İslâm Sosyolojisi
KURAM (TEORİ):
İbn Haldun’u kuramsal sosyolojiyi aşmak gerektiğini kavrayamamış olması yüzünden eleştirmek mümkündür. Bazıları buna, insanın hayatında yalnızca bu kadarını yapabileceğini ve -sosyolojisi kuramsal bir sosyoloji olmasına rağmen- İbn Haldun’un, İslâm nizamını yüceltmek için kuramlarını ve gözlemlerini, uygulamaya aktarabilecek olanlara kapıları kapattığını ileri sürerek karşı çıkabilirler. İbn Haldun’un kuramsal bilimini aşabilecek olanları engellemediği doğrudur; fakat şu da bir gerçektir ki, yeterli imkânlara sahip olmasına rağmen kendisi bunu yapmamıştır.
Temel eserini tamamladıktan sonra, uzun bir zaman İbn Haldun Mısır’da, Malikî Mahkemesinde Baş Kadı olarak görev yapmıştır. Bu dönemde, İbn Haldun kadı olarak, hukukî meselelere alışılmışın dışında yaklaşımları nedeniyle, Mısır’daki birçok çevreyi karşısına almıştır. Yaklaşımının niçin alışılmışın dışında olduğunu anlamak pek zor olmasa gerektir. Muhtemelen çevresindekilerden çok ileri olan; insan doğasına (tabiat) ilişkin düşünceleri ve tarih bilgisi ona, yargılama esnasında karar vermesine yardımcı olmuştur. Onun uygulamaya ilişkin muhakemesini tam olarak yansıttığı muhakkak olan bu kararların elimizde bulunması çok yararlı olurdu.
Her hâlükârda, kuramsal sosyolojisini tarafsız olmakla suçlayamayız. Ne var ki uygulamalı sosyolojisini kamuya mal edememiş olması üzüntü vericidir. Doğrusu, İbn Haldun ile çağdaş Batılı sosyologlar arasındaki paralelliği görmek şaşırtıcıdır.(1)
Burada tezimizi tekrar ifade edelim: Biz, insan tabiatının, insan davranışını ve insan örgütlenmesinin ilkelerini araştıran sosyolojiye karşı değiliz. Fakat bunun kendi içinde bir amaç olmasına izin verilmemelidir. Bu, bireysel plânda toplumsal alandaki bireylerin çevresinde ve toplumlar arasında İslâm’ın yüceltilmesi amacıyla uygulamaya aktarılmalıdır. Diğer bilimler gibi, İslâm sosyolojisinin üzerinde yürüdüğü iki yönü vardır: Kuramsal ve uygulamalı. Beşaret Ali ve Ali Şeriati’den çıkarttığımız sonuç budur. Aynı zamanda mantıkî olan da budur; çünkü önce insan davranışının bilgisini edinmeksizin, halkı İslâmî doğrultuda inandırma, iknâ etme ve harekete geçirme davranışını başarıyla yürütmeyi bekleyemeyiz. Şüphesiz İslâm dünyasında veya başka yerlerde, harekete geçirmeyi bekleyemeyiz. İslâm dünyasında veya başka yerlerde harekete geçirici teknikler hakkında hiçbir eğitim görmemiş muharrik konumunda birçok kişi vardır. Hâlbuki bu bilgiyi biçimselleştirmek (formalize) İslâmî etkinliği sistematize edeceği gibi, şimdiye dek yalnızca tarihsel ve hukuksal meseleler üzerinde odaklaşmış İslâmî edebiyata da eşsiz bir katkı olurdu.(2)
İslâmiyet peygamberlerin tebliğ tekniklerini en güzel bir ifade, sağlam bir mantık, olaylardan alınan örneklere dayanan delillerle ve çok açık bir surette bizlere bildirmektedir. Böylece insanın doğruyu bulmasında gerekli bütün yollar ayan beyan ortaya konulmuştur. Bundan sonra yolunu sapıtanlar için bir mazeret, gerekçe ve dayanak bulunmamaktadır. Oysa insan doğru veya yanlış yaptığı her işi bir gerekçeye bağlama zaruretini, yaratılışındaki fıtrat gereği duymaktadır.
Allah Teâlâ gönderdiği peygamberler ve onların milletleri hakkında kendisinin sünnetleri olduğunu (3/137; 17/77, 40/85; 33/38; 62, vb.); bu sünnetlerin önceden takdir edilmiş olduğunu (33/38) ve hiç bir şeyin O’nun sünnetlerini değiştirmeye gücü yetmeyeceğini (17/77; 33/62; 35/43; 48/23); geçmiş milletlerin kalıntıları üzerinde yapılacak gözlemlerin bu sünnetleri göstereceğini (3/137); kendisinin onları bizzat (Kur’ân’da) açıklayacağını (4/26) ve her kavmin yaşadığı hâdiselerin ve sosyal tavırlarının birbirine benzediğini, bundan sonra da benzeyeceğini (2/118, 124; 6/148; 8/38; 15/ 13) haber vermiştir. Yine Kur’ân-ı Kerim, sosyal hâdiselerde yürürlükte olan ilâhi kanunların olduğunu ve hâdiseler arasındaki gerekircilik (sebeb-sonuç ilişkisinin) Allah tarafından takdir edildiğini bildirmektedir. Toplumda insanların durumları, insanların toplum olarak karşılaşacakları hak-batıl mücadeleleri, savaşlar, zaferler, iktidar vs. değişmez fıtrî kanunlara göre cereyan eder. İşte bu kanunlar, “Allah’ın sünnetleridir.”(3) Allah Teâlâ iradesini hikmetine göre kullanır.(4)
Kur’ân sosyolojisini modern sosyolojiden ayıran en önemli özelliklerinden biri, sosyal hâdiselerle tabii hâdiseler arasındaki gerekirciliği kabul etmesidir. Meselâ tabii âfetler; toplum, o âfetleri gerektiren bir davranışta ve yaşayışta iseler, daha sık ve büyük boyutlarda olur.
Bu ilâhî kanunları (sünnetullahı) nasıl bulabiliriz?
Evvela, Allah Teâlâ bazı âyetlerde kanunlarını açıkça göstermiştir. Yüce Allah bazen sebebi bir âyette, onun sonucunu da diğer bir âyette göstermiştir. O geçmiş milletlerin haberlerini zikrederken genellikle sünnetini zımnen göstermiştir. Onların birbirlerine benzeyen hâllerinden ve âkıbetlerinden, Cenab-ı Allah’ın cemiyetler hakkındaki ilâhî kanunlarını yani sünnetlerini çıkabiliriz. Kezâ şer’î emir ve yasaklarda gözetilen hikmetleri düşünerek birtakım sebeb-sonuç alakaları bulabiliriz. Bütün bunlardan “Sosyolojisinin Kanunları” diyebileceğimiz ve benzeri bütün hâdiselere teşmil edebileceğimiz kuralları ortaya koyabiliriz. Fakat bu ileri sürdüğümüz şeylerin çok kolay olduğunu söylemek de mümkün değildir.
Gerek Peygamberimiz (s.a.s.)’in hayatında gerekse ondan sonra, ferdî ve toplumsal, maddi ve manevi sahalarda büyük başarılar kazanan Sahabe-i Kiram, Allah’ın toplumlar hususundaki sünnetlerini öğrenmiş ve bu âyetlerdeki ilâhî muradı çok iyi anlamışlardı. Onların bu bilgilerinin, başarılarında önemli payı vardı.(5)
İslâm’ın her konuda gerçeği temsil ettiği bilindiği gibi, her konuda sağlam bir bilgiye dayandığı da bir realitedir. Toplumların dayandığı bilgilerin doğruluğunu da bu bağlamda görmek mümkündür. Aynı zamanda İslâmiyetin ilk Peygamber Hz. Âdem’den, son Peygamber Hz. Muhammed’e kadar bütün toplumların eğitilmesinde ve doğruya yönlendirilmesinde sosyolojik ve pedagojik bir sistem takip ettiği de inkâr edilemez. Yani bu tekâmül sadece belli bir toplum çerçevesi içerisinde ele alınmamalıdır. Aynı zamanda bütün toplumlar perspektifinde konuyu ele almak, üstelik de bütün toplumların ortak yönlerini ve ayrıldıkları esasları da göz önünde bulundurarak bunu hayata geçirmek, ancak mutlak ilim sahibi olan Yüce Allah’ın gerçekleştireceği bir husustur.
Son Peygamber Hz. Munammed (s.a.s.)’in en büyük peygamber olmasındaki bir özelliğini de bu noktadan değerlendirmemiz mümkün görünmektedir. Demek oluyor ki, bütün toplulukların asırlar boyu gelip milletlerin bütün hâlinde sosyolojik bir değerler sistemine bağlı olduğu gözden ırak tutulmamalıdır. Yüce Allah, insanların eğitilmesini bu yolla gerçekleştirmektedir. Geçmiş milletlerin yıkımını gösteren kalıntılarda bu konuda belgeler bulmak mümkündür. Nitekim âyet-i kerimeler de bizi bu konuda uyarmaktadır. Kur’ân-ı Kerim’de zikredildiği üzere geçmişteki milletlerin yanlış yola sapanları, yaptıkları kötülüklerle orantılı olarak, cezalandırılmışlardır. Kur’ân bu cezaları bize naklederken, o hem inanan hem de inanmayana hatırlatma yapılmakta ve öğütler verilmektedir. Ayrıca da belgeler gösterilmektedir.
Bu durum bütün insanları belli ölçülerde fark edilmez bir şekilde sosyolojik eğitimine tâbi tutmuştur. Sınıf atmosferi de öğrencileri böylesine fark edilmez bir gizli eğitimden geçirmektedir. Hocadan alamadığı bilgi ve etkilenme, bu faktör yardımıyla gerçekleşmektedir.
1. Varsayım, Evrenin Doğası: Allah, insanı da içine alan bütün evrenin yaratıcısı ve evrendeki tüm varlıklar üzerinde otorite sahibidir. Bu görüş, çağdaş Batılı sosyolojinin laik görüşünü reddeder. Elbette, doğa olarak niteledikleri şeyin Allah’ın yerini alması de reddedilir, örnek olarak; doğa kurallarına göre...”, “doğa olanaklı kılar...” veya “doğa şunu ister ki...” ve diğer benzer ifadeler ya en iyi şekilde yazarlarının tanrı tanımaz görüşlerini veya en kötü şekilde bilinemezciliklerini (agnostisizm) gizliyordur. Tek Tanrı olan Allah’a iman, İslâmî olan her şeyin merkez noktası olduğundan, İslâm sosyolojisinin değerleri dinin dışında mütalaa edilemez. Eğer kişi evrenin bütünü hakkında konuşacaksa, Allah’ın yaratıcı ve kanun koyucu olduğunu ve evrendeki nesnelerin doğal olarak yalnızca O’nun yasaları çerçevesinde hareket ettiği bilinmelidir. Veya değişik bir ifade ile doğanın kendisi de Allah’ın mahlûkudur.(6)
Batı sosyolojisinin doğayı, Allah’ın yerine koyması; iki sosyoloji arasındaki temel farkı belirlediği gibi, bütün insanî değerlerin algılanmasını ve uygulamasını da yüzdeyüz değiştirmiştir. Ahlâkî, hukukî ve kültürel değerleri kavrayış tarzının; Batı’nın akıl almaz bir değişikliğe ve sapmaya uğramasının temelinde yukarıda anılan “evrenin doğası” görüşünün gizli olduğu inkâr edilemez. Hattâ bu yanlış değerlendirme, diğer değerlere bağlı olarak korunacak olan doğanın yok olmasına doğru hızlı bir gelişmeye yol açmıştır.
2. Varsayım, İnsanın Doğası: İnsanın doğasının boyutları, Kur’ân’da tarif edildiği veya doğrudan Kur’ân’dan çıkabileceği gibi dört özellik ile çizilebilir.
İlk olarak, insan zıtlıklarla yaratılmıştır. Allah, insanda iyi ve kötüyü bir arada yaratmıştır, insanın yaratılışının özüne ilişkin atıfların bazıları şunlardır: Balçık, salsal, kelfahhar; kara çamur veya kokulu toprak hamein mesnûn; kuru toprak, tin; toprak, turab (Kur’ân, 55/14, 15/26, 6/2, 23/12, 17/61, 22/5). Allah, insanın vucudunu yarattıktan sonra, ona kendi nezdinden ruh üfledi ve insan mükemmel olarak var oldu. Balçık veya kokulu toprak insanı geçici ve dünyevî olana çağıran; her şeyin varoluş kaynağı olarak ilâhî ruh ise iyiye çağıran, her şeyin esası olarak düşünülür.(7) Bu bakımdan insan bir yandan Allah’ın emirlerine uymak için çaba gösterirken, bir yandan da Allah’ın kanunlarına aykırı davranma özelliği taşımaktadır. Bu varsayım, insanı yaratılıştan günâhkar kabul eden Hıristiyan öğretisine karşıdır.
İnsandaki zıtlıkların esası veya metafizik uzantısı Cennet ve Cehennemde yerini bulmaktadır. Her sosyal gelişmede ve her yenilikte bu zıtlığın ortaya çıktığı görülmektedir. Başlangıçta çok masum bir şekilde ortaya çıkan bir değişme ve gelişme ya da sosyal hâdise, zamanla iki zıt kutbunu da beraberinde getirmektedir ya da fark edilmesine sebep olmaktadır.
İkinci olarak, insanın yukarıdaki özelliklerinden kendisinin özgür irade ve karar verme kabiliyetine sahip olduğu anlaşılır. Bu da insan eğilimlerinin önceden belirlenmediğini gösterir. Bu özgür irade gücüdür ki, kişinin toplumda bulunan değerleri kabul etmesini, bazen de reddetmesini iç dinamiğinde bulunduran bir özelliktir. Mümin toplumundan küfre, küfür toplumundan inanç toplumuna dönüşler, bu irade ve karar verme gücünün ürünleridir. Bu tür durumlarda toplumun yerleşik düzene ve o düzenin savunucuları şiddetli tepkilerle yeni hareketi bastırmaya çalışırlar. Ancak çoğu kez bunda başarılı olamazlar. Çünkü bu hareket bir yanardağın asırlar sonra patlaması olayına benzemektedir. Çok uzun bir süre gizli kalan ve giderek güçlenen hareket, belli bir süre sonra kendisini gösterme noktasına ulaşır. Ona reaksiyon olarak çıkan hareketler, onu bastırmak yerine daha da güçlenmesi sonucunu doğurur.
Üçüncü olarak, insana öğrenme ve bilgi edinme yeteneği verilmiştir. Ve “Allah Âdem’e tüm isimleri öğretti.” (Kur’ân 2/31) âyeti, birçok İslâm âlimince, insanın bu temel yeteneğinin bir göstergesi olarak yorumlanmıştır. Bu âyetteki isimlerin, tüm yaratılmış nesnelerin nitelikleri anlamına geldiği ve bu yüzden tüm evrene ilişkin bilgiye işaret ettiği konusunda genel bir kabul olduğu bilinir. Yorumu sürdürürsek, bu âyet yalnızca mevcut bilgiyi kavrama değil, aynı zamanda (8) bilginin toplumsal olarak üretilmesi anlamına gelir.
Bilgi sosyolojisinin görevi bilginin sosyal formlarının, bireylerin bu bilgiyi edinme sürecinin ve nihayet bilginin kuramsal teşkilatlanmasının toplumsal dağılımının analizidir. Açıktır ki, biz bilgi sosyolojisine burada, şimdiye kadar ele alınan anlamdan çok daha geniş bir anlam yüklemekteyiz. Biz bilgi sosyolojisinin, toplumsal yapı ve toplumsal şuurla ilgisi olan şeyleri bütünüyle anlamamız gereken bir alan olarak tasarlıyoruz. Böyle anlaşılan bir bilgi sosyolojisi, düşünce tarihine eğilimli sosyologların idyosantrik faaliyeti olmaktan çıkar ve dört dörtlük bir şekilde sosyolojik teorinin tam merkezine yerleştirilir.(9)
Sonuç olarak, bu eşsiz özellikleri insana ihsân eden Allah (c.c.), onu yaratılmışların en şereflisi, hattâ meleklerden de üstün kılmıştır. Toprak ve balçıktan yaratılmış olmasına rağmen Allah, insanın kendisinin vekili olduğunu beyan etmiş (Kur’ân, 2/30) ve meleklerine, Âdem’in önünde eğilmelerini emretmiştir. (Kur’ân, ll/34) Bu emri yerine getirmeyi reddeden (Şeytan) ise sonsuza kadar lanetlenmiştir.(10)
3. Varsayım, Sosyal Düzenin Doğası: İnsan toplumu birbirini tamamlayan iki unsurla tanımlanabilir. İnsanların çoğul olması için (asgari olarak iki kişi yeterlidir) ve paylaşıldığı ve uyulduğu kabul edilen kurallar, Kur’ân’ın ifade ettiği gibi insan toplumu; bir erkek ve bir kadın, Âdem ve Havva ile başlamıştır.
“Ey insanlar! Sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık.” (Kur’ân, 49/13)
Yabancı ve saptırıcı çevrenin getirdiği çıkmazlardan en iyi biçimde kurtulabilmek için iki insandan oluşan bu toplumu, yeryüzünde Allah’ın yol göstericiliğini izledi. Bu çift kişi ile başlayan, Âdem ve Havva’nın nesli sayıca büyüdü ve cemaatler, kabileler (Kur’ân, 9/41) ve sonunda ümmet veya uluslar olarak bilinen topluluklara dönüştü.(11)
İnsan her konuda olduğu gibi sosyal çevre konusunda da değişken özellikler arz etmektedir. Bu özellikler ise genellikle insanın olumsuz bir yöne kaymasını, üstelik de bu durumu tabiatı hâline getirmesini öngörmektedir. Hâlbuki din, insanı daima olumsuz durumlara düşürmemek, eskazâ, düşenleri ise yeniden o durumdan kurtarmak için kurallar getirmiştir. Bu kuralların ve tüm otoritenin Allah’a ait olmasına rağmen, ilâhî kanunun kendisi, beşerî otorite tarafından uygulanır. Fakat zaten insan, Allah’ın halifesi değil midir?
İktidarın cazibesi ile kişisel ve toplumsal çekememezlik bir takım temel çatışma kaynakları oluşturmaktadır. Ekonomik etkinlik ise sosyal yaşamada özenli bir yer tutmaktadır. Âdem’in çocukları arasındaki çatışma, genellikle bölüşme ve tüketim sırasında ortaya çıkmaktadır. Allah’ın emirleri, ekonomik bölüşmede her türlü usulsüzlük ve adaletsizliği reddetmesine rağmen, insanların yaptığı doktriner sistemler genellikle toplumda daha güçlü olmanın arzularını yansıtır. Bu kurallar, bu adaletsizliği sürdürme veya bu duruma karşı çıkma girişimleri olduğunda iktidarı, keyfi ve mutlak olarak bir avuç güçlünün elinde toplama eğilimi taşır.
4. Varsayım, İnsanlık Tarihinin Doğası: Kendi içinde bir ikilem ile karşı karşıya kalan yalnızca insanın kendisi değildi. İnsanlık tarihinin bütünü, insan toplumunda âdil ve zalim sosyal düzenler arasında diyalektik bir yürüyüş ve değişimi tasvir eder. Birçok peygamber âdil bir düzen kurmak için harekete geçtiğinde, daima karşı konulma hattâ öldürülme tehlikesi ile karşılaşmıştır. Peygamberlerin böyle bir düzeni oturtmaları hâlinde bile kendilerinden sonra gelenler, kısa bir zaman içinde gerçek mesajı unutmuş ve onu değiştirip kirletmişlerdir. Bu bakımdan dağılan parçaları tekrardan toplamaya ve toplumun kültürel gelişimine uygun olarak yeni bir düzen kurmaya çalışacak başka bir peygambere gereksinim duyulmuştur. Sonunda belirli bir noktada, insanın kültürel gelişimi Hz. Peygamber aracılığı ile toplumsal hayat için nihai ve en kapsamlı formülünü -İSLÂM- bulmuştur. Bu bize, çatışmayı tarihsel diyalektiğin temeli gören Karl Marx’ı hatırlatabilir. Fakat Kur’ân’ı tarih, kendi özel görüşü içinde, çatışma üzerinde ancak uzlaşma ve ortak hareket üzerinde durduğu kadar durur. İslâm’ın tevhidçi dünya görüşü, toplum olaylarında da kendini gösterir. Toplumun barış ve kardeşlik içinde yaşamasının esasları Kur’ân’da anlatılmıştır.
Bu diyalektik, İslâm’ın ortaya çıkışı ile hemen birden bire mutlu sona ulaşmaz. Bilakis, İslâm nihai çözümün, insanların kendilerini değiştirebilme yeteneklerine bağlı olduğunu (Kur’ân, 13/12), bu nedenle İslâm Tarihi’nin bakış açısından, nihai mesaj gelmesine rağmen, insanlık hâlen iyi ve kötü arasındaki çatışma sürecinden geçerek yürüyüşünü devam ettirmektedir.
(11) İslâm Sosyolojisi, İlyas Ba-Yunus-Ferid Ahmet, S. 64.
Çatışma yalnızca Müslümanlar ve Müslüman olmayanlar arasında devam ediyor değildir. Müslümanların kendileri, küçük çaplı birlik deneyimlerinden sonra, daha sonra göreceğimiz gibi reçetesi hazır bir konumda olmalarına rağmen dâhili uyumsuzluklarını sürdürmektedir.(12)
İslâmî Toplum Kuramına Doğru:
Bu aşamada, mükemmel bir İslâmî toplum kuramı sunmak iddiâ- sında değiliz. Bu bizim şu anda yapabileceğimizden çok daha fazla düşünce sarfetmeyi gerektiren bir çalışmadır. Bununla birlikte, yukarıdaki varsayımlardan yola çıkarak bunu tanımlayan özellikleri ortaya koyabiliriz.
1.İlk olarak, İslâmî kuram, insanın manevi varlığına olduğu kadar maddi varlığına da özellikle de insanın çift tabiatlı orijinal yaratılışına dikkat çekmelidir.
2.İkinci olarak, bu kuram en alt düzeyde sosyal etkileşimin temelini oluşturan seçenekleri arasında, bir tercih yapmaya dayanan karar verme ve muhakeme ameliyesi üzerinde yoğunlaşma- lıdır.
3.Üçüncü olarak, bu küçük perspektifli başlangıçtan sonra, bu kuram bir yandan uzlaşma ve işbirliği, öte yandan da çatışma ve rekabet gibi daha geniş olguları kapsayabilmek için yayılabilmelidir.
4.Dördüncü olarak yapısı gereği bu kavram, hem içsel oluşumlar (örnek olarak gelişmede değişim) hem de dışsal faktörler (örnek olarak asimilasyon ve istilâ) açısından
toplumsal düzende olduğu kadar, bireysel davranış kalıplarında da değişimi açıklayabilme yeteneğine sahip olmalıdır.
Sonuç olarak, bu kuram İslâmî amaçlara ulaşmakta kullanılmalı ve bireysel, grupsal, cemaatsel, ulusal ve uluslararası düzeylerde insanı harekete geçiren durumlar, bu kuramın odak noktasını oluşturmalıdır.
İSLÂMÎ HAYAT BİÇİMİ
İnsan yaratılış itibarıyla özgürdür ve cehaletle birlikte vardır. Hürriyetlerini kullanırken eğer üstün bir uyarıcı kendisine yardımcı olmazsa, cehaletten kurtulamayıp, özgürlüğü cehalet kâbusu içinde kaybetmektedir. Zira bu iki önemli varlığın uyuma erişmesi ancak Allah’ın uyarıcılığı ile mümkün olmaktadır. Çünkü Allah, kâinatı üzerindeki her şeyin varoluşunun ve değişiminin direktif ve kanunları ile birlikte yaratmıştır. Bu yüzden evrendeki tüm varlıklar, bu kanunu izledikleri için işlevlerinde tam bir uyum ve tutarlılık vardır. Bu tutarlılığı anlamak için de Allah’ın fıtrî kurallarına ihtiyaç vardır. O’nun kurallarını takip etmeyen insanlığın; kendisi ile ve diğer varlıklarla olan ilişkileri bozulur, çıkmaza girer. Giderek kendini bir felâketin tam eşiğinde bulur.
Bu bakımdan İslâm’ı sadece bir ibadetler topluluğu olarak görmek mümkün değildir. O, insanın Allah ile ilişkisinden; aile, siyaset, ekonomi, eğitim, güzel sanatlar, kısaca yeryüzündeki ilişkileri açısından hakkında Allah’ın indirdiği sisteme uyum sağlama işlemidir.
İnsanlar çift tabiatlı bir yaratılışa sahiptirler. Bu yaratılış, önce insanın madde ve mana gibi iki temel yapıdan oluşması sonucudur. Bu iki temel yapı davranışlarda, sözlerde düşünce ve inançlarda da kendini göstermektedir.
Yardımseverliğin yanı başında düşmanca tavırlar... Güzel sözün yanında, çirkin ve hakaretâmiz sözler. Allah’a inanmanın hemen ötesinde, Allah’ı inkâr; güzel ve faydalı düşüncelerin yanında, düşmanca ve kindarlık ifade eden düşünceler yer almaktadır. Aynı insanda dahi aynı anda, bu birbirine taban tabana zıt davranışları görmek mümkündür. Bunları genelde ve özelde, insanın ve toplumların yapı taşlarını oluşturan tüm davranışlarında, sözlerinde, inanç ve düşünce sistemlerinin genel ve özelinde görmek ve gözlemek mümkündür. Bu durum, Yüce Allah’ın, insanı ve insanların ebedi âlemlerini kapsayan âhiretin iki büyük varlığında görmek mümkündür. Bunlar cennet ve cehennemdir.
Dikkatli bir şekilde insan davranışlarını, sözlerini, düşünce ve inanç dünyasını gözden geçirdiğimizde her bir davranış, söz, düşünce ve inancın; cennet ve cehennemde bir karşılığının bulunduğunu görmek mümkündür.
Cennet, dünya hayatındaki gerçek inancın, güzel davranışın, tatlı ve gerçeğe uygun sözlerin esasını teşkil ederken; Cehennem ise bâtıl inançların, çirkin davranışların, kötü düşünce ve sözlerin, varıp ebediyyen karar kılacağı bir alan olarak ele alınmalıdır. Cennetlik insanlar, dünyada iken işledikleri güzel davranışların karşılığını orada kat kat ve çeşitli güzelliklerle göreceklerdir. Cehennemlikler de bunun zıddına, yine de lâyık oldukları şeylerle karşılaşacaklardır.
İNSANDA KARAR MEKANİZMASI
İnsanın önemli unsurlarından biri ve belki de en önemlisi, sürekli olarak değişik durumlar arasında tercih yapmak zorunda kalışıdır. Bu durum insanın her zaman karar merciinde bulunduğunu göstermektedir. O hâlde insan, bu tercihi yaparken İslâm’ın evrensel ve toplumsal esaslarını göz önünde bulundurarak tercihlerini kullanmalıdır. Bu konuda genel kaide, İslâm’ın esaslarını unutmaksızın hareket etmek şeklinde özetlenebilirse de ayrıntıda bir takım ana başlıkları tespit etmek gerekmektedir:
a)Faydalıyı (bazen fert, bazen de toplum için) tercih etmek.
b)Kendine ve insanlığa zarar veren unsurlardan olmamasına dikkat etmek.
c)Dinin ve aklın genel prensibine uygun olanı almak.
d)Neslin bozulmasını öngöreni reddetmek.
e)Malı telef edici olmamamasına dikkat etmek.
f)Ahlâkî esaslardan olmasına riayet etmek.
g)Akıl ve irade gücünü ortadan kaldıran faktörlerden uzak kalmaktır.
Kişinin seçeneklerinde anahatları ile belirtmeye çalıştığımız esaslar, hiç bir zaman gözden uzak tutulmamalıdır.
Bu esaslar dâhilinde tercih hakkını kullanan insan, bu
gücünü daima olumlu ve faydalı olanı almakla hem kendisi, hem de toplumu için en güzeli ve faydalıyı tercih etmiş olacaktır.
ULAŞMA VE ÇATIŞMA
İnsanların özelliği tabiilik içinde değerlendirilmelidir. Bu açıdan baktığımızda onlarda, hem uzlaşma ve hem de çatışma gibi özelliklerin aynı anda bulunduğunu görmekteyiz. Bunun kaynağının yaratılışta bu özelliklerin her insanda, iradenin farklı tezahürleri sonucu değişiklik arz ettiğini farket- mekteyiz.
Kanaatimizce uzlaşma insanların uzun çabalarla elde ettikleri bir başarıdır. Çatışma ise uzlaşma ile elde edemedikleri hakları ve menfaatleri kısa yoldan ve fevrî davranışlarla elde etmek istemelerinden doğmaktadır.
Şunu da hatırdan çıkarmamak gerekir ki çatışmalar, çoğu zaman uzlaşmaları beraberinde getirmektedir. Çok şiddetli çatışmalar sonucu fizikî gücünü kaybeden insan ve toplumlar, bu çatışmayı takibeden zaman içinde uzlaşma yollarını aramaya başlamaktadır. Fizikî gücün zirveye çıktığı bazı zamanlarda, insanların zihin gücüne hemen hiç başvurmadıkları sosyolojik bir realitedir.
İnsanlar yaratılış itibariyle her yöne kayabilecek ve her yönde fikir üretebilecek bir yaratılış esasına uygun oldukları hâlde, bazı sunî çabalar ya da çekici unsurlar, insanların fikir ve fizik yapılarını olumsuz yönde etkilemektedir. Bu arada diğer unsurlar, kendilerinin gelişmesine uygun ortam bulamadıkları için belli bir süre beklemektedirler. Zamanla bu unsurlarda gelişme ortamına kavuşunca, onlar da diğerleri arasından sivrilip, gelişimini tamamlayıncaya kadar gelişmelerini sürdürmektedirler. Milletlerin gelişmesinde de aynı dinamizme rastlamak mümkündür.
NÂT-I NEBEVÎ
Nuûtun Vird-i Esmâ vü Müsemmâ Yâ Rasûlallâh!
Kudûmunla müzeyyen Arş-ı Âlâ Yâ Rasûlallâh!
Müşerref gözlerin ey Nûr-ı Âzam! Ru’yetullâh’la,
Bunun, gözlerde cârî feyzi hâlâ Yâ Rasûlallâh!
Sen, ol subh-i tecellîgâh-ı nûrâ nûr-i Vahdetsin
Ki, hiç hükmünde kaldı Tûr-i Sinâ Yâ Rasûlallâh!
Tamamlar İsm-i Hâs’ın Levha-i Düstûr-i Tevhîd’i,
Olunmuş tâ ezelden böyle imlâ Yâ Rasûlallâh!
Ulüvv-i şânını ilân için ehl-i semâvâta,
Temevvüç eyledi âyât-ı İsrâ Yâ Rasûlallâh!
Makam-ı Hâs-ı Mahmûd bahş olunmuş Zât-ı Vâlâna,
Hemen Sen’sin Kelîm-i Hâs-ı Mevlâ Yâ Rasûlallâh!
Vühûd-i akdes’in âlemlere rahmet kılınmıştır,
Gelir dâim nidâ: Yâsîn ü Tâhâ! Yâ Rasûlallâh!
Beşer’sin, şüphesiz, amma ki, Mâyen, Hilkat’ın başka,
Över Hulk-ı azîm’in, Hakk Teâlâ Yâ Rasûlallâh!
Değil Asım kulun, Hassan da olsam, vasfa sığmazsın,
Seni, kalben temâşâ oldu evlâ Yâ Rasûlallâh!
M. Âsım KÖKSAL