KUR’ ÂN’A GÖRE İNANÇ HÜRRİYETİ
Doç. Dr. Şevki SAKA *
Kur’an’ın evrensel yapısının daha iyi anlaşıldığında şüphe yoktur. Zira bugüne kadar olan gelişmeler, bu gerçeği net bir şekilde yansıtmaktadır. Daha açık bir ifadeyle, bilimsel araştırmaların ortaya koyduğu sonuçlar, Kur’an gerçeğini teyit etmekte ve ona karşı olan ilgiyi daha da artırmaktadır. Bu da insanlığın kurtuluşunun tek kaynağıdır, Kur’an olduğunu göstermektedir. Bunun için Kur’an’a daha gerçekçi açıdan yaklaşmak ve onu daha objektif bir incelemeye tabi tutmak gerekmektedir.
Bu anlayışla “Kur’an’a Göre İnanç Hürriyeti” kavramıyla ne kastedildiğini ve bu kavramı çizmiş olduğu sınırlan tespit etmeğe çalışacağız:
Öncelikle şunu belirtelim ki insan, Allah’a kulluk etmek için yaratılmıştır.(1)O, bütün düşünce ve davranışlarını ilahî iradeye göre düzenlemek ve ona ters düşen hareketlerden kaçınmakla yükümlüdür. Tevhit inancı sadece Allah’ın bir olduğunu söylemekten ibaret değildir. Tevhit inancı; itikat, ibadet, ahlâk, aile hukuku, miras, iktisat, cihat, suç ve ceza gibi insan hayatını İlgilendiren bütün konularda ilâhî iradeye boyun eğmektir. Başka bir deyişle, Kur’an’ın getirmiş olduğu gerçekleri kabul etmek ve onları yaşamaktır. Zira Yüce Allah, insanları kendisinin koymuş olduğu bu esaslara inanmak ve ona göre yaşamakla sorumlu tutmuştur. Bunlara uymayanları İse, cezalandıracağım belirtmiştir.(2) Bundan sonra da herkesi inanç konusunda hür iradesiyle baş başa bırakmıştır. Artık dileyen inanıp Allah’ın emirleri doğrultusunda hareket eder, dileyen de kendi hevâ ve arzusu İstikametinde yaşamım sürdürür. Bu husus şu ayetle açıkça belirtilmiştir:
“De ki, gerçek Rabbinizdendir; dileyen inansın, dileyen inkâr etsin. Biz zalimlere öyle bir ateş hazırladık ki, onun duvarları kendilerini çepeçevre kuşat’ iniştir.”(3)
Görüldüğü gibi gerçek Yüce Allah katından kitap ve peygamber vasıtasıyla insanlara bildirilmiştir. İnsanlar da Allah’ın bildirdiği bütün esaslara uymak zorundadırlar. Kitap ve peygamber gönderilişindeki hikmet budur. Kısacası Kur’an, bütünüyle İnsanların Allah’ın hükümlerine boyun eğmek zorunda olduklarını belirtmektedir.(4) Bunun için “Kur’an’a Göre inanç Hürriyetini” bu genel esaslar çerçevesinde düşünmek lazımdır.
Ancak, Yüce Allah bu konudaki uyarıcı ve ikna edici delilleri de bildirmekle birlikte, İnsanları akıl ve iradelerinde serbest bırakmıştır. Herkes hür iradesini ve aklını kullanarak kendi tercihini yapma özgürlüğüne sahiptir. Bundan dolayı iman konusunda kimsenin kimseyi zorlaması söz konusu olamaz. Baskı ve tazyik altında yapılan bir imanın, gerçeği yansıtmış olması düşünülemez. Zaten hiç kimseye böyle bir zorlama yetkisi verilmiş değildir. Eğer Yüce Allah istemiş olsaydı, bütün insanları Kur’an çizgisinde birleştirirdi ve buna hiç kimse de itiraz edemezdi.(5)
Kur’an, sık sık, insanları çevrelerinde olup bitenleri incelemeğe ve varlıklar üzerinde düşünmeğe çağırmaktadır. Bundan da asıl amacı, insanların bilinçli bir şekilde İman etmelerini sağlamaktır. Hedefi böyle düşündürmek ve İkna etmek suretiyle insanları inanmaya çağırmak olan bir dinin, baskı ve tehdit yöntemleriyle vicdanlara hâkim olmak istemesi mümkün değildir. Zira bir kimse korku ve tehdit altında iman ettiğini söylemiş olsa bile, böyle bir durumda kalbinin tasdik etmesi söz konusu olamaz.(6) Kalp tasdik etmeyince de insan, iman etmiş sayılamaz. Hatta değil iman, zorla yapılan bir İbadette bile, dinin vadettiği sevap elde edilemez.
Gönül rızası ve samimi bir niyet olmadıkça, Allah katında hiçbir amel makbul değildir. “Ameller ancak niyetlere göredir”(7) hâdisi de bu gerçeğin açık bir ifadesidir. Bunun için zorla ve baskı ile yapılan bir iman, iman değildir. Bu noktada Kur’an’ın yaklaşımı şöyledir:
“Dinde zorlama yoktur, artık hak ile bâtıl birbirinden ayrılmıştır.(8) Burada “lâ ikrâhe fiddîn” ifadesindeki (fi) zarfîyet için değil, sebebiyet İçin değerlendirildiğinde âyetin anlamı “Din için bir zorlama yoktur” şeklindedir.(9) Başka bir değerlendirmeğe göre de “bir kimseyi İslâm dinine sokmak için zorlamayınız” anlamındadır.(10) Zira İslâm’ın yüceliğini ortaya koyan deliller o kadar açık ve seçiktir ki, zorla bir kimseyi dine sokmaya bir İhtiyaç yoktur. Kime Cenâb-ı Hak hidayet nasip etmişse, onun gönlünü İslâm’a açar, ufkunu genişletir, görüşünü derinleştirir, o da İslâmiyet’i hür iradesiyle seçmiş olur. Aksi takdirde gözü, kulağı ve kalbi mühürlenmiş olan bir kimseyi, İslâm’a girmeğe zorlamakta bir fayda yoktur.(11)
Dinin temeli olan iman, ancak kalbin tasdik etmesi ve tatmin olmasıyla mümkündür. Bu da serbest ve hür iradeyle yapılan bir tercihe bağlıdır. Bu konuda insanı zorlamanın bir anlamı yoktur. Şimdi bu âyetin nüzul sebebi hakkında rivayet edilen haberler üzerinde duralım:
Bu Davûd (Ö. 275/888) tarafından nakledilen bir haberde şöyle denilmektedir: ‘İslâmiyet’ten önce çocuğu yaşamayan Medineli bir kadın, çocuğu yaşadığı takdirde onu Yahudi dini üzere yetiştirmeğe nezretmişti. İslâmiyet geldiğinde Medineli Ensar arasında çocukları bu şekilde Yahudi olmuş aileler vardı. Bir Yahudi kabilesi olan Benü Nadir, Hicret’ten sonra Medine’den çıkarıldıkları sırada, Yahudi dinine girmiş olan Ensar çocukları da onlarla beraberdi. Çocuklarını yahudîler arasında bırakmak istemeyen Ensar, onları İslâm’a girmeğe zorlayınca bu âyet nazil olmuştur.”(12)
Bu konuda başka bir rivayette de şunlar anlatılmaktadır: “Ensar’dan Benî Salim b. Avf kabilesine mensup biri (Husayn el-Ensâri)’nin İslâmiyet’ten önce Hıristiyan olmuş iki oğlu vardı. Bunlar hıristiyan bir toplulukla ticaret için (Şam’dan) Medine’ye geldiklerinde babaları, Müslüman olmadan sizi bırakma demiş, fakat onlar buna yanaşmamışlardı. Bunun üzerine Hz. Peygamber’e başvurdular. Çocukların babası: Ey Allah’ın Resulü göz göre göre benim çocuklarım ateşe mi girecekler? Deyince, Cenâb-ı Hak da: Dinde zorlama yoktur, ayetini indirdi.”(13)
Bu ayetin nüzul sebebi hakkında anlamlan aynı fakat metinleri biraz farklı olan başka rivayetler de vardır. Ancak şunu belirtmek gerekir ki, Kur’an’ın herhangi bir ayetinin indirilmesini her zaman tek sebebe bağlamak doğru değildir. Bazen tek hâdise bir ayetin İndirilmesine sebep olurken, bazen da birbirine benzeyen hadiselerin tekrarlanması durumunda, hepsine birden çözüm getirecek bir ayetin gönderilmiş olması mümkündür.(14) Burada da birbirine benzer birkaç hadisenin nüzul sebebi olarak zikredildiği görülmektedir. Bunun için her ne kadar sözü edilen âyet, Ensar’dan bir topluluk hakkında inmişse de hükmü umûmidir.(15)
Ancak bu ayetin hükmünün nesh edilip edilmediği hususunda bazı görüşler ileri sürülmüştür. Bu görüş sahiplerinden bir kısmı, ayetin hükmünün, “Ey peygamber, kâfirler ve münafıklarla cihâd et, onlara karşı sert davran”(16) anlamındaki ayetle nesh edildiğini ifade etmişlerdir. Onlara göre Hz. Peygamber, arapları İslâm dinine girmeğe zorlamış, onlarla savaşmış ve onlardan müslüman olmalarından başka bir şey kabul etmemiştir.(17)
Diğer bir kısmı ise, ayetin nesh edilmeyip, kitap ehli hakkında tahsis ifade ettiğini belirtmişlerdir. Bunlar arasında Şa’bî(ö.l03/-721), Katâde (ö. 118/736), Haşan Basrî (Ö. 110/728) ve Dahhâk (ö. 105/723) gibi şahsiyetler de bulunmaktadır. Bunlara göre de kitap ehli cizye (18) yani vergi ödedikleri takdirde İslam’a girmeleri için onlara baskı yapılamaz. Baskı ancak kendilerinden cizye kabul edilmeyen müşriklere yapılır. Zira Tevbe suresinin 73. ayeti onlarla cihâd yapılmasını emretmektedir. Kitap ehline baskı yapılamayacağı hususunda ise, Zeyd b.Eslem (Ö.136/753)’den rivayet edilen şu hadiseyi delil göstermektedirler: Hz. Ömer yaşlı bir hıristiyan kadına: “Ey kadın, müslüman ol ki, kurtulasın. Allah Teâlâ peygamberi hak dinle göndermiştir.” deyince, yaşlı kadın da: "Beni bırak, ben yaşlı bir kimseyim ve ölümüm de yakındır” demiştir. Bunun üzerine Hz. Ömer de: “Şahit ol Allah’ım” diyerek “Dinde zorlama yoktur” âyetini okumuştur.(19)
İbn-i Abbas (ö.68/687)’tan gelen çeşitli rivayetlerde de bu ayetin, kitap ehlinden olan çocuklarını zorla İslam’a döndürmek isteyen Ensar hakkında nazil olduğu belirtilmektedir. Bununla da ifade edilmek İstenen husus, âyetin mensuh olmadığı ve kitap ehlini dinlerinden döndürmek İçin onlara baskı yapılamayacağı gerçeğidir.(20)
Taberi (Ö.310/922) de bu konudaki rivayetleri genişçe serdettikten sonra, ayetin nesh edilmediğini İleri sürenlerin görüşlerini tercih ederek şöyle demektedir:
“Görüşlerin en doğrusu, ayetin belli bir zümre hakkında indiğini söyleyen görüştür. Dinde zorlama yoktur, ayetiyle mecusîler ve kendilerinden cizye alınması uygun olan bütün gayrı müslimler kastedilmektedir. Buna göre ayette herhangi bir nesih sözkonusu değildir. Bizde de bu konudaki sözlerin en doğrusunun bu olduğunu söyledik. Zira (Kitabul’l-Latifî mine’l-Beyani an Usûl’Ahkâm) adlı eserimizde buna şöyle işaret etmiştik: Bir hükmün nesih olabilmesi için, mensuhun hükmünü kaldırmış olması ve her iki hüküm arasında bir uyumun bulunmaması gerekir. Şayet emir ve nehillerin zahiri umumilik, aslı ise husûsilik ifade ederse, bunların nasih ve mensuhla İlgileri yoktur.”(21)
Cassâs (Ö.370/980) ise, Ahkâmu’l-Kur’an’ında sözü edilen ayet hakkında bir değerlendirme yaparak, hiç kimsenin zorla dine sokulamayacağını, dolayısıyla bu ayetin, arap müşrikleri dışında cizye verip isim hâkimiyetini tanıyan bütün inanmayanları kapsadığını ifade etmektedir.(22)
Şimdi bu açıklamaların ışığında ayetin nesh edilmediğinin değerlendirmesini yapalım; İlk önce şunu kaydedelim ki, İbni Abbas da dahil olmak üzere bütün muhakkik müfessirler, ayetin mensuh olmadığını belirtmişlerdir. Fakat az da olsa bazıları, daha önce de ifade ettiğimiz gibi, “Dinde zorlama yoktur" ayetinin, ilk dönemlerde nazil olduğunu, ancak daha sonra inen cihâd ayetleriyle nesh edildiğini ileri sürmüşlerdir.(23)
Hemen belirtelim ki, âyetin ilk dönemlerde nazil olmadığının en güzel delili, aynı ayetin devamındaki ‘“Artık bak, bâtıldan ayrılmıştır” ifadesinin bulunmasıdır. Dikkat edilirse burada “Hak bâtıldan ayrılmıştır” denilmektedir. Peki hak batıldan nasıl ve ne ile ayrılmıştır? Hakkın batıldan ayrılması, ancak Kur’an’ın hükümlerinin açıklanmasıyla mümkündür. Bu demektir kİ, Kur’an inmiş ve hükümleri açıklanmış ki, bunun vasıtasıyla de hak batıldan ayrılmıştır, Buna göre sözü edilen ayetin, vahyin ilk yıllarında İnmiş olması pek mümkün görülmemektedir. Aksi takdirde yani, Kur’an’ın her şeyi ayıklamadığı daha ilk dönemlerde “Hak bâtıldan ayrılmıştır” denmesi, ne anlam ifade etmiş olurdu?
Diğer taraftan bu ayetin, Müslümanların başkalarını dine girmeğe zorlayabilecek güçte oldukları bir dönemde inmesi gerekir ki, “Dinde zorlama yoktur” denmesi bir anlam taşımış olsun. Bu duruma da Müslümanlar ancak Hicret’ten sonra Medine’de vahyin son yıllarına doğru ulaşabilmişlerdir. Nitekim ayetin nüzul sebebi olarak gösterilen Benû Nadîr kabilesinin Medine’den çıkarılması da Hicrî dördüncü seneye rastlamaktadır.(24)
Demek oluyor ki bu ayet vahyin ilk dönemlerinde değil, sonlarına yakın bir zamanda inmiş ve insan fıtratına uygun düşmeyen bir işi, yani dinde zorlamanın olmayacağını beyan etmiştir. Çünkü dinin aslı ve özü olan iman, boyun eğmeği ve itaat etmeği gerektirir. Bu ise zorla ve baskı ile değil, ancak delillerle ve ikna etmek suretiyle mümkün olur. Bunun için “Dinde zorlama yoktur” ayeti, dinin temel ilkelerinden biri sayılmıştır. Zira bir kimseyi zorla dininden vaz geçirmek mümkün olmadığı gibi, zorla bir dine sokmak da mümkün değildir.(25) Dolayısıyla Taberi ‘nin de dediği gibi, söz konusu ayetin nesh edildiğine dair herhangi bir delil yoktur.
Ayetin tahsisi meselesine gelince: Bu görüşü benimseyenler, sözü edilen ayetin, “Ey peygamber, kâfirler ve münafıklarla cihat et, onlara karşı sert davran” anlamındaki ayetle nesh edilmeyip tahsis edildiğini, dolayısıyla “Kitap-ehli”nin cizye ödediği takdirde dine girmeğe zorlanamayacağını, fakat Arap müşriklerin ise İslam’a girmeğe zorlanabileceklerini ve onlardan Müslüman olmalarından başka bir şey İstenmeyeceğim belirtmişlerdir.(26)
Kitap ehlinden cizye kabul edilmesini ve Arap müşriklerinden kabul edilmemesini de şu ayet-i kerimlere dayandırmaktadırlar:
“Kitap verilenlerden, Allah’a, ahiret gününe inanmayan, Allah’ın ve peygamberinin haram kıldığını haram saymayan, hak dinini din edinmeyenlerle, boyunlarını büküp kendi elleriyle cizye verene kadar savaşın.”(27) “Ya onlarla savaşırsınız veya onlar Müslüman olurlar.”(28)
Kimlerden cizye alınıp alınmayacağı konusunda Ebu Yusuf (ö. 182/798) da Kitabu’l-Haraç’ında şöyle demektedir: “Müşriklerin hepsinden cizye alınır. Bunlar ister mecüsî, ister put-perest olsun, İsterse taşlara, yıldızlara, ateşe ve buzağıya tapan kimseler olsun. Ancak İslâm’dan dönenlerle arap müşriklerinden cizye alınmaz. Bunlar hakkındaki hüküm ise şöyledir: İslam’a davet edilirler, eğer kabul ederlerse ne güzel; şayet kabul etmezlerse erkekleri öldürülür, kadın ve çocukları da esir alınır.”(29)
Burada arap müşriklerinin diğer müşriklerden farklı bir durumlarının olduğuna yer verilmektedir. Hatta bununla ilgili olarak bir hadiste de şöyle denilmektedir: “İnsanlar, lâilahe İllallah, deyinceye kadar onlarla savaşmakla emredildim."(30) Bu hadiste geçen (en-nas) kelimesinden kastedilen anlam, arap müşrikleridir. Çünkü aynı hadisin başka varyantlarında da “Ben müşriklerle savaş yapmakla emredildim”.(31) ifadesi yer almaktadır.
Zira arap müşrikleri, Kur’an mucizesini yakinen gördükleri halde inanmamış, Hz. Peygambere karşı savaş açmış ve onu öldürmeğe and içmişlerdi. Onunla beraber Müslümanlara da büyük zulüm yapmış ve nicelerini işkence altında öldürmüşlerdi. İşte Arap müşriklerinin bu farklı durumları sebebiyle onlardan ya Müslüman olmaları veya savaşı kabul etmeleri istenmekteydi. Buna göre müşrik Araplara İslam dinine girmeleri için baskı yapılması uygun görülmüş, fakat bunların dışında kim otursa olsun cizye verip İslam hakimiyetini kabul ettiği takdirde, artık ona baskı yapılması kabul edilmemiştir.(32)
Ancak cizye konusunda her ne kadar Arap müşriklerle diğer müşrikler arasında farklı bir duruma işaret edilmekte ise de, bunun cizye ayetinin Mekke’nin fethim takip eden günlerde Arapların topluca İslamiyet’i kabul etmelerinden sonra nazil olmasından kaynaklandığı kanaatindeyiz. Yoksa Mecusilerden bile cizye alınıp, Arap müşriklerinden alınmamasını, sadece İslam’a ve Hz. Peygambere karşı olan düşmanlıklarıyla İzah etmek, pek de doyurucu değildir. Kal- diki Hz. Peygamberin uygulamalarına bakıldığında, müşrikler arasında farklı bir muamelenin yapıldığına rastlamak güçtür. Nitekim Hz. Peygamber bir ordunun veya esriyenin başına bir kumandan tayin ettiği zaman ona şöyle derdi: Müşrik olan düşmanınla karşılaştığında, onları üç şeyden birine davet et. Hangisini kabul ederlerse sen de kabul et ve onlardan elini çek: Onları önce İslam’a davet et, kabul ederlerse sen de onların Müslümanlığını kabul et ve artık onlara dokunma... Eğer bunu kabul etmezlerse, onlara cizye vermelerini teklif et; kabul ederlerse onlardan cizye al ve kendilerini serbest bırak... Şayet bunu da kabul etmezlerse, o zaman Allah’tan yardım dile ve onlarla savaş”(33) Bu hadiste müşrikler hakkında umum bir ifade kullanılmış ve hiçbir ayırım yapılmamıştır. Gerek Hz. Peygamber zamanında, gerekse daha sonraki dönemlerde bütün uygulamaların bu şekilde olduğu bilinmektedir. Bunun en güzel örneklerinden biri, Hz. Ömer’in halifeliği döneminde yapılan Kadisiye savaşında görülmektedir: İslâm ordusu başkumandanı Sa’d b. Ebi Vakkas’ın, İran ordusu baş kumandam Rüstem’e gönderdiği elçilerle onlara, ya Müslüman olmalarını veya cizye vermelerini, eğer bunlardan birini kabul etmezlerse savaştan başka bir yol olmadığım bildirmiştir.(34)
Görüldüğü üzere cizye konusunda müşrikler arasında farklı bir tatbikat yapılmamıştır. Ayrıca Hz. Peygamberi öldürmeyi amaçlayan ve bu maksatla onunla savaşan Arap müşriklerinin kısa zamanda ortadan kalktıkları tarihi bir gerçektir. Zira onlardan bir kısmı ölmüş, bir kısmı da İslamiyet] seçerek Müslümanların arasına katılmışlardı. Bu demektir ki, tahsisi gerektiren sebep de ortadan kalkmış bulunmaktadır. Bu takdirde tahsisi kabul edenlerin görüşü dikkate alındığında dahi, sözü edilen Arap müşriklerinden günümüzde bir topluluk mevcut olmadığına, göre, “Dinde zorlama yoktur" ayetinin nüzul sebebi her ne kadar hususi İse de, hükmünün umumi oluşuna engel bir durum yoktur.
Bu konuda Dımaşk Üniversitesi Şeriat Fakültesi Vekili Doktor Vehbe Züheyli de Ibni Teymiyye (0.728/1327)’nin “Risaletü’I-Kıtal fi Mecmûati Resâil” adlı kitabından yapmış olduğu bir alıntıyı, “Âsânı’l Harp fi’l-Fıkhı’l-İslâmî" adlı eserinde şöyle nakletmektedir:
“Selefin çoğunluğu, bu ayetin ne nesh, ne de tahsis edildiği, ancak umum ifade ettiği görüşündedir. Bu durumda biz, bir kimseyi dine sokmak için zorlayamayız. Savaş ise, ancak bize savaş açanlara karşı yapılır. Eğer İslamiyet’i kabul ederlerse, canlarını ve mallarını korumuş olurlar. Ayrıca biz savaşma gücünde olmayanları öldürmeyiz. Hz. Peygamber’in ne İslam’ı kabul etmekte direnen, ne de direnmeye gücü yetmeyen (zayıf) kimseyi dine sokmak için zorladığını hiç kimse nakledemez. Zaten bu şekilde bir kimseyi İslam dinine girmeğe zorlamakta bir fayda yoktur.”(35)
Doktor Vehbe Züheyli de ayet hakkındaki görüşünü şöyle ifade etmektedir: "Bana göre sözlerin en iyisi, ayet ne nesh edilmiş, ne de tahsis edilmiştir. Çünkü tahsisi ileri sürenlerin dayandığı delillerin tahsise delâleti kesin değildir. Kur’an’ın nassı İse umûmidir.”(36)
Biz de ayetin hükmünün genel bir anlam ifade ettiği kanaatindeyiz. Zira Kur’an’da bununla çelişen bir ayetin mevcut olduğunu söylemek oldukça güçtür. Fakat buna uygun ve bunu destekleyen pek çok ayet vardır. Şimdi bunlardan birkaçını burada sıralamaya çalışalım:
“Rabbin dileseydi, yeryüzündekilerin hepsi mutlaka inanırdı.
Öyle İken insanları inanmaya sen mi zorlayacaksın?(37)
“İnanmıyorlar diye neredeyse kendini mahvedeceksin. Eğer biz dilesek onlara gökten bir mucize indiririz de ona boyun eğmek zorunda kalırlar.”(38)
“Allah dileseydi elbette onları hidayet üzerinde toplardı. O halde sakın bilmeyenlerden olma.”(39) “De ki, hak Rabbinizdendir; artık dileyen inansın, dileyen inkâr etsin.”(40) Görüldüğü üzere bu ayetler de bir kimseyi dine girmek için zorlamaya imkân vermemektedirler. Eğer Yüce Allah dilemiş olsaydı, bir anda herkesi hidayet üzerinde toplardı, hiç kimse de buna itiraz edemezdi. Hatta öyle zorlayıcı bir mucize gönderirdi ki, herkes buna uymak zorunda kalırdı.
Bütün bunlar ve bunlara benzer daha pek çok ayet, “Dinde zorlama yoktur” anlamındaki ayeti teyit etmektedirler. Durum böyle olunca bu ayetin müşriklerle ilgili hükmünün mensuh olduğunu söylemeğe imkân yoktur. Gerek Kur’an’ın genel prensiplerine, gerekse Hz. Peygamberin tatbikatına uygun düşen husus, söz konusu ayetin muhkem olup, umum İfade etmesidir. Bunun, ilerde anlatacağımız gibi, cihat ayetleriyle çelişkili bir durumu söz konusu değildir. Zira baskı ve silâh zoru ile gönüllere hakim olmanın mümkün olmayacağı, aksine daha çok nefrete sebep olacağı bilinen bir gerçektir. Kaldı ki hiç kimseye böyle bir baskı yetkisi verilmiş değildir. Kur’an’da sık sık rastlanan şu uyarılarla bu durum açıklanmış ve Hz. Peygamberin bir zorlayıcı değil, bir uyarıcı olduğu belirtilmiştir:
“Sen onların üstünde bir zorlayıcı değilsin, tehdidimden korkanlara, Kur’an’la öğüt ver,”(42)
“(Ey Muhammed) sen öğüt ver, çünkü sen sadece bir öğütçüsün. Onların üzerinde zorlayıcı değilsin.”(43)
“Eğer yüz çevirirlerse (üzülme), biz seni onların üzerine bekçi göndermedik. Sana düşen, yalnız tebliğdir. ”(44)
“Sen sadece bir uyarıcısın.”(45)
“Onları yola getirmek sana düşmez. Fakat Allah dilediğini doğru yola eriştirir. ”(46)
“Sen onların doğru yola gelmelerini ne kadar istesen de Allah saptırdığını doğru yola getirmez.”(47)
“Sen sevdiğini doğru yola iletmezsin, fakat Allah, dilediğini doğru yola iletir.”(48)
Bütün bu ayetlerin ortaya koyduğu husus, bir kimseyi dine girmeğe zorlamanın bir faydası-olmadığı gerçeğidir. İnsanın akıl ve mantığına ters düşen böyle bir uygulamayı Kur’an’ın tasvip etmesi düşünülemez.
Ayrıca bir kimseyi korku ve tehdit yoluyla inanmaya zorlamak, onun aklını ve iradesini kendi isteyenin dışında yönlendirmek olur ki, böyle bir durum da yapmış olduğu bir İşten dolayı o kimse nasıl sorumlu tutulabilir? Aklını ve iradesini kullanmaya imkân bulamayan insan, onu zorla yönlendirenin elinde adeta akılsız ve iradesiz bir varlık durumuna düşmüş olur. Bundan dolayı da yapmış olduğu işler ister iyi olsun ister kötü, bunun sonuçlan kendine ait değil, ancak o işi zorla ve tehditle yaptırana aittir. Bu ise, dini görevlerle sorumlu olmayı gerektiren esaslara ters düşmektedir. Zira insan hür İradesi ve kendi tercihi ile bir iş yapmalıdır ki, sonunda onun sevabına da, cezasına da ortak olabilsin. Aksi takdirde korku ve baskı altında yapılan bir işte aklın ve iradenin rolü yok edilmiş olur. Aklı ve iradesi yok edilmiş bir kimse de dini görevlerle sorumlu değildir. Dinin akıllı insanlara hitap ettiği bilinen bir gerçektir.
Bu konuda Fahruddin er-Razî (ö.606/1209)’nin tefsirinde de şu görüşe yer verildiği görülmektedir: “Yüce Allah zatınının birliğini ortaya koyan delilleri anlatınca, artık İnkârcıların küfürlerinde devam etmeleri için bir özürleri kalmamıştır. Bundan dolayı onları iman etmeğe zorlamak gerekir, anlamındaki bir görü; doğru değildir. Zira bu görüş, dünyanın bir imtihan yeri olduğu inancına ters düşmektedir. Çünkü inanca baskı yapılınca artık imtihanın bir anlamı kalmış olmaz.
Öte yandan tarihi gerçekler araştırıldığında, Hz. Peygamberin hiç kimseyi dini kabul etmeğe zorladığı görülmemiştir. Onun görevi, insanları zorla dine sokmak değil, onlara İslam’ı tebliğ etmek ve onları uyarmaktadır.(50) Bu görevi yerine getirirken takip etmiş olduğu metot da insanları, hikmet ve güzel öğüt esaslarına göre İslam’a çağırmaktır. İlahi gerçekleri herkesin anlayabileceği bir tarzda onlara güzellikle sunmaktır.(51) Gerçekleri kabul etmede inat eden, katı ve sert tabiatlı insanlara karşı da en güzel şekilde mücadele etmektir.(52)
Bu esaslar doğrultusunda hareket eden Hz. Peygamber, ne bir Yahudi, ne bir Hristiyan ve ne de başka bir din mensubunu, dinini terk edip İslam’a girmesi için zorlamış değildir. Bu anlayışla İslam’ın başlangıcından bu yana Müslüman orduları feth ettikleri ülkelerde yaşayan başka din mensuplarının hayatlarım korumak için onlardan cizye almış, fakat onları hiçbir zaman dinlerinden dönmeğe zorlamamalardır. Hatta dini vecibelerini yerine getirmek için onları himaye bile etmişlerdir.
İslamiyet’in yaşanılan en mükemmel bir din olması ve yabancı din mensuplarına karşı göstermiş olduğu büyük müsamahası sebebiyle kendi dinlerini terk edip, İslam’a girenlerin sayısı, başka dinlere girenlerle mukayese edilmeyecek kadar çok olmuştur. Bunu anlamayan veya anlamak istemeyen bir takım kimseler, İslamiyet’in kılıç zoru ile yayıldığını iddia edecek kadar yanlış düşünceye saplanmışlardır (53)
Bundaki gayeleri de İslamiyet’in ilmî, edebî, hukukî, ahlaki ve sosyal içerikli yapısıyla gönüllere nüfuz eden manevi etkisini görmezlikten gelip, onu kana susamış, mütecaviz ve dehşet verici bir din olarak göstermektedir. Diğer bir ifadeyle, hissi ve kasıtlı yaklaşımlarıyla, onun akıl ve mantığı doyuran, gönülleri tatmin eden özelliklerini silmeğe çalışmaktır.
Ancak gerek Kur’an’ın evrensel yapısı, gerekse tarihi gerçekler bu iddiaların asılsız olduğunu ortaya koymaktadırlar. Zira Hz. Peygamber Mekke’de namazlarım gizlice kılarken, Müslümanlar dinlerinden döndürülmek için akıl almaz işkencelere maruz bırakılırken, nihayet Müslümanlar Mekke’de kendilerini savunamayıp Medine’ye hicret etmek zorunda kalırlarken, İslamiyet’in kılıç zoru ile yayıldığını iddia etmek, gerçekleri tahrif etmekten başka bir şey değildir.(54)
Özellikle bu konuda müsteşrik Goldziher, Hz. Peygamberi Mekke’de af, müsamaha, hikmet ve güzel öğütle insanları İslam’a davet eden, Medine döneminde ise, inkârcıları yok etmek ve devletini kurmak için kanlı kılıcını eline alan bir şahıs olarak nitelendirmektedir.(55)
Goldziher’in insaf ölçülerine sığmayan bu iddialarının doğru olması mümkün değildir. Çünkü davetle ilgili ayetler üzerinde, İnceleme yapanlar, gerek Mekke, gerekse Medine’de nazil olan ayetler arasında bir farkın olmadığım, aksine bunlarda metot ve gaye birliğinin bulunduğunu göreceklerdir. Mekke ve Medenî ayetlerin davet üslubu yönünden birbirine benzemesi yadırganacak bir şey değildi. Zira hepsi aynı kaynaktan gelmektedir. Kur’an’ı Mekke’de indiren Yüce Allah’tır, Medine’de İndiren de O’dur. Aynı zamanda her iki yerde de Kur’an’ı alan Hz. Peygamberdir. Mekke’de nazil olan ayetler, Medine’de nazil olanların temelini oluşturmaktadırlar. Bunların hepsi bir uyum ve ahenk içinde bütünlük arz ederek, birbirlerini desteklemektedirler. Bunun için Mekke döneminde yerleşmiş olan esaslar, Medine döneminde meydana gelen yeni olaylarla değişmiş ve ortadan kalkmış değildir.(56)
Ancak tedrici bir gelişmenin varlığı söz konusudur. Dolayısıyla ne takip ettiği metotta bir değişiklik, ne de öğretilerinde bir çelişki vardır. Bu noktayı biraz daha açacak olursak, Mekke dönemindeki ayetler ne ölçüde af ve müsamahaya yer vermişlerse, Medine dönemindeki ayetler de aynı ölçüde yer vermişlerdir (57)
Mesela, Medine’de nazil olan surelerdeki şu ayetlere bir göz atalım:
İşte bu ayet-i kerimeler, Hz. Peygamber’in Medine döneminde en güçlü olduğu bir sırada inmişlerdir. Bu dönemde o, istediği her şeyi kendisine karşı gelenlere zorla kabul ettirebilirdi. Fakat görülüyor ki, Mekke dönemindeki ayetlerde olduğu gibi, Medine dönemindeki ayetlerde de aftan, müsamahadan, herkesin işinin kendine ait olduğundan ve Hz. Peygamberin görevinin tebliğden ibaret olduğundan bahsedilmektedir. Herkes kendi hür iradesine göre hakkı kabul edip etmemekte serbest bırakılmıştır.
Diğer taraftan Medine dönemindeki ayetlerde görülen coşku ve sertlik, Mekke’de nazil olan ayetlerde de görülmektedir. Buna da Mekke dönemindeki ayetlerden şunları misal verebiliriz:
Bu ayetlerde hissedilen tehdit ve sertlik, Medine dönemindeki ayetlerle karşılaştırıldığında aralarında pek farklı bir durumun olmadığı anlaşılmaktadır. Bunun için gerek Mekke, gerekse Medine’deki davet üslûbunda herhangi bir değişiklik söz konusu değildir. Çünkü davette aslolan kılıç değil, hikmet ve güzel öğüt esaslarına göre karşı tarafı ikna etmektir. Hz. Peygamberin bütün uygulamaları da bu ilkeler çerçevesinde devam etmiştir.(69)
Ancak Müslümanlar Medine’ye hicret ettikten sonra İslam daveti yeni bir boyut kazanmıştır. Artık bundan sonra Müslümanlar, dinlerine ve kendilerine karşı yapılacak saldırılara cevap verebilecek bir güce sahip olmuşlardı. Bu durumda kendilerine saldıran, eziyet ve işkence eden düşmanlarına karşı, sessiz, elleri kollan bağlı bir şekilde kalmaları beklenemezdi. Tabii ki düşman saldırılarına karşı kendilerini savunacak ve onlara gereken cevabı vereceklerdi.(70)
İşte cihadı emreden ayetlerle, Müslümanların dinlerini ve kendilerini korumaları İstenmektedir. Yoksa Golziher’in iddia ettiği gibi Hz. Peygamber, inkârcıları yok etmek için sözlü daveti bırakıp, kanlı kılıcı eline almış değildir. O daima sulh ve barış yolunu tercih etmiştir. Ancak savaşı zorunlu kılan meşru sebepler ortaya çıkınca da savaşmaktan geri durmamıştır. Cihat ayetlerinin vurgulamak istediği husus da budur.
Şimdi cihadı emreden ayet ve hadislerle, “Dinde zorlama yoktur” ayeti arasında herhangi bir çelişkinin olmadığım İzah etmeğe çalışalım: önce cihatla İlgili ayetlerden birkaç örnek verelim:
“Ortak koşunları nerede bulursanız öldürün.”(71)
“Fitne kalmayıncaya ve din tamamen Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. ”(72)
“Ortak koşanlar nasıl sizinle topyekûn savaşıyorlarsa, siz de onlarla savaşın.”(73)
“Gerek hafif, gerek ağır olarak hep birlikte savaşa çıkın, mallarınız ve canlarınızla Allah yolunda cihat edin.”(74)
Bütün bu ayetler cihadın farz olduğunu kesinlikle ifade etmektedirler. Çünkü bunlar emir kalıbında gelmişlerdir. Emirde aslolan vücübiyet ifade etmektir. Bu ayetlerdeki emrin vücübiyet ise kesindir. Bunlar için mensup veya mubah emir demek mümkün değildir. Bu konuda bunlara benzer daha pek çok ayet vardır. Ancak bunların hepsini burada zikretmek imkânsızdır. Aynı konu ile ilgili olarak hadislerden birkaç örnek de şunlardır:
“Cennet kılıçların gölgesindedir"(75)
“İnsanlar, lâ ilahe illallah, deyinceye kadar onlarla savaşmakla emredildim.”(76)
“Ben rahmet ve savaş peygamberiyim."(77)
Gerek burada verdiğimiz ayet ve hadisler, gerekse bunların dışındakiler bütünüyle cihadın lüzum ve önemini vurgulamaktadırlar. Yoksa cihat, insanları zorla dine sokmak için meşru kılınmış değildir. Aksine vicdanlar üzerindeki baskıyı kaldırmak ve İnsanlara serbestçe karar verme hürriyetini sağlamak için farz kılınmıştır. Cihadın hedefi insanların öldürülmesi değil, aksine onların hidayetidir. İnsanlığı ifsad eden haksızlığı, zulüm ve baskıyı kaldırıp, onun yerine insan hak ve hürriyetlerini, adalet anlayışını, kardeşlik sevgisini yerleştirmektir. Dili, ırkı, rengi ne olursa olsun, bütün İnsanları Allah’ın dini olan İslam’da bütünleşmeğe çağırmaktır.
İşte İslam’a çağrı görevi yapılırken, ortaya çıkan engelleri kaldırmak, Müslümanların can, mal ve dinlerine karşı yapılan saldırıları önlemek ve Allah’ın dinini yüceltmek İçin savaş meşru kılınmıştır.(78)
Böylece savaşı meşru kılan sebepler ortaya çıktıktan sonra, Müslümanların savaşa teşvik eden savaşın seyir ve taktiği ile ilgili hususları belirleyen bu ayet ve hadislerde insanları zorla dine sokma gibi bir anlam yoktur. Dolayısıyla “Dinde zorlama yoktur’’ ayetiyle bunlar arasında herhangi bir çelişki söz konusu değildir. Zaten haklı sebepler karşısında savaşı teşvik etmekle, İnsanları dine girmeğe zorlamak ayrı ayrı şeylerdir. Bunun için cihatla ilgili ayet ve hadisleri bu açıdan değerlendirmek lazımdır.
Buna göre yukarıda işaret ediğimiz ayetlerin her birini kendi siyak ve sibakı içinde ele aldığımızda müşriklerin, ya antlaşmayı bozdukları veya din aleyhine fitne çıkardıkları yahut da topluca Müslümanlara saldırdıkları görülmektedir.(79) Bu durum karşısında Müslümanların da seyirci kalmayıp, bunlara ayniyle cevap vermesi kadar tabii bir şey olamazdı. Bundan dolayı yapılan saldırıyı ve çıkarılan fitneyi önlemek, Allah’ın dinini hâkim kılmak için pek çok ayetle Müslümanlar cihada teşvik edilmişlerdir.
İşte bu gaye ile cihadı teşvik eden ve savaşı emreden ayetlerin hiç birinde, ne vicdanlara bir baskı, ne de zorla insanlara din kabul ettirme gibi bir işaret yoktur. Bunun İçin gerek cihadı, gerekse onun bir bölümü olan savaşı emreden ayetlerin “Dinde zorlama yoktur” anlamındaki ayetle asla çelişkili bir durumları yoktur.
Aynı anlayışla yukarıdaki hadislere de bir göz attığımızda sözü edilen ayetle bunlar arasında da herhangi bir çelişkinin olmadığı görülmektedir. Mesela: “Cennet kılıçların gölgesi altındadır” hadisini ele alalım. Bu hadisin baş tarafında şöyle denilmektedir:
“Ebu İbrahim Abdullah b. Ebi Evfa’dan rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber birgün düşmanla karşılaştığında güneş tepe noktasını geçinceye kadar bekledi, sonra ashabına şöyle hitap etti:
"Ey insanlar, düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyiniz, Allah’tan afiyet dileyiniz. Şayet düşmanla karşılaşırsanız, sabrediniz ve biliniz ki, Cennet kılıçların gölgesindedir*”(80)
Anlaşılıyor ki bu hadis düşmanla karşılaşıldığı bir zamanda varit olmuştur. Önce düşmanla karşılaşmanın temenni edilmemesi istenmektedir. Zira savaş tabiatı İtibariyle hoş bir şey değildir. Fakat düşmanla karşılaştıktan sonra artık ona galip gelmek için sabır ve cesaretle savaşmaktan başka bir yol yoktur. Hz. Peygamber de Müslümanları buna teşvik etmektedir. Şayet bu uğurda ölen olursa, ona da Cennet müjdesi vermektedir. Şimdi belirtilen bu ortamda ve bilinen bu gaye ile söylenmiş bir hadisin “Dinde zorlama yoktur” ayetiyle çelişkili bir yönünün olduğu söylenebilir mi?
İkinci hadiste de: “İnsanlar, lâilahe illallah, deyinceye kadar onlarla savaş yapmakla emredildim.” denilmektedir. Hz. Peygambere karşı savaş açmış ve onu öldürmeğe and içmiş olan Arap müşriklerine karşı söylenmiş olan bu sözün de hiç bir şekilde zorla insanları dine sokmak için varit olduğu iddia edilemez. Zira Arap müşrikleri, gerek Hz. peygamberin, gerekse İslam dininin en büyük düşmanı idiler. İslamiyet’in başlangıcından itibaren Müslümanlara karşı savaş açmış ve her fırsatta onları yok etmeğe çalışıyorlardı. İslamiyet İçin büyük bir fitne ve engel teşkil eden bu insanların saldırılarına karşı koymak artık bir, zaruret haline gelmişti. Hz. Peygamber de bu tür hadisleriyle Müslümanları onlara karşı cesaretlendirmeğe çalışıyordu.
İşte böyle bir ortamda Hz. Peygamberi ve İslam dinini ortadan kaldırmayı hedefleyen Arap müşriklerine karşı söylenmiş olan bu hadisin de, söz konusu ayetle çelişkili bir durumu yoktur.
Üçüncü hadis İse, “Ben rahmet ve savaş peygamberiyim” anlamındadır. Burada Hz. Peygamberin insanları kurtarmak ve zulmü yok etmek için geldiği İfade edilmektedir. Zulüm ve haksızlıkla mücadele her zaman sözle mümkün olmayıp, bazan savaşı gerektirebilir. İşte şirki, zulmü, haksızlığı ortadan kaldırmak, mazlum ve mağdur insanların hakkını korumak için yapılan bir savaş da rahmet demektir. Bu konuda $u ayet-i kerimeler gerçeği ne güzel yansıtmaktadırlar:
“Size ne oluyor da: Rabbimiz, bizi halkı zalim olan bu şehirden çıkar, katından bize bir koruyucu ve bir yardımcı gönder, diyen zavallı erkekler, kadınlar, çocuklar uğrunda ve Allah yolunda savaşmıyorsunuz? ”(81)
İnananlar Allah yolunda savaşırlar, inkâr edenler de şeytan yolunda savaşırlar. O halde şeytanın dostlarıyla savaşın. Çünkü şeytanın hilesi zayıftır.”(82) Görülüyor ki zulme uğramış kimselerin korunması, hakkın ve adaletin hâkim olması için yapılan bir savaş rahmet niteliğindedir. Nitekim âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Peygamberin; “Ben savaş peygamberiyim” demesinin asıl hikmeti budur. Bu anlamda söylenmiş olan bir hadisin de “Dinde zorlama yoktur” ayetiyle bir çelişki teşkil etmesi düşünülemez.
Buna göre savaşı gerekli gören sebepler ortaya çıktıktan sonra ve savaş esnasında nazil olan ayetlerle, bu yönde varid olan hadisleri değerlendirirken, zaman ve olay faktörlerini de göz- önünde bulundurmak lazımdır. Cihatla ilgili ayet ve hadisler, kendi siyak ve sibab, Kur’an ve Sünnet bütünü içinde incelendiğinde, İslamiyet’in sulhu, barışı, antlaşmalara bağlı kalmayı ön gördüğü, sulh ve barış yoluyla halledilebilecek bir meselede savaşı tasvip etmediği görülmektedir. Müslümanların başkalarıyla olan münasebetlerinde temel İlke barıştır. Buna şu ayet-i kerimeler işaret etmektedirler:
“Eğer onlar barışa yanaşırlarsa, sen de yanaş. ”(83)
“Size Müslüman olduğunu bildirene, sen mümin değilsin, demeyin.”(84) “Eğer sizden uzak durur, sizinle savaşmaz, size barış teklif ederlerse, Allah onlara dokunmanıza izin vermez.”(85)
Burada barışın savaşa tercih edildiği açıkça görülmektedir. Zira barışla kazanılan gönüllerin savaşla kazanılmasına imkân yoktur. İslam, terörü, fitneyi ve zulmü yok etmek için savaşı son çare olarak görmektedir. Kur’an da savaşla ilgili ayetler, yukarıda da belirttiğimiz gibi, Müslüman olmayanları zorla İslam dinine sokmak için değil, İslam davetine mani olan engelleri ve fitneyi ortadan kaldırmak, dolayısıyla Allah’ın dininin üstün olmasını sağlamak içindir.(86)
Eğer savaş, insanları İslam dinine girmeğe zorlamak için bir vasıta olsaydı, yaşlılar, kadınlar, ruhbanlar ve çiftçiler gibi savaşma gücüne sahip olmayan insanlara karşı savaş yasaklanmazdı. Yani onlar da İslam dinine girmeğe zorlanırlardı. Böyle olmadığına göre, savaş hiçbir zaman insanları zorla dine sokmak için bir vasıta değildir.(87)
Öte yandan din aleyhinde fitne çıkarıp dinin gelişmesine engel olmak, adam öldürmekten daha büyük bir suç olarak nitelendirilmiştir.(88) Bunun için fitnenin ortadan kalkması, inanç özgürlüğünün sağlanması ve dinin yücelmesi için yapılan operasyonlar, hiçbir şekilde başka din mensuplarım zorla İslam dinine sokmak için düzenlenmiş birer hareket olarak gösterilemez.
Fakat Kur’an’ın barışı savaşa tercih etmesi, silahlardan soyulma ve savaş tekniğinden uzak durma anlamında da değerlendirilemez. Çünkü savaşı haklı kılan sebepler ortaya çıktıktan sonra savaşmanın bir farz olduğu açıkça ifade edilmektedir.(89)
Kur’an, düşmanlara karşı güçlü olmayı, her zaman uyanık ve hazırlıklı bulunmayı emretmektedir:
"Onlara (düşmanlara) karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve savaş için allar hazırlayın ki, onunla hem Allah’ın düşmanını, hem sizin düşmanınızı, bir de Allah’ın bilip sizin bilmediğiniz diğer düşmanları korkutursunuz.”(90) “(Düşmanlara) karşı tedbirli olun”(91)
"Allah yolunda gereği gibi, cihat edin.”(92)
Bu ayetlerle istenilen güçlülüğün, bir savaş çağrısı olmadığı, aksine saldın niyetinde olanlara karşı, caydırıcı bir faktör olduğu İfade edilmektedir. Kaldı ki "Yüce Allah Kur’an’la defetmediği bazı kötülükleri silahla defeder” gerçeğini de unutmamak lazımdır. Aklî ve ilmî deliller ancak düşünen, anlayan ve idrak eden insaf sahibi kimseler için söz konusudur. İlim ve İrşattan anlamayan bozguncu, yıkıcı kimselerin, kötülüklerine engel olmak, hakkın ve adaletin hâkim olmasına çalışmak da büyük bir görevdir.
Buna göre İslamiyet’i silah zoru İle gelişmiş ve yayılmış bir din olarak göstermek doğru olmadığı gibi, silahlardan soyulmuş olarak göstermek de doğru değildi. İslamiyet sulh ve barışı esas kabul etmekle birlikte, mecbur kaldığında da savaşı lüzumlu görmektedir. Ancak savaşı, başka din mensuplarının dinlerini zorla değiştirmek için meşru bir araç saymamıştır.
Kısacası Kur’an, "Dinde zorlama yoktur” prensibiyle vergi verip İslam hakimiyetini tanıyan bütün gayri Müslimlere inanç özgürlüğü tanımaktadır. Hangi din mensubu olursa olsun, cizye, ödemek kaydıyla kendi dinlerim yaşama serbestliğine sahiptir. Fakat bu serbestlik onlara hiçbir şekilde İslam dininin koymuş olduğu kuralları çiğneme hakkı tanımaz. Meselâ, zina yapmalarına ve benzeri ahlak dışı davranışlarda bulunmalarına müsaade edilmez.(93)
Bu arada insanlardan cizye alınmasını gerektiren sebep ise, onların Allah’ın dini olan İslam’la yüz yüze gelmelerini sağlamak, dolayısıyla İslamiyet’in yüce niteliklerini yakından tanıma fırsatı bularak, onun kabulüne imkân hazırlamaktır.
Öte yandan hür iradesiyle İslamiyet’i kabul eden bir kimsenin, dinin gereklerini yerine getirip getirmeme konusundaki özgürlüğüne gelince: Hemen belirtelim ki, her hukuk sisteminin kendine göre belli kaideleri ve belli bir işleyiş tarzı vardır. Hiçbir hukuk sistemi koymuş olduğu kanun ve kurallarının, iflas edilmesine müsaade etmez. İslam hukuk sistemi de getirmiş olduğu esasların ve koymuş olduğu prensiplerin çiğnenmesine müsaade etmemektedir. Dinin emir ve yasaklan bir Müslüman tarafından ihlal edilirse, fertler bilgileri nispetinde onu uyarmakla sorumlu oldukları gibi(94) yetkili merciler de o şahsı dinin koymuş olduğu kurallara uymaya zorlayabilir. Hatta ihlal edilen emir ve yasakların durumlarına göre çeşitli müeyyideler konulmuştur. Bu konuda birçok ayet mevcut olduğu gibi, bütün hadis mecmualarında ve fıkıh kitaplarında “Kitab’l- Hudüd” adlı müstakil bölümler açılmıştır.(95) Bütün bunların hedefi getirilen sistemi korumak ve yaşamasını sağlamaktır. Bunun için her hukuk sistemi kendisine uyan vatandaşları kanunlarına uymaya mecbur ettiği gibi, İslam hukuk sistemi de kendi tabiiyetinde yaşayanları, prensiplerine uymaya mecbur etmektedir.(96)
Bu konuda Hz. Ebu Bekr (r.a.)’ın zekât vermek istemeyenlere karşı savaş açması, bunun en açık delilidir. Hz. Peygamberin vefatından sonra Esed, Gatafan ve Tayy kabileleri Hz. Ebu Bekr’e elçiler göndererek, İslam’dan dönmediklerini, namaz kılıp oruç tuttuklarını, fakat daha önce verdikleri zekâtı artık bundan böyle vermeyeceklerini bildirmişlerdir. Bunun üzerine Hz. Ebu Bekr, zekât vermekten kaçınan bu kabilelere karşı savaş açmak isteyince, Hz. Ömer’le aralarına şu münakaşa geçmiştir:
Hz. Ömer, Allah’ın Resulü; “İnsanlar lâilahe illallah deyinceye kadar, onlarla savaşmakla emredildim. Kim lâilahe illallah derse islâmın hakkı (İslam’a karşı işlenen suçların cezası) hariç, canım malını benden korumuş olur. Ancak gizli halleri Allah’a aittir" diye buyurmuşken, sen nasıl olur da onlarla savaşırsın? demiştir. Buna karşılık Hz. Ebu Bekr: “Kim namazla zekât arasında bir ayırım yaparsa, vallahi onunla savaşırım" diye cevap vermiştir."(97) Sonunda zekât vermeyen bu kabilelere karşı savaş açmış ve onlardan zekâtlarını almıştır. Bütün fıkıhçılar, İslam’ı kabul ettiği halde, İslam’ın emirlerini çiğneyen kimseler hakkında ceza tatbik edileceği hususunda ittifak etmişlerdir. Ancak tatbik edilecek cezanın çeşidi üzerinde değişik görüşler ortaya konulmuştur.(98)
Ayrıca kendi istek ve iradesiyle İslam’a girdikten sonra, ondan dönenlere mürtet denilmektedir. Mürtet eğer tövbe etmezse, ahdini bozduğundan dolayı cezalandırılır.(99) Buradaki cezalandırma olayı, bir zorlama değil, yapılan antlaşmayı bozmanın cezasıdır. Allah’a ve Resulüne söz verip bundan dönmek büyük bir suçtur. Yoksa Kur’an’ın amacı insanları sıkıntıya sokmak ve onları cezalandırmak değildir.(100) Onun asıl amacı insanları hem dünyada hem de ahirette mutlu etmektir. Bu bakımdan Kur’an, insanlık için Allah’ın büyük bir lütfu ve sonsuz bir rahmetidir. Bunun insanlar tarafından bilinmesi, yaşanması ve yaşatılması gerekmektedir. Bu İlahi mesajı insanlara anlatacak, onu yaymaya ve yaşatmaya çalışacak olan da Müslümanlardır. Yüce Allah bu görevi, Hz. Peygamberin şahsında bütün Müslümanlara tevdi etmiştir. Nitekim bu konudaki ayetlerden bazılarında şöyle buyurulmaktadır:
“Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır.”(101)
“De ki, benim yolum budur: ben ve bana uyanlar bilerek insanları Allah’a çağırırız.”(102)
“Allah’a çağıran, iyi iş yapan ve ben Müslümanlardanım, diyen kimseden daha güzel sözlü kim olabilir?”(103)
Bu umumi ifadelerin yanında başka bir ayette de şu hususa yer verilmektedir: “Sizden bir topluluk olsun ki (onlar insanları) hayra çağırsınlar; iyiliği emretsin ve kötülükten vaz geçirmeğe çalışsınlar. İşte kurtuluşa erenler ancak onlardır. ”(104)
Ayetin işaret ettiği anlama göre, insanları hayra çağırmak, Müslümanlar için dini bir görevdir.(103) Kur’an’ın getirmiş olduğu gerçekler ancak onları yaşamak ve yaşatmaya çalışmakla süreklilik kazanırlar. Bunları yaşatma konusunda da muhatap bütün Müslümanlardır. Müslümanlar, kendi aralarında insanları İslam’a çağıracak bir topluluğu yetiştirmekle sorumludurlar. Çünkü söz- konusu ayetle iyiliği emredip kötülükten vazgeçirmenin Müslümanlar üzerine farz olduğu belirtilmiştir:
(Veltekün) kelimesi bir emirdir. Emrin açık anlamı ise farzdır. Ancak bu farz, farzı ayın olmayıp farzı kifayedir.(106) Yani bazı insanlar bu vazifeyi yerine getirirlerse diğer insanlardan bu sorumluluk düşmüş olur. Ayet-i kerimede “Hepiniz bu vazifeyi yapın" denilmemiş, “Sizden bir kısmınız bunu yapsın” denilmiştir.(107) Eğer bir muhitte bu vazifeyi yapacak kimse bulunmazsa, oradaki bütün Müslümanlar bundan sorumlu olurlar.(108)
Aynı konuda diğer bir ayette de şöyle denilmektedir:
“Bütün insanların toptan sefere çıkmaları doğru değildir. Her topluluktan bir grubun dini İyice öğrenmek ve yakınları geri döndüklerinde onları uyarmak üzere savaştan geri kalmaları gerekmez mi?”(109)
Buradan da anlaşılıyor ki, dinin insanlara öğretilmesi, Müslümanların önde gelen görevlerindendir. Bunun İçin Müslümanların hep birlikte savaşa çıkmalarının doğru olmadığı, bir grubun dinin esaslarını öğrenip diğerleri savaştan dönünce onlara da öğretmeleri emredilmektedir.
Demek oluyor ki, toplumu irşat etmek maksadıyla dini ilimleri tahsil etmek farz-ı kifaye olarak bütün Müslümanları ilgilendirmektedir.(110)Zulüm ve haksızlığın giderilmesi, hakkın ve adaletin hâkim olması için Müslümanlara büyük görev düşmektedir. Zaten Müslümanların hayırlı bir Ümmet olarak nitelendirilmelerindeki hikmet de budur.(111)
Eğer Müslümanlar bu konuda kendilerine düşen görevi yerine getirmezlerse, o zaman geçmiş milletlerde olduğu gibi, onlar için de acı bir sonucun kaçınılmaz olduğu pek çok ayet ve hadisle belirtilmiştir.(112)
İşte bu görev uyarınca Müslümanların başkalarını İslam dinine davet etmelerinin veya dinin emir ve yasaklarım ihlal edenleri uyarmaya çalışmalarında “Dinde zorlama yoktur” ayetinin ifade etmiş olduğu inanç özgürlüğü ile çelişkili bir tarafı yoktur.
SONUÇ
Kur’an, insanların Yüce Allah’ın emirlerine boyun eğmek zorunda olduklarını, buna uyanların hesapsız karşılık göreceklerini, aksi halde ise, cezalandırılacaklarını belirtmiştir. Bu konuda yeter ölçüde uyarıcı ve İkna edici delilleri de açıklamakla birlikte, insanları akıl ve iradelerinde serbest bırakmıştır. Bunun için inanç hususunda hiç kimsenin kimseye baskı yapması söz konusu olamaz. Zira “Dinde zorlama yoktur” ayetiyle bu temel ilke belirlenmiştir.
İnsanları İslam dinine davet etmek veya inanıp da dinin gereklerini ihlal edenleri bunlara uymaya mecbur etmek, insanları zorla dine sokmak anlamına gelmediği gibi, zorla İbadet ettirme anlamına da gelmez. Çünkü ne zorla yapılan bir iman, imandır; ne de baskı ile yapılan bir İbadet, ibadettir. Bunlar ancak hür irade ve gönül arzusu ile yapılırlarsa, Allah katında bir değer taşımış olurlar.
Cihatla ilgili ayet ve hadislerin hedefi ise, baskı ve tehditle insanların vicdanlarına hâkim olmak değil, Müslümanların can, mal ve dinlerine kaşı yapılan saldırılan önlemek, İslam dâvetinin önüne çıkan engelleri kaldırmak ve yeryüzünde Allah’ın dinini üstün kılmaktır.
Buna göre Kur’an, vergi verip İslam hâkimiyetini tanıyan bütün gayri Müslimlere inanç özgürlüğü tanımıştır. Hangi din mensubu olursa olsun, cizye ödemek kaydıyla kendi dinini yaşama hürriyetine sahiptir. Fakat bu hürriyet hiçbir şekilde İslam dininin koymuş olduğu kuralları çiğneme anlamına gelmez. Çünkü dinin sürekliliği ancak onu korumak ve yaşamakla mümkündür.
İşte Kur’an, savaşı değil barışı, insanların öldürülmesini değil hidayetini esas kabul etmekle, insan şahsiyetine, insan hak ve hürriyetlerine en kâmil anlamda değer verdiğini ortaya koymuş bulunmaktadır. İnanç hürriyeti ise, insan hak ve hürriyetlerinin başında gelmektedir.
* Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi.
(1) Ez-Zâriyât: 56; el-Bakara: 21; en-Nisâ: 36; en-Nahl: 36; en-Nahl: 36; et-Tevbe: 31; ez-Zümer: 2,11.
(2) En-Nisâ: 13,14; el-Maide: 33; et-Tevbe: 6263; el-Ahzâb: 36; el-Cinn: 23. el-Mutaffifin: 7-17
(3) El-Kehf: 29.
(4) Âli İmrân: 25-27; Lokman: 33; Fatır; 3-18; ez-Zümer: 37; eş-Şûra: 11, 12; el-Münafîkun: 7; et-Tegâbun: 1,3-4.
(5) “Allah dileseydi elbette onları hidayet üzerinde toplardı. Sakın bilmeyenlerden olma.” El-Enâm: 35. Ayrıca bkz. Yunus; 99-100; Hûd: 118.
(6) Bkz. Ez-Zamahşeri, el-Keşşâf, 1.203; Reşid Rıza, Tefsiru’l-Menar, III. 37; Elmalılı Hamdı Yazır, Hak Dînî Kur’an Dili, 11.861.
(7) Buhârî, Sahih, 1.2. (Bed’ul-Vahy); İbn Mace-Sünen, 11.1413 (kitâbü’z-Zühd)
(8) El-Bakara: 256.
(9) İbnu Kesîr, Tefsîru’l-Kur’an’i’l-Azîm, 1.310.
(10) Bkz. A.y.
(12) Ebu Davud, Sünen, III .132 (Kitabu’l-Cihâd); İbni Cerir ec-Taberî, Cami’ul-Beyan fi Tefsiri’I- Kur’an, III. 10; el-Vahidî, Esbabu’n-Nilzûl, s.52; el-Kurtubî, d-Cami’uli Ahkâmi’I-Kur’an, III.280.
(13) El-Vahidî, Esbabu’n-Nüzûl, s.53.
(14) Bkz. Ez-Zerkeşî, el-Burhan fi Ulümi’l-Kur’an, 1.31-32; es-Suyûtî, el-Etkan fi UIümi’l-Kur’an,
1.33-34; Subhi Salih, Mebâhis fi Ulûmi’l- Kur’an, S. 12-145: Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoglu, Kur’ân-ı Kerim Meal ve Tefsiri, 1.509-510.
(15) Tabet i, Tefsir, 111.12; İbni Kesir, Tefsir, 1.310.
(16) Et-Tevbe: 73.
(17) Kurtubî, Ahkâmu’l-Kur’an, 111.280.
(16) Cizye, müslüman olmayan azınlıklardan, can güvenliklerinin sağlanması için alman vergidir. (Er-Ragıp et-Isfahanî, el-Müfredât fi Garîbi’l-Kur’an, s.130).
(19) Kurtubî, Ahkâmu’I-Kur’an, 111.280.
(20) Bkz. A.y.
(21) Taberî, Tefsir, 111.12.
(22) Cassâs’ın bu konudaki değerlendirmesi şöyledir: “Dinde zorlama yoktur, ayeti müşriklerle savaş yapmaya izin verilmeden önce inmiş olabilir. Bu takdirde, (Sen kötülüğü en güzel şekilde sav, birde bakarsın ki, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sıcak bir dost olmuştur) Fassilet: 34. (Sen kötülüğü en güzel şekilde sav) el-Mü’minün: 96. (Sen onlarla en güzel şekilde mücadele et.) en-Nahl: 125. (Cahiller kendilerine laf atınca, selâm derler.) el-Furkan: 63. ayetlerinde olduğu gibi, bütün inanmayanları kapsamaktadır. Öte yandan İslamiyet’in ilk yıllarında Hz. Peygamberin nübüvvetinin doğruluğuna dair deliller ortaya çıkıncaya kadar müslümanlann savaşması yasaklanmıştı. Onun peygamberliğinin doğruluğu açık bir şekilde belli olup, Müşrikler inatlaşmaya başlayınca, müslümanların onlarla savaşmalarına izin verildiği Böylece (Müşrikleri nerede bulursanız öldürün) et-Tevbe: 5. ayeti ve savaşı emreden diğer ayetlerle, (Dinde zorlama yoktur) ayetinin müşrikler hakkındaki hükmü neshedilmiştir. Bununla beraber İslam’ın hükmü altına girmek ve cizye vermek kaydiyle kitap ehli hakkındaki hükmü ise, devam etmektedir. Bunun delili de, Hz. Peygamberin müşrik araplardan ya müslüman olmalarını, ya da öldürülmelerini istemesidir. Yine bu ayetin hükmünün bütün inanmayanlar hakkında şu anda da devam etmesi mümkündür. Çünkü bütün müşrikler yahudî veya Hristiyan olsalar, İslam dinine girmeleri için baskı altına alınamazlar. Ancak cizye ödemek kaydıyla dinlerinde devam edebilirler. Bu hüküm, kitap ehlinden birinin dinine giren herkes hakkında geçerlidir. Bu bakımdan Şafiî (ö. 204/819)’nin (mecûsî veya Hristiyanlardan Yahudiliği kabul etmiş olanlara kendi dinlerine dönmeleri, ya da İslâm’a girmeleri için onları zorlarım) sözü asılsızdır. Zira ayet bu görüşü reddetmektedir, çünkü ayette hiç kimseyi zorla dine sok anlayacağımıza dair emir vardır. Böylece belirttiğimiz şekilde ayetin, bütün inanmayanları kapsadığım ifade etmek mümkündür.” (Cassâs, Ahkâmu ’ l-Kur’an, 11.168)
(23) Bkz. Taberi, Tesir, III.11-12; Âlûsî, Ruhu’l-Maânî, 111.12-13.(24) Reşid Rıza, Tefsîru’l-Menar, III. 36; Ahmet Mustafa el-Merağî, Tefsîru’l-Merağî, III. 17.
(25) Bkz. Tefsîru’l-Menar, 111.37; Tefsîru’l-Merağî, 111.18
(26) Taberi, Tefsîr, 111.11; Kurtubî, Ahkâmu’l-Kur’an, 111.280-281; Ebu Hayyân, d-Bahru’I-Muhit, 11.281.
(27) Et-Tevbe: 29; Ayrıca bkz. Kurtubî, Ahkâmu’l-Kur’an, VIII. 109-116.
(28) El-Fetih: 16.
(29) Ebu Yusuf, Kitabu’l-Haraç, s, 128-129;
(30) En-Nesâî, Sünen, VI.5. (Kitabu’l-Cihad); d-Aynî, Umdetü’l-Karî, 1.213.
(33) Âsar’l-Harp fı’l-Fıkhı’l-lslamî, s.82.
(36) A.g.e.s. 81.
(37) Yunus: 99.
(38) Eş-Şuarâ: 3-4.
(39) El-Enam: 35.
(40) El-Kehf: 29.
(41) Muhammed İzze Derveze, et-Tefsîru’I-Hadîs, VII. 384.
(42) Kâf: 45.
(43) El-Gaşiye: 21-22.
(44) Eş- Şûrâ: 48.
(45) Fatır: 23.
(46) El-Bakara: 272.
(47) En-Nahl: 37.
(48) El-Kasas: 56.
(49) Fahruddin er-Razî, Mefatihu’I-Gayb, 11.330.
(50) Bkz. el-Mâide: 67; Fatır: 22-25; er-Ra’d: 7. 42; en-Naziât: 45; en-Nahl: 82; en-Nur; 54; eş- Şûra: 6,48; en-Nisa; 80; el-Enam: 104, 107; Hûd: 87; ez-Zumer: 41.
(51) En-Nahl: 125.
(52) El-Ankebût; 46; Fussılet: 34;
(53) Tefsîru’i-Menar, III. 36; Tefsîru’l-Meragî, III. 16-17,
(54) Tefsir u’l-Merağî, 111-17; Vehbe Züheyli, Asaru’l-Harp, s.86-87,
(55) El-Akidetü ve’ş-Şeriatü fi’l-İslam, s. 34-35.
(56) Bkz. Muhammed el-Gazalî, Difaun ani’I-Akîdeti ve’s-Şerîati Dıdda Metain i ’ l-Müs teşriki , s. 59-60; Dr. Cum’a Alt el-Huli, Fıkhu’d-Da’ve, s. 84-85.
(57) El-Gazalî, Difâun ani’l-Akideti, s. 60; Cum’a Ali, Fıkhu’d-Da’ve. s. 85.
(58) El-Bakara: 109.
(59) El-Bakara: 139.
(60) En-Nisa: 80.
(61) El-Maide: 92.
(62) Et-Tevbe: 129.
(63) En-Nûr: 54,
(64) El-Alak: 15-18.
(65) El-Muddessîr: 11,13-17.
(66) El-Müzzemmil: 11-12.
(67) Et-Tarik: 15-17.
(68) El-A’raf: 182-183.
(69) Yrd. Doç. Dr. Şevki Saka, Kur’an-ı Kerim’in Davet Metodu, s. 78-178.
(70) Bkz. Cum’a Ali, Fıkhu’d-Da’ve, s. 85-88.
(71) Et-Tevbe: 3.
(72) El-Enfal: 39.
(73) Et-Tevbe. 36.
(74) Et-Tevbe: 41.
(75) Müslim, Sahih, 111.1362-1363 (Kitabu’l-Cihad).
(76) Buhari, Sahih, 1.13-14 (Kitabu’l-İman); Müslim, Sahih, l. 53(Kitabu’l-İman) İbni Mace Sunen, II, 1295 (Kitabu’l-Fıten).
(77) Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, IV. 395, 404, 407.
(78) Taberi, Tefsir, 11.113; Kurtubi, Ahkâmu’l-Kur’an, XII. 69.
(79) Kâdî Beydâvi, Tefsir, 1.488; İbni Kesfr, Tefsir, II. 308-309, 355-356.
(80) Buharî, Sahih, III. 158; Müslim, Sahih, III, 1362-1363 (Kitabu’l-Cihad): Ebu Davud, Sünen, III. 158.
(81) En-Nisa: 15,
(82) Aynı sure: 76.
(83) El-Enfal: 61.
(84) En-Nisa: 94.
(85) En-Nisa: 90.
(86) Bkz. Prof. Dr. Süleyman Ateş, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, 1,456.
(87) Taberi, Tefsîr, 11.110; İbni Kesir, Tefsir, 1.226; Çağdaş Tefsir, 1,334.
(88) El-Bakara: 191,217.
(89) “Savaş boşunuza gitmediği faalde, size lan kılındı.” (el-Bakara: 216)
(90) El-Enfal: 60.
(91) En-Nisa: 102.
(92) El-Hacc: 78.
(93) Buhari, Sahih, VIII. 30 (Hz. Peygamber zamanında İslam hâkimiyetinde bulunan ve zina yapan yahudi bit kadınla bir erkek cezalandırılmışlardır.); Müslim, Sahih, III. 1326 (Kitabu’l- Hudut); Ebu Davud, Sünen, IV. 594 (Kitabu’l-Hudut).
(94) Müslim, Sahih, 1,69 (kitabu’l-iman); Ebu Davud, Sünen, IV. 508-514 (Kitabu’l-Melahim; Gazali, İhya’u Ulumi’d-Din, 11.270.
(95) Bkz. Buhari, Sahih, VIII. 20-30; Müslim, Sahih, III. 1312-1335; Ebu Davud, Sünen, IV. 594-614 (Kitabu’î-Hudud).
(96) Bkz. Hak Dini Kur’an Dili, II. 863; Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, 1.510; Prof. Dr. Süleyman Ateş, Çağdaş Tefsir, I. 456.
(97) Nesâî, Sünen, VI. 5-6 (Kitabu’l-Cihad); el-Aynî, Umdetü’l-Karî, 1.213.
(99) Bkz. Buharî, Sahih, VIII. 18-19; Müslim, Sahih, III. 1296 (Kitabu’l-Muharibin); Ebu Davud, sünen, IV.520-528 (Kilabu’l-Hudud).
(100) "Biz Kur’an’ı sana sıkıntı çekmen İçin değil, ancak Allah’tan korkanlara bir öğüt olsun diye indirdik.” Tâhâ: 2).
(101) En-Nahl: 125.
(102) Yusuf: 108.
(103) Fussilet: 33.
(104) Al-i İmran: 104.
(105) Kurtubî, Ahkâmu’i-Kur’an, IV. 165; Seyyid Kutup, fi Zılali’l-Kur’an, IV. 12.
(106) Bkz. Fahruddin er-Raâ, Mefatihu’l-Gayb, 111.20; Ebu’s-Suûd, İrşadu Akli’s-Selim İlâ Mezâya’l-Kur’ani’1-Azîm, 1.67.
(107) Bu ayette geçen (minktim) kelimesinin anlamı üzerinde şu iki görüşe yer verilmektedir:
(a) (Min) beyan içindir. İyiliği emredip kötülükten vazgeçirmeğe çalışmak bütün müslümanlar üzerine vaciptir. Ancak bir topluluk bu vazifeyi yerine getirirse, o zaman diğerlerinden sorumluluk düşmüş olur.
(b) (Min) azlık içindir. Zira bir toplumun hepsi iyiliği emredip, kötülükten vazgeçirme görevini yapamaz. Mesela, kadınlar, hastalar veya bilgisizler bu işi yapamazlar. O halde bu tebliğ görevi yalnız alimlere aittir. Alimler ise, toplumun bir kısmını teşkil etmekledirler.
Ayrıca ayette geçen (ümmet) kavramı ise, öne geçen ve kendisine uyulan örnek bir topluluk demektir. İnsanları hayra çağıracak, iyiliği emredip kötülükten vazgeçirmeğe çalınacak bir topluluğu meydana getirmek ise, müslümanların imandan sonra ilk dini görevlerinden biridir. Bu görev yapılmadığı takdirde, müslümanlar sorumluluktan kurtulamazlar. (Fahruddin er-Razi, Mefatihu’l-Gayb, III. 19-20; Ebu’s-Suûd, Tefsir, 1.67-68; Hak Dini Kur’an Dili, II. 1154-1155.
(108) El-Gazalî, İhyau Ulumi’d-Din, II. 269.
(109) Et-Tevbe: 122.
(110) Ancak bu görev bütün müslümanları ilgilendirmekle birlikte, her ferdin bunu doğrudan doğruya yapabilecek bir durumda olması da düşünülemez. Çünkü bu görev bilgi, tecrübe, sabır, olgunluk, güzel ablak ve güzel hitabet gibi, çeşitli özellikler İster, bunlar da ancak müslümanlar arasında seçkin bir toplulukla, yani alimlerde bulunabilir. Yoksa bilgisiz kimseler insanları hayra çağırmanın ne demek olduğunu bilmediklerinden, çoğu kere insanları iyiliklerden uzaklaştırıp, kötü yollara sevk edebilirler. Bunlar nerede, ne zaman ve nasıl davranacaklarını pek bilemezler. Yumuşak ve güzellikle yaklaşacakları yerde, sert ve kırıcı davranarak, yapmak istedikleri bir İşi daha çok yıkmış olabilirler. Bunun için İslam’a davet eden kimsenin ilim ve güzel ahlak sahibi olması şarttır. (Fahruddm er-Razî, Mefatihu’l-Cayb, II 1.20; Ebu’s Sud, Tefsîr, 1.67.
(111) Al-i İmran: 110
(112) Bkz. El-Maide: 78-79: el-A’raf; 165; el-Enfal: 25; et-Tirmizi, Sünen, TV. 468 (Kitabu’l-Fiten); Gazalî, İhya, 11.270.
HAK, HAK SAHİBİNİNDİR.
Yine Ebu Hüreyre Hazretleri anlatıyor: Resûlu’llâh sallâ’llâhu aleyhi ye sellem’den işittim, buyurdu ki:
“(Vaktiyle) iki kadın ve beraberlerinde iki erkek çocukları vardı. Bunlar (yolda giderken) bir kurt gelip bunlardan birinin çocuğunu kapmış gitmiş. Çocuğunu kurt kapan kadın, arkadaşı kadına: Kurdun kaptığı çocuk şenindi, der. Diğer kadın da: Hayır, senin oğlunu kaptı, der. Bunun üzerine Dâvud aleyhi ‘selam ’m huzurunda muhakeme olurlar. Hazret-i Dâvud, sağ kalan çocuğu büyük kadına hükmeder.
Bunlar, bir de, Dâvud aleyhi’s selâm ’in oğlu Hazreti Süleymân’a mes’eleyi arz ederler. Süleyman aleyhi’s selâm (işin hakikatini anlamak için): Bana bir bıçak getirin ki, çocuğu ikiye bölüp iki kadın arasında paylaştırayım, deyince küçük kadın, Hazret-i Süleymân’a: Allah sana rahmet etsin! Aman çocuğu kesme, zira çocuk bu kadının oğludur, der.
Bunun üzerine Süleyman aleyhi’s selâm da (kadının gösterdiği şefkat üzerine) çocuğun küçük kadına ait olduğuna hükmetmiştir.”
(Hadîsi, Buhârî ve Müslim rivâyet etmişlerdir.
“ Ey insanlar! Rabbiniz bir, ceddiniz bir’dir. Hepiniz Âdem’den türemiş bulunuyorsunuz. Âdem ise topraktan(yaratılmıştır). Allah indinde en mükerrem ve makbul olanınız, o’ndan korkup çekinenizdir. Bir Arabın Arap olmayan üzerinde bir üstünlüğü yoktur; (varsa) bu, takva yönündendir. Dikkat edin! Tebliğ ettim mi ?... Ey Allah’ım, sen şahit ol”
VEDA HUTBESİNDEN