Makale

İslâm Sosyolojisi

İslâm Sosyolojisi

Gıyasettin KAYA
Millî Eğt. Bak. Din Öğretimi Gn. Md. Şube Müdürü

KURAM (TEORİ):

İbn Haldun’u kuramsal sosyo­lojiyi aşmak gerektiğini kavrayama­mış olması yüzünden eleştirmek mümkündür. Bazıları buna, in­sanın hayatında yalnızca bu kada­rını yapabileceğini ve -sosyolojisi kuramsal bir sosyoloji olmasına rağ­men- İbn Haldun’un, İslâm niza­mını yüceltmek için kuramlarını ve gözlemlerini, uygulamaya aktarabile­cek olanlara kapıları kapattığını ile­ri sürerek karşı çıkabilirler. İbn Haldun’un kuramsal bilimini aşabile­cek olanları engellemediği doğrudur; fakat şu da bir gerçektir ki, yeter­li imkânlara sahip olmasına rağmen kendisi bunu yapmamıştır.

Temel eserini tamamladıktan sonra, uzun bir zaman İbn Haldun Mısır’da, Malikî Mahkemesinde Baş Kadı olarak görev yapmıştır. Bu dö­nemde, İbn Haldun kadı olarak, hukukî meselelere alışılmışın dışında yaklaşımları nedeniyle, Mısır’daki birçok çevreyi karşısına almıştır. Yaklaşımının niçin alışılmışın dışında olduğunu anlamak pek zor olmasa gerektir. Muhtemelen çevresindekilerden çok ileri olan; insan doğasına (tabiat) ilişkin düşünceleri ve tarih bilgisi ona, yargılama esnasında ka­rar vermesine yardımcı olmuştur. Onun uygulamaya ilişkin muhake­mesini tam olarak yansıttığı mu­hakkak olan bu kararların elimizde bulunması çok yararlı olurdu.

Her hâlükârda, kuramsal sosyolojisini tarafsız olmakla suçlayamayız. Ne var ki uygulamalı sosyolojisini ka­muya mal edememiş olması üzüntü vericidir. Doğrusu, İbn Haldun ile çağdaş Batılı sosyologlar arasındaki paralelliği görmek şaşırtıcıdır.(1)

Burada tezimizi tekrar ifade edelim: Biz, insan tabiatının, insan davranışını ve insan örgütlenmesinin ilkelerini araştıran sosyolojiye karşı değiliz. Fakat bunun kendi içinde bir amaç olmasına izin verilmeme­lidir. Bu, bireysel plânda toplumsal alandaki bireylerin çevresinde ve toplumlar arasında İslâm’ın yücel­tilmesi amacıyla uygulamaya akta­rılmalıdır. Diğer bilimler gibi, İslâm sosyolojisinin üzerinde yürüdüğü iki yönü vardır: Kuramsal ve uygula­malı. Beşaret Ali ve Ali Şeriati’den çıkarttığımız sonuç budur. Aynı za­manda mantıkî olan da budur; çünkü önce insan davranışının bilgisini e­dinmeksizin, halkı İslâmî doğrultuda inandırma, iknâ etme ve harekete geçirme davranışını başarıyla yürüt­meyi bekleyemeyiz. Şüphesiz İslâm dünyasında veya başka yerlerde, ha­rekete geçirmeyi bekleyemeyiz. İslâm dünyasında veya başka yerlerde harekete geçirici teknikler hakkında hiçbir eğitim görmemiş muharrik konumunda birçok kişi vardır. Hâlbuki bu bilgiyi biçimsel­leştirmek (formalize) İslâmî etkinli­ği sistematize edeceği gibi, şimdiye dek yalnızca tarihsel ve hukuksal meseleler üzerinde odaklaşmış İslâ­mî edebiyata da eşsiz bir katkı olur­du.(2)

İslâmiyet peygamberlerin tebliğ tekniklerini en güzel bir ifade, sağ­lam bir mantık, olaylardan alınan örneklere dayanan delillerle ve çok açık bir surette bizlere bildirmekte­dir. Böylece insanın doğruyu bulma­sında gerekli bütün yollar ayan beyan ortaya konulmuştur. Bundan son­ra yolunu sapıtanlar için bir maze­ret, gerekçe ve dayanak bulunma­maktadır. Oysa insan doğru veya yanlış yaptığı her işi bir gerekçeye bağlama zaruretini, yaratılışındaki fıtrat gereği duymaktadır.

Allah Teâlâ gönderdiği pey­gamberler ve onların milletleri hak­kında kendisinin sünnetleri olduğunu (3/137; 17/77, 40/85; 33/38; 62, vb.); bu sünnetlerin önceden takdir edil­miş olduğunu (33/38) ve hiç bir şe­yin O’nun sünnetlerini değiştirmeye gücü yetmeyeceğini (17/77; 33/62; 35/43; 48/23); geçmiş milletlerin kalıntıları üzerinde yapılacak göz­lemlerin bu sünnetleri göstereceğini (3/137); kendisinin onları bizzat (Kurân’da) açıklayacağını (4/26) ve her kavmin yaşadığı hâdiselerin ve sosyal tavırlarının birbirine ben­zediğini, bundan sonra da benzeye­ceğini (2/118, 124; 6/148; 8/38; 15/ 13) haber vermiştir. Yine Kur’ân-ı Kerim, sosyal hâdiselerde yürürlükte olan ilâhi kanunların olduğunu ve hâdiseler arasındaki gerekircilik (sebeb-sonuç ilişkisinin) Allah tara­fından takdir edildiğini bildirmekte­dir. Toplumda insanların durumları, insanların toplum olarak karşılaşa­cakları hak-batıl mücadeleleri, sa­vaşlar, zaferler, iktidar vs. değiş­mez fıtrî kanunlara göre cereyan eder. İşte bu kanunlar, “Allah’ın sün­netleridir.”(3) Allah Teâlâ iradesini hikmetine göre kullanır.(4)

Kur’ân sosyolojisini modern sos­yolojiden ayıran en önemli özellikle­rinden biri, sosyal hâdiselerle tabii hâdiseler arasındaki gerekirciliği kabul etmesidir. Meselâ tabii âfetler; toplum, o âfetleri gerektiren bir davranışta ve yaşayışta iseler, daha sık ve büyük boyutlarda olur.

Bu ilâhî kanunları (sünnetullahı) nasıl bulabiliriz?

Evvela, Allah Teâlâ bazı âyetler­de kanunlarını açıkça göstermiştir. Yüce Allah bazen sebe­bi bir âyette, onun sonucunu da di­ğer bir âyette göstermiştir. O geç­miş milletlerin haberlerini zikreder­ken genellikle sünnetini zımnen gös­termiştir. Onların birbirlerine benze­yen hâllerinden ve âkıbetlerinden, Cenab-ı Allah’ın cemiyetler hakkındaki ilâhî kanunlarını yani sünnetle­rini çıkabiliriz. Kezâ şer’î emir ve yasaklarda gözetilen hikmetleri düşünerek birtakım sebeb-sonuç ala­kaları bulabiliriz. Bütün bunlardan “Sosyolojisinin Kanunları” diyebile­ceğimiz ve benzeri bütün hâdiselere teşmil edebileceğimiz kuralları or­taya koyabiliriz. Fakat bu ileri sür­düğümüz şeylerin çok kolay olduğu­nu söylemek de mümkün değildir.

Gerek Peygamberimiz (s.a.s.)’in hayatında gerekse ondan sonra, fer­dî ve toplumsal, maddi ve manevi sahalarda büyük başarılar kazanan Sahabe-i Kiram, Allah’ın toplumlar hususundaki sünnetlerini öğrenmiş ve bu âyetlerdeki ilâhî muradı çok iyi anlamışlardı. Onların bu bilgile­rinin, başarılarında önemli payı vardı.(5)

İslâm’ın her konuda gerçeği tem­sil ettiği bilindiği gibi, her konuda sağlam bir bilgiye dayandığı da bir realitedir. Toplumların dayandığı bil­gilerin doğruluğunu da bu bağlamda görmek mümkündür. Aynı zamanda İslâmiyetin ilk Peygamber Hz. Âdem’den, son Peygamber Hz. Muhammed’e kadar bütün toplumların eğitilmesinde ve doğruya yönlendi­rilmesinde sosyolojik ve pedagojik bir sistem takip ettiği de inkâr edi­lemez. Yani bu tekâmül sadece belli bir toplum çerçevesi içerisinde ele alınmamalıdır. Aynı zamanda bütün toplumlar perspektifinde konuyu ele almak, üstelik de bütün toplumların ortak yönlerini ve ayrıldıkları esas­ları da göz önünde bulundurarak bunu hayata geçirmek, ancak mutlak ilim sahibi olan Yüce Allah’ın ger­çekleştireceği bir husustur.

Son Peygamber Hz. Munammed (s.a.s.)’in en büyük peygamber olma­sındaki bir özelliğini de bu noktadan değerlendirmemiz mümkün görün­mektedir. Demek oluyor ki, bütün toplulukların asırlar boyu gelip mil­letlerin bütün hâlinde sosyolojik bir değerler sistemine bağlı olduğu göz­den ırak tutulmamalıdır. Yüce Allah, insanların eğitilmesini bu yolla ger­çekleştirmektedir. Geçmiş milletlerin yıkımını gösteren kalıntılarda bu ko­nuda belgeler bulmak mümkündür. Nitekim âyet-i kerimeler de bizi bu konuda uyarmaktadır. Kur’ân-ı Ke­rim’de zikredildiği üzere geçmişteki milletlerin yanlış yola sapanları, yaptıkları kötülüklerle orantılı olarak, cezalandırılmışlardır. Kur’ân bu cezaları bize naklederken, o hem ina­nan hem de inanmayana hatırlat­ma yapılmakta ve öğütler verilmek­tedir. Ayrıca da belgeler gösterilmek­tedir.

Bu durum bütün insanları belli ölçülerde fark edilmez bir şekilde sos­yolojik eğitimine tâbi tutmuştur. Sı­nıf atmosferi de öğrencileri böylesi­ne fark edilmez bir gizli eğitimden geçirmektedir. Hocadan alamadığı bilgi ve etkilenme, bu faktör yardımıyla gerçekleşmektedir.

1. Varsayım, Evrenin Doğası: Allah, insanı da içine alan bütün ev­renin yaratıcısı ve evrendeki tüm varlıklar üzerinde otorite sahibidir. Bu görüş, çağdaş Batılı sosyolojinin laik görüşünü reddeder. Elbette, do­ğa olarak niteledikleri şeyin Allah’ın yerini alması de reddedilir, örnek olarak; doğa kurallarına göre...”, “do­ğa olanaklı kılar...” veya “doğa şunu ister ki...” ve diğer benzer ifadeler ya en iyi şekilde yazarlarının tanrı tanımaz görüşlerini veya en kötü şe­kilde bilinemezciliklerini (agnosti­sizm) gizliyordur. Tek Tanrı olan Allah’a iman, İslâmî olan her şeyin merkez noktası olduğundan, İslâm sosyolojisinin değerleri dinin dışın­da mütalaa edilemez. Eğer kişi ev­renin bütünü hakkında konuşacaksa, Allah’ın yaratıcı ve kanun koyucu ol­duğunu ve evrendeki nesnelerin do­ğal olarak yalnızca O’nun yasaları çerçevesinde hareket ettiği bilinmeli­dir. Veya değişik bir ifade ile doğa­nın kendisi de Allah’ın mahlûku­dur.(6)

Batı sosyolojisinin doğayı, Allah’­ın yerine koyması; iki sosyoloji ara­sındaki temel farkı belirlediği gibi, bütün insanî değerlerin algılanmasını ve uygulamasını da yüzdeyüz değiş­tirmiştir. Ahlâkî, hukukî ve kültü­rel değerleri kavrayış tarzının; Batı’nın akıl almaz bir değişikliğe ve sapmaya uğ­ramasının temelinde yukarıda anılan “evrenin doğası” görüşünün gizli ol­duğu inkâr edilemez. Hattâ bu yan­lış değerlendirme, diğer değerlere bağlı olarak korunacak olan doğanın yok olmasına doğru hızlı bir geliş­meye yol açmıştır.

2. Varsayım, İnsanın Doğası: İnsanın doğasının boyutları, Kur’ân’da tarif edildiği veya doğrudan Kur’ân’dan çıkabileceği gibi dört özellik ile çizilebilir.

İlk olarak, insan zıtlıklarla ya­ratılmıştır. Allah, insanda iyi ve kö­tüyü bir arada yaratmıştır, insanın yaratılışının özüne ilişkin atıfların bazıları şunlardır: Balçık, salsal, kelfahhar; kara çamur veya kokulu top­rak hamein mesnûn; kuru toprak, tin; toprak, turab (Kur’ân, 55/14, 15/26, 6/2, 23/12, 17/61, 22/5). Allah, insanın vucudunu yarattıktan sonra, ona kendi nezdinden ruh üfledi ve insan mükemmel olarak var oldu. Balçık veya kokulu toprak insanı geçici ve dünyevî olana çağıran; her şeyin var­oluş kaynağı olarak ilâhî ruh ise iyi­ye çağıran, her şeyin esası olarak dü­şünülür.(7) Bu bakımdan insan bir yandan Allah’ın emirlerine uymak için çaba gösterirken, bir yandan da Allah’ın kanunlarına aykırı davran­ma özelliği taşımaktadır. Bu varsa­yım, insanı yaratılıştan günâhkar kabul eden Hıristiyan öğretisine kar­şıdır.

İnsandaki zıtlıkların esası veya metafizik uzantısı Cennet ve Cehen­nemde yerini bulmaktadır. Her sos­yal gelişmede ve her yenilikte bu zıtlığın ortaya çıktığı görülmektedir. Başlangıçta çok masum bir şekilde ortaya çıkan bir değişme ve gelişme ya da sosyal hâdise, zamanla iki zıt kutbunu da beraberinde getirmektedir ya da fark edilmesine sebep olmaktadır.

İkinci olarak, insanın yukarıdaki özelliklerinden kendisinin özgür ira­de ve karar verme kabiliyetine sahip olduğu anlaşılır. Bu da insan eği­limlerinin önceden belirlenmediğini gösterir. Bu özgür irade gücüdür ki, kişinin toplumda bulunan değer­leri kabul etmesini, bazen de red­detmesini iç dinamiğinde bulunduran bir özelliktir. Mümin toplumundan küfre, küfür toplumundan inanç toplumuna dönüşler, bu irade ve karar verme gücünün ürünleridir. Bu tür durumlarda toplumun yerleşik düze­ne ve o düzenin savunucuları şiddetli tepkilerle yeni hareketi bastırmaya çalışırlar. Ancak çoğu kez bunda ba­şarılı olamazlar. Çünkü bu hareket bir yanardağın asırlar sonra patla­ması olayına benzemektedir. Çok uzun bir süre gizli kalan ve giderek güçlenen hareket, belli bir süre son­ra kendisini gösterme noktasına ula­şır. Ona reaksiyon olarak çıkan ha­reketler, onu bastırmak yerine da­ha da güçlenmesi sonucunu doğurur.

Üçüncü olarak, insana öğrenme ve bilgi edinme yeteneği verilmiştir. Ve “Allah Âdem’e tüm isimleri öğ­retti.” (Kur’ân 2/31) âyeti, birçok İslâm âlimince, insanın bu temel ye­teneğinin bir göstergesi olarak yo­rumlanmıştır. Bu âyetteki isimlerin, tüm yaratılmış nesnelerin nitelikleri anlamına geldiği ve bu yüzden tüm evrene ilişkin bilgiye işaret ettiği konusunda genel bir kabul olduğu bi­linir. Yorumu sürdürürsek, bu âyet yalnızca mevcut bilgiyi kavrama de­ğil, aynı zamanda (8) bilginin toplumsal olarak üretilmesi anlamına gelir.

Bilgi sosyolojisinin görevi bil­ginin sosyal formlarının, bireylerin bu bilgiyi edinme sürecinin ve ni­hayet bilginin kuramsal teşkilatlan­masının toplumsal dağılımının ana­lizidir. Açıktır ki, biz bilgi sosyoloji­sine burada, şimdiye kadar ele alı­nan anlamdan çok daha geniş bir anlam yüklemekteyiz. Biz bilgi sos­yolojisinin, toplumsal yapı ve top­lumsal şuurla ilgisi olan şeyleri bütü­nüyle anlamamız gereken bir alan olarak tasarlıyoruz. Böyle anlaşılan bir bilgi sosyolojisi, düşünce tarihine eğilimli sosyologların idyosantrik faaliyeti olmaktan çı­kar ve dört dörtlük bir şekilde sos­yolojik teorinin tam merkezine yer­leştirilir.(9)

Sonuç olarak, bu eşsiz özellikleri insana ihsân eden Allah (c.c.), onu yara­tılmışların en şereflisi, hattâ melek­lerden de üstün kılmıştır. Toprak ve balçıktan yaratılmış olmasına rağ­men Allah, insanın kendisinin vekili olduğunu beyan etmiş (Kur’ân, 2/30) ve meleklerine, Âdem’in önünde eğilmelerini emretmiştir. (Kur’ân, ll/34) Bu emri yerine getirmeyi reddeden (Şey­tan) ise sonsuza kadar lanetlenmiş­tir.(10)

3. Varsayım, Sosyal Düzenin Doğası: İnsan toplumu birbirini ta­mamlayan iki unsurla tanımlanabilir. İnsanların çoğul olması için (asgari olarak iki kişi yeterlidir) ve payla­şıldığı ve uyulduğu kabul edilen ku­rallar, Kur’ân’ın ifade ettiği gibi in­san toplumu; bir erkek ve bir kadın, Âdem ve Havva ile başlamıştır.

“Ey insanlar! Sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık.” (Kur’ân, 49/13)

Yabancı ve saptırıcı çevrenin ge­tirdiği çıkmazlardan en iyi biçimde kurtulabilmek için iki insandan olu­şan bu toplumu, yeryüzünde Allah’ın yol göstericiliğini izledi. Bu çift kişi ile başlayan, Âdem ve Havva’nın nesli sayıca büyüdü ve cemaatler, kabileler (Kur’ân, 9/41) ve sonunda ümmet veya uluslar olarak bilinen topluluklara dönüştü.(11)

İnsan her konuda olduğu gibi sosyal çevre konusunda da değişken özellikler arz etmektedir. Bu özellik­ler ise genellikle insanın olumsuz bir yöne kaymasını, üstelik de bu duru­mu tabiatı hâline getirmesini öngör­mektedir. Hâlbuki din, insanı daima olumsuz durumlara düşürmemek, eskazâ, düşenleri ise yeniden o du­rumdan kurtarmak için kurallar ge­tirmiştir. Bu kuralların ve tüm oto­ritenin Allah’a ait olmasına rağmen, ilâhî kanunun kendisi, beşerî otorite tarafından uygulanır. Fakat zaten insan, Allah’ın halifesi değil midir?

İktidarın cazibesi ile kişisel ve toplumsal çekememezlik bir takım temel çatışma kaynakları oluştur­maktadır. Ekonomik etkinlik ise sos­yal yaşamada özenli bir yer tutmak­tadır. Âdem’in çocukları arasındaki çatışma, genellikle bölüşme ve tüke­tim sırasında ortaya çıkmaktadır. Allah’ın emirleri, ekonomik bölüşme­de her türlü usulsüzlük ve adaletsiz­liği reddetmesine rağmen, insanların yaptığı doktriner sistemler genellikle toplumda daha güçlü olmanın arzu­larını yansıtır. Bu kurallar, bu ada­letsizliği sürdürme veya bu duruma karşı çıkma girişimleri olduğunda iktidarı, keyfi ve mutlak olarak bir avuç güçlünün elinde toplama eğili­mi taşır.

4. Varsayım, İnsanlık Tarihinin Doğası: Kendi içinde bir ikilem ile karşı karşıya kalan yalnızca insanın kendisi değildi. İnsanlık tarihinin bütünü, insan toplumunda âdil ve zalim sosyal düzenler arasında diya­lektik bir yürüyüş ve değişimi tas­vir eder. Birçok peygamber âdil bir düzen kurmak için harekete geçti­ğinde, daima karşı konulma hattâ öl­dürülme tehlikesi ile karşılaşmıştır. Peygamberlerin böyle bir düzeni oturtmaları hâlinde bile kendilerinden sonra gelenler, kısa bir zaman için­de gerçek mesajı unutmuş ve onu değiştirip kirletmişlerdir. Bu bakım­dan dağılan parçaları tekrardan top­lamaya ve toplumun kültürel gelişi­mine uygun olarak yeni bir düzen kurmaya çalışacak başka bir pey­gambere gereksinim duyulmuştur. Sonunda belirli bir noktada, insanın kültürel gelişimi Hz. Peygamber ara­cılığı ile toplumsal hayat için nihai ve en kapsamlı formülünü -İS­LÂM- bulmuştur. Bu bize, çatış­mayı tarihsel diyalektiğin temeli gören Karl Marx’ı hatırlatabilir. Fa­kat Kur’ân’ı tarih, kendi özel görü­şü içinde, çatışma üzerinde ancak uzlaşma ve ortak hareket üzerinde durduğu kadar durur. İslâm’ın tevhidçi dünya görüşü, toplum olayların­da da kendini gösterir. Toplumun barış ve kardeşlik içinde yaşaması­nın esasları Kur’ân’da anlatılmıştır.

Bu diyalektik, İslâm’ın ortaya çı­kışı ile hemen birden bire mutlu so­na ulaşmaz. Bilakis, İslâm nihai çö­zümün, insanların kendilerini de­ğiştirebilme yeteneklerine bağlı olduğunu (Kur’ân, 13/12), bu nedenle İs­lâm Tarihi’nin bakış açısından, nihai mesaj gelmesine rağmen, insanlık hâ­len iyi ve kötü arasındaki çatışma sürecinden geçerek yürüyüşünü devam ettirmektedir.

(11) İslâm Sosyolojisi, İlyas Ba-Yunus-Ferid Ahmet, S. 64.

Çatışma yalnızca Müslümanlar ve Müslüman olmayan­lar arasında devam ediyor değildir. Müslümanların kendileri, küçük çaplı birlik deneyimlerinden sonra, da­ha sonra göreceğimiz gibi reçetesi hazır bir konumda olmalarına rağ­men dâhili uyumsuzluklarını sürdür­mektedir.(12)

İslâmî Toplum Kuramına Doğru:

Bu aşamada, mükemmel bir İs­lâmî toplum kuramı sunmak iddiâ- sında değiliz. Bu bizim şu anda ya­pabileceğimizden çok daha fazla dü­şünce sarfetmeyi gerektiren bir ça­lışmadır. Bununla birlikte, yukarıdaki varsayımlardan yola çıkarak bu­nu tanımlayan özellikleri ortaya ko­yabiliriz.

1.İlk olarak, İslâmî kuram, insanın manevi varlığına olduğu ka­dar maddi varlığına da özellikle de insanın çift tabiatlı orijinal yaratı­lışına dikkat çekmelidir.

2.İkinci olarak, bu kuram en alt düzeyde sosyal etkileşimin temelini oluşturan seçenekleri arasında, bir tercih yapmaya daya­nan karar verme ve muhakeme ame­liyesi üzerinde yoğunlaşma- lıdır.

3.Üçüncü olarak, bu küçük perspektifli başlangıçtan sonra, bu kuram bir yandan uzlaşma ve işbir­liği, öte yandan da çatışma ve re­kabet gibi daha geniş olguları kap­sayabilmek için yayılabilmelidir.

4.Dördüncü olarak yapısı ge­reği bu kavram, hem içsel oluşumlar (örnek olarak gelişmede değişim) hem de dışsal faktörler (örnek ola­rak asimilasyon ve istilâ) açısından

toplumsal düzende olduğu kadar, bireysel davranış kalıplarında da değişimi açıklayabilme yeteneğine sahip ol­malıdır.

Sonuç olarak, bu kuram İslâmî amaçlara ulaşmakta kullanılmalı ve bireysel, grupsal, cemaatsel, ulusal ve uluslararası düzeylerde insanı ha­rekete geçiren durumlar, bu kuramın odak noktasını oluşturmalıdır.

İSLÂMÎ HAYAT BİÇİMİ

İnsan yaratılış itibarıyla öz­gürdür ve cehaletle birlikte vardır. Hürriyetlerini kullanırken eğer üs­tün bir uyarıcı kendisine yardımcı olmazsa, cehaletten kurtulamayıp, özgürlüğü cehalet kâbusu içinde kaybetmektedir. Zira bu iki önem­li varlığın uyuma erişmesi ancak Al­lah’ın uyarıcılığı ile mümkün olmak­tadır. Çünkü Allah, kâinatı üzerin­deki her şeyin varoluşunun ve değişiminin direktif ve kanunları ile birlikte yaratmıştır. Bu yüzden ev­rendeki tüm varlıklar, bu kanunu izledikleri için işlevlerinde tam bir uyum ve tutarlılık vardır. Bu tutar­lılığı anlamak için de Allah’ın fıtrî kurallarına ihtiyaç vardır. O’nun kurallarını takip etmeyen insanlığın; kendisi ile ve diğer varlıklarla o­lan ilişkileri bozulur, çıkmaza gi­rer. Giderek kendini bir felâketin tam eşiğinde bulur.

Bu bakımdan İslâm’ı sadece bir ibadetler topluluğu olarak görmek mümkün değildir. O, insanın Allah ile ilişkisinden; aile, siyaset, ekono­mi, eğitim, güzel sanatlar, kısaca yeryüzündeki ilişkileri açısından hakkında Allah’ın indirdiği sisteme uyum sağlama işlemidir.

İnsanlar çift tabiatlı bir yaratı­lışa sahiptirler. Bu yaratılış, önce insanın madde ve mana gibi iki te­mel yapıdan oluşması sonucudur. Bu iki temel yapı davranışlarda, söz­lerde düşünce ve inançlarda da ken­dini göstermektedir.

Yardımseverli­ğin yanı başında düşmanca tavır­lar... Güzel sözün yanında, çirkin ve hakaretâmiz sözler. Allah’a inan­manın hemen ötesinde, Allah’ı inkâr; güzel ve faydalı düşüncelerin yanın­da, düşmanca ve kindarlık ifade e­den düşünceler yer almaktadır. Ay­nı insanda dahi aynı anda, bu birbirine taban tabana zıt davranışları görmek mümkündür. Bunları genel­de ve özelde, insanın ve toplumların yapı taşlarını oluşturan tüm davranışlarında, sözlerinde, inanç ve düşünce sistemlerinin genel ve öze­linde görmek ve gözlemek mümkün­dür. Bu durum, Yüce Allah’ın, in­sanı ve insanların ebedi âlemlerini kapsayan âhiretin iki büyük var­lığında görmek mümkündür. Bun­lar cennet ve cehennemdir.

Dikkatli bir şekilde insan davranışlarını, sözlerini, düşünce ve inanç dünya­sını gözden geçirdiğimizde her bir davranış, söz, düşünce ve inancın; cennet ve cehennemde bir karşılığının bulunduğunu görmek mümkündür.

Cennet, dünya hayatındaki ger­çek inancın, güzel davranışın, tatlı ve gerçeğe uygun sözlerin esasını teşkil ederken; Cehennem ise bâtıl inançların, çirkin davranışların, kö­tü düşünce ve sözlerin, varıp ebediyyen karar kılacağı bir alan olarak ele alınmalıdır. Cennetlik insanlar, dünyada iken işledikleri güzel dav­ranışların karşılığını orada kat kat ve çeşitli güzelliklerle görecekler­dir. Cehennemlikler de bunun zıddı­na, yine de lâyık oldukları şeylerle karşılaşacaklardır.

İNSANDA KARAR MEKANİZMASI

İnsanın önemli unsurlarından biri ve belki de en önemlisi, sürek­li olarak değişik durumlar arasında tercih yapmak zorunda kalışıdır. Bu durum insanın her zaman karar merciinde bulunduğunu göstermek­tedir. O hâlde insan, bu tercihi ya­parken İslâm’ın evrensel ve toplumsal esaslarını göz önünde bulun­durarak tercihlerini kullanmalıdır. Bu konuda genel kaide, İslâm’ın esaslarını unutmaksızın ha­reket etmek şeklinde özetlenebilir­se de ayrıntıda bir takım ana baş­lıkları tespit etmek gerekmektedir:

a)Faydalıyı (bazen fert, bazen de toplum için) tercih etmek.

b)Kendine ve insanlığa zarar veren unsurlardan olmamasına dik­kat etmek.

c)Dinin ve aklın genel pren­sibine uygun olanı almak.

d)Neslin bozulmasını öngöreni reddetmek.

e)Malı telef edici olmamamasına dikkat etmek.

f)Ahlâkî esaslardan olmasına riayet etmek.

g)Akıl ve irade gücünü orta­dan kaldıran faktörlerden uzak kal­maktır.

Kişinin seçeneklerinde anahatları ile belirtmeye çalıştığımız esas­lar, hiç bir zaman gözden uzak tu­tulmamalıdır.

Bu esaslar dâhilinde tercih hakkını kullanan insan, bu

gücünü daima olumlu ve faydalı olanı almakla hem kendisi, hem de toplumu için en güzeli ve faydalı­yı tercih etmiş olacaktır.

ULAŞMA VE ÇATIŞMA

İnsanların özelliği tabiilik içinde değerlendirilmelidir. Bu açı­dan baktığımızda onlarda, hem uz­laşma ve hem de çatışma gibi özel­liklerin aynı anda bulunduğunu gör­mekteyiz. Bunun kaynağının yaratılışta bu özelliklerin her insanda, iradenin farklı tezahürleri sonucu değişiklik arz ettiğini farket- mekteyiz.

Kanaatimizce uzlaşma insanla­rın uzun çabalarla elde ettikleri bir başarıdır. Çatışma ise uzlaşma ile elde edemedikleri hakları ve men­faatleri kısa yoldan ve fevrî dav­ranışlarla elde etmek istemelerinden doğmaktadır.

Şunu da hatırdan çı­karmamak gerekir ki çatışmalar, çoğu zaman uzlaşmaları beraberin­de getirmektedir. Çok şiddetli çatış­malar sonucu fizikî gücünü kaybe­den insan ve toplumlar, bu çatış­mayı takibeden zaman içinde uzlaşma yollarını aramaya başlamaktadır. Fizikî gü­cün zirveye çıktığı bazı zamanlar­da, insanların zihin gücüne hemen hiç başvurmadıkları sosyolojik bir realitedir.

İnsanlar yaratılış itibariyle her yöne kayabilecek ve her yönde fi­kir üretebilecek bir yaratılış esası­na uygun oldukları hâlde, bazı sunî çabalar ya da çekici unsurlar, insan­ların fikir ve fizik yapılarını olum­suz yönde etkilemektedir. Bu ara­da diğer unsurlar, kendilerinin geliş­mesine uygun ortam bulamadıkları için belli bir süre beklemektedirler. Zamanla bu unsurlarda gelişme ortamına kavuşunca, onlar da diğer­leri arasından sivrilip, gelişimini tamamlayıncaya kadar ge­lişmelerini sürdürmektedirler. Millet­lerin gelişmesinde de aynı dinamiz­me rastlamak mümkündür.

(1) İslâm Sosyolojisi, llyas Ba-Yunus-Ferid Ahmed, S. 59-60.
(2) İslâm Sosyolojisi, İlyas Ba-Yunus-Ferid Ahmed, S. 60-61.
(3) Tefsîru’l-Menar, IV, 140.
(4) İslâmî Araştırmalar, Doç. Dr. Lütfullah Cebeci, S. 9.
(5) İslâmî Araştırmalar, Doç, Dr. Lütfullah Cebeci, S. 10.
(6) İslâm Sosyolojisi, İlyas Ba-Yunus-Ferid Ahmet, S. 62.
(7) İslâm Sosyolojisi, llyas Ba-Yunus-Ferid Ahmet, S. 62.
(8) İslâm Sosyolojisi, S. 63.
(9) İlim ve Sanat Dergisi, sayı: 22, S. 57-58.
(10) A.g.e. S. 63-64.
(12) A.g.e. S. 66-67.

NÂT-I NEBEVÎ

Nuûtun Vird-i Esmâ vü Müsemmâ Yâ Rasûlallâh!

Kudûmunla müzeyyen Arş-ı Âlâ Yâ Rasûlallâh!

Müşerref gözlerin ey Nûr-ı Âzam! Ru’yetullâh’la,

Bunun, gözlerde cârî feyzi hâlâ Yâ Rasûlallâh!

Sen, ol subh-i tecellîgâh-ı nûrâ nûr-i Vahdetsin

Ki, hiç hükmünde kaldı Tûr-i Sinâ Yâ Rasûlallâh!

Tamamlar İsm-i Hâs’ın Levha-i Düstûr-i Tevhîd’i,

Olunmuş tâ ezelden böyle imlâ Yâ Rasûlallâh!

Ulüvv-i şânını ilân için ehl-i semâvâta,

Temevvüç eyledi âyât-ı İsrâ Yâ Rasûlallâh!

Makam-ı Hâs-ı Mahmûd bahş olunmuş Zât-ı Vâlâna,

Hemen Sen’sin Kelîm-i Hâs-ı Mevlâ Yâ Rasûlallâh!

Vühûd-i akdes’in âlemlere rahmet kılınmıştır,

Gelir dâim nidâ: Yâsîn ü Tâhâ! Yâ Rasûlallâh!

Beşer’sin, şüphesiz, amma ki, Mâyen, Hilkat’ın başka,

Över Hulk-ı azîm’in, Hakk Teâlâ Yâ Rasûlallâh!

Değil Asım kulun, Hassan da olsam, vasfa sığmazsın,

Seni, kalben temâşâ oldu evlâ Yâ Rasûlallâh!

M. Âsım KÖKSAL