Makale

RESÛLULLAH’IN ÖRNEK AHLÂKI

RESÛLULLAH’IN ÖRNEK AHLÂKI

Mustafa ATEŞ

Bilindiği gibi, insanların ilk muallim ve mürebbileri peygamberlerdir. Çünkü ilk insan ilk peygamberdir, ilmin, ahlakın ve medeni inkişafın kaynağı da semavi kitaplardır. Zira beşeriyetin ilk okuduğu, dinlediği ve hafıza­lına nakşettiği kitap, semavi kitaplardır. Dolayısıyla ahlakın ve faziletin kaynağı da bu kitaplardır. Ve ahlakın ilk öncüleri ve örnekleri de peygamberlerdir.

İnsanın kemale ermesi, insanlığın yükselişi, insanlığın kendi hakkına razı ola­cak şekilde bir nizam ve intizama girmesi, nezaket ve nezahet dairesinde yaşaması ve böyle bir hayat tarzının getireceği mutluluğa kavuşması hep ahlak sayesinde müm­kün olmuştur. Bu sebeple tarihin seyri içinde insanın oluşturduğu aile ve cemiyet­ler de ahlak üzerine kurulmuştur. Bu ahlakı temellerin sağlamlığı ve derinliği saye­sinde cemiyetler ayakta durabilir.

Ahlak kelimesi, (HULK) kelimesinin çoğuludur. Hulk ve ahlak kelimelerinin Türkçemizde karşılığı (HUY) dur. Gerçi bu tabir, ahlak kavramının tam karşılığı değildir. Çünkü ahlak, insan ruhunun haiz olduğu bir takım meleke ve kuvvetler­dir ki bunlar sayesinde, düşünmeye ihtiyaç duyulmaksızın insandan bir takım fiil ve davranışlar kolaylıkla sadır olur. Tabii bu meleke ve hasletleri insan, kolayca elde edemez. Çünkü burada insanın kendi nefsi söz konusudur, eğitilecek, hizaya getirilecek ve frenlenecek odur. Onu dize getirmek zannedildiği kadar kolay de­ğildir, Bunun için insanların bir mürebbiye ve bir mürşide ihtiyacı vardır. Ancak bu mürebbi veya yüksek ahlak sahibinin vesayetinde insan bu melekeleri kazana­bilir. Vahye dayanan bir mürşidin irşadı olmadan kişilerin doğuştan getirdikleri şehevî kuvvetler, kolay kolay hizaya gelmez. Çünkü yeryüzündeki diğer varlıkla­rın hiçbir, insanın sahip olduğu kabiliyet ve istidada sahip değildir. Ve onlardan hiçbiri yaratıldığı gayenin farkında değildir. Yalnız insandır ki yaratılışındaki ga­yenin şuuruna varmıştır. Bu sebeple de o, hilafet ve niyabete layık görülmüştür.

Ahlak-ı Hamide dediğimiz güzel huylar, insan ruhunun haiz olduğu güzel has­letlerdir. Ahlak-ı zemmime dediğimiz şeyler de insan ruhunu alçaltıcı kötü hasletlerdir.

Esasen dinlerin hedefi insanı mutlu kılmaktır. Fakat İSLAM, diğer semavi din­lerden daha çok her iki cihanda inşam mutlu ve mesut kılmayı hedeflemiştir. Ve bunu ahlak ve fazilet temellerine oturtmuştur. Çünkü hiçbir din İslam dini kadar, insanı kurtuluş ve ebedi felaha götüren ahlak ve faziletin nelerden ibaret olduğunu bütün ayrıntılarıyla göstermiş ve bunları pratikte gerçekleştirmiş değildir. Kur’an- ı Kerim, hemen hiçbir kutsal kitapta bulunmayan ahlâk ve fazilet ölçülerini ihtiva eden bir ahlak ANAYASASIDIR diyebiliriz. Gerçi bazı felsefi görüş mensupları, İslam’ın vaz etmiş olduğu ve şanlı Peygamberimizin ve O’nun cihana hediye ettiği altın neslin gerçekleştirdiği bu ahlaki faziletleri bir ütopya sayarlar. Bunların bir­çoklarının gerçekleşmiş ve tatbik edilmiş olduğunu dine değil, vicdana bağlarlar ve dinin böyle asude bir hayat tarzı gerçekleştirdiğim kabullenemezler. Filhakika on­ların bu görüş ve düşünüşleri bir ütopya ve bir vehimden ibarettir.

Bilindiği gibi reziletler, bütün semavi dinlerde ve felsefi ekollerde ruhun hastalıkları olarak kabul edilmiş; ahlaki prensipler de bu emraz-ı kalbiyyeyi tedavi eden esaslar olarak takdim edilmiştir. Şu halde ahlak, ruhi hastalıkları tedavi etme ve kalbin sağlığım koruma san’atıdır. Gayesi de ruhlara huzur veren mutluluğu ya­kalamaktır. İnsanlar, bir peygamberin tebliği ve talimi söz konusu olmadan mut­luluğu yakalayamayacaklarına göre, önce bu peygamberlerin müjdesini verip ha­berini ulaştırdıkları Son Peygamber’in ahlakını denizden bir kara mesabesinde sizlere sunmak ve Onun bitmeyen güzel ahlak ve evsafım dilimizin döndüğü kadar sizlere iletmek, şirazesi kopmuş bir kitap gibi darmadağın olan cemiyetimizin der­lenip toparlanmasına belki faydalı olur kanaatiyle ondan bir nebze bahsedeceğim.

Yüce Peygamberimiz, bütün insanları güzel ahlâkıyla kendisine bendetti. Hiç­bir zaman riya ve gösterişe kendisini kaptırmadı, bunlardan daima uzak yaşadı. Hiçbir zaman nefsinin kaygısına düşmedi, benlik davasını gütmedi. Kibir ve guru­ra kapılmadı. Hıra mağarasına giderken nasıl ekmek çıkım elinde sıcak yollara dü­şüyordu ise cihanın o gün bilinen büyük imparatorluklarını sarsarken de öyle mütevazi idi. Hiçbir zaman krallar ve imparatorlar gibi davranmadı. Refık-i A’laya yükselirken de bu alçak gönüllüğü ve sadeliği bırakmadı. Dünyaya hükmetme mevkiindeyken ahireti unutmadı.

Verdiği hükümlerde yalnız adaleti ve hakkaniyeti gözetti ve hiç taraf tutmadı. Çünkü yüce Allah, Kitab-ı hakiminde (Habibim, doğrusu insanlar arasında Al­lah’ın sana gösterdiği şekilde hükmedesin diye Kitabı hak olarak biz indirdik sa­na, hakkı gözet de hainlerden yana olma, onların avukatlığım yapma(1) diyordu. Hakkın zayi olmasına hiçbir zaman rıza göstermedi. Serveti ve servetin şükrünü eda eden varlıklı insanları da tebcil ederdi. Fakirleri ve miskinleri sever, onları hiçbir zaman hor görmezdi. Kalbi münkesir olan bu insanlarla hemhal olmayı severdi. İnce ve gösterişli elbiseleri değil, kalın ve gösterişten uzak sade elbiseler giyerdi. Alçak gönüllüğünden dolayı (ABA) denilen kalın ve elbise giymeyi şiar edinmişti.

Sofrada da sadeliği sever, arpa ekmeği yemeyi tercih eder, yemeklerden istiğna gösterirdi. Ölünceye kadar üç gün üst-üste buğday ekmeği ile karnını doyurmadı. Midesini tıka-basa doldurmaz ve ümmetine de böyle yapmalarını tavsiye ederdi. Evinde ihtiyaçtan fazla yemek bulundurmazdı. Fazla yemek bulunursa bunları ya fakirlere gönderir ya da Suffa Ehline ikram ederdi. Onun bu istiğna hali, ganimet­lerle Medinenin refah seviyesi yükseldiği zamanda da değişmedi. Birçok geceler hücre-i saadetlerinde mum yanmaz ve ocağa tencere konmazdı. Sadece kendisi de­ğil, zevceleri de her biri varlıklı aile muhitindin gelmiş olmalarına rağmen bu sade hayatı tercih etmişler ve fakirliği onlar da iftihar kaynağı bilmişlerdi.

Peygamberlerin efdalı idi, Allah O’nu diğer peygamberlerden üstün kılmıştı. Yüce Allah bu gerçeği şöyle ifade ediyordu: (İşte bu peygamberlerden bir kısmını diğerlerine üstün kıldık(2)) Bunun için de zatı halim, ahlakı kerim idi. Mahlukata karşı özellikle zayıflara karşı son derece şefkatliydi. Hiçbir kimse iffette, adalette, şecaatte, cömertlikte O’na ulaşamadı. Sabrı, sebatı, kazaya rızası, olaylar karşı­sında gösterdiği metanet, gerçekten bir kahramanlıktı.

O hastalan ziyaret eder, onların ıstıraplarına ortak olurdu. Çünkü “Bütün mü’minlerin, birbirlerini sevmede, birbirlerine merhametli davranmada ve birbirleri­ne lütufkâr davranmada bir vücuda benzerler. O vücudun bir uzvu hastalanınca vücudun diğer organları uykusuzluk ve yüksek ateşle onun elem ve sıkıntısına or­tak olurlar” diyordu. O, hastaların yalnız gönlünü değil, ıstıraplarım da paylaşır­dı. Davet edenlerin davetine ayırım yapmaksızın icabet ederdi. Cenaze namazları­na katılır ümmet ve ashabıyla birlikte olmaktan büyük memnunluk duyardı. İlim sahiplerine ve sosyal seviyesi yüksek olan kişilere bulundukları seviyeye göre hitap eder, onlara layık oldukları muameleyi gösterirdi. Müşriklere, kâfirlere asla itibar etmez, şirk ve küfürleri sebebiyle kendilerine yazık ettiklerini söylerdi. On­ların imandan nasiplenmediklerine üzülür; “Ya Muhammed, inanmıyorlar diye ne­rede ise kendini mahvedeceksin” deniliyordu Kur’an’da, Âlemlere rahmet olarak gönderildiği için bu cihanşümul rahmetten herkesin yararlanmasını istiyordu. Bu­nu düşünemeyecek kadar inkârcılığa sapan hem cinslerine acıyordu. Münafıkların nifak ve bozgunculuğunu yüzlerine vurmaz, iç hallerini bildiği halde başkalarının yanında onları utandırmazdı, onların iç durumlarını Allah’a havale ederdi. Ayrıca bunlara İslâm’ın ve Müslümanların maslahatı ölçüsünde itibar eder hatta bun­lara ganimetlerden daha çok hisse ayırarak minnet altında bıraktığı da olurdu.

Kötülük yapanlara karşı iyilik yapmağı şiar edinmişti. Çünkü Kur’an O’na şöyle sesleniyordu: (Affa sarıl, iyilikle emret, cahillerden yüz çevir(3)) Bunun yorumu şuydu; Cebrail’in dilinden: Ya Muhammed, gitmeyene gideceksin, vermeyene ve­receksin, kötülük edene iyilik edeceksin!) Evet gelmeyene gitmek, arayıp sorma­yanı arayıp sormak, kötülük yapanlara iyilik yapmak ve bilgisizlere kendi miktar­larınca ülfet ve ünsiyette bulunmak, bunları bugün maddenin hükümran olduğu bir dünyada kaç kişi yerine getirebilir? Getirecekler varsa çevrenin nasıl bir tepki­siyle karşılaşabilir? Ama o Şanlı peygamber bu ahlaki hasletleri bir ömür boyu yaşamış ve etrafındakilere örnek olmuştur. İmam Cafer-i Sadık, Kur’an’da güzel ahlakı bundan fazla toplayan bir başka ayet daha yoktur, diyor. Hz. Aişe valide­mizde Resulullahın kötü söz söylemediğini ve kötü söz dinlemediğini, çarşıda pazarda yüksek sesle konuşmadığını, kötülüğe kötülükle mukabele etmediğini, bi­lakis iyilikle karşılık verdiğini bize haber veriyor.

O, kimseye kin tutmadı, tuttu ise Allah için tuttu. Dişini kıranları, kendisini taş yağmuruna tutanları affetti ama bir cihat esnasında ikindi namazının geçmesi­ne sebep olan düşmanlarına karşı: Ya Rab, bunların karınlarını ateşle doldur, di­ye beddua etmekten geri kalmadı. Çünkü burada söz konusu olan kendi hakkı de­ğildi, hukukullah söz konusuydu. Düşmanlar, kulun kulluk hakkına tecavüz edi­yorlardı. Onun için beddua etti. O, istisnasız herkesi sevdi, sevmedi ise Allah için sevmedi. Kırgınlığını açığa vurmaz fakat ashap mübarek yüzünden Onun kırgınlı­ğını hissederlerdi.

Meclislerde nerde boş yer varsa oraya otururdu. Beyleri ve bayları beyliğinden ve baylığından dolayı değil, insan olduklarından dolayı hürmete layık bulurdu. Düş­künleri de sırf düşkünlüklerinden dolayı horlamadı. Onlara insan olarak değer verdi. Çünkü dinin ve ahlakın gayesi insanı eğitmekti, onların gönlünü ele almaktı.

Hilkatin yonttuğu bu ahlak âbidesinin hangi nakşım kemaliyle anlatabiliriz ki... O, kaftanını kendi yamar, ayakkabısını kendisi tamir ederdi. Böyle bir tamir es­nasında Hz. Aişe validemiz Ona karşı olan hayranlığını şöyle ifade etmişti: “Yu­suf’un güzelliğini görüp de meyve yerine kendi ellerini doğrayan Mısırlı kadınlar, Senin güzelliğini görselerdi” Ey Allah’ın Resulü ellerini değil, yüreklerini doğrar­lardı.” İşte mana güzelliği, işte bu ruh güzelliğinin müstesna mahfazası endam ve çehre mimarisi. Zevcelerine ve ciğer-paresi Hz. Fâtıma’ya da aynı şeyleri tavsiye ederdi. O da el değirmeninde kendi ununu kendi öğütürdü. Bir defa Peygamber babasından bu ihtiyaç ve hizmetleri görecek bir “hizmetçi istemişti de o mübarek baba, ona bu ihtiyacı karşılayamayacağını ve fakat kendilerine bundan daha ha­yırlı bir şey tavsiye edeceğim haber vermiş ve Cenâb-ı Hakk’ı teşbih, tahmid ve tekbir getirmesini(4)” istemişti.

Bir binit lazım olunca ne hazır olursa ona biner, aralarında ayırım yapmazdı. Güçsüzleri ve zayıfları terkisine almaktan çekinmezdi. Geceleri ibadetle ihya eder, çok çok namaz kılardı. Çarşamba, perşembe ve ayın parlak günlerinde oruç tutar­dı. Oruçlu olduğu bazı günler, iftar edecek bir şey bulunmazsa daha çok su ve hurma ile iftar eder ve ertesi gün de oruca niyet ederdi. Böyle olduğu için de kimseye sı­kıntı vermezdi.

Daha çok yalnızlığı ihtiyar ederdi. Halvet onun enisi idi. Özellikle Hıra mağa­rasında inzivaya çekildiği zaman kalabalıklardan uzaklaşmıştı. Uzleti sevdi, bu dem­lerde ilahi aşk galebe çaldı. Torunlarını sırtına bindirip onları eğlendirecek kadar afüvkâr idi. Rahmet Peygamberi idi. Hatta bu rahmet ve merhamet duygusu, ha­yatı söz konusu olduğu zaman bile merhametsizliğe ve duygusuzluğa inkılap etme­di. Çünkü o, cihanşümul rahmetin mümessili idi. Bir defasında İslam’ı ve Kur’an’ı anlatmak için Taife gitti. Maksadı Taiflileri irşat etmek ve Allah’ın emirlerini on­lara tebliğ etmekti. Bu esnada İslam’a ve Peygamberimize destek veren iki büyük insan. Eşi Hz. Hatice ile Amcası Ebu Talip te vefat etmişlerdi. Dolayısıyla Allah Resulünün en buhranlı ve en kederli günleriydi. Böyle sıkıntılı günlerinde bile insanlığı imansızlık bataklığından kurtarma faaliyetinden vazgeçmedi. İşte Taife böyle maddi ve manevi bunalımlar içindeyken gitti. Orada sakif kabilesi eşrafın­dan İbn-i Abd-i Yalil’e Mekkeli müşriklerin kendisine ve ashabına reva gördükleri eza ve cefayı anlatıp himaye edilmesini istedi. Arap yarımadasının en nüfuzlu ada­mı olarak bilinen İbn-i Abd-i Yalil, bu isteği şöhretiyle ters düşen bir davranışla reddetti, hatta Taifin ayak takımını üzerine kışkırttı. O’nu taş yağmuruna tuttur­du. Mübarek ayakları yaralanmış, kan revan içinde kalmıştı, müthiş bir andı, insanlık Peygamberini taşlıyordu. Yanında Zeyd bin Harise’den başka da kimse de yoktu. O da türlü hakaretlere maruz kalmıştı. Şanlı Peygamberimiz bu mütecaviz­lerin saldırısından kurtulmak için bir üzüm bağına sığınmış, bağ sahibinin kölesi kendilerine üzüm ikram etmişti. Taiften dönüşünde, kendi doğup büyüdüğü şeh­re, kendi öz yurdu olan Mekke’ye Adiy’nin oğlu Mut’imin himayesinde girebildi. Durum gerçekten çok vahimdi. Onun çırpınışları, davet için giriştiği mücadeleler, hem muhatap bulamamış hem de hakaretlere maruz kalmıştı. İşte tam bu dönüş esnasında yolda (KARN-I SEALİB) denilen yerde arştan ve arşın sahibinden yar­dım isteyen nazarlarla başını kaldırdı. Kendisini bir bulut gölgeliyordu. Bulutların arasında vahyin ulu meleği Hz. Cibrili gördü. Demek ki Cenâb-ı Hak imdada yeti­şiyor, manevi güçler, bu çaresizlik zamanında Onun yanında oluyordu. Cebrail O’na:

Ya Muhammed, Yüce Allah, kavminin senin hakkında söylediği sözleri işit­ti. Senden himayelerini de esirgediklerine de muttali oldu. Allah sana, dağları em­rine müsahhar kıldığı bu meleği de gönderdi. Kavmin hakkında ne dilersen onu emredebilirsin, dedi. Bunun üzerine dağlar emrine müsahhar kılınan melek bana selam verdi ve sonra:

Ya Muhammed, Cibrîlin söylediği şeyler gerçektir, ne dilersen onu yapmağa hazırım. Eğer şu iki yalçın kayalık dağın (cebel-i ebi kubeys dağı) Mekkeliler üze­rine kavuşmasını ve müşrikleri tamamen imha etmesini istersen onu da emret, onu da yaparım, dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz: Hayır, katiyen öyle bir şey yapmanı istemiyorum. Ben isterim ki Allah, bu müşrik milletin soyundan yalnız Allah’a ibadet eden ve Allah’a hiçbir şeyi şerik koşmayan (mü’min-muvalıhid) bir nesil meydana gelsin(5) dedi.

İnsanın me’yus ve mükedder olduğu ve ümitlerinin yıkıldığı zaman, merhamet duyguları intikam hissine dönüşür ve ilk fırsatta bu zalimlerden intikam almak is­ter. Fakat Peygamberimiz hiçbir zaman intikam duygusuna kendisini kaptırmadı. Rahmet Peygamberi olduğunu unutmadı. İlerde bunların neslinden gelecek ma­sumları düşündü. Kendisini himayeyi reddeden ve ayak takımını kışkırtanları bile bu şefkat ve merhametten uzak tutmadı. Şimdi değilse bile ileride bunların soyun­dan inanmış insanların gelebileceğini düşündü. O gün onların helaki müstakbel inan­mış bir neslin yolunu kesmek demekti. Ahir zaman Peygamberinin temsil ettiği şef­kat ve merhamet buna mani idi.

Bazen gökyüzünde beliren bir bulut parçasından endişe eder, içeri girer dışarı çıkar bulutlara bakarak telaşlanır ve mübarek yüzünde hissedilir değişiklikler olurdu. Yağmur yağmaya başlayınca da bu endişeleri zail olur sakinleşirdi. Hz. Âişe vali­demiz diyor ki (Ben bunun sebebini Allah’ın Resûlünden sordum, bu endişenin sebebini öğrenmek istedim. O bana:

Ya Âişe, ne bileyim, ufukta beliren bu kara bulut, Âd Kavminin helakine sebep olan bir azapla dolu olabilir. Âd kavmi, kendilerine va’dolunan azabı, ufukları genişliğine kaplayarak vadilerine doğru gelen bir bulut halinde gördükleri zaman: “Şu ufukta beliren kara bulut bize yağmur getirecek demişlerdi de, belki o çabuk gelmesini istediğiniz azaptır(6))denilmişti. İşte O, semaya ağan her bulutun her za­man rahmet habercisi olmayıp bazan da azap ve felaket getireceğinden endişe ederdi. Rahmet Peygamberi, inanmasalar bile insanların böyle bir felakete uğramasına gön­lü razı değildi. Onun için telaşlanırdı. Bu şefkat duygusu yalnız ebnay-ı cinsine de­ğil, bütün mahlûkata şamildi. "‘Kendisinde hayat belirtisi olan her hayvanı sula­makta erir vardır(7)” buyururdu. Bir kuyunun başında susuzluktan dili bir karış dışarıya sarkmış bir köpeği pabucuyla kuyudan su çekip bu susuz köpeği sulayan bir kötü kadının Allah tarafından bağışlanacağım haber vermiştir.(8)” Bu durum yalnız köpeklere de münhasır değildir.

Peygamberimizin temsil ettiği şefkat ve merhametin kaynağı bilindiği gibi, Kur’ân-ı Kerimdir. Bu yüce kitap, O’nun alemlere rahmet olarak gönderildiğini bize haber veriyor. Herkesi ve her varlığı bu rahmetin şümulüne almak isterdi. Çün­kü O, yine bu rahmetin eseri olarak mü’minlere kendi canlarından, kendi nefisle­rinden daha evladır. Zira Peygamber, ümmetin babası mesabesindedir. Hatta ba­banın evladını tehlikeden koruduğundan daha çok peygamberler ümmetlerini sıyanet ederler. Babalar belki ellerindeki imkânlarıyla sadece çocuklarını maddi tehli­kelerden korumaya çalıştıkları halde peygamberler, ebedi hayatın tehlike ve fela­ketlerinden onları çekip çevirirler. Peygamberimiz konuya şöyle açıklık getiriyor ve buyuruyor ki: (Ben, bütün mü’minlere kendi nefislerinden daha yakınım. Bir kimse ölür de geriye borç veya tehlikeye maruz çocuk-çoluk bırakırsa onları görüp gözetmek benim boynumun borcudur. Onlarla ben ilgilenirim. Bir kimse ölüp gi­derken geriye mal-mülk bırakırsa o da vârislerinindir. Ben, mevlası yani efendisi ve yakını olmayanın sahibi ve efendisiyim.(9)” buyuruyor. Hâlbuki böyle fevkala­de hallerde insanların en yakınları bile ondan uzaklaşırlar. Ve bu kimsesiz kalan bu yakınların sorumluluklarından kaçarlar. Bugün İslam dünyasında bile bu ruh­tan uzaklaşmış toplumlarda nice çocuklar ve nice genç anneler ilgisizlik yüzünden zayi olup gitmiş, nice yavrular yetimliğin acı ıstırabı içinde kaybolup gitmişlerdir. Fakat hala bu yavruların, bu kimsesiz çocukların adına günler ve haftalar düzen­lendiği halde onların problemleri halledilmiyor. Bugün zengin uluslar bile insanlı­ğın şefkat meleği Yüce Peygamberimizin sahiplendiği ölçüde kimsesiz ve korun­mağa muhtaç çocuklarla ilgilenmemişlerdir. Demek ki zenginlik, inşam şefkatli ve merhametli kılmıyor. Adlarına düzenlenen haftalar ve göstermelik ilgiler, insan yüreğinde bu zavallı çocuklara karşı bir merhamet kıvılcımı çaktırmıyor. Böyle olun­ca bunların yine deraguş edecek İslâm’ın kendisi ve onun özünden doğan sosyal müesseseleridir. Müslümanlar onlardan bu şefkat ve merhameti esirgememelidir­ler. Bugün bu güzel ahlaki ve insanî davranış artık yaşanmaya yaşanmaya nisyana gömülmüş ve insanlar hem cinslerini düşünmez olmuşlardır. Ve neticede yürekle­rimizden merhamet duygulan sanki sökülüp atılmıştır. Hâlbuki İslam bu güzel ahlaki hasletlerin ölmesini değil, yaşamasını ve canlı tutulmasını istemektedir. Pey­gamberimiz bir hadisinde konuya şöyle yaklaşıyor ve buyuruyor ki: Ben Muhammedim, Ben Ahmedim, ve ben peygamberlerin sonuncu suyum, onların hepsinin

ardından geldim. Ben tevbe ve rahmet Peygamberiyim ve harp Peygamberiyim(l0).

Şimdi şöyle diyebilirsiniz, (Hem harp peygamberi, hem rahmet peygamberi bu nasıl oluyor?) Yani bir şahısta, şefkat ve merhameti temsil eden rahmet sıfatı ile insanların öldürülmesine sebebiyet veren harp peygamberliği nasıl birleşiyor? Evet O’nun harp peygamberi olması da dünyaya bir rahmettir. Çünkü geçmiş milletler, peygamberlere ve onların getirdikleri mucizelere inanmadıkları için çoğu bu dün­yada rezil ü rüsvay olmuşlar, yıkılıp gitmişlerdir. Ve arkalarında ibretamiz yerler- yurtlar bırakmışlardır. Halbuki ahir zaman Peygamberi, onların geçmişte olduğu gibi ilahi cezalara çarptırılarak köklerinin kesilmesini değil, İslâmın kılıcıyla ha­yat bulmalarını ve kılıç korkusuyla küfür ve imansızlıktan vazgeçmelerini istemiş­tir. Bu da onlar için bir rahmet demektir.

Başka bir hadis-i şerifte ise O’nun bize olan şefkat ve merhameti şöyle ifade edilir: (Benimle ümmetimin vaziyeti karanlıkta ateş yakan bir adamın vaziyetine benzer ki böcekler ve kelebekler gibi haşereler farkına varmadan kendilerini bu ateşin içine atarlar. Halbuki ben bu ateşin başında herbirerlerinizin kemerlerinden yakalayıp sizi kıyıya çekmek isterim. Fakat siz benim elimden kurtulup doğrudan doğruya süratle ateşe koşarsınız)(11). Demek ki insanlar bilgisizlikle kayıtsızca ken­dilerini böyle tehlikeye atabilirler. Onları tehlikelerden koruyacak ancak Peygam­ber şefkatidir. Acaba böyle, insanlara karşı şefkati temsil eden-bir Peygamber dün­yada daha uzun yaşasaydı, ümmeti için daha faydalı olmaz mı idi? Onun aramız­da fazla kalması mı bizim için rahmetti? Bu sualin cevabını yine kendisi veriyor ve buyuruyor ki: (Şanı yüce Allah, kullarından bir ümmete rahmetiyle muamele etmek murat ettiği zaman, o milletten önce peygamberin ruhunu kabzeder ki, üm­metine âhiret yurdunda önce varan bir şefaatçi olsun, orada onları karşılasın. Ama bir ümmetin de helâkini murat ederse peygamberleri sağ iken onlara azap eder ve peygamberlerinin gözleri önünde onları helak eder, kendisini yalanladıkları ve Allah’ın emrine isyan ettikleri için onların helakiyle gözü aydın olur.)(12) öyle ise Peygamberimizin hayatı da mematı da bizim için rahmettir... Çünkü peygamber­ler ümmetlerinin ancak salah ve felahını, iyilik ve güzelliğini isterler. İki cihanda onların aziz olmasını isterler. Kişilerin nefisleri ise onları hep şekavete tuğyana sü­rükler. Bunun için de yalnız peygamberlerin onları sevmesi ve kurtuluşa davet et­mesi kafi değil, onların da bu davete icabet etmeleri, onun şefkat ve merhamet kanatlan altına girmeleri gerekir. Zira O’nun şefkat ve merhameti, insanın kendi­ne acımasından daha geçerlidir.

Nitekim O’nun mü’minlere ne ölçüde acıyıcı olduğunu Kur’an’ı Kerim şöyle ifade ediyor: (Ey mü’minler, ant olsun ki size kendi içinizden, günah ve masiyet sebebiyle sıkıntıya uğramanız kendisine çok ağır gelen ve son ve size son derece düşkün, mü’minlere pek şefkatli ve pek merhametli bir Peygamber geldi.)(13) Bu ayette Allah tarafından Peygamberimize layık görülen (RAUF VE RAHİM) sıfat­lan aynı zamanda Cenâb-ı Hakk’ın da sıfatlandır. Demek ki Allah (c.c) kendi yüce zatına mahsus ve ESMA-İ HÜSNA’dan bulunan bu iki sıfatla Peygamberini tavsif ediyor, O’na kendi sıfatlarından sıfatlar veriyor ki Ümmetine karşı ne kadar derin bir şefkat ve merhamet sahibi olduğu açığa çıksın. Yani ümmetinin azaba duçar olması şöyle dursun, herhangi bir sebeple sıkıntıya düşmeleri O’nu son de­rece müteessir eder. Ümmeti zahteme koşan her şey O’nu rahatsız eder. O şanlı Pey­gamber ümmeti üzerine işte böyle titreyip duruyor. O, insanlara ıvassız-garazsız şefkat göstermiş, onları sevmiş hepsini birden iman şemsiyesinin altına almak iste­miştir. Sonra O’nun gösterdiği şefkat yalnız arap ırkına mahsus değil, arap ve ace­me herkese şamildir. Kur’ân bir başka ayette şöyle buyuruyor: (Doğrusu Allah, insanlara karşı pek müşfik ve çok merhametlidir. Size hayat veren odur, sonra sizi öldürür, sonra sizi yine diriltir. Hakikat insan pek nankördür(14)). Allah kendine mahsus bu iki sıfatı O’na layık görmüştür...

O’nun güzel ahlakı, evsaf-ı hamidesi saymakla bitmez, her şey biter, fakat O’­nun güzelliği bitmez. Çünkü o, kâmil manada insandır. İnsanlığın ulaştığı en yüce ahlaki zirvedir. Peygamberdir, devlet reisidir, elçiler göndermiş, elçiler kabul et­miştir, ordular şevketmiş, şanlı ve muzaffer bir kumandan, devlet kurucudur ve nice insanî ve ahlaki değerlerin sahibidir. Mürşittir, muallimdir, sadece kıtaları değil, gönülleri de fethetmiştir. Hatemül-enbiyadır, ilk ve sondur, beşeriyete son sözü o söylemiştir. Müşfik bir babadır, aile reisidir. Üzülmüş ve sevinmiş, ağlamış ve gülmüştür, acıkmış ve susamış, doğmuş ve büyümüş, olgunlaşmış ve kemale er­miştir, kazanmış ve kaybetmiştir. Bütün bu hallerde beşeriyet sınırını aşmamış­tır, her zaman insan olmuş ve insan kalmayı bilmiştir. Her zaman kuru ekmeğim suya ıslatıp yiyen Mekkeli bir fakir kadının oğlu olduğunu unutmamıştır. Sonra da her fani gibi Hakka yürüdü, (İrcii) emrine uyarak REFİK-İ A’LAya ulaştı. Fa­kat arkasında ummanlaşan nesiller bıraktı. Sağlam temellere dayanan bir cemiyet ve ahlakî disiplin inşa etti. Kıyamete kadar yankılanacak, gitgide tesir sahası genişleyecek, dostun ve düşmanın dilinden düşmeyecek bir eser bıraktı. Bu kadar zengin maddi ve manevi mirasın sahibi olarak ta dünyada, dünyalık bir şey bırakmadı. Hz. İsa Peygamberin bu dünyada taşı taş üstüne koymayacağına dair yemin ettiği söylenir, nitekim koymamıştır da. Fakat âhir zaman Peygamberi bu gerçeği şöyle perçinler: (Biz enbiya topluluğuyuz, miras bırakmayız. Bıraktığımız şeyler sadakadır)(15)

O, âlemlere bir rahmet olarak geldi. (Biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik) ayeti, şimdiye kadar söylediğimiz şeylerin Hak Dili ile ifadesidir, O nura doğru koşanlar kazandı, küfrün karanlığım tercih edenler kaybetti. O, isti’dat ve kabiliyyetleri aramış, bulmuş, iman ve ahlakın filiz verecek tohumlarım bu müsait ve müsteid sinelere serpmiştir. O bunların hepsini istikbalin meçhullerine değil, in­sanlığın aydınlık şuuruna tevdi etti. Bilinçsiz atılan tohumlar gibi bir mevsimde haşerata yem olmadı. Bu tohumlar kök saldı, filizlendi ve boy attı ve mahsule dur­du. Bugün bir milyara yakın bir ümmet topluluğu, onun emeği mahsulüdür. Nitekim Yüce Kitabımız bu cemaati bize şöyle anlatıyor: (O Muhammed Allah’ın Resulüdür, O’nunla beraber olanlar ise kâfirlere karşı çok çetin, kendi aralarında ise gayet merhametlidirler. Onları cemaatle rükû ve secde ederken görürsün hep Al­lah’ın fazlı keremini ve rızasını isterler. Simaları secde eserinden yüzlerinin par­layan nurâniIİğinden bellidir. Bu onların Tevrattaki meselleridir. İncildeki meseleleri ise bir ekin gibidir ki filizini çıkarmış, derken onu kuvvetlendirmiş, derken ka­lınlaşmış, derken saklan üzere bir düzeye dizilmiş, çiftçilerin hoşuna gidiyor. On­larla kafirlere gayz vermek için, onlardan iman edip de salih salih amel yapanlara Allah hem bir mağfiret va’d buyurdu hem de büyük bir ecir.)(16)

O nasıl onlar için çırpındıysa vaktiyle, şimdi bunlar da O’nun için O’nun dava­sı için ve O’nun Muhammedi ahlakını ve irfanım yaşamak ve yaşatmak için çırpı­nıyor olmalılar... Fakat böyle olmadığını da bugün artık kabullenmek zorunda­yız. Çünkü günümüzde insanlar, artık sübjektif değerlere o kadar kıymet vermi­yorlar. Her şey maddi kıstaslara vuruluyor ve öyle değerlendiriliyor. Yalnız pek karamsar da değiliz. Çünkü bugün İslam dünyasında bu şuur uyanıklığı varlık mü­cadelesi veriyor. Biz bu şuurun galip geleceğine inanıyoruz. Kokuşmuş ve tüken­miş doktrinlerin bugün hiçbir kafayı hiçbir kalbi tatmin etmediğini görüyoruz. Bugün artık beşeriyetin büyük bir kısmı gerçek mutluluğu arıyor, gerçek ahlaki kıy­met hükümlerine sahip çıkmak istiyor. Bu gerçekten İslâm ve insanlık namına bü­yük bir inkişaftır. Demek ki insanlık şimdiye kadar kaybettiği değerleri ancak son Peygamberin kılavuzluğunda bulacaktır. Doğuda ve batıda kıpırdanışlar, hep bu olgunun habercisidir. Bekliyoruz ve göreceğiz...

Bilindiği gibi, utanmak insani bir haslettir ve ancak insana verilmiştir. İnsan­dan başka hiçbir canlı varlıkta haya duygusu yoktur. İnsanın insanlığı ancak haya duygusu ile ölçülür. Ar perdesi yırtılmış hayasızların insanlıktan nasipleri yoktur. Böylelerinin dünyada feda edemeyeceği hiçbir değer hükmü yoktur. Peygamberi­miz her konuda olduğu gibi, haya bahsinde de bize ve bütün insanlığa örnektir. Ashab-ı Kiram, O’nun bir şeyden hoşlanmadığım mübarek yüzündeki ifadeden anlarlardı. Bakire bir kız gibi yüzü kızarır, utandığı böyle anlaşılırdı, Peygamberi­mizin haya duygusunu O’nu çok yakından tanıyan ashabı şöyle ifade ederler: (Pey­gamber Efendimiz kendi ismet perdesi içinde bir fazilet âbidesi gibi yaşayan bir bâkireden daha utangaçtı(17). Evet haya her İnsanda güzel ve lüzumludur. Ama kadınlarda daha çok lüzumludur. Herkeste fazilettir. Fakat kadınlarda faziletten de ötede bir hüviyet ve bir şahsiyettir. Ama bir genç kız için daha da elzemdir. Peygamberlerin insanlığa ilk söylediği şey: (Utanmazsan dilediğini yap) ve (Haya imandan bir şu’bedir). Haya hissi Peygamberimizde kemaliyle mevcuttu. O, öyle bir devirde gelmişti ki hayasızlık ön planda idi. Utanmak değil, utanmazlık bir me­ziyetti. Sırf Arabistan değil, dünyanın diğer yerleri de hayadan nasibedar değildi. Araplar çıplak yıkanırlar, hatta Ka’be-i Muazzamayı bile çıplak tavaf ederlerdi. Böyle ar ve hayadan mahrum bir toplum içinde doğup-büyümüş olan Hz. Muhammed (s.a.s) onların bu çirkin âdetlerinden son derece nefret ederdi. Ka’be’nin ta­miri esnasında HACER-İ ESVET TAŞI’nı yerine koyarken ihramı açılmış, göste­rilmesi yasak olan yerlerinin görünmüş olmasından endişe ederek bayılma derece­sine gelmişti. Kimdi O’na bu haya duygusunu aşılayan? Hangi mektep ve hangi eğitim sistemi vermişti O’na bu haya hissini... Ve şöyle diyordu: (Haya ile iman birlikte bulunur, biri gidince öteki de gider). Demek ki imansızlık hayasızlığı, hayasızlıkta imansızlığı davet eder. Onun için milli şairimiz Mehmet Akif merhum: "Bir utanmak hissi ver gaip hazinenden bize" diye Allah’a yalvarıyor.

O, yalnız cemiyet içinde değil, en tenha köşelerde ve hatta evi içinde en mah­rem yerlerde bile bu utanma duygusundan uzak değildi. O şartlarda zevceleri ile olan münasebetlerinde de bu haya hissi hâkimdi. O insanlarla çok yakından ilgile­nirdi. Bu ilgi menfaat kokusu karışmayan bir ilgi idi. Ümmet ve ashabı bu duru­mu bildikleri için hep. O’nun alaka çemberi içinde kalmak isterlerdi. Bu alaka o kadar ileri gitmişti ki hizmetçiler, zaman zaman hizmet ettikleri evlerin içine su dolu kaplarım getirirler, o da hava soğuk da olsa teberruken bu kapların içine elle­rini daldırır, onların sularım bereketlendirirdi(18). Bu hadise de gösteriyor ki O yal­nız Medinenin ileri gelen cemaatıyla değil, bunların evlerinde hizmet eden köleler­le de ilgilenirdi. Çünkü O, örnek insandı. Ve sahip bulunduğu muaşeret kaideleri­ni büyük küçük, zengin fakir farkı gözetmeksizin herkese ta’lim etmek durumundaydı. Ashab Onun her hareketini batta günlük normal hayatını bile takip ve tat­bik ediyorlardı. Hz. Enes diyor ki: (Andolsun, ben Allah’ın Resulünü berberde tıraş olurken gördüm. Ashab-ı Kiram onun etrafında dolaşıyordu. Onların mak­sadı tıraş esnasında saçından ve sakalından dökülen kılların yerlere değil, ellerine düşmesini istiyorlardı*19*.) Hangi ümmet peygamberine bu kadar hayranlık ve ya­kınlık duymuştur? Hangi peygamber ümmetine bu kadar müsamaha göstermiş, onlarla özdeşleşmiştir? Demek ki bugün elimizde bulunan ve mübarek gün ve ge­celerde ziyaret ettiğimiz “SAKAL-1 ŞERİF” böyle toplanmış, nesilden nesilebize kadar intikal etmiştir. O’nun sakalının tellerini ziyarete böyle koşanlar, Onun ah­lakını ve unutturulmak istenen sünnetini ihyaya gayret göstermelidir. Fakat maa­lesef millet bugün daha çok işin şekliyle meşgul oluyor.

Bir gün hafif akıllı bir kadın kendisine başvurmuş: (Ey Allah’ın Resulü ben sana bir ihtiyaçta bulunacağım-senden gizli bir şey öğrenmek İstiyorum dedi. Al­lah’ın Resûlü hemen, "Ya ümme fülan, bak hangi sokak tenha ise oraya girelim. Senin süaline orada cevap vereyim) buyurdu. Ve Efendimiz oradaki tenha yollar­dan birine girdi ve kadının sorularını cevaplandırdı. Görülüyor ki Peygamber Efen­dimiz, bu kadım hafifi, almadı, sözlerine kulak verdi. Belki de sorduğu şeylerin saklanmasına hiç de gerek yoktu. Ama Peygamberimiz, ona insan olarak bir ka­dın olarak kulak verdi.

Bugün, insanımızın problemleri, stresleri arttığı halde, insanların itibar gördü­ğü iddialarının yoğunluk kazandığı günümüzde, bırakın yufka akıllı bir kadını din­lemeği, normal bir erkeği bile dinleyen yok... Nerde itibar ve nerde insanın kıymeti...

O, iki şey arasında muhayyer bırakıldığı zaman, şayet günah değilse kolay ola­nım tercih ederdi. Eğer o iş, günah olan şeylerden ise ondan da son derece uzaklaşırdı. Allah’ın Resûlü, kendi nefsi için hiçbir zaman intikam peşinde koşmadı. 13 yıl Mekkeyi kendisine zindan edenleri bile fetih günü affetti. (Gidiniz, hepiniz ser­bestsiniz) buyurdu, öç alma düşüncesinde olsaydı, Ka’be’ de namaz kılarken başına deve işkembesi geçirenleri, geçtiği yerlere diken dökenleri, Ka’be haliminde na­maz kılmasına mani olanları affetmez, onlardan yeri gelmişken intikam alırdı ve tarih onu yargılayamazdı. Çünkü haklı bir dunun vardı ortada. Fakat O, Allah’ın hürmetini emreylediği şeylerin hürmetini hak edenlerden yine Allah için, Allah da­vasının kuvvet bulması için intikam almak istemişti. (O, hiç kimseye bir fiske vur­mamıştır. Ne bir kadına, ne de bir hizmetçiye. Hiçbir kimse O’nun tarafından eza ve cefaya uğramamıştır. Meğer ki Allah’ın haram kıldığı şeylere karsı hürmetsiz­lik söz konusu olsun. Bu takdirde sırf Allah için ve hakkı güçlü kılmak için inti­kam alırdı.)(20) Bu gibi hadis-i şeriflerden yeri geldikçe dövülebileceğinin mubah olduğu hükmü çıkarılabilir. Erkek karısını, ağa uşağım, efendi kölesini ve sahibi hizmete koştuğu hayvanım terbiye etmek veya daha iyi hizmete alıştırmak maksa­dıyla dövebilir. Fakat bunlara yumuşaklıkla muamele etmek daha evladır(21).

O ne yüksek ahlak ve fazilet sahibi İdi ki, millet onu, daha yolunun başında komplo kurarak ortadan kaldırmak istiyordu. Müşfiklik geleneğini, cahiliyetin bütün taassubunu korumak ve geçmişleriyle ters düşmek istemiyorlardı. Bunun için de hak karşısında direniyorlar ve onu doğmadan boğmak istiyorlardı. Bu uğurda o ve taraftarları nice çile ve ıstıraplara maruz kalıyordu. Abdullah bin Mes’ud an­latıyor: (Şimdi ben Nebi (s.a.s)’i görür gibiyim. O, geçmiş peygamberlerden bir peygamberi anlatıyordu ki milleti onu dövmüşte kan revan içinde bırakmıştı. Fa­kat O, yüzünden, hem akan kanlan siliyor, hem de Ya Rabb, kavmimi affet, çün­kü onlar bilmiyorlar) diyordu. Halbuki o zamana gelinceye kadar hep onların ara­sında onlarla iç içe yaşamıştı. Bilmemelerine, tanımamalarına imkan yoktu. Buna rağmen o, kendisi ne reva görülen bu hakareti onların bilgisizliğine veriyordu. Da­ha önce bir bilgileri olsaydı bu konuda kendisine böyle davranmayacaklarını, bil­gisizlikten ve cahilliklerinden böyle yaptıklarım söylüyordu. Ve dolayısıyla Cenâb-ı Hakkın kendilerini affetmesi için O’na yalvarıyordu. Kaç insan ve hatta kaç pey­gamber, böyle çöküntü anında milletinin lehine dua edebilme yüceliğini göstere­bilmiştir? Bu gibi konularda O, gerçekten bir istisna teşkil eder. Kendisine karşı yapılan zulüm ve haksızlığın affedilmesini Yüce Mevladan dileyecek kadar merha­metle dolup taşan bu şanlı Peygamber, bir hakkına ihkakı veya şer’ı bir cezanın yerine getirilmesinde ye cemiyeti ilgilendiren bu gibi hak-hukuk meselesinde son derece titiz davranıyordu. Bir defasında kureysin itibar ettiği mahzum oğulların­dan bir kadın, her nasılsa hırsızlık etmişti ve şeriatın kestiği ceza tatbik edilecekti. Fakat soylu bir aile kızı olduğu için Resûlullah nezdinde, cezanın infaz edilmemesi için bir şefaatçi arandı ve o sırada Allah Resulünün pek ziyade sevdiği ve teveccüh buyurduğu Usame bin Zeyd hatırlandı. Hz. Usame bu konuyu Resûlullaha arz edince, Peygamberimiz: Ey Usame, sen Allah’ın kötülükleri bertaraf etmek için ta­yin ettiği cezalardan birinin affı hakkında şefaatçi mı olmak istiyorsun? dedi. Sonra ayağa kalktı ve mescitte bir hutbe irat ederek bu hadd-i şer’îye mani olmak iste­yenleri şöyle uyardı:

(Ey Ashabım, şu sizden evvel gelip geçen ümmetler var ya, bunların helâkine sebep, hiç şüpheniz olmasın ki onlardan soylu kişilerin ve mütegallibe takımının cezalarını uygulamadıkları ve ancak arkası olmayan zayıf ve güçsüz kişiler hırsız­lık yaptıkları zaman onları cezalandırdıkları için helak olmuşlardır. Allah’a yemin ederim ki Muhammedin kızı Fatıma hırsızlık etmiş olsaydı onun da elini keser­dim(22) buyurdu. İnsanların günlük hayatında o zamana kadar adi bir vak’a te­lakki edilen bu hukukî ve cezaî konuda gösterdiği celadet, yerleştirmeğe uğraştığı hakkın peygamberce bir savunması idi ve ancak O’na mahsus bir keyfiyetti. Ve emsalsiz bir ahlak telakkisidir.

Bugün cemiyetleri huzursuz eden bu gibi olayların yekûn hanesi gittikçe art­maktadır. Hırsızlık, rüşvet, ihtilas, haksızlık, murabahacılık, faiz ve karaborsacı­lık, yalancılık, dolandırıcılık ve her türlü ahlaksızlık, hayasızlık, yüzsüzlük ve İs­lâm’ın haram ve yasak kıldığı edepsizlik bugün salmaseyip geziyor. Ve millet bun­lardan rahatsız olduğunu gösteremiyor. Çünkü haramların önüne Dinlerin yük­selttiği barajlar ve setler yıkılıyor. Suçlar ve suçlular layık olduğu cezaya çarptırıl­mıyor. Haramlara karşı millet ruh hassasiyetini kaybetmiş gibidir. Ziya Paşanın dediği gibi, “Birkaç kuruşu mürtekibin cayı kürektir.” Ama milyonları, milyarla­rı aşıran vurguncular her şeyin kolayını buluyor ve millet ve devlet malını talan et­me hayasızlığı gittikçe kartelleşiyor. Fakat küçük hırsızlıkları, ve küçük rüşvetleri İrtikap edenler mahkûm ediliyor. Gerçi ahlaksızlığın ve hırsızlığın büyüğü küçüğü yoktur. Ama memlekette büyük vurgunların cezasız kalışı küçüklere cesaret veri­yor, neden başkaları gibi daha büyük vurgunlar vurmadığının nedametini taşıyor.

İnsanların ahlâkım güzelleştiren ve onları hem cinsleri arasında sevimli kılan esasların başında şüphesiz ilim gelir. Ancak ilim, tek başına ahlakiliği de ifade et­mez. Yani bilgi sahibi olmak ahlaklı insan olmak demek değildir. Bazan bilgi insa­nın tuğyanını artırır, timini bir silah olarak İslama ve topluma karşı kullanmaya kalkışan bilgin, insanlığın dayandığı kıymet hükümlerim tahrip etmek için şüphe­siz kendisinde daha bir güç bulur ve ilmini bir vasıta olarak da kullanabilir. “Ger­çi ilmin, ahlakı güzelleştirme hususunda büyük önemi vardır. Fakat ahlak işi ilim­den ziyade bir irade ve ihtisas işi olduğundan iman için sadece marifet kafi olma­dığı gibi, ahlakî teminat için de sadece İlim yeterli değildir. Eğer yeterli olsaydı hiçbir kimse hakkı bilip dururken yalan söyleyemez, hilâfına hareket edemezdi. Bir gaf­let, bir şehvet, bir öfke, bir haset, bir İtiyat, bir Ümit, bir yeis, bir gurur, bazan bir kimseye pek iyi bildiği bir hakikatin ve hatta bütün bildiklerinin aksini yaptır­mağa kail geliyor. İnsan bir hakkın hak olduğunu anlar da kabul etmez olur mu? Diyenler herhangi bir yalancının meselenin doğrusunu bilip dururken yalancılık ettiğini ve herhangi bir dolandırıcının bilerek dolandırıcılık yaptığım düşünemeyenlerdir. Bunun gibi “bütün fenalığın başı cehalet ve bilgisizliktir” diyenler, zeki ve­ya tahsil görmüş şerirlerin şirretinden daha çok korktuklarını hesaba katmayan­lardır. İblis bunun en büyük örneği, şeytanlık da bunun kaynağıdır. Cahillerin şir­ki de esasında böyle hainlerin hakkı tahrifi İle tezvir ve iftiralarına aldanıp kapıl­malarının eseridir(23).

Evet İslam Dini akla nasıl yüksek bir paye vermiş ise, aklî ve fikrî tekamülü hazırlayan ilim ve irfana da o nispette önem vermiştir. Bunun için Kur’ân-ı Ke­rim: (Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?) diye sormuş ve bunların eşit olma­yacağını akıl ve izan sahibi insanların idrakine bırakmıştır. Ve (kulların içinde Al­lah’tan korkanlar ancak ilim adamlarıdır). Bu konuda başka bir gerçek de şudur: (İslam beşikten mezara kadar ilim tahsilini kişiler üzerine farz kılmıştır), İmam Beyhaki şunu rivayet ediyor: (İlim Çinde de olsa gidip alınız, çünkü ilim tahsili müslümanlar üzerine farzdır). Demek ki tavsiye edilen ilim, ahlakı ve insanlığı güç­lendiren ilimdir. İlimle ahlakı kucaklaştıran, ilmi de ahlakı da insanlığın emrine veren İslam’dır ve Onun şanlı Peygamberidir. Ne mutlu ilimle irfanı ve amelle ihlası birleştirerek bir ahlak örneği olan insanlara.

Suret ve siret güzelliği çok eski çağlardan beri insanlığın özlemini çektiği bir husustur. Ama bunu insanlar kemaliyle hiçbir zaman gerçekleştirememiştir. Gü­zellik, belki herkesin gözünde bir değerdir. Ama bazan bu değerin dış yüzü ele alın­mış, ona itibar edilmiş, bazan da ruh güzelliği ele alınmış, güzellik ondan ibaret sayılmıştır. Dışa aidananlar öze inememiş, insanın içindeki güzellikleri keşfedeme­mişlerdir. İç güzelliğine ihtimam edenler, zarfla mazruf arasındaki iç ahengi dik- kata almamışlardır. Halbuki insanın aradığı güzellik suret ve siret güzelliği olma­lıdır. İslâmın terviç ettiği güzellik fıtrî güzelliktir. Peygamberimizin güzelliği fıtrî bir güzellikti. Ahlakı ne kadar güzelse, endam veatvarı da o kadar güzeldi. Güzel­lik sanki O’na, kendisi nasıl istiyorsa, kendisini öyle yaratmış gibi bir lütuf olarak verilmişti. Şemail kitapları, O’nun bu iç ve dış güzelliğini anlatmakla bitiremiyor­lar. Sima ve çehre itibariyle yani dışa dönük güzelliklerde belki Hz. Yusuf daha güzeldi. Çünkü Mısırlı kadınlar, ona olan hayranlıklarım meyve yerine ellerini doğ­rayarak ifade etmişler. Fakat gerçek güzellik denilebilecek fıtrî hasletler, emraz-ı batıniyyeden arınmış bir ahlakî kemal, ancak son peygamber Muhammed Musta­fa’ya mahsustur. Bunu Kur’ân şöyle dile getirir: (Ve herhalde sen, şüphesiz pek yüksek bir ahlak üzerindesin(24) yani en yüksek hayır gayesine ulaştıracak pek gü­zel ve pek yüce huylar, hakikaten hürmete layık seciyye ve meleke, maneviyyat üzere yaratılmış bulunuyorsun. Onunla yürüyecek, o gayeye ereceksin. İşte o ahlak, sırat-ı müştekimi ve dini hak olan İslamı teşkil eden “EDEB-İ KUR’AN” Ve ahlâk-ı ala- hiyyedir ki onu Allah Teâlâ bahşetmiş, (Şanım hakkı için Allah’ın Resûlünde sizin için en güzel örnekler vardır*25*) buyurmuştur. Resûlüllahın ahlakı “başkalarının idrâk edemeyeceği kadar güzelliklerle mümtaz bir büyük ahlâktır/’ Bu kitab-ı mübinde kalem-i alanın yazdığı satırların büyük ve müstesna bir ayeti olmak üzere bütün te’kid unsurlarıyla da takviye edilmiş mümtaz bir ahlak aynıyla KUR’ÂN olan veya aynıyla O’nun ahlakından ibaret olan bir kitap ki onun “AMELΔ ah­lakı demektir.

Said bin Hişam, Resûlüllahın ahlakını Hz. Âişe validemizden sordum. Bana cevaben dedi ki: (Sen Kur’ân okumuyor musun? Evet okuyorum, dedi işte O’nun ahlakı Kur’ân’dan ibaretti*26*) buyurdu. Bu beyanda iki mana sezilir:

1) Kur’ân’daki Mekarim-i ahlâkın hepsi onda vardı.

2) Kur’ân’da buyurulduğu üzere O’nun ahlakı öyle büyük bir ahlak idi ki Onu . Kur’ân’ın dışında başka bir tarif, başka bir tanımla anlatmak mümkün değildir demek olur. Demek ki Kur’ân tam ve eksiksiz bir ahlak kitabı. Onun hükümleri arasında kaabil-i tatbik olmayan, değişen şartlara göre gözden geçirilip ayıklanma ihtiyacı duyulmayan ve zaman aşımına uğramayan bir İlahî kitaptır. Böyle olunca onun koyduğu ahlakî umdeler de ölümsüz olacak demektir, insan fıtratına en uy­gun dinî, ahlakî ve sosyal prensipler onun değişmez vasfıdır.

O, bu ahlakı hem yaşamış, hem de ümmet ve ashabına öğretmiştir. Bazan da onların samimiyetten kaynaklanan aşın sevgi diyebileceğimiz davranıştan onu üz­müş, fakat ilahi mektebin büyük mürebbisi onları üzmemek için bir şey söyleye­memiş, ama O’nun yerine ilahi vahy devreye girmiş, onlara edebin, ahlâkın ulaşıl­mayan zirvesine ve onun zevcelerine karşı nasıl davranılacağını öğretmiştir. Ahzâb sûresi bu eğitici düsturu şöyle ifade eder: (Ey iman edenler, Peygamberin evle­rine yemeğe çağırtılmaksızın vakitli vakitsiz girmeyiniz. Fakat davet edilirseniz gi­rin ve yemeği yiyince de hemen dağılın. Sohbet etmek için de girip oturmayın. Si­zin bu haliniz Peygamberi üzüyor, fakat size bir şey söylemekten utanıyor. Halbu­ki Allah, hak olan gerçeği söylemekten çekinmez. Ayrıca Peygamberin zevcelerin­den bir şey isteyeceğinizde onu perde arkasından isteyiniz*27*).

Bu ve emsali ayeti celillerden anlaşılıyor ki Allah’ın Resûlü yalnız din ve ah- f lak nazariyyatçısı, bunların yalnız tebliğ edicisi, hüküm koyucusu değil, aynı za­manda bu ahlakî esasları bütün incelikleriyle nefsinde yaşamış, bulunduğu muhit­te imtisal numunesi olmuş, nazariyyatçıdan ziyade tatbikatçı olmuştur. Onun İçindir ki “Sireti Muhammediyyede, her nokta-i nazardan iktida edilecek, arkasından gi­dilecek, kendisine vicdan huzuruyla uyulacak pek güzel bir örnek vardır.” İşte ayet-i kerime; (Andolsun ki Allah’ın Resûlünde muhakkak sizler için pek güzel bir ör­nek vardır. Allah’a ve son güne ümit var olup da Allah’ı çok zikretmekte olan kim­seler için.)(28)

Görüyorsunuz ki önemli olan ahlâk kanunları vazetmek, prensipler koymak değil, onları bilfiil yaşamak, tatbik etmek ve etrafındakilere örnek olmak. Kur’ân tabiriyle “ÜSVE-İ HASENE” olmaktır. Çağımızda bu örnek insanlara, peygam­berine takva hayatı yaşayan örnek insanlara ne kadar çok ihtiyaç vardır. Dünya­mızda her şey mebzûl olarak bulunduğu halde onları disipline edecek, taşkınlıkları önleyecek, haksızlıkları bertaraf edecek, iyiliği ve güzelliği telkin edecek örnek şah­siyetler maalesef yoktur. Ve bu şahsiyetlerin dışardan ithali de imkansızdır. Ken­di içimizdeki kuvvetleri, bu düsturların ışığında harekete geçirip bu fazilet abidesi insanları kendimiz yetiştireceğiz. Muhtaç olduğumuz şey kanaatimce budur. Bu­nun çare ve yollarım aramalıyız. Ahir zaman Peygamberi tam bir örnektir ve uyul­ması lazım bir büyük örnektir.

Peygamberimiz ayrıca insanların en cesuru idi. Cesareti yalnız maddî gücün­den değil, manevi kuvvetlerden de kaynaklanıyordu. Bir gece Medine halkı kor­kuya kapılmış, baskına uğradıklarını zannetmişlerdi. Korkunç sesler geliyordu ve halk sesin geldiği istikamete doğru yürüyordu. Halbuki Allah’ın Resûlü, halktan önce Hz. Talha’ya ait (MENDUB) isimli çıplak bir ata binerek sesin geldiği tarafa doğru sürmüş ve geri dönerken, Ebu Talha’nın atının üzerinde, kılıcı boynunda asılı olduğu halde Medine halkını yolda karşıladı ve onlara şöyle seslendi (korkmanıza gerek yok, telaşlanmayın dedi ve ekledi, uyuşuk gibi olan bu atı biz fırtına gibi bulduk veya deniz dalgası gibi coşkundu(29)) buyurdu. Bu olayda o büyük peygam­ber, sadece cesaret göstermemiş, saldırıya uğrayan yavrularını cansiperane koru­maya çalışan bir müşfik baba gibi olaydan haberdar olmuş ve kimseyi telaşlandırmadan oraya koşmuştu. Bu halde ancak onun gösterebileceği bir cesaret ve şefkatti.

O, yalnız böyle yakın maddi tehlikenin değil, manevi felaketlerin üzerine de böyle korkusuzca yürümüştür. Günümüzde insanda moral çöküntüsü meydana ge­tiren pek çok olaylar gelişiyor. Ve bu çöküntülere fert ve cemiyet olarak karşı koy­mak âdeta imkansızlaşıyor. Böyle bir zamanda bu yıkımı önlemek ve ruhî depres­yonlara maruz kalmamak İçin ahlak yapısının ve moral gücünün çok yüksek ol­ması ve bu gücün semavî bir kaynaktan beslenmesi lazımdır. Dibinde beşeri zaaf­ların bulunduğu bir direnç sistemi, insanı yıkılmaktan neticesi intiharlara varan moral çöküntüsünden kurtaramaz. Bunun için ahlakî müesseselerin devlet eliyle ve imkanıyla güçlendirilmesi elzemdir. Çünkü bireylerin geçirmiş olduğu her türlü ahlakî ve psikolojik depresyon toplumuda sarsar. Toplum sarsılınca, devlet elin­deki çok büyük maddî güçle bunlara karşı koymak istese bile, manevi güç sefer­berliği yapmadan bunları yeniden inşa ve İhya edemez. Ahlakî çöküntü çok daha çabuklaşır ve bu da hem devletin hem de milletin inkırazına sebep olur. Aslında acı meyveleri teessürle tadılan bu hadiselere hiçbir siyasî güç seyirci kalamaz. Ma­alesef ülkemizde bu yıkımın çare ve reçeteleri, hep yabancı tedbir ve payandalarda aranır. Ekonomik tedbirler alınır ve zannedilir ki çöküntüyü hazırlayan amillerin başında ekonomik sıkıntı var. Halbuki, yurdumuzda ve dünyada bu yıkım ve mo­ral çöküntüsü, ekonomik İmkanları daha çok müsait olan aile ve toplum çevrele­rinde görülmektedir. Bunu saklamağa gerek yok... Evet bu yaraların sebeplerinden biri de şüphesiz ekonomik şartlar ve zorluklardır, ama tek başına bir faktör değildir. Yani ekonomik sıkıntılar bertaraf edilse bile ahlakî çözülmelerin önü alı­namayacaktır. öyle İse tedbir, milletimizi ayakta tutan dinî ve ahlakî kuruluşları yeniden ihya etmek olmalıdır. Yoksa kendi varlık sebebine devlet, umursamazlık­la veya ladinî eğitim sistemiyle seyirci kalabilir.

Her insanın insan olmak haysiyetiyle hem cinsine karşı acıma duygusuyla dop­dolu olması gayet doğaldır. Hele anaların babaların çocuklarına karşı şefkat ve merhameti fıtratın verdiği bir büyük haslettir. Ama hiçbir insanda bu şefkat ve merhamet duygusu, Peygamberimizinkinden daha ince ve hassas değildi. Çünkü o, yalnız kendi çocuklarına ve torunlarına karşı değil, bütün çocuk-çoluğa karşı müşfikti. O, herkesi sever, herkese acırdı. Enes bin Malik bize O’nu şöyle anlatır: (Ben, Allah’ın Resûlü kadar elinin altında bulunan çocuk-çoluğa merhamet eden, onlara acıyan bir başka insan görmedim. Resûlüllahın oğlu İbrahim doğduğu za­man, Medinenin yakınlarındaki köylerden birinde, süt annenin yanında bulunu­yordu. Allah’ın Resûlü, bazan beraberinde biz de olduğumuz halde çocuğun yanı­na giderdi. Bir ziyaret esnasında çocuğun kaldığı eve girdi. Fakat evin içi dumanla doluydu. Çünkü İbrahim’in süt babası demirci idi. Bundan dolayı da evin içinde duman eksik olmazdı. Resûlullah, ciğerparesi İbrahim’i kucağına aldı, öptü, kokladı, kucakladı, sonra döndü. Ravi diyor ki İbrahim vefat edince Peygamberimiz “İbrahim benim oğlumdur. O bir süt kuzusu iken öldü. Onun cennette iki tane süt annesi vardır ki bu anneler onun süt emme müddetini tamamlayacaklardır(30).

O, oğlu İbrahim’in can çekiştiğini görünce yaşlı gözlerle şöyle diyordu: (Göz ağlar, kalb mahzun olur-Bu teessür uyandıran manzara karşısında biz ancak Rabbimizin hoşnut ve razı olacağı sözleri söyleriz. O’nun rızası hilafına bir şey söyle­yemeyiz. Vallahi Ya İbrahim, biz senin ayrılığına çok hem de çok üzüldük.)(31)

Her baba gibi o da bu evlat acısından fazlasıyla müteessir oldu. Çünkü Hz. İbrahim O’nun ilerleyen yaşında bir gönül meyvesi idi. Diğer oğulları gibi, İbra­him de küçük yaşta vefat etmişti. Fakat o zamanlarda daha çok insanlığın kurtu­luşu için mücadele veriyordu. Birkaç çocuk, bunlar kendi öz evladı olsa da O’nu o kadar çok derinden yaralamıyordu. Veya bunların ıstırabını yüreğine gömüyor, beşeriyetin iman konusu onu daha çok meşgul ediyordu. Fakat İbrahim sanki hepsi için ilerlemiş yaşında bir ilahî lütuf gibi idi. Ve onun yaşamasını istiyordu. Ama ne çare ki büyüklerin imtihanı da büyük olurdu. Dağlardan-derelerden inen seller nasıl alçak yerlerde birikiyor ve denizleri ve deryaları oluşturuyorsa, peygamber­lerin de ibtilâ ve imtihanları öylesine büyük oluyordu. Ve oralarda bu cemiyyet yükünü çekecek kabiliyyet ve istidat vardı ve çektiler, sızlanmadılar, şikayetçi ol­madılar. Ve fakat, bizim bilemediğimiz bir takım hikmet ve maslahatlar neticesi İbrahim yaşamadı. Ve bu son erkek evlad acısına da tahammül ederek ümmet ve ashabına örnek oldu. Saçını-başını yolmadı, kalbi teessürle doldu, gözü ve özü ağ­ladı ve bunu da İfade etmekten çekinmedi. Bu şefkat, yalnız kendi çocuklarına gös­terilseydi tabii idi. Fakat O, başka çocuklar ve başka yetimler için de bu duyarlılı­ğı gösterdi.

Bir gurup bedevi Resûlüllahın huzuruna geldi. Bir münasebetle bunlar, sahabelere; “Sizler, çocuklarınızı sever okşar mısınız” diye sordular. Sahabeler de “evet” dediler. Bedeviler, fakat Allah’a yemin olsun ki biz, kendi çocuklarımızı sevip- okşamayız, dediler. Bunun üzerine Resûlullah “Allah sizin kalbinizden şefkat ve merhameti söküp aldıysa ben ne yapayım”*321 buyurdu. Bir defasında Akra bin Hâbis, Peygamber Efendimizi, torunu Haşam sevip okşarken gördü ve O’nun to­runda olsa çocuklarla bu kadar yakından ilgilendiğini yadırgadı. Hayretini gizle­meyerek “Ey Allah’ın Resûlü, benim on tane çocuğum var, onların hiçbirini, sizin gibi böyle Öpüp okşamadım” dedi. Bunun üzerine Efendimiz “gerçek şu ki başka­larına merhamet etmeyene, merhamet olunmaz”(33) buyurdu.

O, evrensel rahmetin Peygamberiydi. Bu şefkat ve merhamet yalnız çocukları değil, bütün bir beşeriyeti kuşatıyordu, ve (insanlara merhamet etmeyene Yüce Tanrı da merhamet etmez(34) buyurdu.

Çarşıda-pazarda çocukların yanaklarım okşar, saçlarım sıvazlar, onları sevdi­ğini gösterirdi. Çocuklar da O’nun bu güzel huyunu bildikleri için mescitten çıkar­ken, hane-i saadete girerken O’nun başına toplanırlar, sanki saçlarının-başlarının okşanmasını isterlerdi. Çocuklara o kadar müşfikti ki çocuklar O’nunla rahatlıkla şakalaşırlardı. Tabii onlara karşı çatık kaşlı ve asık suratlı davransaydı, çocuklar O’na, bu kadar yakınlık göstermezlerdi. Ashabdan Cabir bin Seraüre diyor ki: (Al­lah’ın Resûlü ile birlikte bir öğle namazı kıldım. Sonra o, evine gitmek üzere mes­citten çıktı, ben de beraber çıktım. Kendisini mescidin civarında birçok çocuk kar­şıladı. Resûlullah onların teker teker yanaklarını okşadı.)(35)

Enes bin Malik R.A. şöyle rivayet ediyor: Resûlullah, ahlâken insanların en güzeli idi. Bir vakit benim “Ebu Umayr” isminde bir erkek kardeşim vardı. Zan­nederim memeden deyeni kesilmişti. Allah’ın Resûlü evimizi teşrif edip kardeşimi görünce-onun oynadığı küçük kuşu kastederek ‘‘Ya Ebu Umayr ne olduğu nuğayr” der ve kardeşimle şakalaşırdı(36). Bu rahmet şemsiyesinin altında belki en çok ço­cuklar barınırdı.

Peygamberimiz, insanlığa ve kendi milletine karşı şefkatini, arapların tehlike habercileri için sıkça başvurduğu bir meselle anlatmıştır ki (Benimle, Allah’ın be­nim vasıtamla gönderdiği gerçeğin vaziyeti şu adamın haline benzer ki, o adam kavmine geldi ve Ey Kavmim, ben kendi gözlerimle düşman ordusunu gördüm, size baskın yapmağa hazırlanıyor. Haberiniz olsun ki ben tehlikenin büyüklüğünü haber veren bir korkutucuyum(37). Aman başınızın çaresine bakınız ve kurtuluş ça­resini arayınız, buyurdu. Bu ihbar üzerine kavminden bir bölük insan, ona inandı­lar ve itaat ettiler de gecenin ilk saatlerinde tehlike bölgesinden kolaylıkla uzaklaş­tılar. Onlardan bir kısmıda bu “KORKUTUCU”yu yalanladılar ve sabaha kadar yerlerini terk etmediler. Derken düşman birliği ansızın onları bastırdı ve onları ta­mamen imha etti. İşte bana itaat edip de bana tabi olanla, bana âsi olupta benim getirdiğini hakikata inanmayan kimselerin meseli aynen böyledir) buyurdu. İnsanları kurtarma tutkusu O’nda bir aşk, bir heyecan halindeydi. Zaten O’nun mayası aşktı. Allah sevgisi onun yanında her şeyden üstündü.

O insanı severdi, çocukları sevdiği kadar. Hayvanları sever, onların hukukuna riayet edilmesini İsterdi. Halbuki şimdi okul kitapları müfredatında hep öğrenme­nin tavsiye edildiğini, fakat insanları ve hayvanları sevmenin müfredatta yer veril­mediği gözlenmektedir. Çocuklara sadece “ÖĞRENECEKSİNİZ" telkininde bu­lunmak kanaatimce yanlıştır. Hem Öğrenecek, hem de seveceksiniz demek gerek­tir. İnsan sevgisi başka nasıl öğretilebilir ki. Peygamberimiz, kâinatı hep bu sevgi ile kucaklamak istedi. Getirdiği dine insanlar inanmayacaklar diye nerde ise canı­na kıyacaktı.

Ümmî idi. Okuma-yazma bilmiyordu. Bir mektepte okumamıştı, özel tahsil gör­medi. Bu ümmilik ve okuma-yazma bilmemek, başka insanlarda kusur ve eksiklik sayılır, fakat O’nda faziletti, kemaldi. İnanmayanların itiraz kapısını kapatan bir kemal. Çünkü bu ümmilikle birlikte KUR’ÂN gibi bir kitap getirdi. Sıla-i rahimi terk etmez, uzak-yakın akrabalarıyla ve konu-komşu ile iyi münasebetlerini devam ettirirdi. Herkese iyilik etmeyi severdi. Bütün ahlakî güzellikleri tamamlamak için gönderilmişti. Ve O, bu güzellikleri önce nefsinde tamamladı, tatbik etti ve örnek

oldu. Yapmadığı ve yaşamadığı şeyleri kimseye telkin etmedi.

İbadet etmekten olağanüstü zevk alırdı. İbadet, ruhunun gıdasıydı. Her nama­zı, bir miraç kutsiyeti ile eda ederdi. Çünkü O, kulun Rabbine en yakın olduğu ânın, başını secdeye koyduğu ân olduğunu söylerdi. Çünkü yüce Rabbimiz O’na hitaben “Sana ölüm gelinceye kadar Rabbine ibadet et(38)” diyordu. O, Refik’i a’-laya ulaşıncaya kadar ibadete devam etti. Resûl olarak geldi, fakat kulluğunu unutmadı. Teheccüd namazı kılar, hep seherleri uyanık geçirirdi. Ümmetine de bu ko­nuda şu tavsiyede bulunurdu: (Geceleri ibadetle ihya ediniz, çünkü bu sizden önce geçen salih kulların âdetidir) buyururdu. Gerçekten insanı Hakka kavuşturacak yol, gecelerde yapılan ibadetlerdir. İyiliği emreder, kötülüklerden sakındırırdı. Çün­kü Kur’ân bunu emrederdi. Kur’ân ise O’nun ahlakının bütünüydü, veya O’nun ahlakının bütünü Kur’ân’dan ibaretti. Kur’ân diyordu ki "Ey ümmet-i merhume, içinizden insanları hayra ve iyiliğe davet eder, iyiliği emreder, kötülükten nehyeder bir cemaat bulunsun. İşte felah bulanlar-ebedi kurtuluşa kavuşacaklar bunlardır”(39). o, hep bu Kur’ân’ı düsturu yaşadı. Ve de yaşattı...

Allah’tan en çok korkan O idi. Allah’tan en çok korkanınız benim, diyordu. Çün­kü Allah’ı en çok tanıyan O idi. Bu ma’rifetullah O’nu Allah’tan korkmağa sevk ediyordu. Ma’rifetullah ölçüsünde mehafetullaha sahipti. Yani irfanı nispetinde, kal­binde, Allah korkusu vardı. Takvasının, tevazuunun, sabır ve sebatının, ahde ve­fa, hukuka riayetinin, vakar ve heybetinin kaynağı hep bu Allah korkusu ve hak ma’rifetiydi. İnsanoğlu bu yeni ruha, bu diriltici nefese Onun himmetiyle kavuş­tu. Kalplere Allah korkusunu O üfledi. İnsanları putların önünden O kaldırdı. Yüce Rabbi tanıma kıvamına O getirdi. Dün putların önünde baş eğenler, bugün huzur-ı Hakta secdeye kapanıyorlardı. Arap yarımadası o zaman hem İran’dan gelen ateşperestliğin tesirine açıktı, hem de Doğu Romanın putperestliğine. İki yoldan ve iki kanaldan Arap yarımadasına ahlâksızlık sirayet ediyor, çöl insanının fıtratı böylece bozuluyordu. Gözü dünyada iken Arabistandan sadece müşrikliği değil, ah­laksızlığı da bertaraf etmek istiyordu. Kahkaha atmaz, hoşuna giden şeyler olursa tebessüm ederdi. Mahzun olduğu zaman da yüzünden bu tebessüm çizgileri eksik olmazdı. Mubah olan şeyleri yapmaktan çekinmezdi. Bazan zevceleri ile yarışlar yapardı. Hz. Aişe “r.a” diyor ki: (Ben Peygamber efendimizle bazan yarış yapar­dım ve O’nu geçtiğim olurdu. Sonra ben biraz şişmanlayınca O beni geçti. Ve omu­zuma yavaşça dokunur. İşte bundan dolayı yarışı kaybettin der, benim şişmanla­dığıma işaret ederdi.)

Hizmetçileri vardı. Bunları yemede, içmede, giyim ve kuşamda birbirinden ayır­mazdı. Hz. Enes: (Uzun yıllar kendisine hizmet ettim, O’nu Peygamber olarak gön­deren hakka yemin ederim ki, hoşuna gitmeyen işlerde bana niçin böyle yaptın, demedi. Yapmadığım işlerde de niçin bu işi yapmadın, demedi. Evi halkından kim­sede beni ayıplamadı. Bu gibi işlerde de bırakın onu bir kaza olmuştur*40*)derdi.

O, kendisini davet edenlerin davetine icabet ederdi. Biriyle musahafa ettiği za­man muhatabından önce elini çekmezdi. Hastalan ziyaret eder, cenazeleri teşyi eder­ di. Fakirlerle oturur kalkar, onlarla sohbet ederdi. Gelmiş geçmiş günahları ba­ğışlandığı halde Allah’tan en çok korkan, Allah yolunda bedenen en çok yorulan, hiç kimsenin kınamasına aldırmadan Hak yolunda en çok çalışan o idi. Ümmet ve ashabına da böyle örnek oldu. Onlara kendi yediğimizden yedirmemizi ve kendi giydiğimizden giydirmemizi emrederdi.

Gerçi O’nun şefkat kanatlan altında yalnız köleler ve çocuklar yoktu. Toplu­mun diğer güçsüz tabakaları da bu himayenin şemsiyesi altında idi. O, herkese her varlığa karşı müşfikti, merhametli idi. Bu rahmet ve merhametten en çok istifade edenlerden biri de kadınlardı. Çünkü o devirlerde dünyanın en medenî ülkelerinde bile kadınlar horlanıyordu, birçok yerlerde insandan bile sayılmıyordu. Hilkatiyle mütenasip olmayan işlerde çalıştırılıyor, pazarlarda alınıp satılıyordu. Bunların bir çokları hür doğduğu halde, hürriyetleri ellerinden alınıyor ve esir pazarına düşü­rülüyordu. Bir meta gibi alınıp satılıyordu. Erkeklerin bazice-i şehvetiydi, ölen kim­selerin zevceleri mirasçılara intikal ediyor, eşya gibi taksim ediliyordu... Kız ço­cuktan ise dindin toprağa gömülüyor, bu yürek parçalayıcı olaylara insanlık se­yirci kalıyordu. Tabii “FEMİNİSTLER” bunları bilmemezlikten geliyor ve sanki kadının kadınlık hak ve özgürlüğünü İslam kısıtlamış gibi, tenkitlerini hep İslama ve İslâm’ın getirdiği kadın haklarına yöneltirler. Halbuki İslam geldiği zaman dün­yanın her tarafında kadının durumu yukarıda çizilen tablodan daha iyi değil daha kötü idi. İslam kadını içinde bulunduğu bataklıktan kurtarmış, ona şahsiyet ka­zandırmış, hilkatine uygun hak ve görevler vermiştir.

Hz. Aişe validemiz bize iki çocuklu bir anayı anlatıyor: (Bir defasında yarımda iki kız çocuğu ile bir kadına yanıma geldi ve benden, kendisine bir şey vermemi istedi. Fakat o sırada benim yanımda bir tek hurmadan başka bir şey yoktu. Bu bir tek hurmayı kadına verdim. Kadında bu bir tek hurmayı iki kız çocuğuna bö­lüştürdü. Ve kendisi yemedi. Sonra kadın iki çocuğunu yanına alıp gitti. Arkasın­dan Peygamberimiz yanıma girdi ve ben kadının bir hurmayı kendisi yemeyipte iki çocuğuna taksim ettiğini Peygambere anlattım. Bunun üzerine Peygamber Efen­dimiz “Kadın-erkek herhangi bir mü’min kız çocukları yüzünden bir sıkıntıya dü­şer ve onlara iyilik edip güzel muamelede bulunursa, o kız çocukları kendisi için cehennem ateşinden koruyan birer perde olurlar)*41* buyurdu. İşte ana ve işte ka­dın... Anaların çocukları hakkındaki analık şefkati kız çocuklarından, sırf kız doğ­dukları için nefret eden ve daha çok üretime katkıda bulunamayacakları için diri- diri toprağa gömülen bir ortamda yükselen bu sevgi ve merhamet abidesi gerçek­ten bir ahlak ve insanlık örneğidir. Bütün analar böyledir, yaratılış itibariyle... Onu başka türlü düşünmek, Peygamberin ahlak ve kadın telakkisine ters düşer.

Bir keresinde şöyle buyurdu: (Allah’ım, ben iki zayıf tabakanın yani kadınlar­la yetim çocukların hakkına tecavüzü şiddetle haram kılıyorum)(42) buyurdu. Ay­rıca: (Dul kadınlarla miskinlerin işlerine koşanlar, Allah yolunda cihat etmiş gibi ecir ve mükafata nail olurlar*43*) buyurdu.

Resulullah’ın iştirak ettiği bazı gazalarda kadınların da öldürüldüğü, maktüller arasında bir kadın cesedinin bulunduğu kendisine haber verilince O: (Kadınla­rın ve çocukların öldürülmesini yasakladı*44*) Görülüyor ki büyük ahlakî ve sos­yal çalkantılara sebep olan ve birçok insani değerleri alt-üst eden ve kendi şartları içinde mütalaa edince normal bile sayılan fevkalade olaylar karşısında kadınların ve çocukların kanının dökülmesine müsaade etmemiştir. Şimdi nerede bu ahlakî ve insani değer Ölçülerine saygı... Bırakalım harp gibi fevkalade olayları, normal zamanlarda bile milyonlarca çocuk, açlıktan ve sefaletten ölüme terkedilmiş ve me­deni dünyanın gözleri önünde çocuklar, sineklere ve bulaşıcı hastalıklara maruz bırakılıyor. Ve insanlar insanlara hükmedebilmek ve daha çok nimetten istifade edebilmek için öldürücü silahlar icat ediyor.,.

Kur’ân-ı Kerim’de ve hadis-i şeriflerde daha nice güzel öğütler ve Peygamberi­miz de kemalini bulmuş nice ahlakî güzellikler mevcut. (Mü’minlere kanat ger, te­vazu göster, onlara şefkatle muamele et.) Ve (Sakın yetime kahretme, dilenciyi azar­lama.) (Sakın dinde hadden aşıp ifrata gitmeyin. Çünkü sizden evvelkilerin hela­kine sebep, ancak dinde ileri gitmiş ve haddi aşmış olmalarıdır*45*.)

Allah’ın Resûlü, nübüvvetten önce de bu yüksek ve güzel ahlak ile mütehallık idi. Hıra mağarasından yüreği titreyerek evine döndüğü zaman, Zevcesi Hz. Hatice’ye: “Kendimden korkuyorum Ya Hadice,” deyince Hz. Hadice validemiz, O’nda daha önce gördüğü ahlak ve fıtrat güzelliğine işaret ederek O’nu teselli etmiş ve şöyle demişti: (Hayır Ya Muhammed öyle değil. Allah’a yemin ederim ki O, hiçbir vakit seni utandırmaz. Çünkü sen, akrabanı gözetir, sıla-İ rahmi yerine geti­rirsin, işini görmekten aciz olanların işlerini görür, onların ağırlığım yüklenirsin, yokluk içinde kıvrananları sıkıntıdan kurtarır zengin kılarsın ve kimsenin verme­yeceğini verirsin. Misafiri ağırlar, hak yolunda zuhur eden hadise ve önemli işler­de halka yardım edersin.(44) Bu kadar âlî-cenab insanın ve bu kadar yüksek ahla­ka sahip olan zatın kendinden korkmasına lüzum yok demek istiyordu, Hadice Ana­mız... Demek ki O, bu ahlakî güzelliklere ve kemalata ta doğuştan sahip bulunu­yordu. Peygamberlik, O’nun muttasıf bulunduğu bu güzellikleri ve ahlakî kemali olgunlaştırdı, ekolleştirdi ve tek kişinin vasfı olmaktan çıkarıp insanlığa maletti. Ve bu güzelliklere istinat eden bir cemiyyet kuruldu ve bu cemiyyet vahye daya­nan bir sisteme oturdu. Hayatıyla kaim olmaktan çıktı, beşeriyete mal oldu.

Ve derdi ki: (Üç kişi bir arada bulunduğunuz vakit, ikisi diğer arkadaşlarım dışlayarak birbiriyle fiskos etmesin. Çünkü onların bu gizli-kapaklı konuşmaları üçüncüyü üzer*47*.) Tabii üçüncü şahıs burada ya hafife alınmış ya da aleyhinde konuşuluyor demektir. Bu davranış elbette ahlakî değildir. Üçüncüyü müteessir etmekle kalmaz, diğerlerinin de karakterlerini ortaya kor. Onun için bu gibi halle­ri O men’ etmiştir.

O şanlı Peygamber, anası Âmine’yi kaybettikten sonra, amcası Ebu Talib’in şefkat dolu kanatlan altında büyüyor, ailenin çocuklarından daha fazla itibar gö­rüyordu. Amcası ve yengesi O’na çok güzel hâmilik ve velilik yapıyor ve O’nu canlan gibi görüp-gözetiyorlardı. Ve kendisini cahiliyet devrinin kötülüklerine bulaştır­mamak için gayret gösteriyorlardı. Zaten Yüce ALLAH’ta O’nu, cahiliyyet devrinin bütün murdarlıklarından ve kötülüklerinden nefret duyacak bir fıtrat ve kabiliyette yaratmıştı. Bu temiz fıtrat, çocukluk çağını bitirdiği zaman, yalnız suret güzelliğinin değil, aynı zamanda ahlak güzelliğinin de emsalsiz bir numunesiydi. Soyu sopu temiz, seciyesi yüksekti. Bunun İçin kavmi arasında en çok (El Emin) diye anılırdı.

O, hiçbir zaman putlara saygı duymadı, damarlarında sudan daha çok şarap dolaşan bir muhitte içki içmedi. Putlar için yapılan törenlere ve şenliklere katılma­dı. Peygamberimiz, kendisine peygamberlik gelinceye kadar putlar adına kesilen kurbanların etinden de yemedi. O, daima açık-saçıklıktan korunmuş ve mahrem yerlerini kimseye göstermemiştir.

Peygamberimizin amcası ABBAS şöyle anlatıyor. (Kureyş Beytullahı yeniden yaparken erkekler ikişer-ikişer ayrılıp inşaata taş taşıyorlardı. Ben de Muhammed ile birlikte taş getiriyordum. Futalarımızı toplayıp omuzlarımıza aldık, onların üze­rine de taşları koymağa başladık. Halka yaklaştığımız zaman o benim önüm sıra yürürken birden bire yığılıp kaldı. Yeğenim, ne oldu sana dedim. “Çıplak gezmekten men’ol undum Amca” dedi. Ve o günden sonra Peygamberimizin bir daha fotası­nı çıkardığı görülmedi.) Peygamberimiz gençliğinde cahiliyyet devrinin vazgeçil­mez alışkanlıklarından olan gece masallarını ve hoş eğlencelerini de sevmezdi. Böyle eğlencelere gitmek istese de başka bir güç harekete geçer, ona mani olurdu. Hil­kat, bu saf fıtratı, üzerine titrercesine koruyordu. Gençlik saikiyle de olsa, bazı yerlerde bulunmaktan onu koruyordu. Sanki gizli bir güç, müstakbel Peygambe­rin davasına gölge düşürmesi melhuz olan yerlere gitmekten O’nu kayırıyordu. Hz. Âli’den rivayet edildiğine göre peygamberimiz diyor ki: (Ben, cahiliyet devri in­sanlarının işledikleri bir şeyi işlemeye iki defa teşebbüs ettiysem de Allah, benimle işlemek istediğim şey arasına girip beni ondan alıkoydu. Bundan sonra Allah, be­ni peygamberlikle şereflendirinceye kadar hiçbir kötülüğe teşebbüs etmedim... Bir defasında, Mekkenin yukarı taraflarında kureyşten bir gençle birlikte kendi da­varlarımızı otlatıyordum. Arkadaşıma “eğer koyunlarıma bakarsan, ben de diğer gençler gibi, Mekkeye gidip gece masalları toplantısına katılayım” dedim. Arka­daşım, pekiyi git dedi. Yola çıkıp Mekkeye geldiğimde, defler-dümbelekler ve ıslık sesleri işittim. Bu bir düğün şenliği idi. Derken Allah kulaklarımı tıkadı, uyuya kaldım. Beni ancak ertesi gün güneşin harareti uyandırdı. Hemen dönüp arkada­şımın yanına geldim ve başımdan geçenleri ona anlattım. Başka bir gece yine böy­le bir teşebbüste bulundum. O da akim kaldı(48). Görülüyor ki bu temiz fıtrat, hem cinslerinin bulaştığı murdarlıklardan itina ile korunuyordu.

O, kimseyi gözüyle rahatsız etmezdi. Ve bunu etrafındakilere de telkin ederdi. Ayrıca başkalarının evlerini kapıdan-bacadan tarassut etmenin doğru olmadığını söylerdi. Bir gün bir adam, kapı aralığından veya küçük bir delikten Resûlüllahın evini gözlüyordu. O sırada Peygamber Efendimiz saçlarım tarıyordu. O, bu mü­nasebetsiz kişiyi görünce (Eğer ben daha önce senin beni gözlediğini bilseydim, şu elimdeki demir tarakla gözünü çıkarırdım. Çünkü başkalarının evine girmek için izin isteme keyfiyet ve hükmü göz için meşru kılınmıştır(49)) buyurdu.

İnsanlar yeryüzünde var olduğu günden beri aralarında fakirler ve zenginler var­dır. Tarih boyunca bu sınıfların lehine ve aleyhine gelişmeler olmuştur. Fakat hiç­bir zaman nimetlerin eşit şekilde paylaşılması mümkün olamamıştır. Bunun için de aralarında kavgalar gürültüler kopmuş, harpler-darplar olmuş, kanlar dökül­müş, mâmureler harap olmuş, çocuklar yetim, kadınlar dul kalmış, han ü manlar yıkılmış, ocaklar sönmüş, fakat âhir zaman Peygamberinin getirmiş olduğu ahla­kî ve İnsanî değerlerden ve kıymet hükümlerinden başka hiçbir sistem bu İktisadî ve İçtimaî anarşiyi tesviye edememiştir.

İnsan, ahlakî değerlere saygılı bir varlıktır. Onun fıtratında bu saygı hissi faz­lasıyla vardır. Esasen insanları birbirine kenetlenmiş gibi sımsıkı tutan bu ahlakî değerlerdir. Bu ahlakî kurallara çeşitli dayanaklar ve kaynaklar aranmış, onu din dışı bir güce dayandırmak istemişler ve fakat muvaffak olamamışlardır. Dolayı­sıyla ahlakın kaynağının din ve Allah korkusu olduğu tebeyyün etmiştir. Çünkü bütün tarih boyunca hiçbir doktrin, insanların sürü halinde yaşayabileceğini İddia etmemiş ve onların sürü içgüdüsüyle sevk ve idare edileceğini savunmamıştır. Fıt­ratından koparılmak istenen insan esasen sürü haline gelmiş demektir. Bunun için de hiçbir insan toplumu bu derekeye düşürülmesine tahammül edemez. Semavî din­ler ve özellikle de İslam, hep bu gerçeği savunmuştur.

İslam, her emri akl-ı selime uygun ve vahye dayanan tabii ve cihan şumul bir dindir. Ve başlı başına bir ahlak manzumesidir. Çünkü bu ahlak manzumesinin ve cihanşümul sistemin merkezinde fani bir varlık değil, bizzat Alemlerin Rabbi vardır, İslam ve getirdiği sistem, dış baskılarla değil, ferdi kendi iç dünyasından yakalayan bir düşünce tarzıdır ve sistemleştirdiği ahlakı bu mekanizma üzerine oturt­muştur. İslamın geliştirmiş olduğu bu sisteme İnsanlar kardeştirler, yaratılış itibariyle de eşittirler. Birbirlerinin can düşmanı değil, din kardeşidirler. Dolayısıyla ara­larındaki münasebet, menfaat çatışması ve çıkar kavgası değil, kardeşçe ve insan­ca yardımlaşma ve dayanışmadır, çünkü menfaatin söz konusu olduğu yerde hakkaniyet ölçülerine dayanan bir uhuvvet ve tesanüt olamaz. Burada ancak haset, nifak ve çatışma söz konusudur.

Dine dayalı ahlakî umdeleri beğenmeyip felsefî ahlak kuralları vazetmeye uğ­raşan nice filozoflar ve düşünürler, kendi koydukları prensiplerin açmazları için­de intihara ramak kalmışlardır. Demekki felsefî ahlak ve materyalist düşünce tarz­larının geliştirmeğe özendikleri ahlak, insanları tatmin etme şöyle dursun, mucit­lerini bile tatmin etmemiştir. Şu halde ahlak kanunlarını da insanları ilgilendiren diğer kanun ve nizamlar gibi, semavî kitaplar ve şeriatlar vaz’eylemiştir.

Şu ölçülere dikkatinizi çekmek isterim: (Hangi maraz ve hangi hastalık, bahillikten daha devasızdır?) Dünyada kaç sistemde böyle bir diğerkâmlık duygusu var­dır? Ve bunu bir ahlakî değer olarak cemiyyet meydanına ikame edebilmiştir? Hiç... Bilindiği gibi dünyada her derdin devası her hastalığın şifası vardır. Ancak ölüm çaresizdir. Cimrilikte insandaki mürüvveti öldüren, diğerkâmlık duygusunu sömüren bir hastalık olduğu için ve hatta neticesi bakımından bedeni arazlardan daha kötü neticeler doğurduğu için daha vahim bir sosyal afettir. Ve bu düsturla çaresiz bir illet veya en azından tedavisi zor bir hastalık kabul edilmiştir.

(Cezası en çabuk yetişen ukubet, haddi aşmak ve zulmetmektir...)

(Sizler, mallarınızla insanlara yeteri kadar ikrama güç yetiremezsiniz. Onun için güzel ahlakınızla da onlara ikramda bulununuz....)

(Müslüman, diğer müslümanlann elinden ve dilinden emin olduğu kimsedir. Muhacir de Allah’ın haram kıldığı şeyleri (erkeden kimsedir,..)

(Hilimle itimden başka iki güzel şey bir araya gelmemiştir...)

(Hiçbiriniz, kendiniz için arzu ettiğiniz şeyleri, kardeşleriniz için de sevip arzu etmedikçe kamil manada iman etmiş olmazsınız...)

(Sakadalarınızı, kendilerini Allah yolunda adayıpta yeryüzünde serbestçe do­laşma imkanı bulamayanlara, utandıklarından dolayı kendilerini tanımayanların zengin saydıkları yoksul kimselere veriniz. Onları yüzlerinden tanırsın, Onlar yüzsüzlük ederek kimseden bir şey istemezler...) Daha nice ayet ve hadisler... İn­sanlığın ahlâk ufkunda geniş akisler bırakan nice hayat verici ölçüler...

Tıp nasıl bir beden sağlığı ilmi demek ise, ahlakta bir ruh sağlığı ilmi demektir, iyi ve güzel huylar ruh sağlığının işareti, kötü ve fena huylar ruh hastalığının be­lirtileridir. İnsanın güzel şeylerle ülfet ve ünsiyet etmesi sadece ruh sağlığının değil, vücut sağlığının da alameti sayılır. Kötü ve zararlı şeylerle meşgul olması da yalnız ruh hastalığının değil, bedenen de hasta olmasının tezahürleridir. İnsanın benim­sediği ve hayatı boyunca tatbikine özendiği bazı güzel huylar, ruhun bir özelliği bir hassası olmuştur, demektir. Dolayısıyla İnsan bu meleke haline getirdiği şeyle­ri yapamazsa rahatsız olur. Ve ruhunun bir parçası, benliğinin bir cüzü kaybol­muş sanır. Tabii bu güzel huylar ve ahlak-ı hamide için böyle olduğu gibi, kötü huylar da böyledir. Meleke haline getirilen kötü huyları terk etmek hayli zorlaşır. Tabii bu kötü huyları benimseyipte bırakmak istemeyen kişiler, İlimden irfandan nasibin alamamış, yeteri kadar eğitim görememiş, bir ruh ve ahlak disiplini içeri­sinde yetişmemiş, cahil ve bencil kişilerdir. Bunları ıslah için çok ciddi bir eğitim, çok disiplinli bir hayat tarzı uygulamak ve ağır bir riyazet ve mücahede lazımdır. Yoksa hiçbir dış tesir olmadan bunların ıslahım beklemek, gittikçe kötü huyların daha çok sirayetine zemin hazırlamak olur. Veya tamamen derunî bir tesir ve ikaz sistemiyle yani ocağı içinden ateşlemek suretiyle mümkündür. Bu da ancak tövbekarlıkla veya ilahi bir indzabla gerçekleşebilir. Durum ne olursa olsun, insan, ahlak-ı Muhanunediyyeye sahib olmak için gayret etmelidir. Ben, bu yaştan sonra ahlakı­mı nasıl değiştireyim diye direnmemelidir. Evet zor bir İştir ve fakat başarılamaz da değildir.

Dinin hayata tatbiki, dini emir ve yasakların günlük hayata yansımasıdır. Di­nin sınırları İçinde kalmayı benimseyen kişilerin hayat tarzı, bu ahlakî sistemin ta kendisidir. Müslüman zümre ve şahısların, kendilerini gönülden bağlı bildikleri bu ahlakî esasların temelde ilk tatbikçisi ve örnek temsilcisi şüphesiz İslam peygambe­ridir. Müminleri yaşadıkları dini realitenin ve ahlakî gerçeklerin zevkine erdiren ve onları hakka yönlendiren ve mutluluk kazanmalarını sağlayan şey, Yüce Pey­gamberimizin hayatıyla özdeşleşmeleridir.

Çağımız insanını rahatsız eden sosyo-ekonomik ve sosyo-politik problemlerin altında yatan gerçek sebep ahlaksızlıktır. Ve bu ahlaksızlık gün geçtikçe kartelleşmekte ve müesseseleşmektedir. Maalesef, insanın problemleriyle ilgilenenler, gü­nümüzde bu ağır ve baş mesele olan ahlaksızlığı bertaraf edecek çareleri arayacak­tan yerde, konunun ciddiyetiyle mütenasip olmayan başka yan etkenlere ağırlık verilmekte, adeta cemiyetlerin mürebbileri ve güdücüleri de bu gerçekten kaça­rak kurtulmak istemektedirler.

Konuyu ister fert plânında ele alalım, ister cemiyyet plânında. Ahlâksızlığın giderek yayıldığını, tesir sahasının genişlediğini, insanımızın ve özellikle de gençli­ğimizin bu akıma karşı aşın ilgi duyduklarının, artık ahlakiliğin bir fanteziden iba­ret bulunduğu kanaatinin yerleştiğini üzülerek müşahede ediyoruz. Durum bu olunca ahlak-ı hamideyi ihya etmek ve onu yaşamak, herkesin belli başlı vazifesi olmalı­dır. Yaşanmayan bir disiplinin varlığından söz edilemez.

Ahlakî umdelerin insana şahsiyet kazandırdığı, insan gibi fıtrat itibariyle ka­mil bir varlığın ekmel manada bir insan hüviyetine bürünmesinin hakiki amilinin ahlak olduğu, günümüz insanına unutturulmak isteniyor. Bugünün insanı egoiz­min pençesinde kıvranıyor. Başkalarını düşünmeden ve sırf kendi hayat standar­dını yükseltmekten ibaret olarak günlük hayat tarzı da aslında bir ahlaksızlıktır. Çünkü bu davranışlar ancak hayvanı içgüdülerle izah edilebilir, insanlıkla kabil-i telif değildir. Halbuki Cenâb-ı Hak İnsanı birçok meziyetlerle donatmış ve belki sadece ahlak ve fazilet diyebileceğimiz bu değer yargılan yalnız insana verilmiştir. İnsan her zaman ve her yerde, her yaşta ve her çağda ahlaklı olmak mecburiyetin­dedir. Çünkü insanı kemale erdiren bu erdemliliktir. Başkalarını düşünmek, onla­rın hukukuna riayet etmek, herkese saygı ve sevgi göstermek bir İnsanlık şiarıdır. Bunu sağlayan da temelde ahlakî esaslardır. Fakat bugün bu temel ilkenin iflasa sürüklendiğini dilimiz varmayarak, gönlümüz istemeyerek belirtmek isteriz. Çün­kü bugünkü ahlaksızlık, fıtrata ve sünnetullaha bir başkaldırmadır. Korkarız ki insanlığın bu akıl almaz tavır, gayretullaha dokunur, bir gün...

Konuyu fazla dağıtmadan O’nun müşahhas ahlakını özetlersek şunları söyle­yebiliriz:

İslam Peygamberi, bu mütevazı mürşit, sırf Arabistan yarımadasının hakimi olmakla kalmamış ilerde teessüs edecek cihan imparatorluklarının da banisi olmuş, kisraların ve kaysarların mukadderatına hükmetmiş, ve fakat aynı tevazu-ı ruha­nî, aynı asalet-i fîkriyeye, aynı taharet-i kalbiyye, aynı riyazat-ı ahlakiyye, hülasa kendisine (EL-EMİN) lakabını kazandıran bütün güzel ahlak ile miitehalli olmak­ta devam etmiştir. Bütün rivayetler, Peygamberimizin fikrinin ulviliğini, rikkat-i kalbiyyeye sahib olduğunu iffet ve taharetini, namuskarlığmı ve doğruluğunu or­taklaşa kabul etmiş bulunuyorlar. Madunlarına pek müşfik olan Hz. Muhammed (s.a.s) kendisine hizmet edenlerin hiçbirim, bir defa olsun muahaza etmemiştir. Peygamberimize uzun zaman hizmet eden Hz. Enes diyor ki: (Allah’ın Resulüne on sene hizmet ettim, bana bir defacık “öf” dediğini duymadım.) O, ailesine son derece bağlıydı. Çocuktan pek severdi, onları yolda durdurur, yanaklarım okşardı. O, kimseyi incitmemiş, kimseye fena söz söylememişti.

Hastalan ziyaret eder, kölelerin bile davetine icabet ederdi. Tesadüf ettiği ce­nazelerin ardındın yürürdü. Bazan keçilerini kendi sağar, kendi hizmetlerini biz­zat kendi görürdü. Kendisiyle musafaha edenlerin ellerinden elini daha evvel çek­mezdi. Çok cömert ve çok cesurdu. Kendisinden asla yalan sadir olmamış, hep doğruyu söylemiş ve doğruyu ve doğruluğu tavsiye etmiştir. Himayesi altında bu­lunanların en sadık hamisi idi. Sözlerin en güzelini söyler, kendisini görenler, ister istemez Ona karşı hürmet histeriyle dolup taşarlardı. Kendisiyle temas edenler O’nu mutlaka severlerdi. O’nu görüp tanıyanlar: (Ne ondan evvel, ne de ondan sonra onun gibisini görmedik) demek durumunda kalıyorlardı. Sözleri kesindi, sözlerini kimse unutmazdı. İffet, nezaket, sabr, tahammül, şecaat, sehavet, nefis feragati ve yücelik duygusu bütün davranışlarına hakimdi. Felâket ve musî bete uğrayan­lara, keder dede insanlara teselli verir, onların elem ve kederlerim paylaşırdı. Kıtlık ve yokluk zamanlarında bile sofrasına başkalarını davet edecek kadar hamiyyetperverdi. Etrafında bulunanların şahsî refah seviyeleriyle yakından alakadar olur, yollarda durur ve en fakir İnsanların bile şikayetlerini dinler ve onların sıkıntıları­nı hafifletmeye çalışırdı. Kalpleri münkesir olanların gönlünü yapar, matem zedelere taziyette bulunurdu. En bîçare köle bile ona gelir, efendilerinden gördüğü su-i muameleyi çekinmeden anlatır ve hakkının alınmasını ister ve hakkı da alınır­dı. Bu türlü muameleye uğrayan kölelerin ya tarziye edilmesini ister veya azat edil­mesini temin ederdi.

Besmele çekmeden yemek yemez ve Allah’a şükretmeden sofradan kalkmazdı. Allah’ın verdiği nimetleri israf etmediği gibi, vaktini de israf etmezdi. Gündüzün ibadetle meşgul olmadığı zaman, ziyaretçileri kabul eder ve umumun işlerini ted­vin ederdi. Geceleyin az uyur ve daha çok ibadet ve taatle meşgûl olurdu. Fukara­yı sever, evsiz-barksız olanları mescidinin bir köşesinde barındırırdı. Her akşam bunlardan birini mutlaka o mütevazi sofrasına davet ederdi. O’nun bu halini gö­ren diğer sahabiler de başka fakirleri evlerine davet ederlerdi. Can düşmanlarına karşı bile ihtiyar ettiği hatt-ı hareket afüvkârhk ve bağışlayıcılıktı. Din düşmanla­rına aman vermediği halde, kendi şahsına karşı yapılan istihzaları, söylenen fena sözleri, uydurulan bühtan ve iftiraları, aleyhine tertip edilen su-i kastları ve yıllar­ca sürdürülen eza ve cefayı hep unutmuş, faillerini hep bağışlamıştır.

Peygamberimiz Hz. Muhammed pek sade yaşardı. Elbisesi, eşyası hep sadey­di. Birkaç hurma biraz su Peygamberimizin belli başlı gıdasıydı. Aylarca Peygam­ber evinde ışık yanmadığı gibi, ocak da yanmazdı. Hayat bu evde külfetsiz ve çok sade olarak devam ederdi. Dünyanın bütün hazineleri O’na sunulduğu halde O, bunlardan istiğna etti.

İnsan için çalışmanın bir lazime olduğunu ifade eden Peygamberimiz, kişinin çalışmasının semeresinden başka bir şey kazanamayacağını lisanı Kur’ân ile tebliğ etmiştir. Peygamberimizin sevgisi evrenseldi. İlahi rahmeti bütün canlı varlıklara teşmil eden O’dur. Bir İnsan hayatını kurtaranın, bütün beşeriyetin hayatını kur­tarmış gibi olacağım dünya’ ya ilan ve tebliğ eden O’dur. Peygamberimizin içti­mai, telakkisi yıkıcı değil, yapıcıdır. Aile hayatının kutsiyetini, o kokuşmuş ce­miyet içinde insanlara tebliğ eden O’dur. Efendimizin nazarında insanlığa hizmet bir ibadettir. İnananları dini vazifeleri kadar, sosyal hizmetlerin ifasına da O da­vet etmiştir. O’na göre çocuklar, şefkat ve merhametle yetiştirilmek üzere Cenâb-ı Hakk’ın bize tevdi ettiği emanetlerdir. Analar-babalar da çocuklan tarafından se­vilecek ve saygı görecektir. Karşılıklı sevgi ve saygı yuvaya huzur verecektir. Bun­lar simdi kaybettiğimiz ahlakî değerlerdir. Bu hürmet ve şefkata uzak-yakın akra­balar, komşu ve fukaralar da dahildi.

Peygamberimiz on dört asır önce geldi, risalet vazifesini yerine getirdi ve bura­da kısaca temas edilen İçtimaî ahlakî ve insani değerlerin gerçekleşmesini temin etti. Bu değerlerin insana ihtiyacı yoksa da insanların bunlara şiddetle ihtiyacı var­dır. İnsanlık ancak bunlarla kaimdir ve bunlarla mana kazanır. Bu esaslar hiçbir zaman mürur-u zamana uğramaz, zaman bunları yıpratamaz ve eskitemez. Bu gün de (Anam-babam, canım sana feda olsun Ya Resûlullah) diyebilecek milyonlarca insan var, Elhamdülillah...

"O, kemaliyle, ahlâk ve faziletiyle yüceliğin zirvelerine ulaştı. Cemaliyle ve gü­zelliğiyle zulmetleri parçaladı. O’nun bütün hasletleri güzel ve güzide idi. O’na ve O’nun âline ve ashabına salât ü selâm getirin...”

* Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi

1. Nisa S., ayet: 105

2. Bakara S., ayet: 253

3. A’raf S., ayet: 200

4. Tirmizi, Daaval Bab: 14 No: 3408-3409, Tecrid-i Savrih ve Tere., cilt 9 No: 1498

5. Tecrid-i Sarih Tere, cilt: 9 sayfa 31-32

6. Tecrid-i Sarih Tere, cilt: 9 sayfa 15-16

7. Tecrid-i Sarih Tere, elit: 6 Sayfa 7-7

8. Tecr. Sarih Tere, cilt: 10 s; 7

9. Ebu Davut, Feraiz ve İbni Mace, K. Sadaka

10. Şerh-i Meşarik el-Envar cilt: 2, sayfa 147-148

11. Müslim Kitab el-Fadail bab: 6

12. Müslim Kitab el-Fadail bab: 8

13. Tevbe S., ayet: 12814. Hac S., ayet: 65

15. Enbiya S., ayet: 107

16. Fetih Suresi, ayet; 29

17. Müslim.

18. Müslim, Kitab el- Fedail, bab: 19 No: 2324

19. Müslim, Kitab el- Fedail, bab: 19 No: 2325

20. Müslim, Kitab el-Fedail, bab; 20 H, No: 2328

21. Müslim, Şerhi Nevevi cilt: 5 Sayfa: 109

22. Tecrid-i Sarih Tere, elit: 9 H. No: 1307

23. Hak Dini Kur’ân Dili M. Hamdi Yazır cilt: 2. Sayfa: 1468. Ebüz Mat. İst. 1936 I. Tabı. 80

24. Kalem Süresi, ayet: S (Hak Dini Kur’ân Dili)

25. Ahzâb Süresi, ayet: 21

26. Hak Dini Kur’ân Dili, cilt: 7, sayfa: 5269 Ebüz Mat. İst. 1936 I. Tabı.

27. Ahzâb suresi, ayet: 33

28. Ahzâb suresi, ayet: 21

29. Müslim,

30. Müslim. Kitab el-Fedail bab: 15 Hadis No: ?

31. Müslim. Kitab el-Fedail bab: 15 Hadis No: ?

32. Müslim, Kitab el-Fedail bab: 15

33. Müslim, Kitab el-Fedail bab: 15

34. Müslim, Kitab el-Fedail bab: 15

35. Müslim Kitab el-Fedail bab: 21 Hadis No: 2329

36. Müslim, Âdâb, bab: 5 Hadis No: 2150

37. Müslim, Kitab el-Fedail bab: 6

38. Hicir s. ayet: 99

39. Al-i İmran s. ayet: 104

40. El-Mustatraf, cilt: 1, sayfa: 127

41. Riyaz-us-Salihin Tere, elit: 1, Hadis No: 266

42. Riyaz-us-Salihin (Metin) sayfa: 136 I. Baskı İRAN

43. Müslim, Kitab d-Zûhd ve el-Rekaik bab: 2 Hadis No: 2982 : 2982

44. Müslim, Kitab el-Cihâd ve El-Siyer bab: 8 ve 48 Hadis No: 1744 ve 1812

45. Ahmet bin Hanbel, Nesâî, İbn-i Maceh

46. Sahih el-Buhari cilt: I bab: 3

47. Müslim, Kitab el-Selâm, bab: İS Hadis No: 2184

48. Siyre ibn-i Hişam cilt: 1, sayfa: 194-195

49. Müslim, Âdâb bab: 9 No: 2156

***

Ey Peygamber! Biz seni şâhid, müjdeci uyarıcı; Allah’ın izniyle çağıran, nurlandıran bir ışık olarak göndermişizdir. İnananlara, Rablerinden büyük bir lütuf olduğunu müjdele. înkârcılara, ikiyüzlülere itâat etme; eziyetlerine aldırma; Allah’a güven, güvenilecek olarak Allah yeter.

(Kur’ân-ı Kerim, Ahzâb: 45-48)