyetimiz ve heyetimize refakat edenlerden başka iki Suriyeli kadınla onlara rehberlik yapan bir de Rus vardı.
Bugün başbakanla randevumuz vardı. O sebeple o güzel Azerbaycan köşesinden erken dönmek zorunda kaldık. Başbakanlığa geldiğimiz zaman hiç bekletilmeden hemen huzura alındık. Görüşmelerde bizim dışımızda Başbakanın İki yardımcısı da bulundu. Karşılıklı iltifat ve hal hatır sual edilmesinden sonra ilk söz heyet başkanımız Prof. Dr. M. Said YAZICIOĞLU aldı ve şunları söyledi:
“Sayın Başbakan,
Azerbaycan’a ayak batığımız andan şu ana kadar büyük ilgi gördük. Bu değerli ilgi ve misafirperverliğe şahsım ve arkadaşlarım adına takdir histerimle teşekkür ederim. Değerli dostumuz Şeyh’ul İslâm Allah Şükür sizden çok bahsettiler. Ayrıca zatialinizi Türkiye’ye yaptığınız seyahatten de tanıyoruz. Şeyh’ül İslâm Allah Şükür, camilere yaptığınız yardımlardan ve dini gelişmelere sağladığınız imkândan da bahsettiler. İçeri Şehri gezdik. Şu anda hah müzesi olarak kullanılan bir camiyi de ziyaret ettik. Bu mabedinde kısa zamanda yakın ilginizle müzelikten kurtarılarak ibadete açılacağına İnanıyoruz. Bölgenin önemli dini merkezlerinden birisi olan Bibi Heybet’i ziyaret ettik. Azerbaycan halkı İçin önemli olan bu külliyetlin eski haline kavuşturulması için yapılacak onarım çalışmalarına maddeten katılmak isteriz. Ülkeniz çok güzel. Gezdiğimiz yerleri çok beğendik. Kafkas dağlarının etekleri tekrar tekrar görülmeye değer.
Sayın Başbakan.
Din eğitimi konularında sizlere yardımcı olmak isteriz. Hazırlık çalışmalarının devam etmekte olduğunu gördüğümüz medreseyi gezdik. Hoca ve talebelerle görüştük. Başarılı olan veya isteyen Öğrencileri Türkiye’de okutabileceğimizi söyledik. Sizin huzurunuzda da söylüyoruz.”
Bu arada Başbakan araya girerek şunları söyledi;
“Türkiye’den de bize öğrenci gelmeli. Böylece mübadele olur. Üniversiteler arası işbirliği için gerekli görüşmeler zaten yapıldı. Bu konuları Sayın Turgut ÖZAL’ la görüştük.”
Söz üniversiteye gelince Prof. Dr. Mehmet SARAY sabredemeyerek devreye girdi. Sayın Başbakana hitaben:
“Biz üniversite olarak hangi konularda size yardımcı olabiliriz. Onları da fırsat ele geçmişken öğrenmek istiyoruz. Hangi alfabeyi kullanmak istiyorsunuz! Doğrusu merak ediyoruz,”
Başbakan:
“Biz, en başa, yani Orhan Yeni sey alfabesine dönmek istiyoruz.” Başbakanın esprili cevabından sonra Prof. Dr. Mehmet SARAY konuyu biraz değiştirerek şunu söyledi: “Hissettiğimiz kadarıyla Azerbaycan’a çok gelmek İsteyen var. Şimdiden hazırlıklı olmanızı dileriz.” Prof. Dr. Mehmet SARAY Azerbaycan tarihini İngilizce olarak yazmakta olduğunu söyleyince Başbakan şunları söyledi:
“Biz buraya 11. asırda Selçuklularla geldik. Siz böyle yazın. Ermeniler gibi yazmayın.’
Türkiye’deki cami ve din görevlilerinden rakamla bahsedilince Başbakan hayretini gizleyemeyerek.
“Demek ki hemen hemen her köyde mescit var. Çok değil mi?” dedi ve ekledi.
“Türkiye’de dini teşkilatın nasıl kurulduğunu, şu andaki durumunu, ayrıca medreseleri merak ediyorum. Biraz bilgi verir misiniz?”
Heyet başkanımız Prof. Dr. M. Said YAZICIOĞLU Kur’an Kurslarından, İmam-Hatip liselerinden ve İlâhiyat Fakültelerinden bahisle Türkiye’deki dini gelişmeler hakkında bilgi verdi.
Bu arada Bakü’de yakın zamanda T.C. Başkonsolosluğunun açılacağından bahsedildi. Bizde Başkonsolosluk bünyesinde bir de din hizmetleri ataşeliği olmalı dedik. Başbakan bu düşüncemizi çok uygun buldu.
Başbakanlıktan ayrıldıktan sonra Şeyh’ul İslâm’ın bir yakının ölümünün 40. gecesi olması sebebiyle tertiplenen taziyet merasimine katıldık. Merasimin sahibi evinin önündeki boşluğa bu iş için bir çadır kurdurmuş. İçerisi çok güzel aydınlatılmış ve muntazam döşenmiş. Bu çadırda da 100 e yakın Bakülü kardeşimizle beraber olduk. Heyetimizden Kocatepe Camii İmam-Hatibi Kadir TEMEL’ in okuduğu Kur’an-ı Kerim’i huşu ile dinleyerek sevabını geçmişlerimizin ruhlarına bağışladık. Bu çadırı baş- sağlığına gelecek misafirleri kabul etmek ve onlara çeşitli ikramlarda bulunmak maksadıyla 40 gün bekletildiğini öğrendik. Cenaze sahibinden İzin alarak bir çeşit ağlama çadırı da sayılabilecek mahalden ayrıldık.
Akşam yemeğinden sonra oteldeki odama çekilmiştim. Bu akşam Bakü’nün meşhur rüzgârlarından biri esiyordu. Dışarıda sanki bütün ağaçlar devrilecekmiş gibi bir hışırtı vardı. Şiddetli rüzgârın çıkardığı sıkışmış boru sesini andıran hışırtıya karışık keskin vızıltı da hiç durmuyordu. Bakülüler, "Buranın rüzgârı çetin olur. Bu sebeple burada ağaç yetiştirmek İnsan yetiştirmekten zordur” diye zaman zaman söylerlerdi. Gerçekten öyle olduğunu bu gece hissettik.
12.10.1990 Cuma. Bu sabah Şeyh’ul İslâm’ın makamında bir araya geldiğimiz kimseler arasında Azerbaycan’ın milli şairlerinden Bahtiyar Vahapzade’de vardı. Bahtiyar Vahap zade, Azerbaycan ağırlığında bir isim.
Sohbet esnasında heyetimiz Şeki’ye gittiğini öğrenince şunları söyledi:
“Şeki, millî şehir, millî Azerbaycan. En eski Türk şehri. Orada bir evim var. Yazmak istediğim zaman gider bir kaç ay kalın. Çok güzel şehir. Orada güzel şeyler yazılıyor.” Bahtiyar Vahapzade’nin bu sözlerinden sonra Şeki’yi daha çok sevdik. Söz döndü dolaştı, Ocak ayının zulüm ve dehşet saçan kara günlerine geldi. Bahtiyar Vahapzade heyecan ve üzüntüsünü gizlemeyerek şunları söyledi:
“Milletimin ne suçu vardı ki kırdılar. İnsanlarımızın ne günahı vardı ki kahbece vurdular. Gençlerimizin ne kabahati vardı ki ömürlerinin baharında yerlere serdiler. Gorbaçov’ un gözüne parmağımızı mı soktuk ki kalleşçe öldürdüler.
Türklük, Komünizmin başına ne büyük taşmış ki bizimle halen uğraşıyorlar.
Türkiye’de İzmir’de uçağa bindim. Hava kızı kemerlerinizi bağlayınız dedi. Ağladım. Ne hazin tecellidir ki öz vatanımızda aynı şeyi bana Rusça söylerler."
Bahtiyar Vahapzade ile sohbet etmenin ayrı bir zevki vardı. Bizim için büyük mutluluktu. Bahtiyar Vahapzade’nin yüzüne baktığımız zaman simasında beliren çizgilerin derinliğinde mustarip Azerbaycan’ı görür gibi oluruz.
Vahapzade bir hatırasını şöyle anlattı:
“Bir gün bir dostuma rastladım. Annesi Ölmüş. Üzüntüsünü ifade etti. Başsağlığı diledikten sonra dostuma şöyle dedim: Üzülme dostum Üzülme. Senin anan ölmüş ne çıkar. Hayır efendi orada millet ölmüş. Yani milletin anası olmuş.
Şu anda Azerbaycan’da en çok tartışılan konulardan birisi de Alfabe meselesi. Bu hususta Bahtiyar Vahapzade şunları söylüyordu.
“Biz Latin alfabesine geçmeyi düşünüyoruz. Okullarda eski harfleri de öğreteceğiz. Eski kültürümüzden de kopmak istemiyoruz. Üç ay sonra Latin alfabesine geçebiliriz.” Görülüyor ki Azerbaycanlı aydınlar bu konuda ittifak halindeler.
Bahtiyar Vahapzade ile sohbetimiz kısa da olsa faydalı oldu. Gördük ki Bahtiyar Vahapzade bir denge unsuru ve aklıselimi temsil ediyor. Vaktimiz olsaydı da daha çok konuşabilseydik. Konuşan sanki Azerbaycan’lı Bahtiyar Vahapzade’yi tanımadan Azerbaycan’ı tanımak mümkün değil. Bahtiyar Vahapzade ile yaptığımız sohbette Bakan Arif Mansuroğlu da hazır bulundu.
Bu sohbetten hasıl olan tatlılıkla ve ümitle Lenkerani’ye gitmek için havaalanına doğru yol alıyorduk. Saat 11.30 da yine özel bir uçakla Lenkerani’ye ulaşmak için havalandık. Lenkerani, Şeyh’ul İslâm Allah Şükür’ ün memleketi. O sebeple uçağımızda Şeyh’ul İslâm’ın oğlu ve hanımı da vardı. Muhammed İsmine yakışır tatlı bir bakışla ve babasına yakışır cömertlikte bize şeker ikram etti. Sekiz yaşında. Ve ilkokula gidiyormuş. Uçakta dini idareden Selman, Mustafa Muallim ve Hacı Rafael de bulunuyordu.
Uçağımızın tek hostesi “Hürmetli misafirlere yahşi uçuşlar” diledi. Rahat bir yolculuktan sonra Lenkeran Havaalanına indik. Akşam Şeyh’ul İslâm’ın kardeşi Civan Şir’in evinde indik. Eve gelmeden önce yeşil tepeler ortasında mavileşmeyi başarmış bir barajı ve birde yeni inşa edilmekte olan kaplıcayı gezdik. Sol taraftaki yeşil vadiyi ve sağ taraftaki mavi gölü seyrederek baraj bendi üzerinde yaptığımız yürüyüş, unutamayacağım güzelliklerden birisi olmuştur. Barajdan dönüşte iki mescide uğradık. Mescitler çok ışıklı ve bakımlı. Lenkeran mescidinde ilave çalışmalar yapılıyor. Özellikle geniş bahçenin tanzim ve tespiti mescide çok yakışmış Sonra belediyeye ait bir misafirhanenin salonunda çay içtik.
Şeyh’ul İslâm’ın kardeşi Civan Şir, heyetimizi kurbanlar keserek karşıladı. Ömür görmüş ve zulmü yaşamış yaşlı babalarının elini öperek duasını aldık. Akşam kalacağımız misafirhaneye döndük.
13.10.1990 Cumartesi. Güzel bir gün. Zengin bir kahvaltı ikramından sonra kuş cenneti dedikleri uçsuz bucaksız bir çimenliğe götürdüler. Çimenliği bomboş bulunca yaz olduğu için kuşların başka yerlere göç ettiklerini söylediler. Buralarda iklim mutedil geçtiği için kışın tekrar sürüler halinde gelirlermiş. Kuş cennetinin ortasındaki koridor gibi bir yoldan uzunca gittik. Sanki işkence yolu gibi. Sinir bozucu bu yerden ayrıldık ve çay içmek İçin turistik bir bahçeye geldik. İran hududuna 20 km. kaldığını söylediler.
Çay içerken anlatılanlar içinde şunlar dikkatimi çekti: Azerbaycan ve İran İslâm Cumhuriyeti sınırında Astaran reyonu varmış. Yansı Azerbaycan, yansı İran sınırlan İçinde kalmış. Yalnız şehir değil, aileler de parçalanmış. Altmış yıldır birbirlerini göremeyen akrabalar varmış.
Kafkas dağlarının eteklerine doğru yaprak yaprak yemyeşil uzanan bir çay bahçesinin başlangıç noktasında oturuyorduk. Yemyeşil çayın bardaklarımızda nasıl kırmızı hale geldiğini düşünerek misafirhaneye döndük.
Kendisini 1985 yılında tanıdığım Kâzım Lenkerani ile misafirhanenin bahçesinde ayaküstü sohbet ediyorduk. Kâzım Lenkerani’de meydana gelen değişiklik, S.S.C.B.’de meydana gelen hürriyete yönelik değişikliği gösteriyordu. 1985 de tanıdığım Kâzım Lenkerani suskun bir insandı. Konuştuğu zamanda dikkatli olurdu. Şimdi İse susan Kazım Lenkerani’nin yerine konuşan, düşündüklerine çekinmeden söyleyen ve Komünizmi İnandırıcı bir üslupla ve şairane bir ifade İle tenkit eden ve suçlayan bir Kâzım Lenkerani gelmiş. Bu şekilde konuşan Kâzımların adedi çoğalmış. İnsanlar, düşündüklerini söyleyerek, inançlarını açığa vurarak rahatlar hale gelmiş. Artık çehreler somurtmuyor, yumruklar öfkeden sıkılmıyor, bakışlar dar açılarda bunalmıyor. Minareler susmuyor. Kubbeler ağlamıyor. Mabetler küsmüyor. Gençler saflarda, çocuklar rahlede, anneler duada, nineler şükürde. Komünizmin İflas ettiği insanlarda meydana gelen değişikliklerle daha iyi anlaşılıyor. İç dünyası çok zengin olan Kâzım Lenkerani bana bunları söylemek istiyordu.
Yemekten sonra misafirhaneden ayrılarak mahalli saatle 16.30 da hava alanına gittik. 40 dakikalık bir uçuştan sonra Bakü Havaalanında idik.
Hava alanından otelimize dönerken Prof. Dr. Mehmet S. HATİPOĞLU hocanın isteği üzerine Türk Tarih Müzesi ile İlimler Akademisi Merkezine uğradık. Her İki yer de, o saatte bağlı (kapalı) olduğu için, gezemedik. Yine çok rüzgârlı bir havada otelimize döndük.
14.10.1990 Pazar. Sabahki hava akşamkinden daha kötü. Tipi yağmurla karışık artarak devam ediyor.
Arabalarımızla otelden ayrıldık. Elinde kitap tutan ve kitabın derinliklerinden sağlığındaki gibi düşünür görünen Fuzuli’nin heykelini gördük.
Ocak olaylarının yaşandığı Azatlık Meydanından tekraren geçerken yerdeki kan izlerini temizlemek istercesine yağmur bütün şiddetiyle devam ediyordu.
1823-1924 yıllan arasında yaşamış Azerbaycan’ın ileri gelen simalarından Hacı Zeynel Abidin’in müzesini ziyaret ettik. Bu konağım ve bütün servetini kültür hizmetine bağışlayan bu zat hakkında, müzeyi bize gezdiren, asıl mesleği demiryolu mühendisliği olan ve şu anda mecliste müşavir olarak görev yapan Tevkif Bagırof şunları söyledi:
“Hacı Zeynel Abidin’in bir oğlu Karabağ’da Ermeniler tarafından şehit edildi. Bir kızı yakın zamanda öldü. Yakın zamana kadar bu şahsın, değil müze haline getirilen evini gezmek, İsminden bahsetmek bile yasaktı. Sistemli bir şekilde bizim Türk asıllı olduğumuzu unutturmak istiyorlardı. Hâlbuki biz Oğuzuz, biz Türk’üz. Biz Özümüzü biliyoruz. Anadolu’dan önce biz burada olmuşuz. Bazan da Midya’lı olduğumuzu söylerler, öz tarihimizi biz kendimiz yazacağız. O zaman her şey yahşi (güzel) olacak.”
Bahtiyar Vahapzade’de böyle söylüyordu. Şu hissediliyor ki Azerbaycan’da her aydın yaptığı işin yanında fırsatım bulunca hemen meselesini de geçiyor.
Hacı Zeynel Abidin müzesindeki kültür zenginliğini istemeyerek geride bırakarak dini idareye gitmek üzere ayrılıyoruz.
Caddelerde yer yer orak çekiçli kızıl bayraklar dalgalansa, resmi binaların tepelerinde kızıl yıldız görülse bile Azerbaycanlı bayrağını belirlemiş. Çoğunlukla kalbinde, fırsat buldukça meydanlarda dalgalanan bayrağını.
Dini idareye Şeyh’ul İslâm’sız geldik. Çünkü Şeyh’ul İslâm Allah Şükür, babasının aniden rahatsızlanıp hasta haneye kaldırıldığı haberi heyetimize ulaşınca İzin alıp ayrılmış ve Lenkerani’ de kalmıştı.
Dini idarenin girişinde Şeyh’ul İslâm’ın yardımcılarından Cebrail bizi karşıladı. Selâmlaştıktan sonra HATİBOĞLU hoca kendisine “Birkaç gündür görünmedin” diye takıldı. O da “Görünmez olsam da sizin için dua ediyorum” dedi.
Dini İdarede bir masa etrafında Azerbaycanlı kardeşlerimizle tekrar bir araya geldik. Karşımda Bahtiyar Vahapzade oturuyordu.
Prof. Dr. Mehmet SARAY: “Azerbaycan’ın her tarafı güzel” dedi. Bahtiyar Vahapzade kimsenin birşey söylemesine fırsat vermeden “Türkiye’miz de güzel” ilavesini yaptı. Aramızda Halk cephesinden aynı zamanda Azerbaycan gazetesinin sahibi ve milletvekili Sabir’de vardı.
Bahtiyar Vahapzade sanki S.S.C.B. hakkında bilgi verecekmiş gibi davranarak şunları söyledi.
"S.S.C.B. dünya topraklarının altıda biri. Bu geniş topraklarda karma 280 milyon İnsan yaşıyor. Sanki ıssız bir çöldeki ağıl gibi. Nasıl koyunları ağıla doldururlar S.S.C.B. halkı da böyle yaşatılmak isteniyor. Koyun sürüsü gibi iradesiz ve hürriyetsiz. Gir dediğin zaman girecek, çık dediğin zaman çıkacak.”
Bahtiyar Vahapzade’yi zevkle dinlerken gözlerim duvardaki Şeyh’ul İslamların resimlerine takıldı. Daha önceki Şeyh’ul İslâmlar sırası ile şu zevat:
Alizade Molla Ağa Ahun Mir Muhsin Hekimzade Molla Gazanfer İbrahimoğlu. Paşazade 1980 de seçimle Şeyh’ul İslâm olmuş.
Aramızda Misket Türklerinden de bir heyet vardı. Diyanet İşleri Başkam ve heyet başkanımız Prof. Dr. Mustafa Said YAZICIOĞLU ile görüşüp dertlerini anlatmak istiyorlardı.
“1944 de Özbekistan’a geldik. Uzun yıllar Özbeklerle iyi yaşadık. Geçen yıl Gürcistan’daki vatanımıza dönmek İstedik. Kabul etmediler. Hatta Gürcü dilini kabul ederseniz gelin dediler. 50 bin Misket Türkü Azerbaycan’da değişik yerlerde yaşıyor. Azerbaycan Hükümetinin bize yardım imkânı yok. Halktan toplanan para da yetmiyor. Almaata’da 70 bin Türk var. Kazakların da ne yapacakları belli olmaz. 500 bin Misket Türkü evinden yurdundan haksızca atılmış- ur. Sadece 10 bin Misket Türkü Türkiye’ye yerleştirilebildi. Bize reva görülen bu zalimane muameleye bir türlü aklımız ermiyor. Bizde Müslümanız elhamdülillah.
Misket Türkleri temsilcileri devam ederek:
“Bize ev lazım. Toprağımız bol. Barakamsı evler gönderilebilse biz onları yerleştiririz. 70 bin Misket Türkü Rusya’da yaşıyor. Onların durumu daha da kötü. Kış geliyor. Kalacakları bir yer yok. Terkedilmiş vagonlarda ve yetersiz çadırlarda yaşıyorlar. Öksüzlere, yetimlere, yaşlılara ve hastalara sahip çıkacak kimse yok. Türkiye’de Misket Türklerine bir yardım kampanyası açılmalı.’’
Misket Türklerinin gerçekten sıkıntıları büyük, ıstırapları derin. Yüzlerindeki ifadeden söylediklerinden çok, söyleyemediklerini hissediyorsunuz. Allah yardımcıları olsun demekten başka bir şey gelmiyor elimizden.
“Yazarlar Birliği’nin telif haklarını kaşkınlara bağışladık” diyor Bahtiyar Vahapzade ama bu tür yardımlarda yeterli olmuyor.
Dini idareden Moskova’ya uçmak üzere havaalanına gitmek için ayrıldık. Mahalli saatle 17.15 de Moskova Havaalanında idik. Havada 2.5 saat kaldık. Geceyi kaldığım odanın penceresinin Kremlin meydanını gören 10 bin kişinin kalabileceği hacimde bir otelde geçirdik. Moskova’da hava sıfırın altında 3 derece.
Akşam otele girerken Kremlin meydanında karanlıkta pekiyi göremediğimiz, aralarında debelenircesine dolaşan insanların sezildiği çadırlar görmüştük. Bunlar nedir sorumuza “isyancıların çadırları” cevabını aldık. Şu anda odanın penceresinde çok iyi görebildiğim çadırların etrafından bir saha turu attım. Sıfırın altında 3 derecede geceyi ancak bir yatak sığabilecek genişlikte ve yükseklikte olan bu çadırlarda geçiren insanların haline cidden üzüldüm. Yaşlı kadın ve erkekler kendilerine açındıracak bir malzeme ile sabah çayını demlemeye çalışıyorlardı. Elliye yakın çadır vardı. Meraklılarıyla birlikte dikkat çekecek bir kalabalık oluşuyordu. Çadırların her tarafı zor okunabilecek yazılarla doluydu. Ne demek istediklerini pek anlayamadım ama bunlar şimdiki hükümeti tasvip etmeyen, yapılan değişiklikleri yeterli bulmayan ve daha çok hürriyet isti- yen kimselermiş. Bu çadırlardan bir tanesi de Azeri bir kadına aitti. Çadırın ön cephesinde kocasının ve oğlunun resimleri asılı idi. Kadıncağız bir an önce kocasının ve oğlunun katillerinin bulunmasını istiyormuş. Bu manzara bizi daha da çok üzdü. Bu üzüntü ile Moskova’dan ayrıldık. Böylece Azerbaycan seyahatimiz tamamlanmış oldu.
* Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı
Bu yazı:
Günlük olaylarla ilgisi olmadığı ve politik yönü bulunmadığı için aktüalitesini muhafaza etmektedir.
- Azerbaycan’ın dinî yapısı ve manevi görüntüsü hakkında genel bir bilgi verme özelliğine sahiptir.
- Müslüman Azeri halkının dinini öğrenmek ve kendini tanımak için çırpınışının bir özetidir.
- Gorbaçov’un açıklık ve yeniden yapılanma politikasının getirdiği değişikliklerin hissedildiği kadarıyla eski durumla mukayesesidir.
“ Ey insanlar! Rabbiniz bir, ceddiniz birdir. Hepiniz Adem’ den türemiş bulunuyorsunuz. Adem ise topraktan(yaratılmıştır). Allah indinde en mükerrem ve makbul olanınız, o’ndan korkup çekinenizdir. Bir Arabın Arap olmayan üzerinde bir üstünlüğü yoktur; (varsa) bu, takva yönündendir. Dikkat edin! Tebliğ ettim mi ?... Ey Allah’ım, sen şahit ol”
VEDA HUTBESİNDEN