Makale

PEYGAMBER EFENDİMİZİN İNSANLIĞA GETİRDİĞİ YENİLİKLER

PEYGAMBER EFENDİMİZİN İNSANLIĞA GETİRDİĞİ YENİLİKLER

Veli ERTAN

1912 yılında Akseki’nin Sadıklar Köyü’nde doğmuştur. İlk ve orta tahsilini Antalya’da, yüksek tahsilini Ankara Gazi Terbiye Enstitüsü Pedagoji şubesinde yapmıştır. Ayrıca Bağdat Külliyetü’l-Âdap Ve’l-ulûm’da Arap Dili ve Edebiyatı tahsil etmiştir.

Sivas Millî Eğitim Müdür Muavinliğinde ve öğretmen okulun­da, Ankara İmam-Hatip Lisesi müdürlüğünde bulunmuştur.

1962 yılında Konya Yüksek İslâm Enstitüsü müdürlüğü ve Arapça öğretim üyeliğine tayin edilmiştir. 1974 yılında İstanbul Yüksek İs­lâm Enstitüsü öğretim üyeliğinden emekli olmuştur.

Basılmış on beş kadar eseri vardır.

İslâmiyetten önce Yahudiler, Hıristiyanlar ve Araplar tereddi içinde, manevî meziyetlerini kaybetmiş ve gerçek medeniyetin yolundan sap­mıştı. Her şeyleri maddeye dönmüştü.

Avrupa’nın güney doğusunda hâ­kim bir durumda bulunan Roma İm­paratorluğu yozlaşmış ve bu­nun bir neticesi olarak da ahlâk, hâliyle çökmüştü. Doğunun eski bir ilim ve irfan merkezi olan Hindis­tan’da korkunç ve dehşet saçan bir ahlâk çözülmesi başlamıştı. Çin de aynı paralelde, ahlâkın karanlık yön­lerine sürüklenmiştir. Artık dünya­nın hangi tarafına bakılırsa bakılsın, genellikle istenilen ahlâkî meziyetler ve faziletler değerini zâyi etmiş ve yerini birtakım mezmûm ve çirkin tavır ve hareketlere bırakmıştı.

Öncelikle ve özellikle Araplar da­lâlet çukuruna batmışlar, ahlâkî yönden tutunacak halleri kalmamış­tı.

Elleri ile yapmış oldukları put­lara tapmaktan başka bir maharet­leri olmadığı gibi, güya şereflerini lekeleyecekler diye, kız çocuklarını daha küçükten diri diri toprağa göm­müşlerdi. Her çirkin şeyi ve her fe­nalığı bir mübah olarak telakki et­mişlerdi. Kadınların hakları ellerin­den alınmış ve onları miras hakkın­dan mahrum etmişlerdi.

Bununla da kalmayarak Hazreti İsmâil Aleyhisselamın peygamberliğinden sonra, Allah’ın varlığı bir olduğu inancı unutulmuş, kendi elleri ile yapmış oldukları bir sürü putlara tapar ol­muşlardı. Artık tevhid inancı yerine bâtıl inançlar hâkim olmuş, dalalet ve zulmet her tarafı kaplamıştı. Ni­san ayı içinde Kamerî Rabiu’levvel ayının onikisinde bir Pazartesi günü, sabaha karşı dünyaya gelen Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.), kırk yaşlarında risalete nâil olmuştur.

Peygamberlik müessesesinin son halkasını teşkil eden Son Peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.)’in, ön­celikle ve özellikle insanlara tebliğ etmiş olduğu dinin temeli Kelime-i Tevhiddir. Anlamı ise “Allah’dan başka ilâh yoktur, Hz. Muhammed Allah’ın elçisidir.” demektir.

İşte böylece İslâmiyet, her şey­den önce insanlara insanlık değerini kazandırmış, tanrılar düşüncesini yıkmış, bizi yaratan Allah birdir, inan­cını yaymıştır. Sözün özü İslâm’ın birinci temeli Tevhid’dir. Tevhid, Müslümanlara ancak Allah’dan kor­kulabileceğini öğretmiştir. Artık be­şeriyet dalalet çukurundan kurtul­muştur. Hakikat yerini almıştır. İlim, cehle galebe çalmıştır.

Süleyman Çelebi, Mevlidi’nin münacaat bahrinde,

Birdir ol birliğine şek yok durur

Gerçi yanlış söyleyenler çok durur.

Cümle âlem yok iken ol vâr idi,

Yâradılmıştan ğani Cebbar idi.

Dedikten sonra son mısrasında:

Bârî ne hacet kılavuz sözü çok

Birdir ol kim andan artık Tanrı yok.

Diyerek Allah’ın varlığını, birliği­ni, şeriki ve naziri olmadığını ne gü­zel dile getirmiştir.

İnsanın birinci vazifesi, kendisini yaratan ve yoktan var eden, varlığını gösteren Allah’a iman etmektir. Mehmed Akif’in de Safahat’ında:

İmandır o cevher ki İlâhî ne büyüktür,

İmansız olan paslı yürek sinede yüktür.

Mısralarında bunu ifade ediyor.

Nübüvvetten önce Rasûl-i Zîşan Efendimiz murakabeye daldıkları bir sırada kendisine, dört büyük melekten biri olan Cebrâil Aleyhisselâm gö­rünmüş ve Hz. Muhammed’e:

“-Oku!” demiş, Hz. Mu­hammed de “Okuma bilmem” demişti.

Bu tarz üç defa tekrarlanmış ve üçüncü defasında Cibrîl-i Emin, Hz. Muhammed’i kucaklamış ve sık­mıştı. Bir kere daha “Oku” demişse de Hz. Muhammed (s.a.s.):

“-Okumaya muktedir değilim.” Deyince, Cibrîl-i Emin; Alâk Sûresi’nin ilk beş âyetini, Peygamberimize vahyetti.

“Her şeyi yaratan Rabbinin adı ile oku! O, insanı pıhtılaşmış kandan yarattı. O keremine nihayet olmayan Rabbinin adı ile oku! Kalemle (yaz­mayı öğreten), insana bilmediğini bil­diren, keremine erişilmez mertebede olan Yüce Allah’ın adı ile oku!” âyetlerini vahy etmişti. Diğer bir âyet-i celilede de “Hiç bilenlerle bilmeyenler müsavi olur mu?” buyurul­muştur. İslâm dininin ilme, fenne ne kadar önem verdiği aşikârdır.

Rasûl-i Zîşan Efendimiz de “İlim talebinde bulunmak, hem er­kek ve hem de kadın Müslüman üzerine farzdır.” buyurur.

İşte böylece Rasûl-i Zîşan Efen­dimiz okuma ve yazmayı teşvik et­miştir. Bugün bütün İslâm âleminde ve dünyada ilk kez okuma ve yazma mec­burî olmuştur. Bütün dünya millet­leri okuma-yazmayı bir düstur hâline sokmuştur. Hattâ Hz. Ali, “Ba­na bir harf öğretenin kölesi olurum.” demek suretiyle İslâm nazarında ilim ve irfanın değerini en güzel bir şe­kilde belirtmiştir.

Okuma-yazma hususunda Rasûl-i Zîşan Efendimizin pek çok mübarek sözleri vardır. Bu mübarek sözleri meyanında, “ilim öğreniniz, zirâ Al­lah uğrunda ilmi öğrenmek bir hasenedir.”, “İlimden söz açmak, Hu­dâ’nın namını teşbihtir. İlim araştır­mak cihad, ilmi tahsil etmek iba­dettir, ilmi talim etmek de sadakadır.” buyurmuşlardır.

Alâk Sûresi’nin tefsirinde Zemahşerî şöyle der:

“Hak Teâlâ insanlara bilmedik­lerini öğretmiştir. Bu da rahmet-i ilâhîye’nin azametine delâlet eder. Hak Teâlâ insanları, cehalet karan­lıklarından irfan aydınlığına çıkar- dı.(1)

Rasûl-i Ekrem Efendimizin insan­lığa getirdiği okuma-yazma meselesi, İslâm’ın bilgiye vermiş olduğu öne­min üstün bir derecesidir. Düşünce­lerin gelişmesi, nesilden nesile akta­rılması, kuşkusuz yazı ile olacaktır. Bunun içindir ki Hz. Peygamber (s.a.s.)’in hayatında, ilim ve irfan müessesele- rinin temelleri atılmış, sonradan da Bağdad’da, Türkistan’da, Kahire’de, Kurtuba’da zamanımızda görüldüğü gibi medreseler açılmış, ilm-ü irfa­na gerekli önem verilmiştir. Hattâ bir hadis-i şerifte Peygamberimiz, “Yaratanın eserlerini bir saat düşünmek, yetmiş sene (nâfile) ibadetten hayırlıdır.” buyurmuştur.

İslâm’ın özelliklerinden biri de onu tebliğ eden peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.)’in son peygamber oluşudur.

İslâmiyet, bütün beşeriyete şâ­mil bir dindir. Bundan sonra ne bir din ve ne de bir peygamber gelmeyecektir.

Sevgili Peygamberimiz, ‘Âlem­lere rahmet olmak için’ gönderilmiştir.

İslâm’ın temel kaideleri ilk za­mandan zamanımıza kadar hiç bir değişikliğe uğramadan gelmiştir. Kı­yamete kadar da devam edecektir.

İslâm kelimesi, diğer dinlerde ol­duğu gibi gelişigüzel verilmemiştir. Bu adı veren yüce kitabımız Kur’ân-ı Kerim’dir.

Zira Yüce Allah, Mâide Sûresi’nin üçüncü âyetinde, “Size İslâm’ı din olarak beğendim.” buyurur.

Başka bir âyette de “Sizin üzerinize olan nimetimi tamam­ladım. Din olarak sizin için İslâmiyeti kabul ettim.” buyurmuştur.

İslâm kelimesinin, bu yüce dinin ruhunu ifade etmekte olduğu kuşkusuzdur. Kelimenin asıl manası müsalemettir. Müsalemet; barışıp sulh etme, biri ile barışık yaşama anlamınadır. Müslümanlıkta hâkim olan husus müsalemet ruhudur.

İslâm Dini fıtrîdir. Bütün insan­ların dinidir. Tabiidir, umumidir. Çünkü bu din, insan tabiatına en uy­gun olan dindir.

Her hikmetin başı kuşkusuz Al­lah korkusudur. O’nun emirlerini ye­rine getirmek, nehyettiklerinden ka­çınmaktır.

İslâmiyetin bize getirdiği yeni­liklerden biri de kuşkusuz adalettir. Adalet, herkese hakkını verdiren bir fazilet kaynağıdır. Bir toplumun ve devletin temel taşıdır.

İslâm’ın zuhuruna kadar, Ara­bistan’da can, mal, şeref emniyeti yoktu, adalet ve insaf çoktan gitmişti.

Zulmün en fena şekillerinden biri, babaların günahlarından çocuklarının sorumlu tutulmalarıdır. Zira bir ba­ba günah işlerse, onun çocuklarından biri cezaya müstehak olurdu. Yahut babanın suçundan dolayı oğulları asılır veya katl olunurdu. Bu hâli yalnız Arabistan’da değil, bütün dünya’da da görmek mümkündü.

İşte Kur’ân-ı Kerim, “Hiç bir vebali başka bir kimseye yükleme­yin.” diyerek bu fenâ âdeti, adaletsiz­liği ortadan kaldırmıştır. Peygamber Efendimiz de şöyle buyurur: “Her câni, kendi cürmünden kendisi sorumludur.” Böylece Arabistan, hidayet nûru olan İslâm’ın ışığıyla aydınlan­mıştır.

Hak, insanlar arasında eşitliği âmir, sınıfsız ve imtiyazsız bir mef­humdur. Hasep, nesep, ırk ve renk söz konusu değildir. Bunun da mi­yarı; Allah korkusudur, vicdan mu­hasebesidir. Hakkı kabul etmek ve bildirmek, bir Müslümanın yaşantı­sında yer alır. Çünkü müslümanlık bunun üzerine bina edilmiştir. İslâmiyet yardımlaşmayı ve da­yanışmayı getirmiş, ahlâkı yüceltmiştir. Zi­ra ahlâk, hulukun cemidir. Huluk ise huy, âdet demektir.

İnsanî nefisten kolaylıkla sudûruna sebep teşkil eden bir melekedir, insan bu tarz üzerine kökleşmiştir. Fıtrî ahlâk beşerin ya­ratılışında meknuzdur. Beşikten iti­baren yapılan eğitim ve telkin ile ta­biatta husûle gelen huylara, kazanıl­mış ahlâk nâmı verilir Bunda harici tesirlerin önemi vardır. Fakat bunun­la beraber bir çocuk temel eğitimini baba ocağında ve ana kucağında alır. Bu hususta Rasûl-i Ekrem Efendimizin birçok hadisleri vardır. Bunlar meyanında şunları zikredebiliriz:

Türkçe anlamı, “Güzel ahlâk, Al­lah’ın yüce ahlâkıdır.”

“Müslümanlık huyun güzelliğin­den ibarettir.”

“Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.”

“Allah’ım! Yaratılışımı güzel yaptığın gibi ahlâkımı da güzelleştir.”

Hz. Ömer (r.a.) da şöyle der: “İnsanın şerefi aklı ile asâleti diniyle ve şahsiyeti de ahlâkı iledir.”

Ahlâk, dinin kabıdır. Ahlâk li­bâsı ile insanların en iyi olanı, din bakımından da en güzelidir. Mümin­lerin iman yönünden en olgun olan­ları, ahlâken üstün olanıdır.

Yüce Allah, insanları toplu bir hâlde yaşamaları için yaratmıştır. Müslümanlar birbirinin kardeşidir.

Cenab-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim’de Hucurât Sûresi’nin 13. âyetinde:

“Ey nâs! Biz sizi bir erkek, bir dişiden yarattık. Sizi milletler ve kabileler hâline koyduk ki birbirinizi kolayca tanıyasınız. Şüphesiz Allah katında en değerliniz, O’na karşı gel­mekten en çok sakınanızdır. Allah bilendir, her şeyden haberdardır.” bu­yurmuştur. Bunun için insanların birbirine karşı bir takım vazifeleri vardır.

Kur’ân-ı Kerim’de, İsrâ Sûresi’n­de iyilik yapmayı ve fenalıktan sa­kınmayı âmir ahlâkî esaslar şunlardır:

1)Allah’a şerik koşmayınız.

2)Anaya, babaya hürmet ve itaatta bulununuz.

3)Haklı olanlara hakkını ve­riniz.

4)İsraf etmeyiniz.

5)İfrat (haddi tecavüz) ve tef­ritten sakınınız. İtidalli davranınız, mutedil bir yol bulunuz.

6)Çocuklarınızı öldürmeyiniz.

7)Zinaya yaklaşmayınız.

8)Haksız yere kimseyi öldür­meyiniz.

9)Yetime iyi muamele gösteri­niz.

10)Ölçü ve tartılarınız doğru olsun.

11)Bilmediğiniz şeyleri körükörüne takip etmeyiniz.

12)Yeryüzünde gururlu ve bö­bürlenerek yürümeyiniz.(2)

İşte bu 12 emir esas düsturdur. Dünya âleminde bütün hayır ve şer binasının temelini bunlar teşkil eder. Ahlâk kitabı yazmak istenilirse, dün­yanın neresinde bulunursanız bulu­nun; bu on iki emirin dışında bulu­namazsınız.

Hz. Peygamber (s.a.s.), herkes gibi bir beşerdir. Fakat bize, Allah yo­lunda bir örnek ve rehber olmuştur. O da bizim gibi tatlı ve acı hatıra­larla yaşamıştır. O’nun doğumu ile beşeriyette bir ışık her tarafı sarmış, şirk ve cehalet bulutları dağılmış, binlerce seneden beri yanmakta olan ateşlerin söndüğü, putların yerlere serildiği, Kisrâ sarayının te­melinden sarsıldığı gün, O’nun doğdu­ğu gündür. Artık bu gidişle firavun­ların bâtıl dâvâları ve Nemrudların azgınlığı sona erecektir.

İslâm’ın amacı şüphesiz ki beşerin hidâyet ve saadetidir. Bunu tahak­kuk ettirmek için bütün gücü ile uğ­raşan Rasûl-i Ekrem Efendimiz, Mek­ke’de onüç yıl kalmıştı. Müşriklerin zülmünden bıkmış olan Müslümanları, Rasûlüllah (s.a.s.) Medine’ye hicret etmeye teşvik etmişti.

İkinci Akabe biatı üzerine, Mek­ke’nin birkaç mahallesi sessiz kala­cak kadar hızla hicret devam etmiş­ti. Rasûl-i Ekrem Efendimiz de Akabe biatından iki aydan biraz fazla gününün geçmesinden sonra, Mekke’­den Medine’ye hicret etmişlerdir.

İkinci Akabe biatı üzerine Mek­ke’den hareket ettiğini duymuşlardı. İşte bu sebeple Müslümanlar Hurre mevkiine çıkarak Peygamber Efen­dimizin teşriflerini beklemeye başla­mışlardı. Artık Allah’ın Elçisi, Kuba Köyü’ne gelmiş ve orada on gün kadar kalmıştır. Bu müddet zarfında Kuba Mescidi’ni inşâ ettir­miştir. İslâm Tarihinde bu mescidin adı,“İlk Mescid” olarak bilinir. Daha sonra maiyyeti ile birlikte Medine’yi teşrif buyurmuşlardır.

Rasûl-i Zîşan Efendimizin, Mek­ke’den Medine’ye hicreti tüm Müslümanlar tarafından tarih başlangıcı sayılmıştır. (M. 622)

İşte bu hicret yılında Peygamber Efendimiz 53 yaşında bulunuyordu. Böylece bugün şerefli bir gün olmuştur.

Peygamber Efendimiz, Medine devrinde de insanlığın saadeti ve kur­tuluşu için birçok yenilikler getir­miş ve beşeriyet tam manası ile da­laletten hidayete, zulmetten nûra, se­fahatten saadete ulaşmış, cehalet ve taassubu yenmiştir.

Tüm beşeriyetin hakk-ı hayatını tanıtmış, dünyayı nur- landıracak hayat hakkının sağlam yollarını göstermiştir. Cehâlet ve ta­assup zeval bulmuştur. Adalet zulme ve işkenceye, ilim ise cehle galip gelmiş, yeni bir ufuk belirmiştir.

Rasûl-i Zîşan Efendimiz, İslâmi­yet’in temelleri hususunda şöyle buyurmuştur:

Rabbınıza ibadet ediniz, beş vak­tinizi kılınız, oruç ayında orucunuzu tutunuz. Emirlerime itaat ediniz. Rabbbınızın cennetine girersiniz.

İslâmiyet’in zuhuru ile bütün Arabistan bir Allah’a inanmış, cina­yet, hıyanet, zulüm yırtılmış; haki­kat güneşi, ışıklarını bütün dünyaya saçmıştır.

İfta ve kaza teşkilatı kurulmuş, Peygamberimizin nâmeleri ve davet mesajları her tarafa gönderilmişti.

İslâmiyet’in hedefi; bütün insan­lar arasında, toplum içinde çıkması muhtemel kavgaları izale etmek, ız­dırap ve elemleri gidermektir.

İslâmiyet’in ana temellerinden biri olan zekât, zengin sayılan bir Müslümanın, malından kırkta birini yıl­dan yıla Müslüman olan fakire tem­lik etmesidir. Temlik; menfaati ta­mamı ile kendinden keserek malının bir miktarını fakire vermektir. Böy­lece zekât; zengin ile fakir arasında bir köprü kurmaktır. İçtimaî bir yar­dımdır. Allah’ın vermiş olduğu sayı­sız nimetlere karşı bir şükran bor­cudur.

Hayat, içtimaî yardım ile kaim­dir. İslâm’da yardımlaşma içtimaî bir usûldür.

Zekât, Kur’ân-ı Kerim’e göre; fakirlere, miskinlere, zekât memur­larına, kalbleri Müslümanlığa ısındı­rılacaklara verilir. Kölelerin, borçlu­ların, yolcuların ve Allah yolunda sa­vaşanların hakkıdır.(3)

İşte İslâmiyet, zenginin malları ile muhtaç olanları gözetir. İslâmiyet böylece, “kuvvetli olanlar yaşar, zayıflar kalkar” düsturunu ortadan kaldırmıştır. Onun yerine sevgi ve kardeşliği koymuştur. İçtimaî niza­mı getirmiştir.

Sözün özü; zekât, içtimaî yönden büyük menfaatı olan malî bir iba­dettir.

İslâmiyet; istibdâdı yıkmış, insan­lığın hür olmasını sağlamış, ferdî saltanatı ortadan kaldırmıştır.

Çünkü Müslümanlık, danışmayı öngören bir nizâm­dır. Şûrâ ile iş görür, rey ve intihâb esastır.

Yazımızı Yunus Emre’nin, Rasûl-ü Ekrem’e olan aşkını ifade eden şiiriyle bitiriyoruz.

(1)Rûh-i İslâm, Emir Ali, İngiliz­ceden dilimize çeviren Ömer Rıza.
(2) Tanrı Buyruğu, C.II, Sahife 453-454’den özetlenmiştir.
(3) Tevbe Sûresi, âyet, 60.

YÂ MUHAMMED (S.A.S.)

Araya araya bulsam izini

İzinin tozuna sürsem yüzümü

Hak nasip eylese görsem yüzünü

Yâ Muhammed canım arzular seni.

Bir mübarek sefer olsa da gitsem

Kâbe yollarında kumlara batsam

Hub cemâlin bir kez düşte seyretsem

Yâ Muhammed canım arzular seni.

Arafat dağıdır bizim dağımız

Orda kabul olur duâlarımız

Medine’de yatar Peygamberimiz

Yâ Muhammed canım arzular seni.

Yunus metheyledi seni dillerde

Dillerde dillerde hem gönüllerde

Ağlaya ağlaya gurbet ellerde

Yâ Muhammed canım arzular seni.

Yunus EMRE

İMÂM-I ENBİYÂ

Muhammed Mustafâ’dır bu

Habîb-i Kibriyâ derler

Aliyyü’l-Mürtezâ’dır bu

Ezel şîr-i Hudâ derler

İmâm-ı enbiyâdır bu

Emîr-i evliyâdır bu

Ezel nûr-i Hudâdır bu

Dü’âlem muktedâ derler

Huda’nın nûru Ahmed’dir

Habibullah Muhammed’dir

Bu ümmete ne devletdir

Kamu derde devâ derler

Der-i dergâh-ı Mevlâ’dır

Bu bir kadr-i muallâdır

Bu menzil-i tecellâdır

Kadîmi rehnümâ derler

Erzurumlu Mehmet LÜTFİ