Makale

İnsan Karakterleri ve Değerlere Katkısı

Doç. Dr. Fikret Karaman
Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı

İnsan karakterleri ve
değerlere
katkısı

İnsanın; geçmiş kültür, medeniyet ve değerlerin yaşa- // tılmasında önemli bir rolü vardır. Bu nedenle Kur’an Cs ve sünnetin üzerinde en çok durduğu varlık insandır. Çünkü Yüce Allah, onu hem yeryüzünde kendisine halife seçmiş hem de sosyal bir varlık olarak yaratmıştır. Bu itibarla hilâfet; yeryüzünün imar ve ıslahı için önemli bir sorumluluktur. O halde bu kavramın sözlük anlamından da anlaşıldığı gibi ardı ardına gelen nesiller boyunca insan bu görevin, yükümlülüğü ve sorumluluğu altındadır. Diğer taraftan ona iyilik ve kötülüğü kavrayıp bunlardan birini seçme kabiliyeti ve özgürlüğü de verilmiştir.
Ayrıca olup biten olayların izlenmesi ve değerlendirilmesi için kendisine göz, kulak ve akıl (kalb) verilerek doğru yol gösterilmiş, maddî ve manevî değerlerin bilincine varması sağlanmıştır.
Bütün bu kabiliyetlere rağmen toplumda ufak bir zorluk veya menfaat karşısında sarsılan insanlar da olmuştur. Üzerlerindeki sorumluluğu atmak için fırsat kollamışlardır. Bu nedenle insan; çoğu kez birbirine zıt karakterlerini ortaya koymuştur: "Körle gören, karanlıkla aydınlık, gölge ile sıcak bir olmaz. Dirilerle ölüler de bir olmaz..." (Fatır, 19-22) Görüldüğü gibi Yüce Allah, iman, bilgi, hikmet ve akıl sahibi, ahlâklı ve faziletli kimseler ile; inançtan yoksun, bilgisiz, akıl, basiret ve faziletten nasibini alamayan tipleri karşılaştırarak aralarındaki farka dikkat çekmektedir. Onların üretecekleri hizmet, ürün ve katkıların da diri ile ölü, karanlık ile aydınlık, gölge ile sıcaklık kadar birbirine zıt ve aykırı olacağını bildirmektedir. Bu itibarla insan, varlık olarak çok değerlidir. Ancak yaratılışındaki hikmet ve amacı gereği; hayrı veya şerri tercih noktasında sınava tabi tutulmuştur. Bu yönüyle o farklı ve komplike bir varlıktır. Onu, ortaya koyacağı hizmet, eylem ve davranışlara göre tanımak ve değerlendirmek daha uygun olacaktır.
Aslında Kur’an insanı bütün yönleriyle ele almış; yaratılışını, mahiyetini ve gayesini bir bütünlük içinde değişik sure ve ayetlerde anlatmıştır. Onun ilk örneği Hz. Adem’dir. Allah onu kudreti ve özel bir yaratılışla varlık alanına çıkarmıştır. Topraktan yarattığı bu canlıya ruhundan bir soluk üfleyerek güzel ve şerefli bir konuma getirmiştir. Varlıkların isimlerini öğreterek isimlerin gösterdiği varlık ve değer şemasını zihnine nakşetmiş- tir. En son meleklerin bile ona secde etmeleri istenmiştir. Nitekim Felsefe tarihinde de insan ve âlem arasında bir ilişki kurulmuştur. Bu bağlantı çok eski kültürlere kadar uzanmaktadır. Buna göre; insan özellikleri itibariyle büyük âlemdeki farklılıkları taşıyan küçük bir âlem şeklinde ifade edilmiştir. Tasavvuf kitaplarında da Hz. Ali’ye atfedilen şu beyitlerde insanın; fizikî varlığıyla küçük, fakat akıl, bilgi, ruh ve diğer melekeleriyle bütün âlemin değerlerini bünyesinde taşıyan çok özellikli bir varlık olduğu açıklanmıştır:
"İlâcın şendedir görmediğin halde,
Hastalığın da şendendir hissetmediğin halde.
Küçük bir cisim mi sanırsın seni sen,
İçinde bir cihan saklı olduğu halde."
İnsan karakteri
Bilindiği gibi insan; dünya sahnesindeki varlıklar arasında asıl rolü, görevi ve sorumluluğu üstlenmektedir. Onun sahnedeki karakteri, başarısı, zaafı, davranışı ve değerlerin yaşatılmasına olan katkısı sosyal hayatımızın geleceğini belirlemektedir. Yüce Allah insanı imtihan etmek üzere; iman, ilim, ibadet, mal, mülk ve mevki gibi birbirinden farklı nimetlerle karşı karşıya getirmiştir. Onun asıl hüneri ve kabiliyeti burada devreye girmektedir. Kur’an-ı Kerim onların bu olaylar karşısındaki tutumlarını şöyle açıklamıştır:
"Eğer insana tarafımızdan bir rahmet (nimet) tattırır da sonra bunu ondan çekip alırsak, tamamen ümitsiz ve nankör olur. Eğer kendisine dokunan bir zarardan sonra ona bir nimet tattırırsak, elbette "kötülükler benden gitti" der. Çünkü o (bunu derken) şımarıktır, kibirlidir. Ancak (musibetlere) sabredip güzel iş yapanlar böyle değildir. işte onlar için bir bağış ve bir büyük mükâfat vardır."(Hud, 9-11) Bu ayetlerde; insanın iki karakterine işaret edilmektedir. Birincisi, elindeki nimet ve imkân gidince, karamsarlığa düşenlerdir. Oysa ki bunlar söz konusu nimetin kaybolmasıyla üzülüp her şeyi yüzüstü bırakmamalıdır. Tersine inancını ve iradesini koruyarak Allah’a karşı sabretmeyi, şükretmeyi ve gerektiğinde her türlü sıkıntıya katlanmayı göze almalıdır. Kendisine imkân verilip bolluğa çıkınca sevinip övünmemeli, daha da önemlisi gurur ve kibre düşmemelidir. Olayı daha basit bir ifade ile değerlendirmek gerekirse; "ne oldum delisine" dönmemelidir. Çünkü genelde insan, elindeki nimetin kaybolmasına üzülür. Bolluğa çıkınca da, kendisini sıkıntıdan kurtaran Allah’ı unutur. Kendi gayretiyle bunu başardığına inanır. Böyle- ce tam Allah’a hamd edeceği yerde, gurura kapılır ve böbürlenir. İkincisi de; darlıkta sabreden, her durumda ve her zaman güzel işler yapan istikrarlı ve sağlam iradeli insanlardır. Bu iki karakter arasında bir karşılaştırma ve oranlama yapıldığında ne yazık ki birinci kategoride yer alanlar çoğunluğu teşkil etmektedir. Aslında Kur’an’ın bu evrensel değerlendirmesi çağımızdaki insan tipi ve sosyal olayları açısından da önem arz emektedir. Dün birbirleriyle çok iyi geçinen insanlar; bugün aralarındaki çıkar ilişkileri sona erince hemen saf değiştirebilmektedir. Daha da ileri giderek aralarındaki en mahrem konuları bile tehdit veya şantaj olarak kullanmayı gündeme getirmektedirler. Bakıyorsunuz ki birden bire yılların beraberliği ve dostluğu yerini; kin, nefret ve husumete bırakmıştır. Nice ticarî ortaklıklar, siyasî beraberlikler, komşuluklar ve arkadaşlıklar sona ermektedir. Dün aynı kulvarda yürüyen ve aynı sofrada bir araya gelen bu tipler, bugün birbirlerinin yüzlerini bile görmek istemiyorlar.
"İnsan var ya, Rabbi kendisini imtihan edip de ikramda bulunduğunda ve bol nimet verdiğinde "Rabbim bana ikram etti" der. Onu imtihan edip rızkını daralttığında ise, "Rabbim beni önemsemedi" der." (Fecr, 15-16) Bu ayetlerde genel olarak insanın; özel olarak da inanmayanların zayıf karakterleri çizilmektedir. Allah sınamak için birine ikram eder, servet ve mevki verince sevinir. O kendisinin bunu başardığını ve hakkettiğini düşünür. Fakat bir gün belki de kendi ihmal ve kusurundan dolayı elindeki imkânlar zayi olur ve rızkı daralırsa bu kez; "Rabbim beni mahvetti, tükendim, bittim ve öldüm diyerek feryat eder durur." Öyle anlaşılıyor ki hayat baştan sona kadar bir imtihandır. Yüce Allah kimini zenginlik, refah, mevki ve nimet ile; kimini de yoksulluk, belâ ve musibetlerle sınamaktadır. Oysa ki insanın Allah katındaki değeri; ne mal ve mevki, ne de fakirlik ve acizlikle ölçülemez. İnsanın gerçek değeri; ruhunda ve ahlâkındaki olgunluktur. Bu karakterdeki insanlar; gerek refah, gerek yoksulluk içinde olsunlar daima Allah’ın emirlerine uyar, temiz ve dürüst davranır. Bencillik yapmaz. Başkalarını düşünür ve her türlü fedakârlıkta bulunur. İşte Allah katında gerçek değer sahibi olanlar bunlardır. Unutmayalım ki çoğu zaman insana cazip gelen mal ve mevki sonunda şer; bazen de hoş görmediği hatta nefsine ağır gelen birtakım olay ve sıkıntıların da hakkında hayırlı olduğu görülmüştür.
Diğer bazı ayetlerde ise; insanlardaki karakter farklılığı iman, inkâr ve şirk bakımından daha kalın çizgilerle ortaya konmaktadır. Her dönemde menfaat, taassup, ırk, makam ve mevki gibi detaya inildikçe tutum ve davranışı değişen insan tipleri olmuştur. Bu konuya da ışık tutması bakımından şu ayetin mealine bakalım: "Gemiye bindikleri zaman, dini yalnız O’na has kılarak (ihlâsla) Allah’a yalvarırlar. Fakat onları salimen karaya çıkarınca, bir bakarsın ki, (Allah’a) ortak koşmaktadırlar." (Ankebut, 65)
Burada da; yine insanın söz konusu karakterin bir uzantısı olarak bindikleri gemi bir tehlikeye maruz kalırsa kurtulmak için Allah’a yalvarıp dururlar. Fakat tehlikeyi atlatıp kurtulunca o durumlarını unutup Allah’a ortak koşmaya başladıkları belirtilmektedir. Demek ki insanın tabiatı gereğince başı darda kaldığı zaman Allah’tan başkasının kendisini kurtaramayacağını anlar ve yalnız ona yalvarır. Ne var ki sıkıntıdan kurtulunca tekrar zaafa düşer. Yalnız Allah’a yalvardığını unutur. O’na ortak koşmağa başlar. Aslında söz konusu örneklemede; insanın bu karanlık tablosu karşısına başka bir tablo daha konmaktadır. O da; bollukta ve darlıkta hiç Allah’ı unutmayan, daima O’nu anan, O’ndan korkan, ahiret kaygısıyla yaşayan, Allah’ın rahmetini ve nimetini uman ve sürekli Allah ile bağlantı hâlinde bulunan insan tablosudur. İnsanın değerlere katkısı Daha önce ifade edildiği gibi, yeryüzünün sevk ve idaresi insana emanet edilmiştir. Onlar birbirleriyle tanışmak, anlaşmak, görüşmek ve çalışmak suretiyle varlıklarını sürdürmektedirler. Hz. Adem ve Havva’dan çoğalan insanlar yeryüzünde çeşitli renk ve dilde topluluklar oluşturmuşlardır. Küçükten büyüğe, kabileden milletlere doğru, farklılık gösteren bu oluşumun asıl sebebi; kitlelerin birbirini tanıması, anlaşması ve kaynaşmasıdır. Kur’an-ı Kerim, bu hususu şöyle teyit etmektedir: "Ey insanlar doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, O’ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdardır." (Hucurat, 13) Bu durumda insana bir hakemlik görevi düşmektedir. O Allah’ın yarattığı kâinatı denizde, karada ve havada gücü nispetinde korumak durumundadır. Çünkü yer ve gök belli bir denge üzerine yaratılmıştır. Ay ve güneş bilinen bir ölçüye göre yörüngelerinde akıp gitmektedirler, işte Allah bu tabiatı ve içindekileri, canlılar için var etmiştir. Bu dengeye adalet ilkeleri doğrultusunda riayet etmek ve sahip çıkmak da kişinin görevidir.
Aslında insanın barışı, huzuru ve ilâcı yine kendisindendir. Onu maddî ve manevî alanda yükseltecek değerler ancak onunla hayata geçirilebilir. Zira Allah insanları kardeş olarak yaratmıştır. iki grubun arasında bozulma, kırılma ve dargınlık olursa diğerlerin; onların aralarını düzeltmeleri gerekir. Kimse kimseyle alay edemez. Onu ayıplayamaz. Maddî ve manevî yönden incitemez. Başkasının malına, canına, ırzına, onuruna ve iffetine dokunamaz. Ona sırt çeviremez ve toplumdan tecrit edemez. Herhalde toplumun kaynaşması ve birbirini gözetleyip kollaması için Asr suresinden daha sıcak, samimi, kapsayıcı ve anlam yüklü bir ifade bulmak mümkün değildir: "Asra yemin ederim ki insan gerçekten ziyan içindedir. Bundan ancak iman edip iyi ameller işleyenler, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesnadır." (Asr, 1-3)
Toplum mutlululuğunun temel taşları iman, güzel eylem, iyi ahlâk, hakkı ve sabrı tavsiye gibi temel prensiplerdir. Ayetlerin öncelik sırasında görüldüğü gibi; iman prensibi, güzel eylem prensibinden önce anılmıştır. Çünkü güzel eylem imana dayanır. Nitekim Kur’an’ın hemen her yerinde iman, güzel eylemle birlikte anılmıştır. Bazı insanlar inanmadıkları halde güzel davranışlar sergileyebilirler. Fakat bu tür davranışlar toplumda genel kural teşkil etmez. Zira sadece eğitim ve vicdan; iyi ahlâk için yeterli değildir. Konuya ışık tutması bakımından Milli şairimiz M. Akif Ersoy’un şu manzumesini de buraya almak istiyorum:
"Halikın na-mütenahi adı var en başı "Hak"
Ne büyük şey kul için hakkı tutup kaldırmak
Hani ashab-ı kiram ayrılalım derlerken
Mutlaka sure-i ve’l asr-ı okurmuş bu neden?
Çünkü meknun o büyük surede esrar-ı felah
Başta iman-ı hakiki geliyor sonra salah
Sonra hak sonra sebat: İşte kuzum insanlık
Dördü birleşti mi yoktur sana hüsran artık."
Dinî, millî, manevî, sosyal ve kültürel değerler toplumun ortak birikimidir. Bunlar kolay elde edilemez. Çünkü çoğu tarih ve asırların birikimi ve ürünüdür. Bir kısmının da kaynağı vahiy ve sahih habere dayanmaktadır. Toplum ve kamu vicdanında kabul görmüştür. Bu değerlerin ortak paydası, fert ve toplumun huzur ve mutluluğudur. Devam ede gelen aile yapısı, anne-baba ve çocuk sevgisi, birbirlerine varis olacak kadar tavsiye edilen komşuluk hakkı ve ilişkileri, yaş grupları arasındaki sevgi ve saygı, misafiri ağırlama ve uğurlama kuralları, sosyal yardımlaşma ve dayanışma, hediyeleşme, tanıdık olsun veya olmasın selâmlaşma ve başkasına gösterilen güler yüz gibi davranışları değerler hâzinesinin dışında nasıl düşünebiliriz? Bağımsızlık, vatan ve bayrak sevgisi, kutsal inançlar ve karşılığında hayat feda edilen şehitlik mertebesi nasıl açıklanabilir? Dul ve yetimlere, kimsesizlere, yolda kalmışlara, muhtaçlara, hasta ve düşkünlere acıma duygusu olmadan hangi yardım eli uzanabilir? Şüphesiz ki bu ve benzeri davranışların tamamı sağ duyu halkımızın istek ve gayretleri doğrultusunda gerçekleşmektedir. Üstelik insanlar bu eylemleri hem kendi hür iradeleri hem de bir ibadet heyecanıyla yerine getirmektedirler. Kitap ve sünnete duyulan sevgi ve saygının karşılığını diğer toplumlarda bulmak çok zordur.
Yakın geçmişte ifade özgürlüğü (!) adına yaşanan karikatür krizi karşısında batı dünyası hayret ve şaşkınlık içinde kalmıştır. İslâm dünyasındaki Peygamber sevgisinin önemini kavramakta oldukça zorlanmışlardır. Buna karşılık İslâm aleminde; Hz. Mu- hammed (s.a.s.)’e duyulan sevgi, saygı ve fedakârlık çığ gibi büyümüştür. Bunu, ancak inanan ve yaşayan bilir. Haricen olayı kavramak mümkün değildir. Bu alanda yazılan eserler, edebi metinler, na’tlar, şiirler, mevlitler, İlâhiler ve gazeller başlı başına bir kültür ve değerler hâzinesini oluşturmaktadır. Diğer tarafta dünyanın imarı ve ıslahını sağlayan, hayatı güzelleştiren yol, köprü, han, hamam, kervansaray, cami, türbe ve kütüphane gibi tarihin kültürünü ve medeniyetin izlerini taşıyan çok zengin eserler bulunmaktadır. Bütün bunların meydana getirilmesi, yaşatılması ve yenilerinin ilâve edilmesi yine insanın alın teri ve gayretiyle ancak mümkün olmaktadır.