Makale

PEYGAMBERİMİZİN ÖRNEK AHLÂKI VE İNSANÎ ESASLAR

PEYGAMBERİMİZİN ÖRNEK AHLÂKI VE İNSANÎ ESASLAR

Prof. Dr. İsmail CERRAHOĞLU*

Yüce Rabbimiz, insanoğlunu yaratılmışların en seçkini kılmış ve yaratılan her şeyi onun emrine amade etmiştir. Nasıl her yaratılan var olduğu andan, bu âlemden yok oluncaya kadar çeşitli gelişmeler ve dönemler geçiriyorsa, insan­lık ta çeşitli dönemlerini tamamlamak ve olgunlaşmak için, Allah tarafından gönderilen kitaplara ve onların uygulayıcısı olan peygamberlere muhatap ol­muştur. Bunların dışında daha pek çok ahlâk mürşitleri de gelmiştir. İnsanlık bu ilahi mürşitler tarafından yönlendirilerek çocukluk ve erginlik çağlarını at­latmış, olgunluk, kemâl devresine gelince Yüce Rabbımız, geçmiş nübüvvet sil­silesini Hz. Muhammed (s.a.s.) de toplayarak, onu, karanlıkları aydınlatan bir nur olarak göndermiştir.

Hz. Peygamberden evvel pek çok peygamberler gelmiş, toplumları ıslah et­meye çalışmışlardı. Fakat bunların eserlerini zaman ve çeşitli ihtiraslar yıkmış, insanlığın doğru yoldan çıkmasına ve şaşkınlık içinde bocalamasına sebep ol­muştu. Bu yüzden aile bağlan gevşemiş, topluluklar çözülmeye ve insanlık da­ğılmaya yüz tutmuştu. İnsanlar birbirlerini yemeye ve dünyalık maddî şeylere bel bağlamaya ve onlar üzerine atılarak hayatlarını feda etmeye başlamışlardı. İşte böylece dinini ve Allah’ını unutan insanlık gemisinin, tehlikeli denizlerin kuduran dalgalan arasında parçalanıp batması mukadderdi. Böyle bir dönemde Hz. Muhammed, asil bir anne ve babadan Mekke’de dünyaya geldi. Onun do­ğumu ve Risâlet’i, insanlık tarihinde bir başlangıç ve insani faziletlerin bir daya­nak noktası oldu. Onun insanlığa getirdiği ilim, ahlâk, hürriyet, adâlet fikirle­ri herkesin anlayabileceği şekilde sade olduğu kadar büyüktü de.

Büyük kişilerin, insanlık tarihi sahnesine çıkmazdan önceki yaşayışlarında takdire şayan olan ve sonraki yaşayışlarının bir başlangıcı sayılabilen ve bir takım özellikler arz eden durumları vardır. Ama bunların çoğunun yaşantıları­na dair yeterli bilgilere sâhip değiliz. Peygamberlerimizin peygamberlikten ön­ceki hayatında, O’nun Allah’ın elçisi olmaya engel teşkil edebilecek hiç bir kö­tü alışkanlığı yoktu. O hiçbir zaman bir kral veya hükümdar gibi hareket et­medi. Daima kendileriyle beraber bulunan kimseler arasında, onlardan biriy­miş gibi oldu. Yemesini İçmesini, oturup gezmesini, ibadetlerini açık bir şekil­de dostları arasında yaptı. Sadeliği sevdi, tekellüften nefret etti. Hz. Peygam­berin peygamberlikten önceki hayatı ile sonraki hayatı arasında çelişki gibi bir şey bahis konusu değildir. Peygamberimizin şahsiyeti, peygamberliğinden önce de, büyük saygı ve takdir toplamıştı. Onun muarızı ve düşmanları bile kendisini alçaltacak bir şekilde yeremiyorlardı. Çünkü onun şahsiyeti o derece gelişmiş, heybeti o derece büyük, mertliği o derece kabarık, emaneti o derece meşhur ve doğru sözlülüğü o derece tanınmıştı ki, kendisine cahiliye devrinde de “es- Sâdiku’l-Emin” lakabı verilmişti. Kısacası düşmanları bile, hakkında doğru­luk şahâdetinde bulundular. Tarihte böyle bir sahneye rastlamak çok nadirdir. Peygamberimizin hayatı her zaman müşriklerin ve düşmanlarının tenkidi­ne maruzdu. Eğer, hayatında herhangi bir kapalılık ve gizlilik olsaydı, onu dil­lerine dolayıp ağır bir şekilde eleştirirlerdi.

Tarih boyunca Hz. Peygamber kadar her yönü ile ilgi duyulmuş ve bilcüm­le özellikleri -bir bütün halinde inceden inceye tespit edilmiş ikinci bir insan daha bulmak mümkün değildir. Nitekim tarihin tanıdığı din, siyaset, hukuk, mezhep, felsefe, sanat... Gruplarının meşhur simalarından hiçbirisi, onun gibi olamamıştır. Bundan böyle de olacağı yok gibi gözükmektedir. Hz. Peygam­bere ait bu bilgilerin inceden inceye tespit edilme keyfiyetini, sahabe adı ile anılan bereketli nesle borçluyuz. Onlar erkeğiyle kadınıyla, yaşlısıyla genciyle, faki­riyle zenginiyle, Allah’ın elçisi hakkında sâhip oldukları bilgi, görgü ve duygu mahsulü bilgileri, bıkmadan usanmadan bir “ibadet vecdi" içinde anlatıp nakletmişlerdir. Öyle ki, bugün elimizde bulunan oldukça hacimli “Hadis Külliyatı” hep onların bu nezih gayretlerinin bereketli meyveleridir.

Peygamberlerin en mühim vazifelerinin insanları hidayete sevk etmek ve onları irşat etmek olduğu, Kur’an’ın hemen hemen her sahifesinde geçmektedir. Nitekim En’âm Suresi’nin 90. ayetinde “Bunlar (Peygamberler) Allah’ın hidayet ettiği kimselerdir, Sen de onların yoluna tâbi ol...” ifadesinden, insanlı­ğa gönderilen peygamberlerin vazifelerinin aynı olduğu ve peygamberlerimi­zin de bu yola tâbi olması istenmektedir. Onların hidayetinden ve yollarından maksadın, güzel ahlâkları olduğu şüphesizdir. Onların güzel ahlâklarına Kur’an’dan orijinal örnekler bulmak mümkündür. Hz. Nuh’un şükrü, Hz. İbrahim’ in kâfirlere delil getirmesi, Hz. sözünün eri olması, Hz. İshak’ın ilmi, Hz. Musa’nın ihlâsı, Hz. Harun’un fasih İsmail’in konuşması, Hz. Lût’un hicre­ti, Hz.Dâvud’un Allah’ı zikri, Hz. Süleyman’ın alçak gönüllülüğü, Hz. Zekeriya’nın İbadeti, Hz. Yahya’nın günahlardan uzak durması, Hz. İsa’nın züh­dü, kısacası bunların hepsi Hz. Peygamber (s.a.s.)’de toplanmıştır. Kalem Suresi’nin “Gerçekten sen, büyük bir ahlâk üzeresin” ayeti bu hususa İşaret etmektedir.

Hz. Peygamberin her bakımdan mükemmel oluşu, Yüce Rabbimizin bü­yük bir mucizesidir. Tarih, hiçbir insanı bu kadar mükemmel olarak kaydetmemiştir. Dünyanın ahlâk mürşitleri arasında, Buda, Konfüçyüs, Eflâtun, Aris­to ve hatta Mesih’in en yüksek yeri işgal ettikleri söylenmektedir. Onların ha­yatları, yani yaşantıları ile prensipleri arasında nasıl bir münasebet bulunup bulunmadığı asla bilinmemektedir. Hâlbuki Hz. Peygamber, İnsanlığa tebliğ ve telkin etmiş olduğu ahlâkî umdelerin canlı örneğini bizzat kendi yaşayışı ile ortaya koymuş bulunmaktadır. Herkesin kemâl ve olgunluğunun yanında bir noksanı, eksikliği bulunduğu halde, O’nun ümmî oluşu da dikkate alınırsa, hiçbir tahsil ve terbiyenin ulaştıramayacağı bir mükemmeliyet kendisinde gö­rülür. Tâlim ve terbiye ile insan ne kadar yükselse de, mutlaka bir eksikliği ve noksanlığı olacaktır. Hâlbuki Allah elçisinde, böyle bir şey bahis konusu değildir. Bu bir mucize değil de nedir? O’nun hayatını tetkik edenler, amelin­de, sözünde ve özünde hiç bir noksanlık görmezler ve göremeyeceklerdir. Bu bakımdan O, tarihte insanlara en iyi örnek olmuş ve kıyamete kadar da ola­caktır. Hz. Peygamberin getirdiği eğitim ve öğretim sisteminin temeli “tebliğ” esasına dayanmaktadır. Bu da işitenin işitmeyene, görenin görmeyene, bilenin bilmeyene, duyduğunu, gördüğünü, bildiğini -ilk fırsatta- aktarması le müm­kün görülmüştür. İslâmî ilimlerde ve tarih ilminde bu bilgi aktarma işine “rivâyet etme” denmektedir. Hz. Peygamber hayatta iken sağlam bir şekilde ça­lışmaya başlayan bu rivayet usulü, yani, gelecek nesillere bilgi aktarma siste­mi, ileriki devirlerde de, ilerleyen bir tempo ile devam etmiş, hem sözlü, hem de yazılı olarak aktarılan bu bilgiler, kısa zamanda büyük bir birikim meyda­na getirmiştir. Hz. Peygamberin hayatı baştan sona kadar bir edep, bir örnek­tir. Onun hayatının bütünlüğünü bir tek ilim prensibi ile kavramak, Onun ha­kikatim bir ilmin terimleriyle ifade etmek mümkün değildir. Bu bakımdan ha­dis, siyer, magazî, delâil veya hasâis ve şemâil gibi bilim dallan, sadece Hz. Peygamberi konu edinirken, tefsir, fıkıh ve İslâm tarihi, tasavvuf v.s... gibi bilim dallan, çıkış noktasında ana prensiplerinin çoğunu veya bir kısmını on­dan gelen haberlere dayandırır.

Kur’an-ı Kerim, Allah’ın kelâmını tebliğ eden Hz. Peygamber için, binler­ce düşmanının yüzüne karşı "gerçekten sen büyük bir ahlâk üzeresin” şeklin­de haykırmıştı. Bu hakikate rağmen, 1400 seneden beri insafsız bir takım ten­kitçiler, Hz. Peygamberi merhametsizlikle itham etmeğe kalkışmışlardı. Hâlbuki Kur’an, Hz. Peygamberin hayatı ile ilgili olayları ele alırken “sen kaba ve katı yürekli olsaydın, onlar etrafından dağılıp giderlerdi”. Diğer bir ayette de “size kendinizden bir peygamber gelmiştir. Sizin meşakkate uğramanız ona ağır gelir. Size karşı şefkatlidir. Mü’minler hakkında pek esirgeyici ve bağışlayıcıdır” buyurulmaktadır. Hatta Hz. Peygamber, dinî ve ahlâkî yönle­rin dışında da incelenecek olursa onun en büyük bir siyasî ve kumandan oldu­ğu görülür. Toplumları idare eden siyasilerin noksan ve hatalı görüşleri, sos­yal yapıyı sarsmış ve İnsanları hüsrana uğratmıştır. Düşmanlarının merhamet­sizlikle itham ettikleri Allah elçisi, siyaset bakımından da, öyle güzel hayatî meseleleri ele almıştır ki, İnsanlar ancak bu esaslarla yükselebilmektedirler. Hz. Peygamberin yaptığı muharebeleri inceleyenler, O’nun savaşlarında bile insanlık için büyük şifalar olduğunu görmüşlerdir. Siyasetinde de, İnsanlık için hürri­yeti temin edici hayatı düsturlar görülür.

Allah’ın elçisi, Hz. Muhammed, ahlâk yönü ile de hiçbir insanın ulaşama­yacağı ahlâka sahipti. Yukarıda, onun bütün peygamberlere verilen ahlâk gü­zelliklerini kendisinde topladığını söylemiştik. Bu da ne büyük bir mucize ol­duğunu ortaya koymaktadır. Nitekim Kur’an-ı Kerim daima geçmiş peygam­berleri ümmetleri için örnek göstermiştir, örnek gösterilen peygamberler ve onlara inananlar da, daha sonra geleceklere örnek olarak sunulmuşlardır. Mümtehine Süresi 4. ayetinde “İbrahim’de ve onunla beraber olanlarda sizin için güzel bir örnek vardır...” Keza, 6. ayetinde “gerçek şu ki, onlarda sizin için, Allah’ı ve ahiret gününü uman kimseler için güzel örnekler vardır...” buyu­rulmaktadır. Buradan anlaşılıyor ki, Kur’an’da geçen peygamberlerin ve on­lara uyanların yaşantıları bizler için uyulması gereken en güzel örneklerdir. Pey­gamberler sadece kendi kavimlerini ıslah etmek için gönderilmemişlerdir. On­ların irşatları bütün insanlık içindir. Bu sebeptendir ki, bütün peygamberlerin ve onlara uyanların yaşantıları, biz Müslümanlara örnek olacağı gibi, bütün insanlara da örnektir. Bunun dana açık ve güzel bir şekli Ahzâb Suresi’nin 21. ayetinde “Sizin için, Allah’ı ve ahiret gününü arzu eden ve Allah’ı çok zikre­den kimseler için, Allah’ın Resul’ünde güzel bir örnek vardır” denilmek sure­tiyle, mesele açıklığa kavuşturulmaktadır. Bu ayetle, Hz. Peygamber, diğer pey­gamberlerin güzel örneklerini kendisinde topladığını ve onu örnek alanların kurtuluşa eren kimseler olacağına işaret etmektedir.

Peygamberimizin doğumu, İnsanlık için bir rahmet, peygamberliği hidayet kaynağı, hayatı nimet oldu. Ona inanıp arkasından gidenler, büyük bir vicdan huzuruna kavuştu. Beraberce bu din uğrunda ihlâs ile çalıştılar. Bunların ar­kasından gelenler de, Allah elçisinin gösterdiği aydın yolda yürüdüler. Böyle- ce İslâm Dini, hiç bir dine nasip olmayan bir şekilde yayıldı, İslâm ülkeleri ge­nişledi.

Toplum fertlerini birbirine bağlayan, birebirlerinin haklarına saygılı kılan, aralarında tam bir ahenk meydana getiren hep ahlâktır. Ahlâk âdeta, gezegen­ler arasındaki câzibe kuvveti gibidir. Câzibe kuvvetinin yok olması ile nasıl kâ­inat düzeni bozulursa, ahlâktan yoksun olan toplumlar da aynı şekilde bozu­lurlar. Fertle toplum arasındaki bu düzeni sağlayan bu güzel ahlâkın kaynağı nedir? Onu nereden ve kimden alacağız? Diye akla bir sualin gelmesine mani olamıyoruz. Bunun cevabı, nasıl ki şu işi yapmak, farzdır, vâcibdir, sünnettir, müstehaptır, helaldir, haramdır ve mekruhtur gibi hükümler verirken, bunla­rın kaynağı, İslam dini ve onu bize bildiren Kur’an-ı Kerim ve Hz. Peygambe­rin sünneti oluyorsa, ahlâkımızın kaynağı ve başvuracağımız yer, yine aynı kay­naklar olmalıdır. Çünkü İslâmiyet Yüce Rab’ımız tarafından Hz. Muhammed’e gönderilen, eksiklik ve fazlalık kabul etmeyen, kıyamete kadar korunması bizzat Allah tarafından tevekkül edilen, sağlam dosdoğru bir yoldur. Ondan ayrılan sefalet ve felaket uçurumlarına düşer, perişan olur, şaşkın şaşkın dolaşır, ne­rede selâmet ümit etse, ümidi suya düşer. Nihâyet aklı başına gelirse tövbe ve istiğfar ederek, insanlığa canlılık kazandıran prensiplere yani İslâm’a sarıla­rak hem kendisi için hem de topluma faydalı bir uzuv olur.

Dünya ve dünyadaki varlıklar fânidir. Dünyanın şeref ve izzeti, nimet ve devleti kötülüklere âlet veya böbürlenmeye vesile yapıldığı anda zillet ve azaba dönüşür. Aksine Allah’ın rızası gaye edinilirse, bunların rahmet olacağını bili­yoruz. O halde her insana düşen görev, samimi olmak ve Yüce Rabbimizin bizlere ihsan ettiği gücü, kuvveti ve nimeti yine O’nun yolunda harcamasıdır. Yoksa dünyanın nimetleri bulut gibidir. Bazen varlığı görülür ve çabucak ge­çer gider. Ebedî olan ahiret hayatıdır. Her türlü saadet, selâmet, rahat oradadır.

Bir mürşidin, bir öğretmenin, bir terbiyecinin sadece başkalarını doğruya, İyiye ve güzele çağırması veya bir takım ahlâk! Prensipler ortaya atması önem­li bir şey değildir, önemli olan, sözleriyle davranışlarının biribirine uymasıdır. Ahlâkın da en mühim esaslarından biri, bir kimsenin kabullendiği ahlâkî pren­sipleri yaşamasıdır. Bu konuda, o kadar titizlik gösterilmelidir ki, herkes onun hakkında "O budur, başka türlü olamaz" diyebilmelidir. Nasıl ki, güneş ka­ranlığı aydınlatır, ağaçlar mevsimlerinde meyvelerini verir, koyunlar meleme­den başka bir ses çıkaramazlarsa -ki bunlar onların tabiatı olduğundan, başka türlü olamazlar- kâmil bir Müslüman da, tabiat edindiği ahlâk prensipleriyle Allah’a ve O’nun elçisinin emirlerine itaat eder, ibadetlerini yapar. Ana ve ba­basına iyilikten başka bir şey düşünmez, âcizlere, yetimlere, yoksullara yardım eder. Toplumun hayrına olan iş ve davranışların içinde bulunur. Eliyle, diliyle kimseye zarar vermez, içki içmez, kumar oynamaz, adam öldürmez. Başkala­rının ırz ve namuslarına göz koymaz. Kimseyi aldatmaz, yalan söylemez, hır­sızlık yapmaz, iyi davranış ve güzel düşünceler içinde bulunur. Bir kimse Müslüman olduğunu iddia eder ve şu saydığımız güzel işlerin aksini yaparsa, bu onun imanında kemâle ermediğini gösterir.

O halde insan, böyle güzel şeyleri yapmayı seçtikten sonra, artık kendini ona vermeli, ara vermeden devamlı bir şekilde gereğini yapmalıdır Onu gören­ler de, onun yüksek ahlâkî meziyetlere sâhip olduğu kanaati hâsıl olmalıdır. Böyle birisi hakkında, hiç kimse aksine bir şey yapmayacağına İnanmalıdır. Ona öyle itimat edilmelidir ki, nasıl güneş ışık ve ısı verir, elma ağacı elmadan baş­ka bir meyve vermezse, üstün edep ve ahlâk sahibi insandan yani özellikle İyi bir Müslümandan yüksek haslet ve faziletler parlamalı, kendisini, ailesini, çev­resini, toplumunu, milletini hatta bütün insanlığı aydınlatmalı, onlara yol gös­terici, rehber ve önder olmalıdır. İşte olgun bir müminde olması lâzım gelen bu hasletlerin hepsi sevgili peygamberimizde mevcuttu. Bu bakımdan o, her- yönü ile insanlığa bir örnekti. Bunun içindir ki "Seni âlemlere rahmet olarak gönderdik” diye Kur’an’da beyan edilmiştir. Bu sebepten, ferdin ve toplumun huzuru ancak, O’nun ahlâkının uygulanmasıyla elde edilebilir. Yaşayış tarzın­da, emirlerinde, ahlâkında, O’na tâbi olmanın, insanı Allah sevgisine ulaştıra­cağını “(Ey Muhammed) De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana tâbi olun ki, Allah ta sizi sevsin” ayeti, Allah’ın elçisine tâbi olmak, hem sevgisinin delili, hem de Allah tarafından sevilmenin sebebi olmaktadır.

Bir insanda birkaç haslet en güzel şekilde bulunabilir. Fakat bir kimsenin istisnasız bütün güzel hasletleri en üstün derecesiyle nefsinde toplaması, Hz. Muhammed’e mahsus bir haldir. Güzel hasletler birbirine zıt olmamakla be­raber, kemâl derecesinde biri üstün gelirse, diğeri zayıflar. Meselâ, cömertlik üstün derecede gelişmiş ise, aynı zamanda iktisada riayet etmesi zor olmakta ve ölçü muhafaza edilememektedir. Şefkat duygusu ağır basıyorsa, Allah’ın düşmanlarına dahi merhamet etmeye başlayabilir. Aslında onların hidayete er­melerini arzulamak iyi bir şeydir. Yalnız Allah için Allah’ın düşmanlarına buğzetmenin bir iman gereği olduğu unutulmamalıdır. Peygamberimiz, elindeki her şeyi bitene kadar başkalarına dağıtırken, kendi nefsi için son derece iktisa­da riayet ediyor, son derece şefkatli ve merhametli iken, düşmanlarının bu şef­kat ve merhameti istismar etmelerine fırsat vermiyordu. Suç işleyenleri, acı­madan cezalandırıyordu.

Bizlere ve bütün insanlığa örnek olan peygamberimizin güzel ahlâkından bazı sahneleri okuyucularımıza sunmayı bir vazife biliriz.

Şüphesiz, bir kimsenin hayatının en gizli sırlarım en iyi olarak O’nun eşi bilebilir. Eşlerinden Hz. Âişe’ye, Peygamberimizin yaşantısı, ahlâkı nasıldı diye sorulduğunda: “O’nun ahlâkı Kur’an-ı Kerim idi” cevabım vermiştir. O’nun yaşantısı Kur’an’la bütünleşmişti. Peygamberimiz din, Allah’ın birliği bakı­mından, tevhit akidesini insanlığa tebliğ eden bir önderdir. Onun tebliğ ve ir- şâdı ile insanlık Allah’ın hakiki birliğine kavuşmuş, yürekler hakka yönelerek, sıkıntı ve zulmetten kurtulmuştur.

Peygamberimiz ilk vahye mazhar olunca, onunla yirmi beş yıl hayat arka­daşlığı yapmış olan ilk eşi Hz. Hatice, O’na şu şekilde destek olmuş ve O’nun teselli etmişti: "Müjdeler olsun sana, sen sözün doğrusunu söylersin, emanete riayet edersin, akrabanla ilgilenirsin, güzel ve iyi ahlâklısın. Sebat et. Vallahi ben senin bu ümmetin peygamberi olacağını umarım, hiç korkma, Allah seni hiçbir zaman utandırmaz, üzüntüye uğratmaz. Çünkü sen akrabana bakarsın. İşini görmekten âciz olanların yükünü taşırsın. Yoksula kimsenin vermediğini verir, kazandırmadığım kazandırırsın, misafirleri ağırlarsın, uğradıkları musi­betlerde ve felaketlerde halka yardım edersin.” (İbn Hişâm, Süre 1. 249). Bu ifadeler, onun peygamber olmadan önceki durumunu aksettiren bir ayna gibi­dir. O, Peygamber olmadan önce de en güzel ahlâk örneği veren ve yaşayan bir kişi olarak karşımıza çıkmaktadır.

Nur Suresi’nin 4. ayetinde: “Gerçekten sen pek büyük bir ahlâk üzerindesin’’ ifadesiyle, peygamberimizin güzel ahlâkı yüce Rabbimiz tarafın­dan övülmüştür. Kur’an’da Allah tarafından övülen bir kimseyi, biz ne kadar övsek, övmemizde ne kadar mübalağa yapsak, yine onu hakkıyla övmüş ola­mayız. Ahlakın, insan hayatının her safhasında ve kademesinde rolü olduğu görülmektedir. O yine Yüce Rabbimizin diliyle, Tevbe Suresi’nin 128. ayetinde: “(Ey inananlar) Ant olsun ki, içinizden size, sakıntıya uğramanız kendisi­ne ağır gelen, size düşkün, inananlara şefkatli ve merhametli bir peygamber gelmiştir” İfadesiyle müminlere karşı olan tutumunu, keza Ali İmrân Suresi’nin 159. ayetinde: “(Ey Muhammed) Sen onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba ve katı kalpli olsaydın, şüphesiz, etrafından dağılır giderlerdi” ile Enbiya Suresi’nin 107. ayetinde: “(Ey Muhammed) Biz seni ancak âlemlere rah­met olarak gönderdik” İfadelerinden, bütün insanlara karşı olan durumunu görmekteyiz. İşte Allah tarafından bu şekilde övülen bir kişiden daima güzel ahlâk örnekleri fışkırmıştır. O, her zaman insanlarla iyi geçinmeyi istemiş ve bizlere de öyle olmayı tavsiye etmiştir. Bu bakımdan İslâm’da, insanların biri- birleri ile iyi geçinmeleri iyi ahlâk örneklerindendir. İyi ahlâk, sevgi, dostluk ve arkadaşlık duygularını kuvvetlendirir. Ayrılık, gayrılık yapmak kötü ahlâk örneklerindendir. Kötü ahlâk ise, kin, kötülük ve ayrılık doğurur. Sevgili pey­gamberimiz: “İnsanları en çok takva ve güzel ahlâk cennete koyar” diye bu­yurmuştur. Kendisine “Ey Allah’ın elçisi, insana verilen en hayırlı şey nedir?” diye sorulunca, cevap olarak, “güzel ahlaktır” buyurmuşlardır.

Dinlerin insanlara verdiği nimetler vardır. Bunların karşılığında külfetler olduğunu unutmamak lâzımdır. İslâm dini de insanlara dünya ve ahiret saade­tini teklif etmekte, buna karşılık ta bazı vecibeler yüklemektedir. İslâm’da bu vecibeler ahlâk ve amellerin güzellikleri ile hafifletilmiş olduğunu da hatırdan çıkarmamak lâzımdır. Bu konuda mealen Kur’an’daki şu ifadeleri sıralayabi­liriz: “Allah’ın nimeti sayesinde kardeş oldunuz”, “affa sarıl, iyilikle emret, cahillerden sakın”, “iyilik ediniz, zira Allah iyilik edenleri sever”, “İnsanlara tatlı söz söyleyin”, “İyilik yapan kendine yapar, kötülük eden kendine eder, Allah kullarına zulmetmez” gibi ayetler, insanları daima iyi ahlâka sevk edici mahiyettedir.

Onun hayatı objektif bir şekilde tetkik edildiğinde, onun güzel ahlâk ve se­ciyesinden bazı sahnelerini şöylece sıralayabiliriz:

Hz. Ali’den edilen rivayete göre, Hz. Peygamber Allah’a karşı hürmetsiz­lik yapıldığı hallerin dışında- kendisi için kin tutup öç almamıştır.” (Tecrid IX. 276, H. No. 1457). Allah’ın elçisi Peygamberimiz hiç kimseyi azarlamaz, kendisine kötülük edenlere, kötülükle karşılık vermezdi. Affedici idi. Bir kim­se hakkında iki şıktan birini seçmek durumunda kaldığında (günaha düşme­mek şartı ile) en uygun olanım seçerdi. O, şahsına yapılan kötülüğün İntikamı­nı almaz, fakat Allah’ın emirlerine isyan edilirse, o kimseye hak ettiği cezayı vermekten çekinmezdi. Peygamberimiz hiç bir kadım, köleyi, cariyeyi, hizmet­çiyi veya hayvanı döğmemiş, hiç bir kimsenin haram olmayan ricasını reddet­memişti. Evine güleç bir yüzle girer, sahabeleri ile beraber oturduğunda asla ayağını uzatmazdı. Sözlerini tane tane anlaşılır bir şekilde söyler ve onu can kulağı ile dinleyenler sözlerini ezberleyebilirlerdi. O, geceleri uykudan uyanıp namaz kılmak itiyadında İdi. Bu âdetlerini ömürleri boyunca terk etmemişlerdi. Sağlık durumları müsait olmadığı hallerde bu namazı oturarak kılarlardı. Peygamberimiz Müslümanlarla karşılaştığında güleç bir yüzle selamlaşırdı. İş­te bu davranışlarındaki intizam, hayatının sonuna kadar devam etmiş, bir pey­gamber edebi olarak, onun ümmeti olan biz Müslümanlara güzel bir örnek ol­muştur.

Peygamberimiz hoşgörülü bir kimse idi. Bilhassa çocukların yaptıkları ya­ramazlıkları hoş görürdü. Sahabe’ den biri şöyle demektedir: ‘’Çocukken Ensar’dan birinin bahçesine gider, orada hurmaları taşlar düşürürdüm. Bir gün beni yakaladılar ve yaptığım yaramazlıktan ötürü, Hz. Peygamberin yanına götürdüler. Allah’ın elçisi bana, niçin ağaçlara taş attığımı sordu» ben de, hur­maları düşürmek için taş attığımı söyledim. Allah’ın elçisi bana "Hayır öyle yapma, yerlere düşen hurmaları al, ye, fakat ağacı taşlama” buyurdular ve mü­barek eliyle alnımı okşadılar.

Peygamberimiz sadaka veya hediye verirken, Müslim, gayrimüslim farkı gözetmezdi. Müslümanları ve Müslüman olmayanları misafir ederdi. Bir kerre müşriklerden biri kendilerini ziyaret etmiş ve peygamberimizin misafiri olmuştu. Misafirine keçi sütü ikram etmiş, onu memnun edinceye kadar süt vermişti.

Peygamberimiz çok sade yaşar, sade giyinir, gayet sade yemekler yerdi. El­bisenin süslüsünü sevmez, herşeyde sadeliği severdi, İslâmiyet’te dünyayı terk etmek diye bir şey yoktur. Bir Müslüman mubah ve meşru bütün dünyevî zevk­lerden faydalanabilir. Fakat peygamberimiz, zamanını zevk içinde geçirmeyi sevmez ve başkalarını da zevklere dalmaktan menederlerdi.

Peygamberimiz çok mütevazı bir kimse idi. Fakir ve kölelerle birlikte ye­mek yer ve bir merkebe binmekten çekinmezlerdi. En fakir insanların evine gider, onların hal ve hatırlarını sorarlardı. Arkadaşları arasında oturduğunda, bir yabancı onu ayırt edemezdi. Bir gün biri Hz. Peygamberi ziyarete gelmiş, bir peygamber huzurunda olduğunu hissederek titremeye başlamıştı. Bunu gören Allah’ın elçisi "Arkadaş titreme, ben bir melek değilim. Ben Kureyş’ ten kuru ekmek yiyen bir kadının oğluyum” diyerek, ne derece de mütevazi olduklarını açıklamışlardır. Peygamberimizin şu sözü de, onun tevazuunu göstermesi ba­kımından çok İlginçtir: “Hristiyanların Hz. İsa hakkında Allah’ın oğlu dedik­leri gibi beni övgüde aşın gitmeyin. Ben ancak Allah’ın kuluyum. Siz de be­nim hakkımda, Allah’ın kulu ve elçisi deyin” (Tirmizi, Şemail, 55).

Onun güzel ahlâkından bazı sahneler sunmaya devam edelim: Habeş İmpa­ratoru Necâşî tarafından gönderilen bir heyete, Hz. Peygamber bizzat hizmet etmişler, "Bu hizmetleri biz görelim ya Rasulullah” diye teklifte bulunan sa­habeye cevap olarak “Onlar kendi memleketlerinde benim arkadaşlarımı ağır­ladılar. Ben de onları burada ağırlamak isterim” karşılığını vermişlerdir.

Hz. Peygamber, Sa’d b. Ubâde’yi ziyaret etmiş, ayrılışlarında Sa’d oğlu Kays’a, Hz, Peygambere refakat etmesini söylemişti. Allah’ın elçisi, Kays’a kendisi İle birlikte deveye binmesini teklif etmiş, Kays, Peygambere karşı bes­lediği büyük hürmetten dolayı, kendileriyle deveye binmek istememiş, bunun üzerine Hz. Peygamber de “ya benimle beraber deveye bin, yahut evine dön" buyurmuşlardı. Kendileri bir hayvana binmiş durumda iken bir başkasının ya­ya yürümesine tahammül edemeyeceğini göstermişlerdi.

Hz. Peygamberin cömertliği sınırsız olduğu halde, kendileri dilencilikten ve dilencilerden hiç hoşlanmazdı. Bu konuda şöyle derlerdi: “Bir İnsan dilene­ceğine, ormana gitsin, birkaç odun kessin, bunları sırtında taşısın, çarşıya ge­tirsin, onları satarak geçinsin.”

Peygamberimiz, kendileri veya akrabaları adına sadaka veya zekât kabul etmezlerdi. Şayet bir kimse Hz. Peygambere bir şey getirecek olsa, onun hedi­ye mi, yoksa sadaka mı olduğunu sorarlardı. Hediye olduğu söylenecek olur­sa, hediye kabul edilir. Fakat sadaka ise başkalarına dağıtılırdı. Peygamberi­miz de kendisine hediye gönderenlere karşılık olarak hediyeler verirlerdi.

İyilik yapmak ve cömertlik, sanki Hz. Peygamberin ikinci bir tabiatı idi. İbn Abbas’ın bir rivayetine göre, Allah’ın elçisi insanların en âlicenabı ve en kerimi idi. Bilhassa Ramazan ayı esnasında, O’nun cömertliği en yüce bir sevi­yeye ulaşırdı. Peygamberimiz, bir dilenciyi bile geri çevirmemişlerdi. Kendileri daima “Ben ancak dağıtıcıyım, hazinedarım, veren Allah’tır” buyururlardı, ken­dilerine gelen bir şeyi derhal hediye ederler, eğer o şey hane-i saadetlerinde bir gece bile kalsa sıkıntı duyarlardı. Hz. Peygamberin eşi Ümmü Seleme diyor ki: “Bir kerre Allah’ın elçisinin yüzünde bir değişiklik hissettim. Sebebini sor­dum: Dün yedi dinar aldım, bir kimseye veremedim, yanımda kaldı” bu­yurdular.

Peygamberimiz adaletli idi. İltiması, maksatlı olarak taraf tutmayı, adam kayırmayı yasaklıyordu. Ne kimsenin hakkını yer, ne de kimseye hakkını yedirirdi. Çirkin sözler söylemezdi, haya, terbiye ve nezakete aykırı hiçbir dav­ranışta bulunmazdı. Umumi yerlerde gürültü yapmaz, bağırıp çağırmaz, kim­seyi rahatsız etmezdi. Hoşlanmadığı bir şey yüzünden anlaşılırdı. Bir kişide gör­düğü kötü davranışı giderirken, o kişinin şahsiyetini incitmemeye özen göste­rirdi. Dolayısıyla sırf o kişiyi kastetmeksizin, öyle bir davranışın kötü olduğu­nu umumi olarak duyururdu. O, müminlere karşı çok şefkatli ve merhametli idi. Nitekim Yüce Rabbimiz, Tevbe Suresi’nin 128. ayetinde “...çok şefkatli çok merhametli” anlamına gelen “Raâf ve Rahîm” İsimlerini, peygamberleri arasında sadece Hz. Muhammed hakkında kullanmıştır. İşte bunun içindir ki, düşmanları lanetlemesini isteyen birine Peygamberimiz “Ben lanet okumak için değil, âlemlere rahmet olmak İçin gönderildim” cevabını vermişlerdi.

Hz. Peygamberin, adalet ve insafını gösteren pek çok Örnekten bir kaçım daha sunalım: Hz. Peygamber, harp ganimetlerini dağıttığı bir sırada kalaba­lık o kadar çok idi ki, sahabenin biri, peygamberimizin sırtına çıkmış gibi idi. Peygamberimiz elimdeki ince sopa ile mütecavize işaret etmiş, sopa yüzüne ge­lerek biraz çizmişti. Peygamberimiz sopayı hemen o adamın eline vererek “in­tikamını al” diye teklifte bulunmuşlardı. Fakat o adam “Ey Allah’ın elçisi, hayır, ben seni kusurlu bulmuyorum” cevabını vermişti.

Peygamberimiz son hastalığında bile halka hitap etmiş “şayet bir kimseye karşı bir hata işlemişsem, maddi veya manevi bir şekilde incitmişsem, malına, canına, şerefine herhangi bir şekilde tecavüz etmişsem, benden bu dünyada taz­minat istesin” buyurmuştur. Bu teklif derin bir sessizlikle karşılanmış, ancak bir adam, Allah elçisinden birkaç dirhem alacağı olduğunu söylemiş ve parası­nı almıştı. .

Bir İnsanın karakterinde çok az rastlanan vasıflardan biri, O’nun düşman­larını affetmesi, bağışlamasıdır. Peygamberimiz, işte bu vasıf ile de meşhur­du. Bir insanın intikamını alması kanuni hakkıdır. Fakat ahlâk görüşü bakı­mından, bu hakkın elde edilmesi hoş görülmemektedir. Bütün rivayetlerden anlaşılacağına göre, peygamberimiz bu haktan istifade etmemişlerdir. Kendi çocuklarına, müzminlerin çocuklarına ve bütün ümmetine en büyük şefkati gös­termiş olan Hz. Peygamber, hanımlara karşı da çok nazik davranırlardı.

Hz. Peygambere on yıl hizmet eden Enes b. Mâlik: “Ona on yıl hizmet et­tim. Allah’a yemin ederim ki bana bir defa “of” demedi. Herhangi bir şey için de bana, bunu niçin böyle yaptın, şöyle yapsaydın ya, dememiştir?” (Müs­lim, Fedâil, 53; Tecrid XII. 136. H. No: 1987). Peygamberimiz çocuktan çok sever, onlar arasına karışır, onlarla latife ederdi. Sahabeden Akra b. Hâbis, peygamberimizi torunu Hasan’ı okşayıp öperken görür ve “Benim on çocu­ğum vardır. Onlardan hiç birisi öpmedim” demesi üzerine, Allah’ın elçisi “Mer­hamet etmeyene merhamet olunmaz” buyurdular. (Müslim, Fedâil, 65).

Peygamberimiz temiz ve düzenli olmayı sever, bu hususa çok dikkat eder­ler ve Müslümanları da temiz ve düzenli olmaya davet ederlerdi. Peygamberi­mize, bir gün saçı sakalı birbirine karışmış bir adam geldi, saç ve sakalını dü­zeltip gelmesini işaret buyurdular. O da düzeltip döndü. Peygamberimiz: “Bi­rinizin, şeytan gibi başı saçı dağınık olmasından, böylesi daha iyi değil mi?” buyurdular. Yine bir gün Peygamberimiz, üzerinde kirli elbiseler bulunan biri­ni göstererek: “Şu kişi, acaba elbiselerini yıkayacak bir şey bulamıyor mu?” dediler.

Müşkili olan herkes, Peygamberimizin huzuruna endişe duymaksızın girer, dileğini rahatça iletirdi. Hastalarla İlgilenir, onlara geçmiş olsun der, cenazeye gider, yakınlarına başsağlığı diler, teselli eder, cenaze sâhiplerine teselli veril­mesini, onlara yardımcı ve destek olunmasını isterdi.

Ev içindeki davranışları da onun ne kadar mütevazı olduğunu göstermek­tedir. Hz. Âişe’den, ev içinde peygamberimizin davranışlarından sorulduğun­da şu bilgiyi verdi: “Peygamberimiz, evine girdiği zaman herhangi bir fevka­ladelik göstermeden, insanlardan herhangi biri gibi tevazuu ile davranırdı. Kendi elbisesinin söküğü ile meşgul olur, koyunları eliyle sağar, Şilelerine ev işlerin­de gerekli olan kısımlarda yardımcı olurdu. Çarşıya pazara gider, bizzat alış­veriş yapar ve yükünü kendisi taşırdı. Sahibiler: “müsaade buyurunuz da, biz taşıyalım” derlerse de; “Herkes kendi yükünü kendi taşısın” buyururdu. (Tirmizi, Şemâil, 57).

İnsanlara örnek olan peygamberler “Artık Allah’tan sakının, bana da ita­at edin. Bu davetime mukabil sizden bir ücret istemiyorum. Benim ücretim yal­nız âlemlerin Rab’ına aittir. Artık Allah’tan sakının, bana da itaat edin” (Şu­am Süresi, 108-110) diyerek, Kur’an’ın diliyle en güzel diğerkâmlık örneği gös­termişlerdir.

Ahlâkî hasletler yönünden insanlara en güzel örnek olan peygamberler, diğerkâmlık yönünden de örnek olmuşlardır. Kur’an-ı Kerim, hadisler ve sair ki­tapları, onların bu husustaki örnekleriyle doludur. Bütün peygamberler teb­liğle mükellef oldukları için, bu vazifelerini yerine getirirken maddi menfaat, şöhret ve mevkie asla itibar etmemişler, insanoğlunu doğru yola, hidayete ulaştırmayı ve Allah’ın rızasını kazanmayı ön plana almışlardır. Kendilerini yalancılıkla itham eden kavimlerine "bu davetime mukabil sizden hiçbir ücret istemiyorum. Bana verilecek ücret âlemlerin Rab’ı olan Allah’a düşer” demek suretiyle, günümüzdeki menfaatçi ve fırsatçıların durumu göz Önüne alınacak olursa, bu yüce şahsiyetlerin büyüklükleri kendiliğinden ortaya çıkmış olur. Hz. Musa’nın Medyen suyu (kuyusu) kenarında iki zavallı kıza yardımı, Hz. İsmail’in kendisini kurban etmeye niyet eden babasına “inşallah beni sabre­denlerden bulacaksın” demesi, Hz. Eyyub’un başına gelenlere, sabır ve metanetle karşılaması birer diğerkâmlık örneği değil midir? Hele her iyinin, güze­lin, faydalının alınmasını, kötünün, çirkinin, zararlının atılmasını isteyen sev­gili peygamberimiz Hz, Muhammed’in “Ben ahlâkı tamamlamak için gönderildim” (Mâlik, Muvatta, Husnu’l-Halk, 8) demesi ve “Allah’ın resu­lünde sizin için, Allah’a, ahiret gününe inananlar ve Allah’ı çok zikredenler için, güzel bir örnek vardır” (Ahzâb Sûresi, 21) şeklinde Allah’ın kelâmı ile teyit edilişi, onun Risâlet tahtına oturtuluşunun sebebini en güzel şekilde izah etmektedir. O her zaman dostuna ve düşmanına ve yakınlarına adaletle mua­mele etmiş, asla hislerinin esiri olmamıştır. Onun sayılamayacak kadar çok olan diğerkâmlık örneklerinden bir tanesini ele alalım: “Bir kadın dokuduğu ku­maşı (bürdeyi) Hz. Peygambere getirir. Bunu size giydirmek için bizzat ken­dim dokumuştum, der. Hz. Peygamber, ihtiyacı olduğu için, o kumaşı alır ve onu izâr olarak giyer ve sahabenin huzuruna çıkar. Sahabeden biri, ne güzel kumaş, bunu bana verseniz deyince, Hz. Peygamber de, olur der ve bir müd­det oturduktan sonra, evine döner ve o kumaşı dürüp İsteyene gönderir. Bunun üzerine sahabe, o zata kumaşı Peygamberden istemekle iyi yapmadım. Pey­gamber onu ihtiyacı olduğundan dolayı giymişti. Hz. Peygamberin kendisin­den isteyenleri boş çevirmediğini bildiğin halde, o kumaşı istedin dedi. Sehl’in dediğine göre adı geçen bu kumaş, o zatın kefeni olmuştur” (Sahihu’l-Buhârî, Cenâiz, 28, Libâs 18, Edep 39, Musnedu Ahmed, V. 333, 334).

Allah ve Resulünün sevgisini bütün sevgilerin üstüne çıkaran, İslâm’ın emir­lerine İntiba eden sahabe dediğimiz muhterem zevat, kendileri için değil de, Al­lah ve Rasûlü için yaşamışlar, O’nun için yemiş ve içmişler, damarlarındaki kanlar O’nun İçin dolaşmış, duyu organları O’nun için vazife yapmıştı. Kısa­cası, bütün varlık ve imkânlarını Allah ve Peygamberinin emrine âmâde kıl­mışlardı. O’nu kendi canlarından daha fazla sevmişler ve seve seve şehitlik şer­betini içmişler, bu sebepledir ki sahabenin her biri, insanların örnek ittihaz ede­bileceği birer yıldız olmuşlardır. Kendilerine, çoluk çocuğun için ne bıraktın denildiği zaman “Allah ve Resulünü bıraktık" diyen, yaşarken de, öldükten sonra da hak yol üzere olduklarının neşesine erişmiş, birbirleriyle iyilikte ya­rışan feragat sahibi insanlardı onlar.

Hz. Peygamber, takviyesiyle insanlara en güzel bir şekilde örnek olmuş­tur. Dünyada hiçbir kimse onun kadar Allah’tan korkup, O’na sığınmamıştır. O, muharebelerde bile, ister yaya, isterse at üzerinde olsun, daima Allah’ı teb­cil, O’na secde ve şükrettiği görülür. Herkesin savaşta yorgun düşüp kendin­den geçtiği anlarda, O’nun Rab’ına secde etmekte olduğunu tarihler kayde­der. Allah elçisinde görülen bu büyük hasletler, insanlığın varoluşundan beri görülmemiş, kıyamete kadar da görülemeyecektir. Çünkü o, Yüce Rabbimizin methederek ve insanlara örnek olarak yarattığı bir mucizedir. Bütün fazi­let ve meziyetleri kendisinde toplayan bir zatı tarihte bulabilmenin mümkün olup olmadığını, tarihi iyi araştıranlara sormak tazım. Hiç şüphe yoktur ki ta­rihçiler, peygamberimizden başka bir kimseyi gösteremeyeceklerdir. Hele onun ümmiliği (okuma yazma bilmediği) de dikkate alınırsa, onun mucizevi olan bu mükemmelliğine inanmak gerekecektir. Tarihte devletler kurmuş, toplumlar yönetmiş pek çok hükümdar ve kumandandan bahsedilir. Ama onların hususi hayatlarını, şahsiyetlerini İnceleyenler, onların bazılarım pek zalim, bazılarım nefsine düşkün, bazıların şehvetperest ve daha pek çok ahlâksızlıklara bulaş­tıklarını görürler. Bu gibi insanlar, insanlığa örnek olabilir mi? Bunlar, insan­lığı doğru yola sevkedip, onların huzur ve sükûnunu temin edebilirler mi? Bun­ları alkışlayan dalkavuklar, onun günahına ortak olmazlar mı? Zalimi alkışla­mak, o topluma ihanet değil midir?

İnsanlık hakikaten sulh, selâmet ve saâdet istiyorsa, tarafsız olarak örnek (numune) olabilecek insanları tetkik ettikten sonra, bütün olgunluk ve fazilet­leri üzerinde toplayan ve Yüce Yaratanımızın da örnek olarak sunduğu Pey­gamberimizi iyi bilmeli ve kendine onun yolunu ayarlayabilmelidir. O’nun fa­ziletli nurlu yaşantısı kalpleri istila etmelidir. Dünyanın huzur ve sükûnu, an­cak insanlığın O’nu örnek bildiği, onun sevgisini kalplere yerleştirdiği ölçüde olacaktır. Günümüz toplumlarında maddî ve manevî ve mekanik imkânlar ne kadar gelişirse gelişsin, insanoğlu, Hz. Peygamber gibi bir örneği asla göreme­yecektir, Şayet bu güzel örneği görmemezlikten gelip, benimsemeyecek olur­sak, Allah için değil, şan ve şeref için koşan, dışı insan, içi hayvanî duygular­dan kurtulmuş insanlar, toplumlara rehber olmaya kalkışırlar. Bütün bun­lar göz önünde tutularak İnsanların kimi alkışladıklarına, kime inandıklarına dikkatle bakmak lazım. Zalimi alkışlayan onunla birlikte haşrolur. Hepimiz büyük rehberin hayatını tetkik edip ona inanmadıkça, onun yolunu takip et­medikçe zalim olmaktan kurtulamayız.

*Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

“ Ey insanlar! Rabbiniz bir, ceddiniz birdir. Hepiniz Adem’den türemiş bulunuyorsunuz. Adem ise topraktan(yaratılmıştır). Allah indinde en mükerrem ve makbul olanınız, o’ndan korkup çekinenizdir. Bir Arabın Arap olmayan üzerinde bir üstünlüğü yoktur; (varsa) bu, takva yönündendir. Dikkat edin! Tebliğ ettim mi ?... Ey Allah’ım, sen şahit ol”

VEDA HUTBESİNDEN