Makale

PEYGAMBERİMİZİN TEBLİĞ ETTİĞİ İNANÇ NİZAMINDA “GAYB”IN HÜKMÜ

PEYGAMBERİMİZİN TEBLİĞ ETTİĞİ İNANÇ NİZAMINDA “GAYB”IN HÜKMÜ

Haşan Şakir SANCAKTAR*

Gayb kelimesinin sözlükte geçen anlamları: “G,Y,B” harflerine dayanan bu kelime, gözlerden saklı olan şey anla­mına gelir. Sonraları yalnız Allah Teâlâ’nın bildiği şeyler için söylen­miştir.

Ayrıca, güneşin batmasına; kişinin beldesinden ayrılmasına "gäbet, gäbe" de­nir. Eşinden ayrı kalan kadına da “Egâbetilmer’etü” denir. Çukura da “gaybeh” denir: “Vaka’nî fi ğaybetin”; yani çukura düştük anlamına, gelir.

“Onu (Yusuf’u) kuyunun dibine bırakan”(1) (Fiğeyabetil cübbi). Yâni, kuyu­ya da “ğeyâbeh” denir. Ayrıca, meşelik, kamışlık yerlere “el gâbeh” denir. İn­sanları gıyabında çekiştirmeye, dedi kodularını yapmada “gıybet” denir.(2)

Gayb: şekk, şüphe anlamına, “senden gâib olan her şey" anlamına da gelir. Gäbe, ğeyâbe’nin daha çeşitli anlamlara geldiği ilgili kaynaklarda(3) kaydedil­mektedir.

“Gayb: şehâdetin, yani gözle görünmenin zıddı anlamına; insan oğlunun gön­lünden geçirip, geçiremedi, ancak duyularından uzak olan her şey anlamına gel­diği, bu kökten türetilen ğâbe, eğâbe, ğayyebe, teğayyebe gibi fiiller vasıtası ile gayıp’la ilgili bir çok isim ve sıfatın türetildiğini(4) görmekteyiz.

Diğer sözlüklere de “gayb” kelimesinden türetilen, gizliliğin değişik şekil ve sıfatlarını ifade eden kelimeler, anlamlar mevcuttur. Ancak, bunlardan yalnız üç tanesinden örnekler verdik

Tefsir, usûl-i tefsir kitaplarında “gayb” kelimesinin sözlük anlamının değişik şekillerinden bahsedilmektedir.

Örnekler: “Gayb” kelimesinin hakiki anlamı: Duygulardan gizli kalan gözle görünmeyen; ancak haberle kabul edilebilen sözlerdir.”(5) deniliyor.

“Gayb kelimesinin asıl anlamı: güvenli, düz görülen öyle bir mekâna denir ki, yakınına varıldığı halde gizli tutulan o şeyin farkına varılamaz, işte, böylece her gizli, örtülü olan şeye “gayb” dendi.(6)

“Gayb, kelimesi aslında ğâbe, fiilinin mastarıdır; saklanma, örtünme, gizlen­me, gizli kalma... gibi anlamlara gelir,(7)

Ayrıca, hazır ve göz önünde olmama; huzurun zıddı anlamını da ifad eder. Gaiplik: O adam kayıptır. Yani belirsizdir, meçhuldür; görünmez, bilinmezdir. Sır ve hafi olan şeyler: Âlemi gayb, gayb’dan haber vermek; Âli’mu’l-gayb: Yüce Al­lah İfadeleri geçmektedir. (Kamus-i Turki)

Hülâsa, gayb: Bir şeyin gözden gizlenmesi ve gözden gizli kalan her şey anla­mına gelir. Daha sonraları, duygulardan ve insan ilminden gizli kalan her şey için kullanılmıştır. Bir şeyin gayb ve gâib olması, Yüce Allah’a göre değil, insanlara göredir.

Çünkü, Hak’tan hiç bir şey gizli kalamaz. Gayb, öz olarak görünürün karşıtı, yani görünmeyen anlamına gelir. Sizden gizli kalan, duyguların içine girmeyen, akıllarca da vücudu hemen anlaşılmayan, ancak Peygamberlerin haberleriyle ma’lûm olan haberlere denir. Mu’cize ile müeyyed olan Peygamberlerin gayba dayalı haberlerini reddetmek, hak ve gerçekten yüz çevirmek demek olur. Zira, görün­meyen âlemler, görünenlerden daha çok ve daha büyüktür. “Gayb” İki şekilde de­ğerlendirilmektedir: Mutlak gayb, mukayyed gayb. Mutlak gayb: Ahiret âlemi ve ahvâli. Mukayyed gayb ise, insanların bir kısmının bildiği, gördüğü halde, diğer­lerinin bizzat o olaya vâkıf, şâhit olamamasıdır, örnek: Aynı gün, aynı saatte An­kara’da hava açık ve güneşli iken, İstanbul’un yağmurlu, İzmir’in bulutlu, Erzu­rum’un kar yağışlı, Sinop’un rüzgârlı ve fırtınalı olması gibi. Bu kabil, meydana gelen tabii olaylar, hadiseye şâhit olmayanlara göre bir “gâib” olayıdır.

Gayb, kelimesi ile ilgili özel (ıstılah) olarak şu İfadeler geçmektedir: “O, Al­lah; ilmi bakımından her şeye sâri olan gaybı hüviyettir. Bu itibarla ona ilim ta’alluk edemez. Çünkü bu hüviyet izzet perdesi İçinde gizlidir. “Gaybi Kuds”de aynı anlamdadır.

Ebu Nuaym’ın Hilyesinde İbni Abbas (R.A)’dan rivayet edildiğine göre Hz. Peygamberimiz (S.A.S.) şöyle buyururlar: “Sizler, Yüce Allah’ın yaratıklarını, lütfettiği nimetlerini inceleyiniz. Fakat, Yüce Allah’ın zatını tefekküre, incelemeye kalkmayınız. Zira o güce, o kudrete asla sahip değilsiniz. ”(8)

Bu Hadis-i Şeriften anlaşılıyor ki, Zat-ı ilahi hakkında, keyfiyet bakımından İmal-i fikirde bulunmak doğru değildir. Hz. Ebubekir (R.A)’in “Bir şeyi derinliği ne, inceliğine idrâk etmekten âciz kalmak, aslında o şeyi idrak etmek demek olur.’ Hz. Ali (R.A)’in de bu söze ilâve ederek: “Evet, Allah’ın zatının sırlarından bahse kalkışmak, aslında Yüce Allah’a şirk koşmak olur” sözleri, gerçeği kavramak ba­kımından da çok önemlidir.

Kur’ân-ı Kerim’de gayb kelimesi 49; el ğuyûb kelimesi, 4; ğâibin kelimesi, 3; ğeyâbe kelimesi, 2; gâib kelimesi ise, bir yerde geçmektedir.

Kur’ân-ı Kerim’de “gayb” ile ilgili olarak geçen ayetler, genelde dört temel esası hatırlatmaktadır.

1. Peygamberlerin vahye dayalı haber verdiklerine, mü’minlerin tam yakîni ola­rak; gözle gördüklerinden daha kuvvetli bir şekilde İnanmalarını belirten âyetler.

2. Yüce Allah’a iman etmeyi, bu imanı, büyük saygı ve sevgi çerçevesi içerisin­de bulundurmayı gösteren âyetler.

3) Cenâb-ı Hakk’ın, yer ve göklerin esrarını bildiğini, ondan başka “gaybı” kimsenin bilmediğini gösteren âyetler.

4) “Gayb”la ilgili, Peygamberimizin insanlara söylemesi lâzım gelen sözler ve bu hususta sorulan su’allere Peygamberimizin (S.A.S.) Kur’ân dili ile verdiği cevaplar.

Şimdi, bunlara örnekler vererek, Yüce Rabbimizin “gayb” hakkındaki Kur’ân-ı Kerim vasıtasıyla olan talimatını dinleyelim:

a) “O takva sahibi mü’minler, gayba inanırlar, namazı dosdoğru kılarlar, ken­dilerine rızık olarak verdiğimizden de Allah yolunda infakta bulunurlar.” (Bakara, d

b) "O takva sahibi mü’minler; görmedikleri halde tenhada da Rablerine candan saygı gösterirler; Kıyamet saatından adeta titreler.” (Enbiya, 49)

“Özellikle, gâibâne Rablerinden korkmakta olanları, namazı dosdoğru kılan­ları uyarasın.” (Fatır, 18)

“Sen ancak o zikre (Kur’ân’a) uyan ve çok esirgeyici olan Allah’a gayben bü­yük saygı gösteren kimseleri uyar; onları hem mağfiretle hemde çok şerefli mükâfatlarla müjdele.” (Yasin, 11)

“Rablerinden görmeden korkanlar yok mu? Onlar için yarlığanma ve büyük mükâfaat vardır.” (Malt, 12)

c) “Yüce Allah: “Size demedim mi ki göklerin ve yerin gaybini şüphesiz ve an­cak ben bilirim. Neyi açıklarsanız, neyi de gizlerseniz onları da ben bilirim.” (Ba­kara. 33)

Görünmeyeni de, görüneni de bilen O’dur. O, yegâne hikmet sahibi; her şeyden haberdar olandır.” (En’am. 73)

d) Bu dördüncü bölümde YUce Rabbimizin, Hz. Peygamberimize gayb’la ilgi­li, bizlere söylenmesi ve bizimde bu hususta temel olarak bilmemiz lâzım gelenler, bakınız, çok anlamlı bir şekilde beyan ediliyor:

“Allah, gaybı bildirecek, açıklayacak değildir. Ancak Allah, Peygamberlerin­den kimi dilerse onu seçer.” (Ali İmran, 179)

“Ey Peygamber, onlara deki, size benim yanımda Allah’ın hâzineleri vardır, demiyorum. Ben gaybı bilmem. Size, bir meleğim de demiyorum. Ben, vahyolunmakta olan Kur’ân’dan başkasına uymam.” (En’am, 50)

Onlara söyle ki, "Ben, kendim için, Allah’ın dilediğinden başka, ne bir faideye ne de bir zarara muktedir değilim. Eğer ben gaybı bilseydim elbet daha çok hayır yapmak isterdim ve bana hiçbir fenalıkta dokunmazdı. Ben, iman eden kavme azâbın habercisi, cennetin müjdecisi olmaktan başka bir şeyle görevli değilim.” (A raf, 188)

“Müşrikler Peygambere: Rabbinden Kur’ân’dan başka bir âyet, bir mucize in­dirilirse ya, derler. Onlara deki, gaybı ancak Allah bilir; geleceği bekleyiniz; ger­çek şu ki, ben de sizinle beraber geleceği bekleyenlerdenim.” (Yunus. 20)

“Süleyman’ın ölümüne hükmettiğimiz zaman, değneğini yiyen kurt, onun ölü­münü cinlere fark ettirdi; Ölü olarak yere düşünce, öldüğü ortaya çıktı. Şayet cin­ler görünmeyeni (gaybı) bilmiş olsalardı, azabı alçak düşüren bir azap içinde hayli zaman kalmazlardı.” (Sebe, 14)

Şerir, fesat olan şeytanlar “Mele-i a’lâ”ya kulak verip dinleyemezler; her yan­dan kovularak atılırlar.” (Saffac, 8)

“Mele-i a’lâ’ya; onlar aralarında münazara ve münakaşa ederlerken, benim hiç­bir bilgim yoktu. Ben, ancak gelecek tehlikeleri apaçık bir haber verici bir Pey­gamber olduğum içindir ki, o ilim bana vahy olunuyor.” (Sâd, 69-70)

“O, Allah bütün gaybı bilendir, öyle ki gaybına kimseyi muttali kılmaz. An­cak, Peygamberlerden beğenip seçtiği ve bildirmek istediği bunun dışındadır.” (Cin, 26-27)

Mele-i alâ: Bir toplumun eşraf ve kibârı; ileri gelen yüksek takımı ki halkın gözünü dolduran topluluk demektir. Bir görüş, bir mesele üzerinde toplanıp, gü­zel manzara sergileyen, gönülleri dolduran cema’at, (Râğıb-d İsfahanı).

Ancak, Kur’ân-ı Kerimde, özellikle bilinmeyen, “Muğayyebât-ı hamse” diye adlandırılan beş meseleye daha ziyade dikkatler şöylece çekiliyor:

“O sa’atın (Kıyametin vuku’unun) ilmi, şüphesiz ki, Allah’ın nezdindedir. Yağmur’u (Mukadder olan vakitte, miktarda, mahalle) O, indirir. Rahimlerde olanı bilir. Hiç bir kimse yarın ne kazanacağım, ne yapacağını bilmez. Hiç bir kimse hangi yerde öleceğini bilmez. Şüphesiz, Allah her şeyi en iyi bilen ve her şeyden haberdar olandır.” (Lukman, 34)

“Gayb”a imanla ilgili buyurulan, Bakara Sûresi üçüncü âyetin yorumunu ya­pan müfessirler, o âyette geçen "gayb” kelimesinin ifade edeceği ma’naları şöyle­ce yorumlamaya çalışmışlardır:

Bu âyette gayba iman etmek, özet olarak altı şekilde yorumlanabilmiştir:

1) İbn Abbas, İbni Cerir’e göre gaybdan murad, Peygambere gelen vahiydir.

2) Ebu Rîzin ve Ukayli ile İbni Hubeyş’e göre, gayb’dan murad Kur’ân-ı Kerim’dir.

3) Atâ, Saîd bin Cübeyr’e göre bu âyette ki gayb’dan murad, Allah Teâlâ’dır.

4) Sûddi, Ebül. Âliye, Katâde’ye göre, İnsan için gizli olan, Kur’ân-ı Kerimde bahsedilen Cennet, Cehennem gibi, imam ilgilendiren meselelerin hepsine “gayb” denir. Âyeti Kerime bunları ifade eder.

5) Zühri’ye göre, gayb, Yüce Allah’ın takdir ettiği kader-i İlahidir.

6) Amr İbn Mürre’ye göre, bu ayette geçen “gayb”dan murad, Ashab-ı Kiram’dan sonra, Resûlullah Efendimizi görmedikleri halde tam götmüşçesine Ona inanan mü’minlerdir ki tabii, bunların hali daha câlibi dikkattir.(10)

İşte, açık olarak görülüyor ki Kur’ân-ı Kerimde geçen gayb kelimesi bir çok manalara müsait bulunmaktadır. Diğer tefsirler ve yorumcularda, yaklaşık olarak bu çeşitler doğrultusundan yorumlar yapmakta, kendilerine göre, dillendirmeye çalışmaktadırlar.

Cinlerin gayb’dan haber alabilme meselesine gelince, Kur’ân-ı Kerim’de özel­likle üç sûrede geçen, konu ile ilgili âyetler şunlardır:

1) “Andolsun, biz gökte burçlar meydana getirdik; onları ibretle temaşa eden­ler için süsledik. Biz onları taşlanan, sürülen, kovulan, her şeytandan koruduk. Ancak, kulak hırsızlığı eden şeytanlar vardır ki, onların ardına da, bakanların apaçık gördüğü bir ateş parçası düşmektedir.” (El-Hicr, 16-18)

2) “Gerçek şu ki, biz size en yakın göğü bir zinetle, yıldızlarla donatıp, süsle­dik. Onu inatçı her türlü şeytan’dan koruduk. Onları Yüce âlemi (mele-i alâ’yı) asla dinleyemezler. Her yönden kovularak atılırlar. Onlara sürekli bir azap var­dır.” (Saffat, 9-10)

3) Cinlerden bir tâife Hz, Peygamberimize gelerek, iman ettikten sonra şöyle söylediklerini, Kur’ân-ı Kerim ifade ediyor: "Biz ciddi bir şekilde kulak hırsızlığı yapmak için göğe erişmek istedik. Fakat onu sert bekçiler ve yakıcı şıhaplarla dol­durulmuş bulduk. Halbuki hakikaten biz, bundan evvel haber dinlemek için onun bazı kısımlarından oturacak yerler bulup oturuyorduk. Fakat, şimdi kim dinleye­cek olursa kendisini gözetip duran bir şihap karşısında bulunuyor. Doğrusu, biz, yerdeki kişilere şer mi murad ediliyor, yoksa Rabları onlar için bir hayır mı irade ediyor bilmiyoruz.” (el cin, 8-11)

Cinlerin gayb’dan haber çalma, sızdırma faaliyetleri ile ilgili değişik varyant­larla gelen bir çok Hadis-i Şerif vardır. Ebu Hüreyre’nin Buhari’de bulunan bir hadis’ini örnek olarak verelim:

“Cenâb-ı Hak gökyüzündeki meleklere bir emrin infaz olunmasını hükmettiği zaman, Allah Teâlâ’nın, düz bir taş üstünde hareket ettirilen zincir sesi gibi meha­betti olan bu İlahi hükme tamamı ile inkıyâd ederek, korku ile kanatlarını birbiri­ne vururlar. Gönüllerinden bu korku gidince de diğer melekler, Cebrâil ve Mikâil gibi Mukarrabin Meleklere: “Rabbiniz ne söyledi diye sorarlar. Mukarrabin Me­lekler: Allah’ın söylediği Hak sözdür; diye Allah’ın hüküm ve takdirini bildirirler ve Allah Yüce’dir, Allah büyüktür, derler. Bu sûretle kulak hırsızlığı yapan şey­tanlar, yerden göğe kadar birbirlerinin üstünde, zincirleme dizilmiş ve kulak hır­sızlığına hazırlanmış olarak bulunurlar. Şeytanlar bu vaziyette iken, ba’zı def’a meleklerin muhaveresini işiten en üstteki şeytana bir ateş parçası (şıhap) yetişip, altındaki şeytana o haberi işittirmeden onu yakar, ba’zı def’a da ateş erişmeyip, altındaki şeytana haberi verir, ulaştırır. O’da altındakine vererek bu suretle tâ ye­re kadar haber ulaşır ve sâhîrin, kâhin’in ağzına verilir. Şimdi sâhir, kâhin o ha­berle beraber, yüz yalan daha uydurup halka söyler. Ve emri ilahi o haberle bera­ber, yüz yalan daha uydurup halka söyler. Ve emri ilâhi yeryüzünde tahakkuk edince sâhir doğru çıkmış olur. Ve ondan bu haberi İşitenler, halka: Nasıl, size vaktiyle şöyle şöyle olacak diye bunları birer birer haber vermedim mi idi? Gördünüz ya! Sâhîrin gökyüzünden işittim dediği sözünü, hak ve doğru buluyoruz, derler.”(11)

İlgili âyet ve hadisler ışığında ba’zı yorumlamalar:

“El Hicr, Âyet: 18’ den açıkça anlaşıldığına göre, bu kulak hırsızlığı yapmak isteyen şeytanlar, mele-İ alâ denilen ve hamele-i vahiy olan meleklerin yanlarına sokulamazlar. Yalnız dünyamıza en yakın olan birinci kat sema’ya yaklaşabilir­ler. Ve oradan çalabildikleri birkaç kelimeyi kâhinlere yetiştirecek vesilei fesad it­tihaz ederler ki, bu da nefsül emirde bir ibtilâ ve bir imtihandan ibarettir.” (Tecrid-i Sarih, C 11, S. 118)

“Gökten haber çalmaya çalışan inatçı, fesatçı şeytanları delip geçen ateş par­çalarıyla cezalandırma hususunda zahiri manasında ısrar ediliyorsa da bu ısrarda mana’yı tecessüm ettirmekten başka bir fayda göremiyoruz. Asil murad: Nûr-i nü­büvvet ve âyâti Kur’ân İle hakikat âleminde parlatılan ve efkân bâtileye karşı fır­latılan âteşin ihzarlarını anlatmış olmak, daha yüksek bir mana olduğu kana’atın- dayım. Bu ise, onların maneviyatlarını, yalanlarını, sefahât ve tuğyanlarım yıkan hakikat şıhâplannı anlatıyor ki, onlar, semâ-i Muhammedi’den parıldayan “âteşin” âyetler ve mucizelerdir ki, onun karşısında ins-ü Cin şeytanlarının ödleri kopmuş, dilleri tutulmuştur. Bu tecrübeleri yapmış olan cinler artık eskisi gibi “gayb”dan dem vurmaya, istikbalden haber vermeye kalkışmayıp yalan söylemiş olmaktan sakınacaklar. ”(12)

Saffât ve Cin Sûrelerinde geçen ilgili âyetlerin tefsir ve yorumunu, müfessir, merhum Hamdi Yazır’ a benzer bir şekilde hatta daha da genişleterek te’vil’e çalı­şan, Mısırlı Müfessir; Ahmet Mustafa Elmerâğinin görüşleri de incelemeye değer­dir. (Bahsedilen, ilgili âyetlerin yorumlan için “Merâği” tefsirine bakınız.)

Gayb’dan haber veren kâhini tastik etmek küfürdür; zira Hz. Peygamber “Her kim kâhine gider ve onun söylediklerini tastik ederse, Allah’ın Muhammed’e gön­derdiklerini inkâr etmiş olur.” (Müslim, Sünen) diye buyurmaktadır.

Kâhin: Geleceğe ait bilgileri cinlerden haber aldığını söyleyen kimseye denir.

Arrâf: Yitik ve kaybolanın yerlerini bildiğini iddia eden kimseye denir.

Müneccim: Yıldızların doğmaları, batmaları, hareketleri ile ilgili geleceği ait haber vermeye çalışan kimselere denir.

Falcılığın her çeşidi de Kâhinliktir; Geleceğe ait haber vermek iddiasında bu­lunmaktır; Bu nedenle yapılması haram; İnanılması küfürdür.

Ancak, bugünkü müspet ilme dayanarak hava tahmininde bulunmak, Ay, Gü­neş tutulmalarım önceden söyleyebilmek; yıldızların, galaksilerin hareketlerinden, uzak, yakın seyirlerinden anlam çıkarmanın kehanetle, falcılıkta hiç bir ilişkisi yok­tur. Bu tahminler ve yorumlar ilmin ışığı altında, bulunabilen delillere dayandırı­larak yapıldığı için, ilme, insanlığa hizmettir. Hatta hayır ve sevaptır da.

Ayrıca, halk arasında, gayb ilmini bildikleri iddia edilen özel isimler verilen kişilerde vardır:

Hz. Hızır, kutup, gavs, nükebâ; nüceba, evtâd, budelâ... gibi şahsiyetler. Bun­lara değişik görevlerde verirler, sayılarda koyarlar.

Evtâd: Bunlar dört kişilerdir; dünyanın, şark, garb, güney ve kuzey bölgele­rinde bulunurlar, oralarda görev yaparlar.

Budelâ: Bunlar yedi kişidirler; “yedilerdir!” istenen yerde hazır olurlar; sûretleri cisimleşir; gittikleri anlaşılmaz,

Abdal: Otuz kişidirler; gerektiğinde yerlerine yenileri alınır.

Nücebâ: Bunlar kırk kişidirler; “kırklar” bunlar halkın sıkıntılarını gidermek­le meşgul olurlar.

Kutup, gavs: Bu, genelde tek kişidir; her zaman yardımı istenir.

Nukebâ: Bunlar, nefislerin gizlilikleriyle meşgul olan üç yüz kişiymişler.

İşte, geliştirilen, bu manevi şahsiyetler hakkında, araştırıcı kişilerin, ilim ehli­nin kana’atları şöyledir:

“Mehdi ile ilgili bütün hadisler zayıftır. İçlerinde itimat edilecek; doğru, sağ­lam kabul edilecek hadis yoktur,” (Esnetmetâlib, s. 278)

Hızır’ın hayatı, her sene Hz. İlyas (A.S), ile mevsimi Hac’da, Medine’de bu­luşmaları; sahih ve sabit değildir. (İbni Hacer, Sahâvi, Esnetmetâlib)

Hz. Hızır’ın Peygamberine vâsıl olmaları, görüşmeleri gibi sözleri batıldır. (Esnetmetâlib, Ebûl Hattâb)

“Hızır sağ olsaydı, beni ziyaret ederdi" sözü mevzu’ dur. (İbni Hacer, Sehâvi...) Hızır’ın hayatı hakkında itimada şayan bir delil yoktur. (Esnetmetâiib, 27) Ricalül gayb: Kutuplar, gavslar, nekıplar, necipler, vetitler hakkında söylenen­lerin sağlam dayanağı yoktur. (Esnelmetâlib, 278)

Nukebâ: (Üçyüzler), nücebâ: (yetmişler), Bübelâ: (kırklar), Ahyâr: (yediler), Evtâd: (Dörtler), Gavs, kutup (birler) hakkında, meşhur müteverrih Hafız Zehebi bunların hepsi için mevzu’dur; uydurmadır, diyor. Aliyyül Kâri, İbnüsseyid Der­viş ise; Bunlar hakkında hiç bir sahih Hadis yoktur diyorlar. (İsmail Hakkı: siyer i Celile-i Nebeviye, Mukaddemat, 136-137)

Sonuç olarak:

“Gayb” duyu organları ile elde edilemeyen hususlardır.

Kur’ân-ı Kerim’de, kesin olarak beyan buyurulduğuna göre gaybı yalnız Allah Teâlâ bilir, (örnek de görüldüğü gibi)

Peygamber Efendimiz (S. A) gaybı bilmediğini, kendisine vahyedilenin haricinde tam bir beşer-insan-olduğunu, geleceğe ait yorum dahi yapmak istemediğini bir­çok defa buyurmuşlardır, (örneklerde görüldüğü gibi;

Gökten haber çalmaya çalışan önlerin, Hz, Peygamberimizin nübüvvetinden son­ra artık gökten haber çalmalarının mümkün olmadığı anlaşılmaktadır. (Cin, 8-9) Ancak, durumu açıklayıcı olan sahih Hadis-i Şerifte, gökten hırsızlama, haber çalma olayının tamamen kesilmiş olmadığı; büyük çapta azaldığının sarih ifadele­rini görmekteyiz, (İlgili Hadisler)

Kehanet ve falcılık olaylarının tamamen cahiliye döneminden uydurma olarak geldiğini; ilimle, gerçekle bir alâkasının bulunmadığım, bunlara inanmanın İslamı inkar anlamına geleceğin görüyoruz.

Ricalül gayb denilen üçler, dörtler, yediler, otuzlar, kırklar, gibi halk arasında söylenen manevi şahsiyetlerin varlığım haber veren kaynakların sağlam olmadığına, genelde zayıf ve mevzu ’u olduğunu;

İlme dayalı hava tahminlerinin, güneş, ay tutulmalarının, yıldız ve galaksi ha­reketlerinin seyrinden elde edilen malûmatın falcılıkla, kehânetle, gayb’tan haber vermekle ilgisinin bulunmadığını;

Şıhâb-ı Sâkıp (delen ateş parçası) hakkında, müfessir ilim adamlarının yeni yo­rumlarda bulunduğunu da görüyoruz.

Peygamberlerin dışında kalan; âlim, kâmil, sâlih, müttaki, mü’minlerin kera­met ve fırâset olarak özel ilham-ı Rabbaniyyeye mazhar olabilirse, yalnız kendisi­ne işaret sayılabilecek kadar, fuyuzât-i ilâhiyeden müstefit olabileceği görüşünü ehli sünnet kabul eder. Keza, sâlih rü’yanın, his kablel vukû’denen firaset’in sezi­nin ma’na aleminden diğer bir ifade İle “gayb" âleminden bir İşaret sayılabilen özel bir lutfu ilâhi olduğunu da kabul ederler.

Hülasa: gaybı yalnız Allah bilir. Onu dilediği, vah yettiği Peygamberlerine di­lediği kadarını bildirir. İnsan, cin, melek gaybı bilmezler. Peygamberlerin haricin­de kalan âlim, sâlih, muttaki kişiler, özel lutfu ilâhiyeye mazhar olabilirse, yalnız kendisine işaret sayılacak kadar fuyuzâtı ilâhiyeden müstefit olabilir.

Bu hususla ilgili Ayet-i Celilleri ve Hadis-i Şarifleri, sahabe ve tabiinin yakla­şık olarak, müşterek anlayışları da böyledir. Demek ki, daha sonraları, birtakım ilâveler ve aktarmalara yapılarak; sıhhatli olup olmadığına da bakılmadan, mese­le hayli kabartılmış; bu husustaki Yüce Dinin özü, hurafat ve bidatlar arasında âdeta ezilmiştir. Her rekat namazda mutlaka okuduğumuz:

“Allah’ım, ancak ve yalnız sana ibadet, kulluk eder ve yalnız senden yardım dileriz. Bizi dosdoğru yola ilet...” (Fatiha, 5-6) ayetleri mana ve mefhum olarak sanki unutulmuştur.

Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a) in mübarek ve yüce şah­sında, hepimiz için buyurduğun:

“Şüphesiz ki emrettiğim bu Kur’ân yolu benim dosdoğru yolumdur. O halde ona uyun. Başka, aykırı yollara sapmayın, tâbi olmayın, Sonra sizi o sapık yol, Allah’ın yolundan ayırır. İşte, Allah size bunları emretti ki Kur’ân yoluna uymak suretiyle kötülüklerden sakınasınız.” (En’am, 153) Kur’ân yolundan, gerçek olan, hak yoldan, bu inanış ve anlayıştan bizleri ayırma. Yâ Rabb.

* Din işleri Yüksek Kurulu Üyesi

1) Yusuf Sûresi. Ayet: 10

2) İbnü Fâris: (Ebül Hüseyn Ahmet Bin Faris bin Zekeriya: Mu’cem, mekâyisüllüğeh.)

3) El Kâmüsul Muhit; el Firûz Âdâbi, “ğayb” maddesi.

4) El Mu’cemülvesît, Me’cemulluğatilarabiyye.

5) Ahkâmu’l Kur’ân; İbnül Arabi: "ellerine yü’mınûne bilğaby” ayeti, yorumu.

6) Zidulmesir, Ebulferec el Bağdadi, c. 1. 3. 24

7) Mehasinütte’vil; Tefsirdi Kasimi, c. 1, s. 3. Bakara Sûresi, ayet: 3.

8) Aacüni, Keşfu’l Hata; Hadis; 105.

9) Celal Şerhi, Devvâni, s. 29.

10) Zid’ülmesir fi ilmit Tefsir; Ebûl Ferec el Bagdâdi.

11) Kenzül Ummal, c. 6, Hadis: 17. 672-176739 Tecridi Sarih, c. II, Hadis: 1709. Buhari, c. 6,S,

12) Hak Dinî Kur’ân Dili. Cilt: 7. Sayfa; 5404

***

Ey Peygamber! Biz seni şahit, müjdeci uyarıcı; Allah’ın izniyle O’na çağıran, nurlandıran bir ışık olarak göndermişizdir. İnananlara, Rablerinden büyük bir lütuf olduğunu müjdele. İnkarcılara, ikiyüzlülere itaat etme; eziyetlerine aldırma; Allah’a güven, güvenilecek olarak Allah yeter.

(Kur’ân-ı Kerim, Ahzâb: 45-48)