Makale

RAMAZAN ORUCU VE HİKMETLERİ

RAMAZAN ORUCU VE HİKMETLERİ

Doç. Dr. Musa K. YILMAZ
Din İşleri Yüksek Kurulu Uzmanı

1954 yılında Mardin Tuhup’ta doğdu. İlk tahsilini Mardin’de, İmam-Hatip Lisesi’ni Diyarbakır’da bitirdi. 1979 yılında Erzurum İslami İlimler Fakültesi’nden mezun oldu. 1981 yılında aynı fakülteye bağlı olarak doktora yapmaya başladı. 1986 yılında Doktor, 1988 yılında Doçent oldu.

Giriş: Cenab-ı Allah Kur’an-ı Kerim de: "Ramazan ayı ki, insanlara yol gösterici, hidayeti, doğruyu ve yanlışı birbirinden ayırdedip açıklayıcı olarak Kur’an o ayda indirilmiştir. Kim (o zaman aya yetişir), ayı görürse oruç tutsun." (1) buyur­maktadır. Oruç İslam’ın beş temel rükünlerinden biridir. İslam’da bazı ibadetler "şe’âir" olma özelliğini taşıyor. Şe’âirden olan ibadetler, âdeta İslâm’ın işaretleri sayılmaktadır. Oruç da şe’âirdendir.

Kur’an-ı Kerim, gerek Allah ile kul arasındaki münasebetleri tanzim eden iba­detler, gerek insanlar arasındaki münasebetleri düzenleyen muamelat hususlarında, bir kısmı

Açık nass olan, diğer bir kısmı da bu açık naslardan çıkarılan birçok hükümler ortaya koymuştur. Gerek ibadetler, gerek ahlak ve muamelat konularında Kur’an’ı in­safla inceleyenler, onun her emir ve nehyinde çok hikmetler, büyük faydalar ve yüksek maksatlar bulunduğunu anlamakta tereddüt göstermezler. Hatta birçok hükümlerde hükmün illet ve hikmeti de birlikte zikredilmiştir. Şu halde Cenab-ı Al­lah’ın "yap" ve "yapma" şeklindeki bütün tekliflerinde, dünya ve ahirete ait birçok hikmet bulunmaktadır. Ancak bu hikmet ve maslahatların bir kısmı açık iken bir kısmı düşünmekle bulunur. Bazılarındaki hikmet düşünmekle de tamamen bilinmez.

Gerçekten aklımız, Kur’an’ın hükümleri altında gizli bulunan hikmet ve maksatların hepsini anlamaya muktedir değildir. Bununla beraber, hikmeti bizce belli olsun veya olmasın, ibadetleri sırf Allah emir buyurduğu için yerine getirmek duru­mundayız. Çünkü ibadetlerin ruhu ihlâstır. Hikmetler ve faydalar birer tercih edici se­bep olabilirler, fakat ibadetlerin illeti olamazlar.

Orucun bütün insanlara şamil olması, önemli bir ibadet olduğunu gösterir. Kur’an-i Kerim’de "Ey müminler, sizden öncekilere yazıldığı gibi (günahlardan) ko­runmanız için sizin üzerinize de oruç yazıldı.” (1) buyurulmaktadır. Demek ki oruç ibadetinin en büyük hikmeti "korumak" tır. Mümin oruç sayesinde nefsine hâkim olma melekesini kazanarak kötü meyyillerden, kötü arzulardan, günahlardan, maddi ve manevi tehlikelerden sakınıp "takva" mertebesine ulaşır. Biz bu makalemizde, o­rucun lügat ve istilah manalarına, eski kavimlerdeki oruç şekillerine kısaca değindikten sonra, orucun teşrıî hikmetlerine de temas edeceğiz.

I- ORUCUN LÜGAT VE ISTILAH MANALARI:

1- Lügat Manası: Türkçemizde "oruç" diye çevrilebilen "SAVM" keli­mesinin lügat manası, yemek, içmek ve söylemek gibi nefsin arzuladığı şeylerden çekinmektir (imsaktir). Durgun rüzgâra ve tam öğle vaktindeki güneşe "Savm” denir. Hareketsiz oldukları için, yürüyemeyen ve yemek yiyemeyenlere de "Saim" denir.(2)

"Savm” kısaca bir şeyden çekinme, şeklinde anlaşılabilir.(3) Bununla beraber "Savm" kısaca susmak anlamına da geliyor. "İnsanlardan birini görürsen," Ben Rahman’la oruç adadım; bugün hiçbir insanla konuşmayacağım."(4) ayeti, "Savm" kelimesinin

"susmak" manasına da geldiğini ifade eder. Zira susmak, kelâmdan imsak an­lamındadır.(1) Bir at için, inatlaşıp yürümediği ya da yemini yemekten imtina ettiği zaman "Saim at" tabiri kullanılır. Çünkü yürümekten ve yemden imsak etmiştir. Arap dilinde yürüyemeyen atlar için (…) tabiri kullanılırken, koşabilen dörtnala yürüyen atlar için (…) tabiri kullanılmıştır. (2)

Görüldüğü gibi Türkçe’de "oruç" olarak bilinen "savm" kelimesi, bazı hare­ketlerden çekinmek, imsak etmek anlamına gelmektedir.

2- Istılah Manası: Oruç tutmaya ehil olan bir insanın, Allah’a ibadet niyetiyle, tan yerinin ağarmasıyla başlayan zamandan güneş batıncaya kadar; yemek, içmek ve cinsî münasebette bulunmaktan nefsini tutması, yani imsak etmesidir. (3) Başka bir deyişle, belli bir zaman dilimi içinde hiçbir şey yememek, içmemek ve kadınlardan uzak durmaktır. Daha açık bir ifadeyle, Allah’ın, sakınılmasını emrettiği şeylerden sakınmaktır. (4) Hülasa, tan yerinin ağarmasından güneş batıncaya kadar, oruç bozucu şeylerden bilerek imsak etmeye "oruç" diyoruz. (5)

Orucun en büyük özelliği, ne lisanla, ne de herhangi bir hareketle belli edil­memesidir. Bu yüzden yazıcı melekler bile oruç ibadetini yazacak durumda değillerdir. Zira oruç tamamen kalbî bir ibadettir. Allahu Teala Kudsi hadiste, "İnsanoğlunun bütün yaptığı onun içindir. Oruç müstesna. O benim içindir ve onun mükâfatını ben vereceğim." buyurarak, (6) orucun bu özelliğine işaret etmiştir. Süfyan b. uyeyne "Oruç sabırdır. Oruçlu İnsan yememeye, içmemeye ve kadına yaklaşmamaya, sabretmektedir. Ona göre, "... Yalnız sabredenlere mükâfatları sınırsız olarak ödenecektir."(7) ayetinde geçen "sabredenler" den maksad oruçlu insan­lardır.(8)

II- ESKİ DİNLERDE ORUÇ:

Cenab-ı Allah Kur’an-ı Kerim’de: "Ey İman edenler, sizden evvelkilere farz kı­lındığı gibi sizin üzerinize de oruç farz kılındı."(9) buyuruyor. Bu ayetten anlaşıldığına

Göre oruç, sadece Müslümanlara mahsus bir ibadet değildir. Denilebilir ki, Hz. Âdem’den itibaren bütün peygamberlere ve ümmetlerine oruç farz kılınmıştır. Allahu Teala "sizden öncekilere de" kısmiyle şunu ifade ediyor ki: "Ey müminler, bu zor ibadet sadece sizlere değil, sizden öncekilere de farz kılınmıştır." Buradan, orucun zor bir ibadet olduğu, fakat bütün insanlara şamil bir ibadet şekli olduğu için kolay­laştığı anlaşılmaktadır.(1)

Ayet-i Kerimede "Sizden öncekilere farz kılındığı gibi..." şeklindeki benzet­menin hikmeti, Müslümanların her konuda diğer din mensuplarından geri kalmama­larıdır. "Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol belirledik. "(2) ayetinin de ifade ettiği gibi dünya bir müsabaka meydanıdır. Bu benzetme, Müslümanların, iyi amel­lerde de, eski kavimlerden daha ilerle olduklarını göstermektedir.(3)

Öte yandan Allahu Teala "Sizden öncekilere..." diye, eskilerin kimler olduğunu açıklamayıp mübhem bırakmıştır. Bu müphemlik, oruç ibadetinin evren­selliğini ifade ettiği gibi, bütün insanların ibadet için yaratıldıklarını da göstermektedir. Ayrıca, orucun bütün insanlara farz kılınmış olması, bütün semavi dinlerin esas ve maksatta tek olduğunu bildirir.(4)

1- Yahudilerde Oruç: Tevrat’ta orucu ve oruç tutanları över nitelikte ayet­ler vardır.(5) Rivayetlere göre, Ramazan Yahudilere farz kılınmış, ancak Yahudiler, bir ayın tamamını tutmaktan imtina ederek senede sadece bir gün oruç tutmaya karar vermişler. O gün de, Firavunun boğulduğu gün ya da Hz. Musa’nın kurtulduğu gün olduğu rivayet edilir. Nevar ki, bu tek günü de tutmakta sebat gösteremediler ve oruç ibadetini tamamen kaldırdılar.(6)

Bu konudaki rivayetler muhtelif olmakla birlikte, hepsinden anlaşılan, orucun Yahudilerde var olduğu gerçeğidir. Kur’an-ı Kerim, Hz. Musa’nın 40 gün oruç tut­tuğunu ifade eder.(7) Bazı kaynaklar, Yahudilerin, eski Yahudi merkezi olan Urşelim’in yıkılması anısına bir hafta müddetle oruç tuttuklarını, keza İbranî aylarından

7.sinin onuncu gününde 24 saat oruçlu olduklarını ve bu orucun Tevrat ta­rafından kendilerine farz kılındığını ifade etmektedir.(1) İbrani aylardan yedincisinin onuncu gününde tutulan orucun "Kabur" adlı bir kefaret orucu olduğu, günahlarının affı için bu günü tuttukları rivayet edilmiştir.(2)

Yine Tevrat’ın Zekeriya ile ilgili bölümünde bazı üzücü olayların yıldönü­münde oruç tuttukları ifade edilmektedir. Mesela, İbrani aylardan dördüncüsünün 17. gününde, Orşelim’in anısına oruç tutarlardı. Yine beşinci ayın 19’unda, Orşelim’in heykelinin yıkılışını anmak için oruç tuttukları; altıncı ayın 13’ünde Ester’in anısına oruç tuttukları bildirilmiştir. Hatta bu günün orucuna "Ester" orucu adı verilmiştir. Rivayetlere göre Pers Meliki Ahşerşir’in veziri Haman (Fıravun’un veziri Haman değil) bütün Yahudileri öldürtmek için bir plan hazırlamış, ancak melikin karısı Yahudi asıllı Ester konuyu fark etmiş ve Haman’ı öldürtmüştür. Yahudilerin, onuncu ayın onuncu günü, Orşelim’in kalelerini anma günü olarak oruç tuttukları bilinmektedir.(3)

2-Hıristyanlarda Oruç: Şâbi ve Katade’den gelen rivayetlere göre Rama­zan orucu hem Musa’nın hem de İsa’nın kavmine farz kılınmıştır. Ne var ki, Rama­zan senenin her mevsimine rasgeldiği için yazın kavurucu sıcağında oruç tutmak on­lara zor geliyordu. Bunun üzerine Hristiyan papazlar birleşerek Ramazan orucunu serin ve sâbit bir mevsime koymayı kararlaştırdılar. Fakat bu işin günah olduğunu bildikleri için, bu suçlarına kefaret olarak 30 gün yerine 50 gün oruç tutmayı karar­laştırdılar.(4)

Nahhas bu görüşü teyid etmiştir. Bunun doğruluğunu gösteren bir başka delil, Dağfele b. Hamzalı’nın rivayetidir. Rasullullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: "Hristiyanlar bir ay oruçla mükellef kılınmışlardı. Onlardan biri hastalandı; "Eğer Allah hastamıza şifa verirse on gün daha oruç tutarız." dediler. Bir başka adamın ağzı yediği etten yandı, yaralandı. "Eğer Allah buna da şifa verirse yedi gün daha oruç tutarız." dediler. Bir başka adam da üç gün daha ilave ederek orucu elli güne çıkardılar.” (5)

Bir diğer rivayete göre Hristiyanlar, Ramazan ayından önce ve sonra birer gün oruç tutarak bunu bir âdet haline getirdiler. Arkadan gelen nesiller ise birer gün ilave ederek orucu 50 güne çıkardılar. Ancak sıcak mevsimlerde tutamadıkları için orucu serin vakitlere tahsis ettiler.(1) Rivayetlere bakılırsa, şek gününde oruç tutmanın ke­raheti bu sebeptendir. Şabi diyor ki: "Senenin hepsini oruçla geçirsem bile şek gününde oruç tutmam. Çünkü Ramazan orucu bize farz kılındığı gibi Hristiyanlara da farz kılınmıştı. Onlar önce Ramazan’ı mevsimlere böldüler. Daha sonra da Ramazan’dan evvel ve sonra birer gün tutarak orucu 50 güne çıkardılar.(2)

İncil’de, orucun fazileti ve oruçluda bulunması gereken vasıflar anlatılmıştır. Meselâ, orucun güzel bir ibadet olduğu, oruçlunun öncelikle riyadan sakınması ge­rektiği, üzerinde riya ve gösterişten bir emmare bulunmaması için saçlarını yağlayarak yüzünü yıkaması icap ettiği ifade edilir.(3) Bununla beraber, bugünkü Hristiyanlardaki oruç şeklinin oruçtan çok bir nevi perhiz olduğu anlaşılmakta­dır. Bugün Türkiye, Irak ve Suriye sınırlarında yaşayan "Süryan-i Kadim" Hristiyanlarının oruç şekilleri, hayvansal besinleri yememek suretiyle perhizden ibadet­tir.

3- Diğer Din ve Milletlerde oruç: Daha evvel de ifade ettiğimiz gibi, "Sizden öncekiler..." İfadesinin mübhem bırakılmış olması orucun, bütün milletlere, hatta putperestlere de şamil olduğunu gösterir. Her şeyden evvel putperest olan eski Mısırlılarda orucun varlığı bilinmektedir. Hatta Yunanlıların orucu Mısırlılardan aldıkları ve daha çok kadınlarına oruç tutturdukları, Hint putperestlerinin bugün bile oruç tutukları bilinir. (4)

a) Sabiiler: Fihrist sahibi İbnu Nedim, yıldızlara tapan eski Harranlıların (Sabii) 30,9 ve 7 olmak üzere toplam 46 gün oruç tuttuklarını ifade etmektedir. 8 Mart günü başlayan birinci oruçları 30 gün devam ediyordu. 21 Aralık’ta başlayan 9 günlük ve 9 Şubat’tan itibaren 7 günlük oruç tuttukları ifade edilmiştir.(5) İbni Ne­dim’in açıklamasına göre, Sabiî’ler 30 gün orucu ayın hürmetine, 9 günlük orucu Tanrı Zeus (Yunanlıların da tanrısı) ya da Jüpiter (Romalıların tanrısı) yahut Müşte­ri (Arab müşriklerinin tanrısı) için, 7 günlük orucu da güneş tanrısı için tutuyorlardı.(6)

Yine İbnu Nedim’in ifadesinden anlaşıldığına göre, Sabii’lerin 30 günlük oruçları güneşin doğuşundan batışına kadar devam ediyordu. Oruçlu olan kişi bu süre zarfında yemek ve içmekten tamamen imsak ediyordu. 9 günlük oruçları da böyle ol­makla birlikte 7 günlük oruçları bir perhizden başka bir şey değildi. Sabiî’ler 7 günlük süre içerisinde et ve et ürünlerini yemezler, içki içmezlerdi. (1)

b) Maniler: İbnu Nedim eski putperestleri anlatırken Manilerden "Keldaniler" diye söz eder, Bunların dinleri eski Babil, Hristiyan ve Zerdüşt dinlerinden kalıntılar taşır. Bunlar da Zerdüştiler gibi temelde iki ilah kabul ediyorlardı. Dinin kurucusu Mani b. Fatak’tır.(2)

Maniler de oruç tutuyorlardı. Ay, on dördüne girdiğinde hiçbir şey yemeden iki gün, keza ay hilâl şeklini aldığında (aybaşında) muttasıl iki gün oruç tutarlardı. Din­dar olanlar haftanın pazar ve pazartesi günlerini de oruçlu geçirirlerdi. (3)

İbnu Nedim’e göre onların aylık ve senelik oruçları gök cisimlerinin hareket­lerine göre ayarlanmıştı. Ancak haftalık oruçlarını neye göre ayarladıkları bilinmi­yor. Ermeni patriği Ubeyd Cizzu’nun ifade ettiğine göre Maniler, kıyametin pazar günü kopacağına inandıkları için o gün oruç tutarlardı. Bu patriğe göre Maniler kıyamet gününü oruçlu olarak karşılamak istiyorlardı. (4) Buradan, onların ahiret gününe inandıklarını da anlamak mümkündür. Dinler tarihçisi Leon Le Graud’a göre, Manilerin pazar ve pazartesi orucunu tutmaları, ay ve güneşe saygılarından ileri ge­liyordu.(5) Gerçekten gök cisimlerinin, putperestlerin dini hayatlarında ne kadar önemli rol oynadıkları dikkate alınırsa, pazar ve pazartesi günlerinde neden oruç tu­tukları daha iyi anlaşılır.

c) Brehmanlar: Hind’lilerin (Brehmaniler), senenin her mevsiminde bir kaç gün oruç tuttukları bilinmektedir. Bundan başka her kameri ayın birinci ve dördüncü gününü oruçla geçirirlerdi. Brehmanilerin, güneş tutulması esnasında namaz kılmadıkları, yemek, içmek ve cinsi münasebetten imsak ettikleri bildirilmiştir. An­cak bu, halk tabakasının mükellefiyetleriydi. Yüksek tabakanın, bununla kalmayarak ay tutulması esnasında da her şeyden imsak ettiği rivayet edilir.(6)

Brahma dinine mensup olmayan fakat genel olarak ay ve güneşe tapan diğer hind mezhepleri de oruç tutarlardı. Kural olarak orucun müddeti sabahtan akşama kad­ardı. Akşam güneş batınca oruç açılırdı. Şayet güneş bir bulutla örtülmüş olsa, güneş ertesi gün çıkıncaya kadar oruç açılmazdı. Kuzey Amerika’nın asıl yerlilerini oluşturan fakat aslen Hintli olan "Salıches" kabilelerine mensup ’’Snanimug” aşiretlerindeki oruç da böyleydi.(1)

Budizm’e de oruç vardır. Her kameri ayın dört günü sabahtan akşama kadar oruç tutulur. Budistler, oruç tuttukları bu sayılı günlere "Upusatha" derler. Genel­likle, kameri ayların 1., 9., 15. ve 22, günlerinde oruç tutulur. Oruçlu günlerde ke­sin olarak bir istirahat vardır. İftar yemeğiyle meşgul olmak bile haramdır. Bu yüzden oruçlu olanlar, iftar yemeklerini güneş doğmadan önce hazırlarlar.(2)

d) Cahiliye Araplarında Oruç: Bazı tarihçiler, İslâm’dan önceki cahiliye Araplarının, özellikle de Kureyş’ın, Ramazan ayında oruç tuttuklarını ifade etmişlerdir. İbni İshak’ın rivayetine göre Rasulullah (s.a.v.) senede bir ay Hira mağarasına gidiyordu. Aynı kaynak, bu ayın Ramazan olduğunu ve Rasulüllah’ın ay boyunca oruç tuttuğunu ifade eder. Bazılarına göre Ramazan orucu, Hz. İbrahim’in (a.s.) dini olan Hanif dininin kalıntılarındandır. Bazı tarihçiler ise, Hz. Peygamber’in dedesi Abdulmuttalib’in bu orucu âdet haline getirdiğini ifade ederler.(3) Ancak bu konuda kesin bir şey söylemek mümkün değildir. Ne var ki, İslâm’dan önce var olan bazı ibadet şekillerinin Müslümanlara da farz kılındığını görüyoruz. Hac ibadetindeki hemen hemen bütün menasikin, İslâm öncesi hamilik geleneklerinden kalma olduğu ve İslam’ın, şirk kokan âdetleri istisna ettikten sonra, bu ibadetlere devam emri verdiği göz önünde bulundurulduğu zaman meseleyi daha kolay anlamış oluruz. Kaldı ki Kur’an, bizden öncekilerin şeriatlerinden bir kısmının bize de farz kılındığını ifade ediyor. "Allah Nuh’a buyurduğu şeyleri size de şeriat olarak emretmiştir.(4) ayeti bu konuda kesinlik ifade etmektedir.

Görülüyor ki, oruç değişik biçimlerde de olsa eski dinlerde vardır. Senenin belli bir gününde, ya da bir mevsimin tümünde, bazen bir ayın veya haftanın belli günlerinde yahut tümünde oruç tutulmuştur. Oruçlarını ay ve yıldızların menzillerine göre ayarlayanlar da olmuştur. Bazen de mühim bir tarihi hadisenin anısına oruç tu­tulmuş ve bu iş bir gelenek halinde asırlar boyu devam etmiştir. (Yahudilerin, Orşelim’in anısına tuttukları oruç gibi). Hatta oruç, günahlara kefaret niyetiyle de tutulmuştur. Nadir de olsa, bazı maddi menfaatler elde etmek, gaybi bilmek! Mucizeler yaratmak! Ve bazı insanları kendine bağlı kılmak için de oruç tutulmuştur. Vücuduna eziyet için oruç tutanlar da vardı.

Hâsılı oruç bizden evvelkilere de farz kılınmıştır. Ancak (…) deki bi­zimle eski kavimler arasındaki benzerlik sadece farz kılınmış olmasındadır. Yoksa oru­cun keyfiyeti ve gün sayısında ya da orucun başlangıç ve bitiminde, bizimle eski kavimler arasında bir benzerlik söz konusu değildir. Her ne kadar Ramazan orucunun bizden öncekilere de farz kılındığı yolunda Abdullah b. Ömer’den rivayetler varsa da (1) Bakara, 183. ayetten, "Sizden evvelkilere de otuz Ramazan günü oruç farz kılınmıştır." manasım anlamak imkânsızdır. Mamafih, bizden evvelkilere farz kılınan orucun keyfiyetini bilemeyiz. Ancak gerçek olan şu ki, bizden evvelki ümmetlere de, miktarını ve keyfiyetini tayin edemediğimiz bir oruç farz kılınmış­tır.

III- İSLÂMDA RAMAZAN ORUCU:

Şüphesiz İslam’ın her emri veya nehyi, insan için dünya ve ahiret saadeti, bir başka deyişle, Allah’a yakınlığı ifade eder. Oruç ibadeti, manevi ve ruhi yönü ağır olan bir ibadettir. Din, aslında her insanın şuur altındaki sahada mevcut olan bir gerçektir. Yani her insan, vicdanında ve şuuraltında Allah’ın var olduğunu seziyor. Bir bakıma deruni ve vicdani olan bu seziş, eğer maddi hayatın, aile ve mühitin tesi­riyle darbe yemezse “her doğan çocuk İslâm fıtratı üzere doğar."(2) hadis-i şerifi gereğince, İslâm fıtratı o insanda kendisini gösterir. Bu sezişin şuur sahasına çıkışı, İman ve akide sistemini oluşturur. Kalpte yerleşmesi ve amel olarak dışarıya yansımayı da ahlak ve ibadeti gösterir. İşte oruç, Allah ile kul arasında gizli olan kalbî ve vicdani bağların ifadesidir. Kudsî hadiste Hz. Peygamber’in (s.a.s.) naklet­tiği "Âdemoğlunun her ameli kendisi içindir. Yalnız oruç benim içindir ve onun mükâfatını ben vereceğim."(3) şeklindeki hadisin manası budur. Bir hadisinde Rasulüllah (s.a.s.) oruçlu insanları meleklere benzetmiş,(4) bir diğerinde ise oruçlu in­sanların "Reyyân" denilen cennetin husussî kapısından gireceklerini müjdelemiştir. (1) Bütün bunlar, orucun, ruhi ve manevi ağırlıklı bir ibadet olduğunu göster­mektedir.

Tarih, insanların hiçbir zaman Allah’ı sezişten hâli kalmadıklarını bize açıkça gösteriyor. Ancak bu seziş, şuur ve idrak sahasına çıkarken cehalet ve ilim derecesine göre şekillenmiş ve beşerin dalaletine uğramıştır. İnsanları dalaletten kurtarmak için gönderilen semavî dinlerin peygamberlerinin ilk ve son sözleri, insanlara birlik şuurunu kavratan "LAİLAHE İLLELLAH” kelimesi olmuştur. Çünkü bütün pey­gamberlerin insanlığa tebliğ ettikleri dinin ilk esası budur. "Hakka yönelerek kendi­ni, Allah’ın insanlara yaratılışta verdiği dine ver."(2) ayetinin ifade ettiği hakikat da budur.

Oruç, insanın, insaniyetten gelen idrak ve şuur sahasını berraklaştıran, riyazet yoluyla insanın nefsine dizgin vuran, şuur altını üstüyle barıştıran bir ibadet olması açısından ayrı bir önemi haizdir.

1- Ramazan Kelimesi: (…) kelimesinin aslı (…)’dır. Bu da, güneşin, hararetiyle kumları ısıtması ve yakmasıdır. Rivayete göre Ramazan ayı çok sıcak bir mevsime tesadüf ettiği için bu ismi almıştır. Bir başka görüşe göre Ramazan orucu günahtan yaktığı için bu ismi almıştır.(3) Ebu Hürayra’dan gelen ri­vayete göre Peygamber (s.a.s.) "Ramazan" demeyiniz, "Ramazan ayı" deyiniz. Çünkü "Ramazan" Allah’ın isimlerinden biridir." Buyurmuştur.(4)

Bununla birlikte, bu konuda başka rivayetler de vardır. Mücahid’in: "Rama­zan, demeyiniz. "Ramazan ayı" deyiniz. Çünkü "Ramazan"ın ne olduğunu bilmiyo­ruz."(5) dediği rivayet edilir. Fakat "Ramazan" kelimesini kamerî aylardan 9. sunun ismi olarak kabul etmek en doğrusudur.

2- Ramazan Orucunun Farz edildiği Tarih ve Delilleri: Kaynak­ların beyanına göre Ramazan orucu. Hicretin ikinci yılında, Bedir Savaşı’ndan önce, Şaban ayında Medine’de farz kılınmıştır.(6) Hz. Peygamber (s.a.s.) Medine’ye teşrif ettiklerinde Yahudilerin aşure günü (Muharrem’in onuncu günü) oruç tuttuklarını görür, bunu kendilerinden sorar: "Bu günde Hz. Musa kurtulmuştur." derler. Bunun üzerine Rasulüllah (s.a.s.): "Biz onlardan daha çok Musa’ya yakınız." buyurur ve Aşure günü orucunu emreder. (1) Abdullah b. Ömer’den gelen rivayete göre, Aşure günü oruç tutmak Rasulüllah’ın emriydi. Ancak Ramazan’ın farz kılınmasıyla Aşure orucu bırakıldı. Peygamber (s.a.v.): "İsteyen tutsun, isteyen iftar etsin." buyurdu.(2) Rasulüllah (s.a.v.) vefat ettiğinde dokuz defa Ramazan orucu tutmuştu. (3)

Ramazan orucunun farziyetiyle ilgili hüküm üç safhada gerçekleşmiştir. İmam Ahmed b. Handel’ın de ifade ettiği gibi, namaz gibi oruç da üç merhale geçirmiştir. Rasulüllah (s.a.v.) Medine’ye girdiğinde önce Aşure günü, sonra da her aydan üç gün oruç tutmuştur. (…) "Ey iman edenler, sizden öncekilere yazıldığı gibi (korunmanız için) size de oruç yazıldı."(4) ayeti nazil olunca oruç farz kılındı. Bu farziyetle birlikte isteyen oruç tutuyor, isteyen, yani durumu müsait olanlar fidye veriyordu. Bir bakıma müslümanlar oruç tutmakla fidye vermek arasında mühayyer bırakılmışlardı.(5) Bilahere bu muhayyerlik "kesin oruç" tutmaya çevrildi. Fidye vermek, oruç tutamayacak derecede hasta olanlara mahsus kaldı. Hasta ve misafirlere bir ruhsat’ tanındı.(6)

Üçüncü safhada ise iftar ve sahur yemeğiyle ilgili hükümler düzenlendi. Buhari’nin rivayetine göre, orucun ilk zamanlarında, Ashab-i kiram iftar yemeğinden önce ya da sonra yatsaydı, ertesi gün akşama kadar bir şey yiyemezdi. Hatta Kays b. Sırma adında Ensar’dan bir zat oruçluydu ve tarlada çalışıyordu. Akşam yorgun ve bitkin bir şekilde eve döndü, hanımına; "Yiyecek bir şeyler var mı?"diye sordu, kadıncağız: "Bir bakayım" diyerek çıktı. Yemeklerle döndüğünde kocasının uyumuş olduğunu gördü ve "Vay, sana yazıklar oldu." dedi. Adam ertesi gün baygınlık geçirdi. Durum Rasulüllah’a bildirildi. Hemen "... Şafağın beyaz ipliği siyah iplikten ayır edilinceye kadar yiyin, için.”(7) ayeti nazil oldu. Böylece oruçla ilgili hükümler de kesin şeklini almış oldu.

3- Mazeret sahiplerinin Oruçları: Bilindiği gibi oruçla ilgili ayetlerin nüzulünden sonra ilgili hükümlerde tamamlanmıştır. Oruç sayılı günlerdedir. Cenab-ı Allah, kulların mazeretlerini göz önünde bulundurarak sıhhatlerini bozmayacak ve takatlarını tüketmeyecek bir şekilde orucu farz kılmıştır. O halde, Ramazan ayında oruç tutmakla mükellef olan bir kimsenin oruçtan zarar görecek şekilde hasta olması, seferde olması yahut başka mazeretleri bulunması halinde orucunu başka zaman tu­tar.

Ancak Kur’an-ı Kerim "... Kim hasta olur yahut seferde bulunursa tutmadığı günler sayısınca başka günlerde oruç tutsun.” (1) ayetiyle hasta ve yolcuların durumu­nu bildirdiği halde yaşlıların, hamile ve emzikli kadınların durumundan söz etme­miştir. Bunların durumu hadislerde ifadesini bulmuştur. Oruç tutmaya engel olan hastalığın keyfiyeti hakkında bir takım rivayetler varsa da, Kur’an’ın meseleyi mut­lak olarak zikretmesinden anlaşılıyor ki, bu mesele herkesin kendi vicdanına bırakılmıştır. Oruç tutmakla hastalanacak yahut var olan hastalığı artacaksa veya oruç hastalığın uzun zaman devam etmesine sebep olacaksa tutmayabilir. İyileştiği za­man orucunu kaza eder. Gebe ya da emzikli kadınlar oruç tuttuklarında kendilerine yahut çocuklarına bir zarar gelme ihtimali varsa oruçlarını bilahare kaza ederler.(2) Kur’an’da, seferle hastalığın bir arada zikredilmesinden anlaşılıyor ki, hastalık ve yol­culuktaki mazeretin asıl sebebi güçlük ve meşakkattir. Gerçekten yolculukta bir güçtük vardır. Fakat bu güçtük kolayca takdir edilebilecek bir şey değildir. Seferdeki güçlük, herkesin haline göre değişebilir. Nitekim bir insan için güçlüklerle dolu olan bir yolculuk bir diğeri için öyle olmayabilir. Bu ihtilaf ve keşmekeşi ortadan kaldırmak için genel olarak yolculuk hali güçlüğe delil sayılmış ve yolculuk ruhsata sebep gösterilmiştir. On sekiz saatlik yolculuğun şer’an ruhsata sahih bir sebep olduğunda ittifak vardır. Bunda ölçü, mutedil yürüyüşle günde altı saat olmak üzere üç günlük mesafedir. Buna göre takriben 90 km. lik bir mesafe sefer mesafesi sayılır.(3) Hastalık gibi misafirlik de oruç için geçici bir mazeret sayılmaktadır.

Daimi özürlü olanlara gelince; Kur’an bunlar için de hükümler beyan etmiştir. Buna göre, oruca güçlükle dayanabilen yahut oruca dayanamayan kimseler, her gün oruca karşılık bir yoksul yemeği fidye vermeleri gerekir. Fidye vermekle mükellef olanlar, isterlerse miktarını arttırabilirler. Bununla beraber, gücü yetenlerin oruç tut­ması daha hayırlıdır.(1) Ancak ayette geçen (…) kelimesi üzerinde yapılan ihtilaf, farklı hükümlerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Şöyle ki:

a) Bazı müfessirlere göre (…) kelimesi (…) manasına gelen (…) kökündendir. Bu müfessirlere göre ayet, ilk zamanlarda hastalık ve misa­firlik gibi özürleri bulunmayan ve oruç tutmaya muktedir olan kimseler için, oruç tutmak ve fidye vermek arasında bir muhayyerlik ifade ediyordu. Böylece ilk zaman­larda dileyen oruç tutuyor, dileyen fidye veriyordu. Bu görüş sahiplerine göre bu hüküm "Kim o zaman aya yetişir, ayı görürse oruç tutsun.(2) ayetiyle neshe dilmiştir.(3)

b- Bazıları da Buhari ve Ebu Davud’un naklettikleri rivayetlere dayanarak aye­tin mensuh değil muhkem olduğunu ve sadece yaşlıları kastettiğini ifade etmişlerdir.(4) Bunlara göre (…) ayeti "Güçlükle oruç tu­tabilenler üzerine fidye vardır." manasındadır. Oruca güç dayananlar da ancak hadiste "şeyh-i kebir" şeklinde ifadesini bulan yaşlı erkekler ve kadınlardır.(5) Bu görüş sa­hihlerine göre "itaka" "zorlukla bir işi başarmaktır." Bu durumda hamile ve emzikli kadınlar da ayetin şümulüne dâhil olurlar.(6)

Şu halde (…) ayetini "oruç tutmaya muktedir olanlar her gün için bir yoksula fidye verirler." veya "Fidye vermeye muktedir olanlar her gün bir fakire fidye verirler." şeklinde tercüme etmek yanlıştır. Bu ayetin mensuh olduğunu söylemeye de gerek yoktur. Başta Kur’an’ın tercümanı İbni Abbas olduğu halde birçok müfessir ayetin muhkem olduğunu söylemişlerdir.(7) Her şeyden evvel (…) nin kökü olan (…) kelimesi "istitaa" ma­nasında değildir. Eğer böyle kabul edersek ayetin manası şöyle olur "Oruç tutamaya­cak kadar hasta olanlar ve yolcular, tutmadıkları günleri sonra kaza ederler. Oruca gücü yetenler de fidye versinler." Ayete böyle bir mana vermek sadece bir tenakuz­dur. Zira oruca gücü yetenler fidye verecek olurlarsa, bir başka deyimle, parayla oruç borcu ödenecek olsa, oruçla mükellef olanlar, maddi durumu fidye vermeye müsait olmayan fakirlerden ibaret kalır. Hastalara ve yolculara, tutmadığı günleri sonradan kaza etmek vacip iken, sağlam ve mukim olanların oruç tutmakla fidye vermek arasında muhayyer bırakılması bir çelişkidir. Allah’ın kelamında böyle manaların yeri olamaz.

Dikkat edilirse Kur’an üç sınıf hakkında ruhsat ve müsamaha göstermiştir. Bunlardan birincisi, hastalık gibi geçici mazereti olan kimselerdir. İkincisi ise, yine geçici mazeretli misafirlerdir. Üçüncüsü de daimi mazeret sahipleridir. Bunlar da oruç tutamayacak derecede güçsüz olanlardır. Genç de olsa, iyileşme ihtimali bulunmayan bir hastalığa yakalanan kimse de yaşlılar gibidir. Yalnız şunu hemen belirtmekte fay­da vardır "Oruca dayanamamak" mazereti bir delile dayanmalıdır. Kendisini oruç tut­maya alıştırmamış bir insanın "Ben oruca dayanamıyorum" demesi bir özür sayılmaz.

IV- SAHUR, İFTAR VE SAVM-İ VİSÂL:

1- Sahur Yemeği: Rivayetlerden anlaşılıyor ki, orucun farz kılındığı ilk zamanlarda oruçlu olan kimse, iftardan sonra uyumamak şartıyla gece boyunca yiyip içebilirdi. Eğer akşam iftardan sonra yahut iftarını açmadan evvel uyusaydı yemek ve içmek kendisine haram olurdu. Keza cinsi münasebette bulunmak Ramazan boyunca oruçlu için haramdı. (1) Daha evvel de ifade ettiğimiz gibi, bazı müslümanlar yorgun­luk dolayısıyla gece bir şey yemeden uyur, ertesi gün akşama kadar oruç tutmak mecburiyetinde kalıyorlardı. Allah merhametiyle onlara acıyarak oruç gecelerinde ye­mek, içmek ve cinsi münasebette bulunmanın şafağa kadar serbest olduğunu şu ayetiyle müjdeledi: (…)

"Oruç gecelerinde kadınlarınıza yaklaşmak size helal kılındı... Şafağın bey­az ipliği siyah iplikten ayır edilinceye kadar yiyin, için, sonra da gece oluncaya ka­dar orucu tamamlayın.”(2) Bu ayet orucun bazı ağır şartlarını kaldırdığı gibi sahur ve iftar yemeklerini de belli bir nizam altına sokmuştur. Bu ayetin nüzulünden sonra müslümanlar yatsı namazından sonra uyuyorlar, bilahare şafaktan önce kalkıp karınlarını doyurduktan sonra oruca başlıyorlardı. İşte sahur yemeği budur.

Hz. Peygamber (s.a.v.) özellikle sahur yemeğini ve acele iftarı tavsiye etmiştir. Amr b. Âs’tan gelen rivayete göre Rasulüllah: "Bizim orucumuzla ehl-i kitabın orucu arasındaki fark sahur yemeğidir."(3) buyurmuştur. Bir başka hadisinde Rasulüllah (s.a.v.): "Sahur yemeğini yeğiniz. Çünkü sahur yemeğinde bereket vardır."(1) buyurmuştur. Bereket olduğu şuradan belli ki, sahur yemeği yiyen bir kim­se gündüz açlığa daha çok dayanıklı olur.

Sahur yemeğine bu kadar önem veren Hz. Peygamberin, sahur yemeğinin vaktini bildirmek için Bilal-i Habeşi’ye ezan okuttuğu gelen haberler arasında. Hatta Bilal’in ezanını işitip imsaka başlayanlar olduğu için Hz. Peygamber "Bilal’in ezanı (nidası) sizden hiç kimseyi sahurundan alıkoymasın. Çünkü Bilal henüz gece iken ezan okuyor." buyurmuştur.(2) Sahur yemeğindeki bereketin, rahmet-i ilahiyenin nüzul vakti olan seher zamanında kalkıp dua ve istiğfar etmekle tecelli ettiği bildiril­miştir. (3)

Hz. Peygamber’in (s.a.v.) sahur yemeğine bunca önem vermiş olması şübhesiz boşuna değildir. Evvelce ifade ettiğimiz gibi, sahur yiyen bir kimse uzun günlerdeki oruca daha dayanıklı olacağı için gün boyunca kendisini zinde hisseder. Sa­hur yemeği bunu sağlamakla da kalmaz, aynı zamanda geceleyin yapılan Teheccüd namazının sevabını da kazandırır. Bu sevabı kazanmak isteyen kimse, biraz erken kalkar ve iki rekât teheccüd namazına niyet getirir. Sonra sahur yemeğini yemeğe başlar. Bu yüzden Hz. Peygamber (s.a.v.): "Gündüzün orucuna tahammülünüzü te­min için sahur yemeğinden, gece namaza kalmak için de kuşluk uykusundan istifade ediniz." buyurmuştur.(4)

2-İftar yemeği: Öte yandan Hz. Peygamber (s.a.s.) iftarın erken yapılmasını emretmiştir. Sehl b. Sad’ın rivayetine göre Hz. Peygamber "Oruç tutan mümin, güneş batınca, iftar için acele ettikçe hayırla yaşar." Buyurmuştur.(5) Sahu­run tehiri ve iftarın tacili konusunda çok hadis rivayet edilmiştir. Hz. Ebu Hürayra’nın Rasulüllah’ tan rivayet ettiği bir hadis-i kudsîde "Kullarımın en sevimlisi iftarı son derece acele yapanlarıdır." Buyrulmuştur.(6) Birçok rivayetlerde, Rasulüllah’ın iftar etmedikçe akşam namazını kılmadıkları, hiç olmazsa bir yudum su içtikleri bildirilmiştir. Mesruk Hz. Âişe’nin yanına girerek şöyle der: "Ya Ümmel- Müminin, Hz. Peygamberin ashabından iki zat vardır. Birisi iftarı tacil, sahuru tehir ediyor, diğeri ise iftarı tehir sahuru tacil ediyor," Hz. Aişe: "İftarı tacil edip sahuru tehir eden kim?”

Diye sorar. Mesruk: "Ibni Mesud.” diye cevap verir. Hz. Aişe: "Rasulüllah da böyle yapıyordu." Der.(1)

Bu tacilin sebebi yine ubudiyete ilgilidir. Rivayetlere göre Yahudi ve Hristiyanlar, yıldız görününceye kadar iftarı tehir ederlerdi.(2) Bunlara muhalefet için iftarın tacili müstahab olmuştur. Bir diğer sebep de akşam namazını dağınık bir zi­hinle kılmaktan kaçınmaktır. Mümin namazdan önce iftarını açıp sonra namaza du­rursa, ibadetin ruhu hükmündeki ihlâsı daha çok muhafaza edebilir. Burada dikkat edilecek husus, namazı tadil-i erkânla kılmaya çalışmaktır. Bazı yerlerde iftar so­frasına çabucak oturabilmek için tadil-i erkâna dikkat edilmeden namaz kılınır ki bu doğru değildir. Çünkü Rasulullah’ın prensibi, iftarı acele yapıp, namazı acele kılmak değildi.(3)

3- Savm-ı Visâl: Ramazan bir ubudiyet ayı olduğu için hiç şüphesiz Rasulüllah (s.a.v.) her zamankinden daha çok ubudiyette bulunmuş ve Ramazan ayını değişik ibadet türleriyle ihya etmiştir. Bu ibadetlerden bir tanesi çokça Kur’an oku­masıdır. Rivayetlere göre Cebrail (a.s.) Ramazan’da Kur’an okur, Hz. Peygamber (s.a.v.) dinlerdi. Bir bakıma Cebrail Rasulüllah’a Kur’an dersi veriyordu. Bir başka deyişle Hz. Peygamber (s.a.v.) her Ramazan gecesinde Kur’an-ı Kerim’i Cebrail’e arz ediyordu.(4) lbni Abbas’tan gelen rivayete göre Rasulüllah Ramazan’da her zamankin­den daha çok cömert idi.(5) Bu da Onun Ramazan’da çokça sadaka verdiğini gösteriyor. Nafile namazlar, zikir ve itikâf gibi ibadet türlerini de fazlaca yapıyordu.

Bir de sadece kendisine mahsus ve başka aylarda yapılmayan bazı ibadeder de vardı. Bunlardan birisi ve en önemlisi ise "SAVM-I VİSAL" denilen, iftar açmadan öbür günün orucuyla birleştirmektedir. Esbabını muttasıl oruç tutmaktan nehyettiği halde kendisi gece ve gündüzünü ibadetle geçirmek maksadıyla savm-i visal yapardı. Ashabı kendisine "Ama sen muttasıl oruç tutuyorsun ve Rasulallah?" diye itiraz et­tiklerinde şöyle buyururdu: "Hanginiz bana benziyorsunuz ki? Rabbim geceleyin beni, yediriyor ve içiriyor." (6)

"Rabbim beni yediriyor ve içiriyor." ifadesi üzerinde ihtilaf edilmiştir. Bir kısmına göre gerçekten Allah Habib-i Ekrem’ini yedirip içiriyor. Onlara göre bu konuda hakikatten mecaza gitmeye bir sebep yoktur. Halbuki mesele hiç de öyle değildir. Her şeyden evvel Rasulüllah’ın Ramazan gecelerindeki tazarru ve niya­zı, yakarış ve yalvarışı, Kurbiyet makamlarındaki yükselişi, ona gıda olarak kafî ve vafîydî. Rasul-i Ekrem (s.a.s.) savm-i visâl yaptığı zaman maarif-i ilahiye ile besle­niyordu, denilebilir. Bilindiği gibi, insanın kalbi ve ruhu yeterli bir gıda aldıkları za­man, cisim belli bir müddet için hayvansal gıdalara ihtiyaç duymuyor. Hz. Peygamber (s.a.s.) de, Ramazan gecelerinde Rabbu’l-Alemin’in yanına gidip ümmeti için dua ve istiğfarda bulunduğu vakit, o münacatın lezzetinden yemek yemeğe hiç ihtiyaç duymamış olabilir. Bu yüzden Rasulüllah "Ben Rabbimin yanında geceliyor­um. O beni yedirip içiriyor." buyurmuştur. Eğer bundan maksat gerçek yemek, içmek olsaydı, değil muttasıl oruç, normal oruç bile sayılmazdı.(1)

Kaldı ki, eshâbı kendisine "Ya Rasulüllah, sen visal yapıyorsun?" dedikle­rinde "Ben visal yapmıyorum" dememiş, "Ben sizin gibi değilim." buyurmuştur. Buradan anlaşılıyor ki, savm-ı visal Rasulüllah’a mahsus bir ibadet şekildir. Çünkü ashabına "Ben sizin gibi değilim" buyurmuştur. Eğer savm-i visal ümmeti için de mubah olsaydı, ona mahsus bir ibadet şeklî olmazdı, öte yandan, Hz. Peygamber, güneşin gurubundan sonra oruçluyu fiilen olmasa da hükmen muftır kabul etmiştir. (2) Bu da savm-i visalin ümmet için müstahab olmadığını göstermektedir. Bununla birlikte sahurdan sahura visal yapmak caizdir. Çünkü Rasulüllah (s.a.v.): "Biriniz vi­sal yapmak istediği zaman sehere kadar visal yapsın.” buyurmuştur. Bu şekildeki vi­sal, en mutedil olanıdır. Aslında seherde yiyeceği yemek onun tehir edilmiş akşam yemeğidir. Böylece yirmi dört saatte bir defa yemek yemiş olur.

V- ORUCUN HİKMETLERİ:

Oruç gibi çok yönlü bir ibadetin hikmetlerini böyle bir makaleye sığdırmak imkânsız olduğu gibi, bu hikmetleri birer birer sayabilmek de mümkün değildir. Bu­nunla beraber orucun hikmetlerini bir kaç başlık halinde vermeye çalışacağız.

1- Rabbu’l - Âlemin olan Cenab-ı Allah’ın " Rububiyet" sıfatı Açısından:

Allahu Teala, Rahim ve Kerim olması hasebiyle, yeryüzünü nimetlerle dolu bir sofra haline getirmiştir. Sayılmayacak kadar nimetlerin her türlüsünü mahlûkatı için hazırlamıştır. Kur’an-ı Kerim, "Eğer siz Allah’ın nimetlerini sayacak olursanız, sayamazsınız.(1) buyurarak nimetlerin çokluğuna dikkatlerimizi çekiyor. Allah bu nimetleri vermekle, Rabbu’l Âlemin, Rahman ve Rahim olduğunu böylece ifade ediyor. Ancak Cenab-ı Allah her şeyi belli bir sebebe bağladığı için insanlar alışkanlık ve gaflet damariyle, Allah’ın bu geniş dünya sofrasındaki "rububiyet" ve "razzakiyet" kanunlarını idrak edemiyor, Allah’ın birçok nimetlerini zahiri sebeplere bağlıyorlar.

Ramazan-i Şerifte ise, bütün müminler, hakiki Rezzak olan Allah’ın verdiği bir ziyafete davet edilmiş gibi, düzenli bir ordu hükmünde, akşama yakın ’’Buyuru­nuz" emrini bekliyorlar. "Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allah’a ait ol­masın.’’(2) ayetinin ifade ettiği geniş mana göz önünde bulundurulduğu zaman, oruç ibadetinin, cihanşümul bir nububiyet ve razzakiyete karşı geniş çaplı bir ibadet şekli olduğu görülecektir.

Müminlerin, bütün âleme şâmil olan muazzam bir rızıklandırma kanununa oruç gibi samimi ve içten bir ubudiyetle karşılık vermeleri, onların mükafatını ikiye katlamakta ve acilleştirmektedir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.) "oruçlu için iki se­vinç vardır. Birisi iftar vaktindedir. Diğeri ise Rabbine kavuştuğu zamandadır." Bu­yurmuştur.(3)

2- Oruç Nimetlerin Şükrü Olması Açısından: Cenab-ı Allah, ver­diği bunca nimetlere karşı kullarından sadece şükür istiyor. "... Allah sizi güzel şeylerle besledi ki şükredesiniz." (4) ayetinin ifade ettiği gibi, rızkın karşılığı sadece şükürdür. Bilindiği gibi Allah nimetlerini sebepler vasıtasıyla bize ulaştırıyor. Ni­metleri bizlere kadar ulaştıran zahiri sebepler ve sahipler birer tablacı durumun­dadırlar. O sebep ve sahiplere çoğu zaman en içten teşekkürlerimizi bildiriyor, onlara minnettar oluyoruz. Oysa gözlerimizi örten gaflet perdesini kaldırıp sebeplerin ar­kasındaki hakiki sahibi, yani Cenab-ı Allah’ı düşündüğümüz zaman Onun herkesten daha çok şükre ve takdire layık olduğunu görürüz. O halde Allah’a teşekkür etmek nasıl olmalıdır? Kur’an-ı Kerim birçok ayetinde Allah’tan başka Rezzak bulunmadığını ısrarla ifade ediyor. "Ey insanlar, Allah’ın size olan nimetlerini hatırlayın. Allah’tan başka size gökten ve yerden rızık verecek bir yaratıcı var mı?" (1) ayeti ve benzerleri, insan­lara verilen rızkın Allah’ın hazinesinden geldiğini açıkça ifade ediyor. İşte şükrün en basit derecesi, nimetlerin kıymetini bilip onların Allah’ın hazinesinden geldiğini düşünmektir. Bu açıdan Ramazan-i şerif samimi ve geniş çaplı bir şükrün anahtarı durumundadır. Şöyle ki: Oruçsuz zamanlarda birçok insan gerçek bir açlık hissini duymadığı için bazı büyük nimetlerin kıymetini takdir edemiyor. Meselâ, kuru bir ekmek parçasındaki nimet derecesi, zengin ya da tok sayılabilecek insanlar tarafından anlaşılması elbette ki imkânsızdır.

İftar vaktinde ise, o kuru ekmekteki nimetin derecesi oruç tutan herkes ta­rafından anlaşılır. Zengin olsun fakir olsun, Ramazan’da oruç tutan her mümin, ni­metlerin kıymetini takdir etmekle çok yönlü bir şükür borcunu eda etmiş olur. Gün boyunca bütün yiyecek ve içeceklerden imsak eden mümin düşündüğü zaman, kendi­sine sunulan nimetlerin asıl sahibinin kendisi olmadığını idrak eder. Çünkü oruç sebebiyle kendisine verilen nimetlerden istifade edemiyor. Demek ki nimetler oruç tutmamızı emreden Rab’ımızın mülkünden geliyorlar. Oruçlu insan, nimet­lerden istifade edebilmek için asıl sahibin "Buyur" manasındaki ezan emrini bekliyor. Bu manaları düşünen mümin, oruç tutmakla nimetlerin kadir ve kıymetini idrak ede­rde şükür borcunu en iyi şekilde eda etmiş olur.

(…) ,"Hala şükretmiyorlar mı?"(2), (…) "Allah, şükredenleri mükâfatlandıracaktır." (3) ve

(…) "And-olsun, şükrederseniz elbette size nimetimi arttırırım. Ve eğer nankörlük ederseniz azabım pek çetindir."(4) gibi ayetler, insanın en önemli vazifesinin şükür olduğunu göstermektedir. Kur’an’a göre şükürsüzlük, nimetleri tekzip ve inkâr manasındadır.(5) Şükrün en geniş manası ibadettir. Yaratılmış olmak gibi büyük bir nimetin karşılığında cin ve insanlardan ibadet istenmiştir.(6) Bu da gösteriyor ki, şükrün en geniş ifadesi ibadettir. Şöyle ki: Kâinata dikkatle bakan bir insan, en önemli varlığın hayat olduğunu görür. Deyim yerinde ise, bütün varlıklar hayata hizmet etmektedir. Bir başka ifadeyle, her şey hayat için gerekli olan şartları oluşturmaktadır. Şu halde Allah hayatı kâinatın özü olarak yaratmıştır. Biraz daha dikkatle düşündüğümüz zaman, bütün canlıların insana hizmet ettiğini görürüz. Rızık, bütün canlılar için önemli bir merkez haline getirildiğine göre denilebilir ki, canlı cansız bütün varlıklar rızkın etrafında dolaşıyor. "Eğer nankörlük ederseniz, azabım pek çetindir."(l) ayeti gösteriyor ki, rızık da şükürle kaimdir. Yani onunla vardır. Elbette ki rızkı istemek ve rızka iştihalı olmak fıtri bir şükürdür. Lezzet ve zevk almak da bir bakıma şuursuz bir şükürdür ki, bütün hayvanlarda bu şükür vardır. Nevar ki, insan fıtri olan şükrü değiştirerek rızkın asıl sahibini görmezlikten gelip şirke düşüyor. Oysa Allah insan­lardan ibadet vasıtasıyla bir şükür istiyor. Allah’ın nimetlerine karşı oruç ibadeti gibi çok yönlü bir şükürle karşılık vermeyen insanlar, Kur’an’ın ağır tehdidi altındadır­lar.(2)

3- Sosyal Hayat Açısından: Bilindiği gibi insanlar geçim açısından değişik tabakalarda yaratılmışlardır Kimisi fakir, kimisi zengin, kimisi orta halli, vs. Ancak Cenab-ı Allah zengin olanları fakirlerin yardımına davet etmiştir. Oruç gibi bir ibadet olmasaydı, zenginler fakirlerin acınacak durumlarının farkında olmaya­caklardı. Sadece kendisini düşünen zengin insanlar, fakir insanların ne durumda ol­duklarını anlayamazlar.

Yalnız şurası unutulmamalıdır ki, herkes kendisinden daha fakir birini bulabi­lir. Şu halde her insan başka birisine yardımla mükelleftir. Ramazan ayında müminlerin dini duyguları ve şefkat hisleri kabardığı için genellikle nisaba malik olanlar zekâtlarını Ramazan’da veriyorlar.

Salman-i Farisi’den yapılan rivayete göre Hz. Peygamber (s.a.s.) Şaban’ın son gününde şöyle buyurdu: "Ey nas, Bu Ramazan ayı, Allah için açlık ve susuzluğun, taat ve ibadetin zorluklarına tahammül ayıdır. Bu ay, müminin rızkını arttıracak aydır. Bu ayda her kim oruçlu bir mümine iftar edecek bir şey verirse, yaptığı iş günahının bağışlanmasına ve ateşten kurtulmasına sebep olduğu gibi, oruçlunun ecrinden hiç bir şey eksilmeksizin onun ecri kadar sevaba nail olur." Ashaptan bazıları: "Ya Rasulüllah, çoğumuz oruçluya iftar edecek bir şey verecek durumda değiliz.” dediler. Bunun üzerine Rasulüllah (s.a.s.) "Allah bu sevabı bir tek hurma ile, bir içim su ile veya bir yudum sütle oruçlu mümine iftar ettirene verir." buyur­dular.(1)

Ramazan orucu, zengin olan insanların, fakir olan insanlarla irtibat kurmasını sağlamaktadır. Hz. Peygamber (s.a.s.): "Zekât İslam’ın köprüsüdür." (2) buyurarak, zengin tabaka ile fakir tabaka arasındaki boşluğun zekât müessesesiyle kapandığını ifade etmektedir. İşte muavenet duygularını geliştiren ve fakirin açlığını zengine his­settiren oruç ibadeti sosyal hayatın yaralarına merhem olan bir ilaç gibidir.

4- Nefis Terbiyesi Açısından: İnsan nefsi, kendisini bütün kayıtlardan azade bir şekilde hür görmek ister. "Nefsini ilâh edinen kimseyi gördün mü? (3) ayet­inin İfade ettiği gibi, nefis daima kendisine bir uluhiyyet makamı vermek ister. Hiç bir kusur kabul etmeyen ve her türlü ayıplardan münezzeh olduğunu iddia eden insan nefsi, kendisini mabuda layık bir tarzda över ve övdürür. Bu itibarla, sayısız nimet­lerle terbiye edildiğini ve onu terbiye edene karşı bir minnet borcu bulunduğunu düşünmek istemez, özellikle servet ve iktidara sahip olan gafil bir insan, Allah’ın nimetlerini hırsızcasına ve gasbeder gibi yutmaya çalışır.

Ramazan’da ise zengin ve fakir olan her insan, her hususta serbest olmadığını, bir yaratıcının kulu olduğunu, onun izni olmadığı takdirde en ufak ve en adi bir işi bile yapamayacağını anlar ve "De ki: "Ben kendi nefsime dahi, Allah’ın dilediğinden başka, ne bir zarar, ne de bir yarar verme gücüne sahip değilim." (4) ayetini okuyarak haddini bilir, kul olduğunu anlar ve kulluk görevini yerine getirmeye çalışır.

5- Ahlakî Açıdan: İnsan âciz ve zaiftir. Fakat kendisindeki eksikliği görmek istemez. Vücudunun çabuk bozulan et ve kemikten yapıldığını, ebedi olarak bu dünyada kalamayacağını, dünyanın geçici ve fani olduğunu hiç bir zaman düşünmek istemez, öyle ki, bu dünyada ebedi kalacakmış gibi vücudunun çelikten yapıldığını sanır. Bu yüzden dünyayı çok sever ve şiddetli bir hırs ile onu elde et­meye çalışır. Devamlı hazır lezzet veren ve menfaat sağlayan şeylere bağlı kalır, öldükten sonra dirileceğini asla düşünmez.

Bu kadar sorumsuz olan bir insan, her türlü ahlâksızlığı yapmaya namzettir. Kin, hırs, menfaat temini, aldatma ve yalan gibi duygularla düşmanlarından intik­amını almaya çalışır. Ramazan-i Şerifte ise, en gafil ve inatçı insanlar bile aciz ve ihtiyaç içinde akşama kadar kıvranan bir zavallı olduğunu anlarlar. Evvela açlık his­siyle midesini düşünmeye başlar. Midenin ihtiyacını anlar, vücudunun ne kadar çürük olduğunu fark eder, Ne kadar merhamet ve şefkate muhtaç olduğunu idrak eder. Kalbi bidatlarla bozulmamış ise, inadı bırakıp Allah’ın dergâhına yönelir. Güzel ahlâklı bir Müslüman olur.

6- Kur’an’ın Nüzulü Açısından: "Ramazan ayı ki, insanlara yol gösterici, hidayeti, doğruyu ve yanlışı birbirinden ayırdedip açıklayıcı olarak Kur’an o ayda indirilmiştir."(l) ayetinin ifade ettiği gibi, Kur’an-i Kerim ilk defa Ramazan’da nazil olmuştur.

Kur’an’ın muhatabı insan olduğuna göre, onu dinlemeye ve içindekilerle amel etmeye en çok muhtaç ve mecbur olan da yine insandır. Ramazan orucu, insanı ye­mek, içmek gibi nefsin şehevî isteklerinden uzaklaştırıp bir nevi hayvaniyet merteb­esinden melekiyet makamına çıkarmakla, Kur’an’ı en iyi biçimde karşılamaya hazır hale getirir. Zira Kur’an her zaman yeni nazil oluyor gibi gençliğini ve tazeliğini muhafaza ediyor.

Oruçlu mümin, her zamankinden daha iştiyaklı bir şekilde Kur’an’ı okurken kendisine yönelik hitapları Hz. Peygamberden ya da Hz. Cebrail’den yahut da biz­zat Cenab-ı Allah’tan işitiyor gibi mukaddes bir ruh haletine girebilir. Zira daha ev­vel de ifade ettiğimiz gibi, Ramazan’da Hz. Peygamber (s.a.s.) Kur’an’ı Cebrail’le bir­likte okuyordu. Halk arasında "mukabele" diye bilinen bu okuma ve dinleme şekline "Arz" denilmektedir. Hz. Rasulüllah, her Ramazan’da bütün Kur’an’ı Cebrail’den din­lemiştir. Vefat edeceği yıl Cebrail "arz" için iki defa gelmiştir. Rasulüllah (s.a.v.) bunu vefatına bir işaret kabul etmiştir. (2)

Hz. Peygamber’den gelen rivayete göre her şeyin sevabı Ramazan’da birden bine çıkıyor. Ramazan’ın Kur’an ayı olması, onda Kur’an okumanın büyük savablara sebep olduğunu gösterir. Ramazan’da bütün İslâm Âlemi bir mescid hükmüne geçiyor. Bu büyük mescidin her köşesinde hafızlar o semavi hitap olan Kur’an’ı dünyalılara işittiriyorlar. Hâfızlar, Ramazan’ın gerçekten Kur’an ayı olduğunu ispat ediyorlar. Böyle bir manevî mescitte bulunan bir cemaate iştirak etmemek, cemaatin nefret ve tahkirine ne kadar hedef ise, Ramazan’da bütün Müslümanlara muhalif hare­ket edip, mazeretsiz olarak oruç tutmayanlar da, İslâm âleminin manevi nefret ve tah­kirine hedef olmaktadırlar.

Ramazan ayının, parlak bir ubudiyet şekli olan oruca ve en büyük mucize olan Kur’an’ın nüzulüne tahsis edilmiş olması tesadüfi değildir. Her şeyden önce Kur’an’la oruç ibadeti arasında ilginç bir münasebet olmalıdır. Çünkü İlâhî nurların insan ruhunda tecelli etmesinde bazı beşerî engeller olduğu ve bu engellerin en iyi bir şekilde oruçla ortadan kaldırıldığı ifade edilmiştir. Bu yüzden Hz. Peygamber (s.a.s.) "Eğer şeytanlar insanların kalplerine tesir etmemiş olsaydılar semavatın melekütüne bakabileceklerdi." Buyuruyor.(1) Oruç insanı, semavattan inen Kur’an’ı en iyi şekilde karşılamaya hazırlayan bir ibadettir. Oruçlu insan, melekût âlemlerinden söz eden Kur’an’ı daha iyi anlar.

(…) defaten, (…) ise tedricen indirmek manasındadır.(2) Bu yüzden Cenab-ı Allah Kur’an’ın indirilişi için "tenzil" filini kullanırken, Tevrat ve İncil için "inzal" sığasını kullanmıştır.(3) Çünkü Kur’an tedricen nazil olduğu halde Tevrat ve İncil defaten nazil olmuştur. Bu demek değildir ki," inzâl siğası Kur’an için hiç kullanılmamıştır. Ancak dikkat edilirse, Kur’an’ın tedricen nüzulü söz konu­su olduğu zaman "Tenzil", defaten indirilişi söz konusu olduğu zaman da "İnzal" kelimesi kullanılmıştır. (…) "Eğer kulumuz Muhammed’e indirdiğimizden şüphe içinde iseniz."(4) ayetinde olduğu gibi. Çünkü Kur’an’ın iki türlü indirilişi vardır. Kur’an’ın Ramazan ayında indirildiğini ifade eden ayette (Bakara, 185) "İnzal" siğası kullanıldığına göre Ramazan’da defaten nüzulü söz konusudur. Ahmed b. Hanbel’den gelen rivayetlere göre Hz. İbrahim’in sayfaları Ramazan’ın ilk gecesinde, Tevrat Ramazan’ın altısında, İncil on üçünde, Kur’an İse Ramazan’ın yirmi dördünde nazil olmuştur. (5)

Bu rivayetten de anlaşıldığına göre Kur’an dışındaki mukaddes kitap ve sahifeler birden indirilmişlerdir. Kur’an ise, önce "Beytü’1-İzze" denilen dünya semasına indirilmiştir. Bu nüzul Kadir gecesinde vaki olmuştur. "Biz onu Kadir gecesinde indirdik.” (1) ve "Biz onu mübarek bir gecede indirdik. (2) ayetleri bu manaya delalet eder. Daha sonra İse, ayet ayet ve süre süre Hz. Peygamberin kalbine indirilmiştir.

7-Dünya Ahiretin Tarlası Olması Açısından: Daha evvel de ifade ettiğimiz gibi Ramazan’da amellerin sevapları birden yüze çıkıyor.(3) Normal za­manlarda Kur’an’ın her bir harfinin on sevabı vardır. Ramazan’da ise bu sayı ona kat­lanıyor. Ramazan’ın cumalarında ve Kadir gecesinde daha da fazlalaşıyor. Bu itibarla Ramazan ayı ahiret ticareti için gayet münbit bir tarladır. Âdeta amellerin gelişmesi için gökten yağan bir Rahmet gibidir Ramazan.

Kadir gecesinin Ramazan’ın içinde olması ve bin aydan hayırlı olması açısından, bir tek Ramazan’ı oruçlu geçiren bir kimse seksen üç küsur yıllık bir ömrün bereketini elde eder. Milli bayramlarda insanlar bazı hususî iltifatlara layık görüldükleri gibi, Ramazan ayı da, müminler için manevi bir bayram olduğu açısından, ilahi rahmete vesile olan çok kıymetli bir zaman dilimidir. İnsanların dünya ve ahiretlerini tanzim eden Kur’an’ın böylesine kıymetli bir ayda nazil olması son derece manidardır. Allahu Teala bu manevi bayramda, insanları yemek, içmek gibi biyolojik meşgalelerden çekmek için orucu emretmiştir. Ne var ki, bu kıymetli zaman diliminde ilahi rahmete mazhar olmak için sadece yemek, içmek ve şehvetten imsak etmek yeterli değildir. Bu noktaya dikkat çeken Hz. Peygamber (s.a.s.): "Nice oruç tutanlar vardır ki, tuttukları oruçtan görecekleri fayda sadece aç kalmaktan iba­rettir." (4) buyurmuştur. Bir diğer hadis-i şeriflerinde "Yalan şahitliğini ve yalanla amel etmeyi bırakmayan kimsenin, yemesini ve içmesini terk etmesine Allah’ın İh­tiyacı yoktur."(5) buyurarak, bütün vücuduyla oruç tutmayanları ağır bir biçimde tehdit etmiştir.

Şu halde, insanın midesi gibi gözü, kulağı, kalbi, fikri ve hayali, hâsılı bütün duyguları oruç tutmalıdır. Oruçlu insan, bütün duygularını haramdan çekmek ve her birini kendisine mahsus ubudiyet görevine yöneltmek mecburiyetindedir. Me­selâ, dilini yalandan, gıybetten ve kötü sözlerden alıkoyup, Kur’an, zikir ve istiğfar ile meşgul olmak dilin orucu sayılmaktadır. Gözünü namahreme bakmaktan sakındırıp tefekkür ve ibrete tahsis etmek gözün orucudur. Kulağını, ğayr-i meşru söz ve eğlenceyi dinlemek yerine camilerde Kur’an dinlemeye tahsis etmek kulağın orucudur. Hadis-i Şerifte, oruç bütün kötülüklere karşı bir kalkan olarak tanımlanmıştır. "Birisi size sataşıp sövüşmek istediğinde "Ben oruçluyum." desin"(1) hadisi, işin ne kadar ciddi olduğunu vurgulamaktadır.

8-İnsanın Sıhhatine Baktığı Açıdan: Bilindiği gibi koruyucu hekim­lik, tedaviden önde gelir. Vücudu hastalıklara karşı korumak, hastalıktan tedavi et­mekten daha kolay ve daha faydalıdır. Bu tabii kaide, bir ibadet şeklinde emredil­miştir. Evet, oruç hastalıklara karşı bir perhizdir. Hz, Peygamber (s.a.s.) "Oruç tutunuz, sıhhat bulursunuz." (2) buyurmakla orucun insan sıhhatine sağladığı fayda­lara dikkat çekmiştir.

Orucun insana sağladığı sıhhati, sadece mide açısından düşünmemeliyiz. İnsanın nefsi, ruhu, kalbi ve hisleri açısından düşünmeliyiz. Hatta orucun ruhi ahlaki faziletleri, manevi bünyemiz açısından, midenin sağlığından da değerlidir. İnsan nefsi yemek ve içmek hususunda istediği gibi hareket etmek ister. Her zaman çok yeme­nin insan vücuduna zararlı olduğu bilinen bir gerçektir. Öte yandan, helâl haram demeden, saldırırcasına ve rastgele her şeyi yiyen ve içen bir insan, maddi vücudu gibi manevi hayatını da tahrip eder. Böyle bir nefsin, insan nefsi, kalp ve ruhun hâkimiyeti altına girip itaat etmesi düşünülemez, Ramazan’da ise, oruç vasıtasıyla bir nevi perhiz ve riyazete alışır, emir dinlemeyi öğrenir. Haram ve helâl hususunda akıl ve dinden gelen emirleri dinlemeye başlar.

Öte yandan, insanların ekserisi açlığa karşı tahammülsüz olur. Ramazan oru­cu insanı, on beş saat, sahursuz ise yirmi dört saat aç kalmak için sabırlı olmaya alıştırır. Sıkıntılara karşı sabrın ne kadar önemli bir silah olduğu malumdur. Hatta sabırsızlık sıkıntıları daha da çekilmez hale getirir. İşte oruç bu sabırsızlık ve ta­hammülsüzlüğün ilacı sayılır.

Mide, insan vücudunda bir fabrika gibidir. Ancak mide ile ilgili çok duygular vardır. Eğer Ramazan’da mide fabrikası kapatılmazsa, nefis, mideye yardımcı olan duyguların hususi ibadetlerini onlara unutturur. Mideyle birlikte onları da kendisiyle meşgul eder ve onları tahakküm altına alır. Fakat Ramazan orucuyla o yardımcı hiz­metlilerini mideye ve nefse hizmet için yaratılmadıklarını hissederler. Süflî ve malayani eğlencelerden kurtulup Ramazan boyunca melekî ve ruhanî eğlencelerle lezzet almaya başlarlar.

Netice, İman eğer Allah’ın emirlerini yapmak ve nehiylerinden sakınmaktan ibaret olan ibadetlerle takviye edilmezse tesiri zayıflaşır. Çünkü ibadet dünya ve ahiret saadetine vesile olduğu gibi şahsi olgunluğa da sebeptir. Hatta yaratıcı ile kul arasında en yüksek ve en şerefli rabıta ibadettir. Oruç da en önemli ibadetlerden biri­dir. Oruç, vücuda sıhhat ruha ulviyet, tefse terbiye ve kemal, vicdana temizlik, kalbe şefkat ve incelik veren bir ibadettir. Kişiyi sabra alıştırır, beşerî halleri ıslah eder. İnsanın ahlâkını güzelleştirir. Bütün bu güzellikleriyle birlikte oruç, Allah em­rettiği için tutulmalıdır. Eğer başka bir maksatla oruç tutulursa kişiye hiçbir fayda temin etmeyecektir.

Orucun bu güzel hikmetlerinden dolayıdır ki, Ramazan ayı diğer aylar arasında bir hususiyet kesbetmiştir. Ramazan âdeta müminler için manevi bir kuvvet kay­nağıdır. Bu ayda eski alışkanlıklar terkedilir, manevi ve nuranî bir zevk ruhlarda ken­dini hissettirir. İnsanların birbirileriyle sevişip tanışmaları artar, toplumda bir sos­yalleşme faaliyeti kendini gösterir. Bu yeni ve tamamen dini olan toplumsal hayatta fakirlere, yetim ve kimsesizlere yardım edilir. Camilerde coşkun bir dini heyecan yaşanır. Akşam iftar sofralındaki İlahî bereket herkes tarafından hissedilir. Çünkü iftar bizzat Hz. Peygamber tarafından övülen bir ziyafettir. "Oruç tutanın iki neşesi vardır: Biri iftar zamanında, diğeri Allah’ına mülaki olduğu zamandadır."(1) hadisi, oruçlunun mükâfatının ne kadar büyük olduğunu ifade eder. Allahu Teala, bütün müminlere "İnanarak ve uhrevi ecrini düşünerek" oruç tutmayı nasip etsin. Âmin.

Dipnotlar:

(1) Razi, Tefsir, V, 75, Tahran tarihsiz (Ofset).

(2) Taberi, Tefsir, II,128, Beyrut, 1984

(3) Menar Tefsiri, II, 157, Meraği, Tefsir, II, 67, Mısır, 1969

(4) Taberi, Tefsir, II, 128.

(5) Razi, Tefsir, 5,75

(6) Ahmed b. Hambel, Müsned, II, 273; Müseim, Sahih, Siyam, 161. Hadis.

(7) Zumer, 10

(8) Ibni Manzur, Lisanü’l- arab, 15, 243.

(9) Bakara, 183.

Dipnotlar:

(1) Ran, Tefsir, V, 76

(2) Maide, 48

(3) İbnu Kesir, Tefsir, I, 219

(4) Menar Tefsiri, II, 156

(5) Tevrat, Tesnîye babı, 9. Ayet

(6) Razi, Tefsir, V. 76

(7) Araf. 142

Dipnotlar:

(1) Menar Tefsiri, II, 158

(2) M. Tevfik Uvayda, Eş-Savm ve 1-Adhiya, s. 13. Mısır, 1964

(3) Tevrat, Zekeriyya, 8. Bab. 1,2,3,4,5. Ayetler.

(4) Taberi, Tefsir, II, 129, Beyrut, 1984

(5) Kuıtubi, Tefsir, 11.255

Dipnotlar:

(1) Taberi,Tefsir II,129

(2) Kutubi, Tefsir, II, 225

(3) İncil, Matta, 6.16,17,18. bablar.

(4) Menar Tefsiri II, 158.

(5) İbnu Nedim, Fihrist, 450 vd. Beyrut, tarihsiz.

(6) Adı geçen eser, aynı yer.

Dipnotlar:

(1) İbnu Nedim, Fihrist, aynı yer.

(2) Adı geçen eser, s. 456

(3) Adı geçen eser, s. 466

(4) M. Tevfik Uvayda, es-Savm vel-Adhiya, s. 18

(5) M. Tevfik Uvayda, es-Savm vel-Adhiya, s. 18

(6) Adı geçen eser, aynı yer.

Dipnotlar:

(1) Adı geçen eser, s. 21.

(2) M. Tevfik Uvay da, es-Savm s.21

(3) a.g.e., aynı yer.

(4) Sûra. 13.

Dipnotlar:

(1) İbni Kesir, Tefsir, 1.219.

(2) Müslim, Kader, 25. hadis.

(3) Ahmed b. Hanbel. Müsned, II, 273

(4) Beyhaki, Sünen, IV. 276

Dipnotlar:

(1) Buhari, Savm, 4. bab.

(2) Rum, 30

(3) Zamehşeri, Keşşaf, I,227, Tahran, tarihsiz.

(4) Beyhaki, Sünen, IV. 201.

(5) Tabresi, Mecmaül-Beyan, II, 495, Beyrut, 1986

(6) Ibnu Kesir, el-Hidaye ve’n- nihaye, III, 254.

Dipnotlar:

(1) Buhari, Savm, 69. bab.

(2) Buhari, Savm, 1. bab.

(3) Ibnu Kayyım, Zadü’l-Maad, II, 30 Beyrut, 1987.

(4) Bakara. 183.

(5) Ahmed b. Hanbel, Müsned. V. 246,

(6) Bakara, 184.

(7) Bakara, 187.

Dipnotlar:

(1) Bakara, 185.

(2) Şafii mezhebine göre hamile ve emzikli kadınlar, kendilerine bir Tarar gelir diye tutmu-yorlarsa sadece kaza ederler. Ama eğer çocukları için korkuyorlar ise kaza ile birlikte fıdye de verirler (Remeli, Nihayetul-Muhtac. II, 194, Mısır, 1967. Merginani, el-Hidaye, I, 126, 127, Mısır ta­rihsiz)

(3) Merginani, d-Hidaye, I,80

Dipnotlar:

(1) Bakara, 184,

(2) Bakaıa,185,

(3) Alusi, Tefsir, II, 58.

(4) Buhari, Tefsir, 25. bab.

(5) Zemahşeri, Keşşaf, 1,226; İbnu Kesir, Tefsir, I,221.

(6) Alusi, Tefsir, II, 59.

(7) Buhari, Tefsir, 25. Bab.

Dipnotlar:

(1) Buhari, Tefsir, 27. bab.

(2) Bakara, 187

(3) Müslim, siyam, 45. hadis

Dipnotlar:

(1) Müslim aynı yer

(2) Müslim, siyam, 39. hadis

(3) Nevevi, Ş. Müslim, VII, 206

(4) İbn Maceh, Siyam, 1693. hadis.

(5) Müslim, Siyam, 48. hadis

(6) Beyhaki, Sünen, IV.237

Dipnotlar:

(1) Beyhakî, Sünneti, IV.237.

(2) Bcyhaki, yer.

(3) Müslim, Siyam, 49. hadis

(4) Buhari, Sav m, 7, bab,

(5) Adı geçen etıer, aynı yer,

(6) Buhari, Savın, 48. bab.

Dipnotlar:

(1) İbnu Kayyım, Zadu’l-Ma’ad, II, 33.

(2) Buhari, Savm, 43. bab.

Dipnotlar:

(1) Nahl, 18.

(2) Hud, 6.

(3) Buhari, Savm, 9. bab.

(4) Enfal, 26.

Dipnotlar:

1) Fatır,3.

2) Yasin, 35.

3) Aliimran 144.

4) İbrahim, 7.

5) Rahman, 16.

6) Zariyat, 56.

Dipnotlar:

(1) İbrahim, 6.

(2) İbrahim, 6.

Dipnotlar:

(1) Beyhaki, Sünen, IV, 304.

(2) Acluni, Keşfü’l-Hafa, 1,530.

(3) Furkan, 43.

(4) Yunus, 48.

Dipnotlar:

(1) Bakara, 185.

(2) Buhari, Fadailü’l-Kur’an. 7. bab.

Dipnotlar:

(2) Razi, Tefsir. V, 84.

(3) Adı geçen eser, V, 87.

(4) Ali imran, 3.

(5) Bakara, 23.

(6) İbnu Kesir, Tefsir, I,221,

Dipnotlar:

(1) Kadir, 1.

(2) Duhan, 2.

(3) Buhari, Savm, 2. bab.

(4) lbni Maceh, Siyam, 1690. hadis.

(5) Buhari, Savm, 8. bab.

Dipnotlar:

(1) Buhari, Savm, 2, bab.

(2) Keşfül-Hafa, I, 539.

Dipnotlar:

(1) Buharî, Savm. Hadis.