Makale

BÜYÜK İSLÂM ŞAÎRİ YUNUS EMRE

BÜYÜK İSLÂM ŞAÎRİ YUNUS EMRE

• Hayatı
• San’atı
• Din Anlayışı

Doç. Dr. Masa E. YILMAZ
Din işleri Yük. Kurl. Uzm.
1954 yılında Mardin iline bağlı Tuhup kö­yünde doğdu. İlk ’tahsilini Mardin’de, İmam Hatip Lisesini Diyarbakır’da bitirdi. 1979 yı­lında Erzurum İslami İlimler Fakültesinden mezun oldu. 1981 yılında aynı fakülteye bağlı olarak tefsir softasında doktora yapmaya baş­ladı. 1986 yılında doktor, 1988 yılında doçent oldu. Yayınlanmış birçok makale ve İncele­meleri bulunmaktadır.
Arapça, İngilizce ve Farsça biliyor. Cizre Müftüsü İken Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu uzmanlığına atanan YIL­MAZ, evli ve dört çocuk babasıdır.
GİRİŞ :
YETİŞTİĞİ ÇAĞIN İÇTİMAİ VE SİYASİ DURUMU :
1 — Selçuklu Devleti ve Medeniyeti: Miladi 13. yüzyıl, Anadolu Türkleri için yeni bir dönemin başlangıcı sayılır. Bi­rinci Alaeddin Keykubat’ın ölü­münden sonra Anadolu’daki si­yasi merkeziyet tamamen bozul, muş, dahili veraset kavgaları, Moğol istilası ve Ermenilerle sa­vaş gibi etkenler, Anadolu’nun refah ve huzurunu âdeta mah­vetmişti. Son Selçuklu hüküm­darı II. Giyaseddin Mesud’un 1308 tarihinde Kayseri’de vefat etmesiyle de, Selçuklu devleti fiilen sona ermişti. Çünkü Mo­gollar tâ 1277 yılından beri A­nadolu’nun mülkî ve askeri ida­resine el koymuşlardı. Bu tarihten itibaren Selçuklu sultanları Mogollara bağımlı hale gelmeleriyle, artık devleti idare edecek güçte olmadıklarım göstermişlerdir. Bu itibarla 13. yüzyılda Anadolu; kültürel, siyasi ve sosyal açıdan mü­him bir dönemin başında bulunuyordu.
Anadolu insanı, Moğol istilasından sonra oldukça yorgun düşmüştü. Denilebilir ki, eğer Anadolu’nun insanına yönelik batıdan ve dol­gudan esen bu korkunç fırtınalar olmasaydı Selçuklu medeniyeti da­ha uzun zaman sürüp gidecekti. Gerçekten Selçuklular, İslâm’dan aldıkları ilhamla Anadolu’yu maddeten ve manen fethetmişlerdi. Kı­sa bir istikrar döneminden sonra batıda haçlılar, doğuda ise Moğol­larla savaştıkları halde, maddi medeniyetin yanında manevi medeni­yeti ihmal etmemişler, Anadolu’yu baştan başa cami, medrese, ker­vansaray, imaret ve çeşme gibi maddi ve manevi medeniyet örnek­leriyle örmüşlerdi. Selçuklular Kur’an’ın emrine imtisal ederek kâ­firlere karşı şiddetli, kendi aralarında ise merhametliydiler (1). "
Selçukluların vücuda getirdikleri medeniyet eserlerine baktığı­mızda onların bir tek hedefi bulunduğunu görürüz. O da, bir daha sökülemeyecek şekilde İslâm’ı Anadolu’nun sinesine yerleştirmekti. Nitekim, Anadolu’nun İslamlaştırılmasıyla ilgili misyonlarım başa­rıyla bitirdiler. Yüzyıllar süren Moğol istilası ve birleşik haçlı akın- lan İslâmî Anadolu’dan söküp atmaya yetmedi. Belki haçlı ve Mo­ğol barbarlığı sonucunda toplum binasında yer yer çatlamalar ol­muştu ama, temeller hâlâ sapasağlamdı.
Her yönüyle başarılı olan Selçuklu medeniyeti, ne yazık ki bar­barlık ve taassuba karşı daha fazla dayanamadı. Bu yüzden 13. yüz­yıl Selçuklunun çöküş yıllarıdır. ’Bir yazarımızın ifadesiyle “Haçlı ve Moğol, Anadolu’nun ruhunda yalnız bir tarih yarası açmış olmuyor, bir metafizik yara da açmış oluyordu. Alt şuurda bir kıyamet... Bu dindar gönül, ateş ve zehirden oluşan dış tesirlerin ışığında ister is­temez kaderin özüne yönelmişti. Kafada açılan büyük sorulan, me­tafizik sorulan, Ölüme ek düşünceleri, Selçuklu ideası karşılayamaz olmuştu. Aslında bir Selçuk ideasından çok bir Selçuk duygusu, Sel­çuk duyarlığı vardı. Ve sakin Selçuk düşüncesi bu duyuşun uzantı­sıydı. Ama dıştan vuran taassubun ve barbarlığın kara gölgesinden, Anadolu’da metafizik kaygılan uyanmıştı. Alman istilası Fransa’da nasıl bir mukavemet, edebiyat ve edebiyat felsefesi doğurmuşsa, Anadolu da, kendini ancak büyük bir metafizik hamlesiyle ve büyük bir tarihi oluşla yeniden kurabilirdi” (2).
2 — Anadolu’da Şeyhlere ve Tekkelere Duyulan İhtiyaç : Haçlı seferleri ve Moğol istilası gibi büyük olayların cereyan ettiği yerler­de tekkelerin ve şeyhlerin nüfuzu daha kuvvetli olmuştur. Çünkü ta­rikat şeyhleri insanlara, en çok muhtaç oldukları bir zamanda asa­yişi temin sözü veriyorlar ve gerçekten bunu sağlayabiliyorlardı (3). Bu itibarla o çağlarda tasavvufun Anadolu’da hızla yayılması bir te­sadüf değildir.
Bir çok sebebin tesiriyle tasavvufun İslâm âleminde ve bu arada Anadolu’da yayılması, tekke ve tarikatların devlet tarafından res­men tanınması, bir çok devlet adamının, hatta sultanların şeyhlere mürid olması, kuşkusuz tasavvuf ehline büyük bir nüfuz temin edi­yordu. Denilebilir ki, sultanların maddi vücutları üstünde şeyhlerin manevî hakimiyeti vardı, özellikle 13. yüzyılın ilk yansında Selçuk­luların yumuşak ve mütevali idaresi sayesinde Anadolu, bir çok mu­tasavvıf için ideal bir yerleşim merkezi olmuştu. Böylece İslam dün­yasında gittikçe gelişen tasavvuf hareketleri Anadolu’yu da tesir ala­nına almış, tekkeler her tarafta yayılmıştı.
Miladi 13. ve 14. yüzyıllar, deyim yerinde ise, Anadolu’nun ruhî ve terbiyevî kalkınma çağıdır. Mevlânâ, Hacı Bektaş-i Veli ve Hacı Bayram-ı Veli gibi büyük alim ve mücedditlerin arka arkaya zu­hur etmesi, Anadolu’da tecdit hareketini ve manevi kalkınmayı hız­landırmıştır. Yunus Emre de bu manevi kalkınmayı hızlandıran hal­kanın bir parçasıdır.
3 — Anadolu’da Gelişen Fikri Hareketin Baş Mimarı: Haçlı taassubu ve Moğol barbarlığından sonra Anadolu’da başlatılan ma­nevi kurtuluş hareketinde Mevlânâ’nın müceddit rolü inkar edilemez. En kötü durumlara düşmüş insanları bile Allah’a götürebilen, inşa­nın dinden soğumamasını sağlayan, ümitsizlik denizinde boğulmakta olan insanların elinden tutan ve çevresindekileri hep coşku içinde muhafaza edebilen bir mesajla ortaya çıkan Mevlânâ, Anadolu’nun manevi kalkınmasında büyük tesirler vücuda getirmiştir.
Haçlıların açtığı manevî yaralan tedaviye başlayan Mevlânâ. İslam âleminde adeta bir “manevî doktor” sıfatıyla bilinmiş ve gerçek­ten şaşkınların gönül doktoru olmuştur. Mevlânâ büyük bir müte­
fekkir, şair ve mutasavvıftır. Çağını ve çağdaşlarını etkilediği gibi tesiri, gittikçe artan bir hızla devam etmiştir. Ancak üzülerek belirt­mek gerekirse, bugünkü Mevlevîlik Mevlânâ’dan çok uzaktır. Zira bugünkü Mevlevîlik, Mevlânâ’nın bazı yönlerinin aslına uygun olma­yarak abartılmasından başka bir şey değildir, Mevlânâ’nın kişiliği ve felsefesi konusunda bir edebiyatçımız şöyle der: “Mevlânâ’nın metafiziği, muhteşem bakış felsefesidir. Işık felsefesi... Gönülleri arı­tan bir ışık. Kaplumbağa yürüyüşlü mantığın ulaşamayacağı bir ışık. Bundandır ki, Mevlana Mevlevîliğe sığmaz. Mevlevîlik, Mevlânâ’nın bazı çizgilerinin fazla abartılması ve bazı çizgilerinin ihmali ile ku­rulan ve gittikçe daralan, kuruyan bir yol olduğu halde, Mevlânâ zapt edilmez ışık çinileri halindeki bir parlayıştır. İslâm’dan çı­kan ve İslâm’a götüren kaç yol varsa hepsine bir aydınlık serpmiştir ve serpecektir. Çünkü Mevlânâ gece yolcuları için yüksek bir dağda yakılmış büyük bir ateştir” (4).
Yunus Emre de Mevlânâ’ya son derece bağlı ve saygılıdır(*).
Mevlânâ Hüdavendigar bize nazar kılalı
Onun görklü nazarı gönlümüz aynasıdır
şiirinde Mevlânâ’nın tesirini ‘‘görkemli nazar” diye ifade ederek onun tesirinde kalığını beliğ bir şekilde anlatır. Yunus’un Mevlânâ için “Hüdavendigar” lakabını kullanması, onun Anadolu’daki fikrî hareketin babası olduğunu açıkça gösterir. Nitekim Yunus bir başka manzumesinde, Anadolu’nun yeniden yapılanmasında Mevlânâ’nın büyük rolü olduğunu, ondan “Kutb-ı zaman” diye söz etmekle dile ge­tirir :
Fâlâh Alımed kutbuddîn Seyyid Ahmed Necmüddîn
Mevlâınâ Celâliddin o kutb-i cihân kani?
İşte Yunus Emre, siyasal yapının tamamen bozulduğu, Anadolu’­nun derin bir anarşi içine düştüğü, tasavvuf perdesi altında yer yer bir takım bâtinî hislerin meydana geldiği, ’buna rağmen dinî hislerle kahramanlık hislerinin oldukça yoğun ve coşkulu olduğu, dış tesir­lerle sarsılan büyük bir devletin yıkılmakta olduğu bir devirde dün­yaya gelmiştir. Anadolu’daki dinî-tasavvufî hislerin etkisinde kalan Yunus, deyim yerinde ise, Mevlânâ’nın kurduğu insan ocaklarında ye­tişmiş edip, mutasavvıf ve şair bir ermiştir.
I — YUNUS’UN HAYATI :
A — Doğum ve Vefat Tarihi: Yunus Emre son elli yılda en çok kendisinden, söz edilen bir şahsiyet olmuştur. Âdeta yeniden keş­fedilmiş gibi günümüz sanatçı, yazar ve politikacıları nazarında gün­cellik kazanmıştır. Ancak Yunus üzerinde yapılan araştırmalar daha çok onun kimliği üzerinde yoğunluk kazanmıştır. Nerede doğ­muştur?, Nerede Ölmüştür?, Mezarı nerededir?, Tahsil görmüş mü­dür? vs.
Eski kaynaklardaki bilgiler yetersiz olduğu için, Yunus’un ha­yatıyla ilgili malumat daha çok “Bektaşi Velayetnamesinde anla­tılan ve halk arasında söylenilenlerin eklenmesiyle ortaya çıkan men­kıbelerden öteye geçmemektedir. Onun hayatı konusunda çok ciddi "Nefehâtü’l-Üns”, “Şakâyık-i Numaniye Tercümesi” ve Aşık Paşa­zade Tarihi” gibi kaynaklarda yazılanlar doyurucu olmadığı gibi çelişkilidir de. Bu itibarla, Yunus hakkında araştırma yapanlar için en zor taraf, böyle çelişkili ve dolaylı kaynaklardan bilgi çıkarmaktır.
Bununla birlikte, elimizde Yunus’un hayatı ve yaşadığı çağla il­gili olarak bazı ipuçları bulunmaktadır. Bu ipuçları, onun doğum yeri ve yılı hakkında, kesin olmamakla birlikte bir kanaat vermektedir. Şöyle ki: Elimizde onun hayatına ışık tutan iki tarih rakamı vardır. Bunlardan biri, “Risâletü’n-Nushiyye” adlı eserinin sonundaki 707 hicret yılıdır (Milâdî, 1307) (5). Öbürü de, Adnan S. Ekiz ’in İstan­bul’da Beyazıt devlet kütüphanesindeki bir mecmuada (No: 7912) bulduğu kayıttır. Kayıt şöyle: “Vefat-ı Yunus Emre, sene 720, Müddet-i ömr, 82”. Buradan Yunus’un H. 638/M. 1240-1241 yılında doğduğu ve 1320 civarında vefat ettiği anlaşılmaktadır (6).
Divan’ında “Mevlana Hüdavendigar bize nazar kılalı" ve “Mevlânâ sohbetinde».” diyerek Mevlânâ’nın sohbetinde bulunduğunu ifa­de etmesi, yukardaki tarihleri doğrulayıcı niteliktedir. Çünkü Mevlânâ M. 1273 (’H. 672) tarihinde vefat etmiştir (7). Buna göre Yunus bu tarihte 33-34 yaşlarındaydı. Bir diğer ipucu da Yunus’un Divan’ ında geçen “Hoca Ahmed Fakih, Geyikli Baba ve Seyyid Balum” gibi şahsiyetlerin isimleridir. Divan’da adı geçen Ahmet Fakih, “Çerhnâme” adlı eserin sahibi olup M. 1221 (H. 618)’de vefat et­miştir ki, takriben Yunus’un vefatından 20 yıl öncesine rastlamakta- dır(e). Geyikli Baba, Osman Gazi (1299-1326) ve Orhan Gazi (1326- 1359) devirlerinde yaşamış ve oldukça ilgi uyandırmış bir şeyhtir (’). Şeydi Balum ise muhtemelen Geyikli Baba’nın muasırı ve mürididir(10).
Fuat Köprülü’ye göre, Yunus’un hayatına ışık tutan kaynak­lardan Şakâyık-i Numaniye Tercümesinin, Yunus’u Yıldırım Bayezid devri şeyhleri arasında göstermesi doğru değildir(11), Zira Bektaşi ananesi buna engeldir (12). Yunus’un doğum tarihi ile ölüm tarihi hakkındaki uzun tartışmalara girmeden burada şunu söyleyebiliriz : Yunus’un atıfta bulunduğu ve yukarda ismi geçen zatların yaşadık­ları devir, 13. yüzyılın İkinci yarısıyla 14. yüzyılın ilk yarısıdır. Bu bilgilere göre Yunus Emre’nin de 13. yüzyılın ikinci yansında ve 14. yüzyılın başlarında yaşadığı söylenebilir. Bu tarih Selçukluların so­nu ile Osman Gazi devirlerine rastlamaktadır(13).
B — Memleketi ve Mezarı: Yunus’un nereli olduğu, nerede ve kimin yanında tahsil gördüğü, nerelerde bulunduğu hususlarında ke­sin bir malumat yoktur. Bu konulara ışık tutan tek belge “Bektaşi Velâyetnamesi”dir. Onun, Sivrihisar’ın yakınında bulunan Sarı köy’ de doğduğu Bektaşi geleneğinde yer almaktadır. Ancak Bolu’lu ol­duğu bildirilmiştir (14). Buna göre Yunus Sivrihisar’a bağlı Sarıköy’ de veya Bolu’ya bağlı Sakarya suyu kenarındaki köylerden birinde yaşamış bir Türkmen köylüsüdür.
Yunus Emre bütün Anadolu halkınca ermiş bir kişi olarak be­nimsendiği için Bursa, Karaman, Keçiborlu, Aksaray, Sivas ve Sarı- köy gibi bir çok yerde birer mezarı bulunmaktadır (15). İslam alemin­de, yalnız Yunus gibi öldükleri yer belli olmayanların değil, mezar­ları belli olan büyük zatların bile çeşitli mezar veya makamları bu­lunmaktadır. Müslüman halk, çevresinde kutsallığından istifade edi­len büyük evliyanın bulunmasını arzu ettiği için İslâm aleminde halka mal olmuş kolektif şahsiyetlerin pirden fazla mezar ve makam­larına rastlanmaktadır. Veysel-Karânî, Cafer-i Sâdık ve Selmân-i Fârisî bunlara örnek gösterilebilir. Kuşkusuz yurdun muhtelif yer­lerindeki mezarlardan bir tanesi gerçektir; diğerleri makam duru­mundadır.
Anadolu’da Yunus Emre’ye nisbet edilen mezar ve makamların başlıcaları şunlardır:
1 — Bursa: Bursa’da Çelebi Sultam Mehmet ile Emir Sultan arasındaki Şibli Mahallesinde Sadî tarikatından Abdurrazzak der­gâhında Yunus Emre, Aşık Yunus ve Abdurrazzak adına Uç mezar ve bir kitabe mevcuttur. Kitabedeki beyitlerden, bu bir tamir kita­besi olduğu w “Ali Efendi” adında birinin bu üç makamı ihya ettiği anlaşılmaktadır. Kitabe şöyle :
Rağbet edip bu cayı ihyaya kıldı hikmet
Üçler makamın icra etti gören beğendi.
Evvelki Yunus Emre, Âşık Yunus ikinci
Üçüncü Abdürrezzak Uşşâk-ı serbülendî.
İlham oldu geldi bir zat dedi tarih,
Üç kabri kıldı mamur lillah Ali Efendi (16).
2 — Manisa : Manisa’nın Kula ve Salihli ilçeleri arasında “Em­re” adlı bir köyde kargir bir türbe bulunmaktadır. Türbe içinde Tapduk Emre ile çocuklarının, kapı eşiğinde ise Aşık Yunus’un me­zarı bulunmaktadır. Bu makamın özelliği mezar taşlarının hiç birin­de yazı olmayıp sadece Yunus’a ait mezarda bir balta resminin ka­zdı olmasıdır(17).
3 — Erzurum : Palandöken dağlarının eteğindeki Dutçu Köyün­de Tapduk Emre ile Yunus Emre’nin türbeleri vardır. Ancak burayı Yunus’un mezarı kabul etmek oldukça güçtür. Çünkü Tapduk’un mün­zevi yaşadığı, dolayısıyla buralara kadar gelmediği .bilindiği gibi, Yu­nus’un da buraya kadar geldiğine dair elimizde delil bulunmamak­tadır (18).
4 — Keçiborlu: Bursa’lı Şeyh İsmail Hakkı’nın rivayetine gö­re, Yunus Emre ile şeyhi Tapduk’un ve Tapduk’un şeyhi Sinan’ın ka­birleri Keçiborlu’ya yakın bir köydedir. Diğer tarihi kaynaklarda bulunmayan bu rivayet, oldukça ¡garip ve realiteye uygun değildir (19).
5 — Sarıköy: Porsuk suyunun Sakarya suyuna karıştığı yer­de, Ankara-Eskişehir demir yolunun Sarıköy istasyonunda bulunan mezardır ki Yunus’a ait olduğu bildirilmiştir (20). Fuat Köprülü, ta­mamen realiteye uygun olmamakla birlikte, diğer rivayetlere göre daha makbul gördüğü için bu son rivayeti tercih etmektedir(21).
6 — Karaman : Bütün bunlardan başka Yunus’un Larende’de (bugünkü Karaman) metfun olduğu (22) ve orada kendisine ait bir zaviyesi bulunduğu, son mütevelli ve zâviyedarı Seyyit Ali’nin ço­cuksuz olduğu için yerine Sofu zade İsmail’in tayin edilmesi için Larende kadısının sadarete başvurduğu, resmi kayıtlardan anlaşılmak­tadır. Resmi kayıtlarda yer alan bu işlemler 1135 ile 1175 H. yılları arasındadır (23).
Yunus’un Sivrihisar’a bağlı Sarıköy ’de metfun olduğu kesin ol­mamakla beraber, eldeki vesikalara göre en doğru ve en kuvvetli İhtimal sayılabilir. Halk arasında yaşayan gelenek ve “Şakâyık-i Numaniye Tercümesi” ile “Nefehâtü’l-Üns” gibi bazı eski kaynaklar bu­nu takviye etmektedir. Nitekim Sarıköy ‘de bir anıt yapılmış ve 6 Mayıs 1949 yılında düzenlenen bir törenle Yunus’un kemikleri eski mezardan alınarak anıta nakledilmiştir. Fakat sonradan yine değiştirilmiş ve tren istasyonuna yakın bir yere nakledilmiştir (24).
Daha evvel de söylediğimiz gibi, müteaddit yerlerdeki mezarlar­dan sadece birisi doğrudur. Diğerleri birer makamdan ibarettir. Yu­nus gibi büyük insanların mezarları değil eserleri önemlidir. Bugüne kadar doğuda ve batıda yapılan yüzlerce araştırmaya rağmen Yu­nus’un gerçek mezarının hala bulunmamış olması, bir hikmete mebni olduğu kesindir. Her şeyden önce Yunus bir “Ârif-i Rabbânî"dir. Hayatı boyunca boş ve malayani sözlerden, süsten, kısacası dünya-, dan ve dünya içindeki fânilerden mümkün olduğu kadar uzak duran gerçek bir dervişin, ölümünden sonra mezarının meçhul kalmasını İstemiş olması uzak bir ihtimal değildir. Kuşkusuz Yunus’un muaz­zez ruhu, kendisini İslâmî adaptan uzak bir ‘biçimde ziyaret eden­lerden sıkılacaktı. O bir manzumesinde;
Bir imaret göster ki sonu Viran olmaya,
Kazan şol malı ki senden geri kalmaya.
diyerek dünyaya ne kadar önem verdiğini gösteriyor! Ayrıca,
Eğer beni öldüreler külüm göğe savuralar Toprağım anda çağıra bana seni gerek seni
diyerek gönlünü bir bâkîye bağladığım, faniden ve fanilerden geçip bâkînin yoluna müteveccih olduğunu, zayıf, geçici ve kararsız şey­lerin bir kıymet ifade etmediğini .belirtmiştir. Ne var ki, Anadolu’nun bu geniş topraklarında başka başka yerlerde Yunus’a ait mezarların bulunması halkın ona gösterdiği sevgi ve saygının bir ifadesidir.
C — Yunus’la İlgili Menkıbelerdeki Efsanevi Gerçekler: Men­kıbelere göre Hacı Bektaş-i Veli Anadolu’ya geldiği sırada o yöre­lerde "Emre” adında velayet sahibi güçlü bir şeyh vardı. Hacı Bek­taş’ın daveti üzerine ’bütün erenler yanına geldikleri halde bu şeyh davete cevap vermedi. O da San İsmail adındaki dervişini gönderip Emre’yi yanma çağırttı ve gelmemesindeki hikmeti sordu. Emre, perde arkasında çıkan bir elin kendisine nasip verdiğini, erenler ara­sında "Hacı Bektaş” adında birine rastlamadığını söyledi. Hacı Bek- taş, o elin işaret taşıyıp taşımadığını sorunca, ayasında yeşil bir ben bulunduğunu söyledi. Bunun üzerine Hacı Bektaş elini uzatarak Emre’ye gösterdi. Emre elin ayasındaki yeşil beni görünce, daha evvel kendisine uzatılan elin bu olduğunu hayretle gördü ve üç kere “Tamam Tapduk sultanım” dedi. Bunun üzerine "Tapduk Emre” diye anılmaya başladı (25).
Menkıbeye göre Hacı Bektaş’a yakın köylerin birinde Yunus adında, rençberlikle geçinen bir fakir adam vardı. Yunus bir kıtlık yılında çoluk çocuğuna erzak almak için yoksullara buğday dağıtan Hacı Bektaş’a gider. Eli boş gidilmeyeceğini düşünen Yunus heybe­sine koyduğu dağ alıcım armağan götürür. Hacı Bektaş’ın adam­ları Yunus adında birinin geldiğini, armağan olarak da alıç getirdi­ğini haber verirler. Yunus’un kendi çapında bir armağan getirmesi Hacı Bektaş’ın hoşuna gider. Misafirin ağırlanmasını ister. Yunus üç gün ağırlanır. Daha sonra Hacı Bektaş, Yunus’un buğday mı himmet mi (nasip) istediğim sormalarını emreder. Soru üç kere tek­rarlanır; üçünde de Yunus “Ben himmet istemem. Bana buğday gerek. Evde çoluk çocuk aç” diye cevap verir.
Bunun üzerine Yunus’un eşeğine buğday yüklenir, gider. Dağa varıncaya kadar hep bir mücadele içinde olur. Dağda birden aklına gelir; “Nasip ve himmet isteseydim daha iyi olurdu.” Yunus piş­man olarak geri döner, nasip isterse de artık iş işten geçmiştir. Di­leği Hacı Bektaş’a iletildiğinde : “Ona nasip vermek bizden geçti. Onun nasibinin anahtarı, Sakarya illerindeki Tapduk Emre’nin elin­dedir. Varsın ona gitsin.” der. Yunus bu cevabı alır almaz derhal Tapduk’un dergâhına gider. Tapduk da Yunus’u dergâhın oduncu­luğuna tayin eder. Derviş Yunus tam kırk yıl bu dergâhta kaldığı halde eğri ve yaş odun getirdiği görülmemiştir. Tapduk Emre odunların hep kuru ve düzgün olduğunu görünce bilmemizlikten gelerek : “Dağda eğri odun kalmamış mı?” diye sorar. Yunus : “Dağda eğri odun çok, lâkin senin dergâhına odunun eğrisi bile yakışmaz.” di­ye cevap verir.(26)
Menkıbe, Yunus hakkında bir çok gerçeğin ipuçlarını vermekte­dir.
1 — Her şeyden önce Yunus’un Hacı Bektaş’ın adamlarıyla gö­rüşmüş olması, Hacı Bektaş’ın muasırı olmadığını, ancak onun ha­lifeleri ve talebeleriyle görüştüğünü gösterir. Menkıbede Yunus’un pişmanlık duyduktan sonra Hacı Bektaş erenlerinin yolunu tutmaya yöneldiği, fakat iş işten geçtikten sonra Tapduk yoluna girdiği anla­tılmaktadır. Anlaşıldığına göre Yunus Tapduk’u buluncaya kadar bir çok dervişle dolaşmış, daha sonra aradığını bulmuştur.
Şeydi Balum ilinden, şeker akar dilinden
Dost bahçesi yolundan, eve dervişler geldi, beyitleri
menkıbenin bu bölümünü doğruladığı gibi,
Derviş Yunus gel imdi, ummanlara dal imdi.
Ummama dalmayınca, sen derviş olamazsın.
Şiiri de Yunus’un Tapduk’a varmakla Hacı Bektaş erenlerinden şah­siyetini koruduğunu ve onlardan ancak bilgi aldığını bildiriyor.
2 — Yunus’un, Tapduk Emre’nin evinde kırk yıl kalmış olması bir çile dönemini ifade eder. Nitekim şiirlerinden de anlaşılacağı gi­bi, uzun zaman Allah yoluna erişmeye çalışmış, ancak Tapduk’u bul­duktan sonra bu emeline muvaffak olmuştur. “Ben yürürüm ilden ile, şeyh soraram dilden dile. Gurbette halim kim bile, gel gör beni aşk neyledi. Ya elim al kaldır beni, ya vasluha erdir beni Çok ağlattın güldür beni, gel gör beni aşk neylerdi.” beyitleri Yunus ‘un uzun bir arayış dönemi geçirdiğini ifade eder.
Niyaz-ı Mısrî, ehl-i tasavvuf arasında çok yaygın olan ve Yunus’a ait olduğu bildirilen "Çıktım erik dalına onda yedim üzümü" mısralarıyla bağlayan manzumesini şerh ederken, Yunus’un uzun bir arayış döneminden sonra gerçek mürşidi bulduğunu ifade ederek şöyle der : “Yunus’un bu ¡beyitten maksadı, “Ben mürşitsiz olarak şeriat, tari­kat ve hakikati ¡bulabilirim, kendi bildiğim gibi ‘indî olarak sülük edip Hakk’a vasıl olurum.” diye çalışanların hallerini temsil yoluyla beyan etmektir. Yani böyle yapan kimsenin durumu, hangi meyvenin hangi ağaçtan olduğunu bilmeyip, gönlü üzüm istediğinde erik ağa­cında biter zanniyle üzümü erik ağacında arayan, gönlü erik istedi­ğinde ceviz ağacında ’biter diye ceviz ağacına çıkan şaşkın ve akılsız kimselerin durumuna benzer. Kör olan bir kimsenin bütün renkleri siyah görmesi gibi. Yunus bu hali kendi nefsine nisbet ediyor. Bir zamanlar o da böyle mürşitsiz çalışıp bir şey elde edemediğini gö­rünce mürşit-i kamili bulmuştur”(27).
Şu halde "40 yıl” tabiri uzun zamandan kinayedir, “Derviş olan kişiye dirlik gerektir . Varlığı elden koyup ere kulluk gerektir.” di­yen Yunus için Tapduk’un kapısında kırk yıl beklemek uzun bir za­man sayılmaz. Hatta Yunus bu süreyi de az görerek ’bir ömür ge­çirmek gerektiğini vurgular :
Ol padişah ben kuluyam, dost bahçe bülbülüyem.
Ol hocamın bahçesinde şad olup ötmeye geldim.
Yunus eydür âşık oldum, maşuka derdinden öldüm.
Gerçek erin kapısında, ömrüm hare etmeye geldim, şeklindeki mısralar bunu doğrulamaktadır.
3 — 40 yıl odun taşımasına rağmen dergaha hiç eğri odun sok­maması, Tapduk’un şeyhlik ve irşat anlayışı ile şeyh-mürid müna­sebetleri hakkında fikir vermektedir. Yunus’un dergâha daima düz odun sokması, doğruluğunun ve şeriatın istediği istikamet yoluna ne kadar önem verdiğinin bir göstergesidir. Nitekim Yunus Divan’ında sık sık doğruluktan söz eder : “Manada getirmişler kardaşdan yar yiğrektür. Oğuldan dahi tatlı eğer doğru yar ise.” diyerek doğru olmak kaydıyla dostluğun kardaşlıktan, hatta evladtan daha tatlı olduğunu ifade eder. Bir diğer beytinde, "Gördün yarın eğridir, nen var ise ver kurtul” diyerek dostta eğrilik söz konusu olduğu tak­dirde ondan kurtulmak için her şeyi vermek gerektiğini beyan eder.
Dervişlik yolunun çok sarp ve yokuş olduğunu, sırat köprüsü gibi “laldan ince ve kılıçtan keskince” olduğunu, dost bulabilmek için tek çarenin doğruluk olduğunu ve doğru olanların Allah’ın sevgilisi olduğunu ifade eden Yunus,
Doğruluk mancınığın istiğfar taşıyla Doğru vardı atıldı, yıkıldı nefs kalesi.
diyerek, insanın en büyük düşmanı olan nefsin mağlup edilmesinin yolunu çok pratik bir şekilde göstermiştir. Buna göre, istiğfar taşını doğruluk mancınığına koyup nefse atan bir kimse nefis kalesini yık­maya muvaffak olur. işte “40 yıl” hiç eğri odun getirmemek, ideal bir çizginin ifadesidir, Yunus’un anlattığı “insan-i kâmil” de, eğri­liğin yeri yoktur.
4 — Yunus’un şeyhi olan Tapduk Emre, Bektaşi menkıbesinden de anlaşılacağı gibi, 13. yüzyılda Anadolu’da yaşayan şeyhlerden biridir, Şakayık’ın tercümesine göre Sakarya çevresindeki bir köyde münzevi olarak yaşıyordu (28).
Tapduk hakkında fazla bir malumata sahip olamadığımız hal­de, Yunus’un ona atfettiği önemden dolayı onun büyük bir şahsiyet olduğunu anlıyoruz. Bir başka deyişle, 13, yüzyıldaki tasavvuf ce­reyanlarını esas alarak Yunus’u ele aldığımız zaman, Tapduk Em­re’yi de çok yakından tanıma fırsatını elde ederiz.
Onun, Cengiz istilası üzerine Buhara’dan Anadolu’ya gelmiş olan Sinan Ata adlı bir Türk şeyhi tarafından irşat edildiğini ka­bul ettiğimiz takdirde, Yunus üzerindeki Yesevî tarikatının etkile­rini de görmüş oluruz, özellikle Selçukluların çöküş zamanına rast­layan o devirde şeyhlerin halk üzerindeki etkileri fazlaydı. Bu iti­barla Tapduk Emre’nin, Sakarya çevresinde büyük nüfuz kazanmış meşhur bir mutasavvıf olması icap eder.
Yunus’un divanında, Tapduk’a karşı beslediği derin saygı ve bağlılığı ifade eden parçalara rastlamaktayız. Aşağıdaki mısralar, “Tapduk” adının geçtiği yerlerden sadece bir kaçıdır :
a) Âşık Yunus girdi yola, uğradı Tapduk Emre’ye.
b) Tapdukleyin bir er getir, cana başa kalmaz ola.
c) Yunus sen Tapduk’a kılgıl dualar. .
d) Miskin Yunus bu sözü can içinde söyledi, ’ ’ Söyleyen de bihaber. Tapduk Emre kandır.
e) Aşık Yunus bilişeli, Tapdukuma erişeli.
f) Âşık sultan Tapduk ’tur, Yunus geda ol kapıda.
g) Yunus’tur ¡bunu söyleyen Tapduk’a kulluk eyleyen.
h) Emre’m bir doğan idi, kondu Tapduk dalma.
Bu mısralardan anlaşılacağı üzere, Yunus tarif edilmez bir bağla “Sultan, padişah ve Ârif-i billah” olarak kabul ettiği Tapduk’a bağ­lıdır. Bir diğer menkıbede, şeyhinin emriyle kırk yıl diyar diyar do­laştıktan sonra ancak o rütbeye eriştiği ifade ediliyor. Divan’da yer alan bir çok manzume bu menkıbeyi doğrulayıcı mahiyettedir. Nitekim,
Gel ey Yunus-i biçare, var derdine eyle çare
Gezin şöyle şardan şara, yoktur garip bencileyin.
mısraları, Yunus’un derviş olmak için bir çok yer dolaştığını göste­rir. Derviş olmanın şartlarım anlatan manzumesinde, "çok kahırlar yutmak gerek” diyerek, ¡bu yolda çektiği çileye işaret eder.
5 — Halk arasında yaygın, olan bir diğer menkıbeye göre, Yu­nus 40 yıl dolaştıktan sonra tekrar şeyhinin dergâhına dönmüş ve şeyhinin zevcesini bularak şeyhin kendi hakkındaki fikrini sormuş.
O da şöyle demiş : “Yarın sabah namazında şeyhin yolu üzerine uzan. Şeyh senin kim olduğunu bana soracak. Ben de “Yunus’tur” diyeceğim. Eğer “Bizim Yunus mu?” diye sorarsa, bu senin çilenin bittiğini ifade eder. Yunus ertesi sabah Ana Bacı’nın (Şeyhin zev­cesi) nasihatıma uyarak yola uzanır. Şeyhi de : “Bizim Yunus mu?” diye sorunca, artık çile dönemini bitirdiğini anlayarak teşekkür için Şeyh’in ayaklarına kapanır. İşte bugünden itibaren şiirlerini söylen­meye başlar (29).
Bu menkıbenin bir diğer ifade şekli de şudur : Tapduk Yunus’u bir kazana koyup kırk gün kaynattıktan sonra onu çıkarıp kokla­mış ve “Hâlâ dünya kokuyorsun.” demiştir.
Bir yazarımızın bu menkıbeyle ilgili yorumu gerçekten enfes­tir : “Menkıbeye göre Tapduk’un “Hâlâ dünya kokuyorsun” deyişin­ de, Yunus’u kendi tarikatının devamcısı olarak (halifesi olarak) yetiştirmek için çok çalıştığı, fakat Yunus’un şairliğinin buna en­gel olduğu, hala dünya koktuğu gerçeği yatmaktadır. Şeyhin Yunus’a dargınlığı, Yunus’un ayrılıp gurbete düşüşü, sonra tekrar dö­nüşü ve şeyhin “Bizim Yunus mu?” diyerek onu affedişi, daha doğ­rusu ona gücenmediğini belirtmesi, Yunus’un şiir yolunu şeyhine kabul ettirişinin hikayesidir. Tapduk Emre “Bizim Yunus mu?” sö­züyle, “Yunus halifemiz olmadıysa da yine de bizimdir, bizim yolu­muzun şairidir.” demek istiyor. Menkıbe ’de halkı temsil eden bacı­nın, Yunus’un şairliğini tasavvuf erbabına nasıl kabul ettirmeye ça­lıştığını ortaya koyuyor. Böylece tasavvuf erbabı Yunus’un şairliği­ni, şairliğinin değerini ve manevi yollardaki gereğini tasdik etmiş oluyor” (30).
Yunus da şeyhine şairliğini kabul ettirdikten sonradır ki onu halka anlatmaya başlamış ve halkı onun tarikatına çağırmıştır. Nitekim,
Vardığımız illere, şol safa gönüllere
Halka Tapduk manasın saçtık elhamdülillah.
İndik Rum’u kışladık, çok hayr-u şer işledik
Üç bahar geçti geri göçtük elhamdülillah.
manzumesinde, şeyhini anlatmak için bir çok yer dolaştığını dile ge­tirmektedir.
6— Yunus’un “Aşık” ve “Derviş” olmanın şartlarını ihtiva eden manzumelerini okuduğumuzda, 13. yüzyılın Anadolu’sunda, ken­disini ermiş kabul eden fakat gerçekte ermişlikle ilgisi bulunmayan bazı kimselerin varlığına işaret ettiğini, bunları uyarmak amacıyla öğütlerde bulunduğunu görüyoruz.
Ona göre ermişliğin yolunda, imana zarar vermek üzere pusu kurmuş riya gibi bir çok aldatıcı güçler (çeriler) ¡bulunmaktadır. Nefsini Islah edemeyenlerin bu yollarda sülük etmesi imkansızdır.
İman aldanguçları bilin çoktur bu yolda,
Nefsine uyanların gitmez yüzü karası.
Yüz bin riya çerisi bilin vardır bu yolda,
Nefs öldürmüş er gerek ol çeriyi karası.
mısraları, dervişlik yolunda karşılaşılabilen engellerden bazılarını dile getirmektedir. Dervişliğin kolay bir iş olmadığını, hem dünyaya talip olmak hem de dervişlik yapmanın, bir başka deyimle, hem tarik-i dünya hem talip-i dünya olmanın birbirine zıt olduğunu ifa­de eder.
Kim dervişlik ister ise, diyem ona n itmek gerek
Şerbeti elinden koyup ağuyu nûş itmek gerek.
beyitlerinde, dünyayı terk ile ahirete talip olmayı, “elindeki şerbeti bırakıp zehiri içmek gerek” şeklinde çok müstesna bir üslupla ifa­de etmiştir.
Yunus, “Ben dervişem diyenler, haramı yemeyenler • Haramın yenmediği, ele girince imiş.” mısralıyla, eline geçmediği için haram yemeyenlerin durumunun gerçeği yansıtmadığım, önemli olan yeme imkânına sahip olduğu halde haramdan uzak durmak olduğunu vurgular.
II — YUNUSUN MÜRŞİTLİĞİ :
Yunus Emre çile devrini bitirdikten sonra mürşitlik yapmaya başlamıştır. Ancak mürşit Yunus’ta, o güne kadar başka şeyhlerde görülmeyen bir biçim görüyoruz. Şiirler ve İlâhîler okumak ve der­vişlik yapmak suretiyle halkı Allah yoluna çağırmak Yunus’a has ’ bir özelliktir.
İhlas, samimiyet, günahkarlık ve eksiklik duygusu Yunus’tan ayrılmayan Özelliklerdir. “Nefsini İslah edemeyen başkasını İslah edemez." prensibine sıkı sıkıya bağlı olan Yunus’a göre “şeyh” ola­rak (bilinen bir kimsenin “itaat” sıfatına son derece bağlı olması ge­rekir. Bu itibarla, “Takındım şeyhlik adın, kodum maşuktaatın.” derken şeyhliğinden pek memnun görünmediği anlaşılmaktadır. Sü­rekli kendi kendisini eleştiren Yunus, mürşitliğini de eleştiriyor. “Kime kim verdim öğüt, ol Hakk’a erdi gördüm. Bana benim öğü­düm hiç eylemedi eser.” mısralarında bu öz eleştiriyi görmek müm­kündür.
Daha çok kendi kusurlarım görmekle meşgul olan Yunus kendi nefsini tenkit etmekle, kendi gibi eksik olan şeyh ve mürşitleri de dolaylı olarak irşat etmeyi amaçlıyor. Dolaylı olarak ve misal ver­mek yoluyla anlatım, genellikle ermişlerin çok kullandığı bir metottur. Bunlar ilm-i esrari ilahiyeyi misal yoluyla anlattıkları gibi, öz eleştiriden hareketle çevrelerindeki insanları da irşat ederler. işte Yunus nefsini eleştirirken başkasını da irşat ediyor. Onun şiirlerini okuyan ve dinleyen herkes, kendisini o öğütlere muhatap kabul eder.
Meselâ, “Hırkam suçuma perde, endişem yanlış yerde. ’Gönlüm ayrık pazarda, dilimde sözüm esrar.” derken, şeyhlik kisvesiyle baş­kalarının İslah etmeye kalkışan fakat kendi nefsini İslah edemeyen kimseleri kınamaktadır. Halk, genellikle büyük gördüğü şahsiyet­lere kutsallık derecesinde önem atfeder. Halkın bu safı hane güve­nini istismar eden bazı kötü niyetli kimseler ise, hilekar ve kur­naz bir tavırla halka yanaşıp mürşitlik taslarlar. Yunus,
Zahirim iyi ad ta, gönlüm fasid taatte .
Bulunmaya Bağdat’ta, benim gibi bir ayar.
Taşım biliş içim yad, dilim hoş gönlüm mürtet ,
Yavuz iş iyi ad, böyle fitne kande var?
sözleriyle, kendinden misal vererek söyledikleriyle amel etmeyenleri ağır bir dille tenkit etmektedir.
Yunus’un çile döneminden sonra başlayan mürşitliğinin kısa zamanda bütün Anadolu’ya yayıldığı ancak kendisinin bu şöhretten memnun olmadığı “Yayıldı Yunus adı, suçtur kamu taât! Çalabım inayeti, suçun geçire meğer." mısralarından açıkça anlaşılır. Yunus kendisini beğenmiyor, kendisini ¡beğenenleri de beğenmiyor. Bu ko­nuda şu manzumesi örnek gösterilebilir. -
Ey bana iyi diyen, benim kamudan yavuz
Alınım ay bilirim, bu gözlerimi yıldız.
Bu vücudum şehrinde buçuk yolluk assum yok.
Amelim mahallesi serbeser kalmış: ıssız.
Hücrede vu bucakta Hakk’a layık amel yok
Kimde derd-ü- firak var, kimlerde eserli söz.
Halk hep ayakta durur, ben severem oturanı.
Geçtim sedir yerine, döşek kaim yerim düz.
Yunus Öldükten sonra bazı mutasavvıflar gibi unutulup gitmedi. Onun şöhreti İslam âleminin her tarafına ve bir kısım Avrupa dev­letlerine yayıldı. Bektaşi velayetnameleri, Aşık Paşazade Tarihi, Ta- cü’t-Tevârih, Künhü’l-Ahbâr gibi tarih ve menakıb kitaplarında Yunus’tan övgüyle söz edilmesi onun ne kadar büyük bir üne kavuştu­ğunu göstermektedir.
III — YUNUS VE İLİM :
Kaynaklar Yunus’un ümmî olduğundan söz etmektedir. Şaka­yık tercümesinde, “Zahir-i halde okumaya dili varmayıp hame gibi huruf-i teheccinin edasında kasır idi. Amma debistân-i küdsün huruf-i maarif-1 ledüniyesinde mahir idi.”(31) denilmektedir.
Divan’da Yunus’un okuma yazma bilmediğini ifade eden beyit­ler de vardır:
a — Ne ilmim var ne taatim, ne gücüm var ne takatim ;
Meğer senin inayetin, ide yüzüm ak Çalab’ıın.
b — Yerde gökte bu aşk ile, aşktan gelir her söz dile,
Biçare Yunus ne bile, ne kara okudu ne ak.
c — Ne elif okudum ne dm, varlığındadır kelecim.
Bilmeye yüz bin müneccim, talim ne yıldızdan gelir.
Bunlar Yunus’un okuma yazma bilmediğini gösteren mısralardan bir kaç tanesi. Buna karşılık yine Divan’da, iyi bir tahsil gördüğünü ifade eden beyitler de vardır. Ne var ki, onun Divan’ına göz atan birisi, ümmî olmadığını hemen fark edecektir. “Mescit med­resede çok ibadet eyledim” mısraı onun medresedeki hayatına delalet: ettiği gibi, “Dilimde ilm-i usul, dileğim dünya sever.” mısraı da onun usul ilmine vakıf olduğunu gösterir. Haliyle, üsulüd-Din ilmine vakıf olan bir kimsenin sarf, nahiv, mantık ve münazara ilimlerine vakıf olması icap eder.
Öte yandan Yunus şiirlerinde yer yer âyet ve hadislere işaret ederek, hatta onlardan iktibaslarda bulunarak tefsir ve hadis ilmine olan aşinalığını göstermektedir. Mevlânâ’nm sohbetinden istifade ettiğini söylemesi, İyi derecede farsça bildiğini de gösterir. Bununla beraber, ümmîliğini gösteren beyitler ve bunun destekleyen kaynak­larla, ilim tahsilinde (bulunduğunu gösteren manzumeler arasında bir çelişki bulunup bulunmadığını araştırmak gerekir.
Evvela ilmin ve ümmiliğin tasavvufça tariflerini göz önünde bulundurduğumuz zaman Yunus’un ümmîliğini ya da alimliğini daha iyi anlamış olacağız. Şöyleki:
Ehl-i tasavvufa göre ilim ikidir : Zahiri ilim ve batini ilim. Bir başka deyişle, şeriat ilmi ile hakikat ilmi. Mutasavvıflar, ikinci ilim türü için daha çok “irfan” kelimesini kullanırlar. Onlara göre şe­riat ilminin vasıtaları his, akıl ve nakildir. Oysa irfanın kaynağı il­ham ve keşfidir. Medreseler, zahiri ilim olan şeriatın öğretildiği yer­lerdir. Halbuki irfan, tekkelerdeki mürşitlerden elde edilir. Bu yüzden şeriat alimlerine “ehl-i kal”, hakikat erbabına da "ehl-i hal” den­miştir.
Doğrusu, tasavvuf tarihi incelendiğinde, ümmî oldukları halde büyük irfan sahibi bir çok zata rastlanacaktır. Mutasavvıflara göre “Hakim” (Hikmet sahibi) unvanına layık olanlar bu ümmî arifler­dir. Bir kimse bütün ilimleri bilse fakat marifetüllah ilmini yete­rince bilmezse ona “hakim” denmez.
İşte Yunus’un ümmî olup olmadığını araştırdığımız zaman bu noktalan göz önünde bulundurmamız gerekir. Bir manzumesinde, ‘"Yunus Emre nin oldu fakir, evvel öfkesini dokur ve Gönül kitabından okur, eline kalem almadı.” diyerek, övünçle ümmî olduğunu ifade eder­ken, bir başka şiirinde “Erenlerin sohbeti, artarır marifeti Ca­hilleri sohbetten her dem süresim gelir.” diyerek, mutasavvıfı ar m “ehl-i kal” dedikleri zümreyi cahil kabul eder. Hal böyle iken Yunus’un gerçekten okuma yazma ¡bilmediğini kabul etmek oldukça zor bir iştir.
Eline kalem almayan bir insanın bu kadar şiire muktedir ol­ması âdetten mümkün değildir. Kaldı ki, Yunus gibi okuma’ yazma bilmeyip de böyle büyük bir eser meydana getiren başka birisi gös­terilemez. Ancak Yunus’un harfleri telaffuz edemeyecek kadar ümmî olduğunu sanmak ne kadar gerçekten uzak ise, onun mükemmel bir müderris olduğunu kabul etmek de öyledir.
Divan’ını incelediğimiz zaman, enbiya ve evliya menkıbelerine vakıf olduğunu, İran mitolojisini ve o devrin ilmi telakkilerini iyi bildiğini gösteren işaretler buluyoruz. Kısacası, ¡bir Türkmen köy­lüsü olan Yunus’un iyi (bir Arapça ve Mesnevi’yi takip edebilecek kadar da Farsça bildiğini söylemek mümkündür. Aşağıdaki örnek­leri incelediğimizde, onun Arapça, tefsir, hadis, felsefe ve tarihle ne, kadar meşgul olduğunu göreceğiz.
1 — Aşk mı derim bren ona, Tanrı’nın uçmağın seve
Uçmak hot bir tuzaktır, eblehler canın tutmağa, beytinde, ibni Adiyy’in tahric ettiği “Cennet ehlinin ekserisi eblehlerdir.” (32) hadisine işaret etmektedir.
2 — Bu şarda hayallerin haddi vu şüman yok.
Bu hayale aldanan, Otlar davar, benzer beytinde de “işte onlar hayvanlar gibidir, belki daha da sapıktırlar ayetine (33) işaret etmektedir.
3— İşitin ey yarenler, aşk bir güneşe benzer,
Aşkı olmayan gönül, misali taşa benzer.
Taş gönülde ne biter, dilinde ağa biter Nice yumuşak söylese, sözü savaşa benzer.
beyitlerinde, “Ne var ilk, bunlardan sonra yine kalpleriniz katılaştı. İşte onlar (kalpleriniz) katılıkta taş gibi, yahut daha da ileri.” (34) ayetine işaret etmektedir.
4— “Bu cihan cehennemini sekiz uçmağ ede bir söz.” mısraıyla, “İçten la ilahe illallah diyen bir kimse cennete girer.” (35) hadisin ma­nasına işaret etmektedir.
5— Dağlar yerinden ırıla, gökler heybetten yarda
Yıldızlar bağı lorda, düşe ¡yere gaitan ola.
beyitleri “Gökyüzü yarıldığı, yıldızlar döküldüğü" (36) ayetlerinin ter­cümesi gibidir.
6— Bu dünya bir gelindir yeşil kızıl donanmış
Kişi yeni geline baka baka doyamaz.
mısraları, “Dünya tatlı ve yeşildir.” (37) hadisine işaret etmektedir. Keza, ‘ Bu şan evvel tadı şehd-ü şekerden şirin Ahır acısını gör gel zehri-i mara benzer.” beyitlerinde de aynı temayı işlemektedir.
7— Çeşmelerde bardağın doldurmadan kor isen
Bin yıl onda durursa kendi dolası değil.
beytinde “Bilinsin ki insan için çalışmasından başka bir şey yok­tur.” (38) ayetine işaret edilmektedir.
8— “Eksik olma ehillerden, kaça görün cahillerden.” mısraıyla “Sen affı tut, iyiliği emret ve cahillerden yüz çevir.” (39) ayetine işaret edilmiştir.
9 — Bir kez gönül yıktın ise bu kıldığın namaz değil.” mısraıyla “Namazı kıl. Muhakkak ki namaz hayasızlıktan ve kötülükten alıkoyar.”(40) ayetine işaret etmektedir.
10— Ben bir kitap okudum kalem onu yazmadı
Mürekkep eyler ise, yetmeye yedi deniz.
beyitleriyle de “De ki, Rabbinin sözleri için deryalar mürekkep olsa ve bir o kadar da ilave getirsek dahi, Rabbinin sözleri bitmeden deniz tükenir.” (41) ayetine işaret edilmiştir.
11— ’‘Bile rızkını Hak’tan, "Nah nu kasemna püshan.” mısraın­da Zuhruf Suresi, 32. âyetten iktibas yapılmıştır.
12 — Kur’ân eydir ‘İtteku”, yine eydür Teznuın” mısraında ise, Bakara Suresi, 41. âyet ve Yusuf Suresi ‘47. âyetten iktibas ya­pılmıştır.
Yunus’un Divan’ ında bunlar gibi daha pek çok misal vardır. Bu misaller, Yunus’un İslâmî kültüre vukuf yetini apaçık göstermekte­dir. Hatta bir çok manzumesinin, bir âyet ya da hadis meali olduğa söylenebilir. Bunun yanında bir çok farsça terkipler de kullanmak­tadır. Şu halde, “Biçare Yunus ne bile, ne kara okudu ne ak gibi şiirlerine bakıp Onun ümmî olduğunu düşünmek hata olsa gerek. Yu­nus ilim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir ® Sen kendini bilmez­sem bu nice okumaktır.” beytinde, “ilim” ismine layık olan tahsilin türünü (ki marifet-i ilahiye ilmidir) bize anlatmaya çalışıyor. Yunus devamla şöyle diyor.
Okumaktan mana ne? Kişi Hakk’ı itilmekmiş
Çün okudun bilmezsen ha bir kuru emektir.
Gerçekten de Allah’ı tanıyan ve seven bütün sırlara mazhar ve bü­tün ilimlere vakıftır. Onu hakiki tanımayan ya da sevmeyen, bütün ilimleri ikmal etse bile cahildir.
IV — YUNUS VE BEKTAŞİLİK :
Yunus’un Bektaşi olduğu yolunda menkıbevi rivayetler bulun­maktadır. Ancak bunların hiçbir ilmi değeri olmadığı gibi, rivayetler kendi aralarında tutarsızdır. Onun Bektaşi olmadığını gösteren en büyük delil, Divan’ının hiç bir yerinde Hacı Bektaş’tan söz etmemiş olmasıdır. Ondan söz etmiş olsaydı bile netice yine değişmeyecekti. Zira Hacı Bektaşi, Anadolu’nun manevi mimarlarındandır. Fakat ölü­münden yaklaşık yüz yıl sonra “Bektaşilik”, mübalağalı ve sırat-i müstakimden inhiraf etmiş bir üslupla Hacı Bektaş-ı Veli’ye nisbet edilmiştir. ,
Burada şunu söylemek zorundayız ki, son asırlardaki Bektaşilik Ehli Sünnet çinisinin dışındadır, Bektaşiliğin bugünkü şekliyle Hacı Bektaş’a nispeti, bugünkü Aleviliğin Hz. Ali’ye nispeti gibidir, Du­rum böyle olunca Yunus’un Bektaşi olduğunu iddia etmek yan­lıştır. Yunus’un bâtinî olduğu, Ehl-i Sünnete göre düşünmediği, hatta namaz kılmadığı şeklindeki iddialar ise tamamen uydurmadır, “Şeriata aykırı tevillere” gelince bunlar Vahdetü’l-Vııcud felsefesinden kaynaklanmaktadır,
Su-i İstimal edilen bazı beyitlerini ele alalım :
1 — Yunus’un “Amelse timiz, namazımız, doğruluktur taatımız”
şeklindeki sözlerini namaza önem vermediğine delil göstermek, böylece zahiri mana içinde kalmak insanı yanıltabilir. Zira bir şeyi tanımak İçin onu bütün yönleriyle ele almak gerekir. Aksi takdirde Kur’ân-ı Kerîm’den “Namaza yaklaşmayınız.” hükmünü çıkarmak mümkün­dür. Bunun gibi, Yunus’un bazı beyitlerine dört elle sarılıp öbürlerini göz ardı etmek insafsızlıktır. ‘ .
2 — “Bir kez gönül yıktın ise bu kıldığın namaz değil.” mısraıyla namazın asıl manasını dile getirmektedir. Çünkü Kur’an’ı ifade ettiği gibi gerçek bir namaz insanı kötülüklerden alıkoyar (42) Durum böyle iken, mısrayı "önemli olan namaz kılmak değil, hoş­görülü davranmaktır. Zira gönül temizliği namazın da-üstündedir.” Şeklinde yorumlamak zulümdür. Zira insanlara karşı hoşgörülü dav­ranmak namazın önemini azaltmaz, aksine artırır.
3 — “Bana namaz kılmaz diyen, ben kılarım namazımı” beytin­den anlaşıldığına, göre, zamanındaki bazı hasûd İnsanlar onun na­maz kılmadığı haberini yaymışlar. Bu haberi duyan Yunus üslûbu­nu hiç değiştirmeden cevap vermiştir ;
Hak’tan artık kimse bilmez kâfir müslüman kim durur
Ben kılarım namazımı Hak getirdiyse nazımı.
Dikkat edilirse “Yunus namaz kılmıyor” diyenlere “önemli olan na­maz kılmak değildir.” demiyor; ısrarla “Ben kılarım namazımı” di­yerek “Hakkında bilgin bulunmayan şeyin ardına düşme.” (43) ayetinin manasıyla muarızlarını uyarıyor.
Kaldı ki başka bir manzemesinde, namazı müslüman olmanın biricik şartı kabul etmiştir :
Müslümanım diyen kişi şartı nedir bilse gerek .
Tanrı’nın buyruğun tutup beş vakit namaz kılmak gerek.
Her kim bu sözden olmadı, beş vakit namaz kılmadı
Bilin müslüman olmadı, ol tamuya girse gerek.
4 — Yunus’un dört halifeden bahsederken Hz. Ali’ye ayrı bir ilgi duymaması, aksine Hz. Ebubekir’e “Bu dördünün ulusu” diye ayrı bir ilgi duyması, onun Kur’an’a ve İslâm’a bağ, Ehl-i Sünnete mensup bir şeyh olduğunu gösterir ;
Ömer-u- Osman Ali, Mustafa yârenleri
Bu dördünün olusu Ebu bekr-i sıddiktir.
Bir başka manzumesinde Hz. Ebübekir ile Hz. Ömer’i “din ulu­su" diye tavsif etmekte, Hz. Ali’yi sevip Hz. Osman’ı tekfir edenle­re inat, Hz. Ali ve Osman’a “Benimdir” diye sahip çıkmaktadır :
Ebu bekr-o-ömer din uluları
Aliyyü’l-Mürtazâ Osman benimdür.
Bir diğer şiirinde ise Hz. Ali’den söz etmeden ilk üç halifeyi met­hederek, Kur’ân’ı toplamakla şöhret bulan ve Kur’ân okurken şehit olan Hz. Osman’a ayrı bir önem atfeder :
Ebubekir’le Ömer yüzlerinden nur damar,
Sinesi oldu Kur’ân Osman-i Affan kani?
Bir başka beytinde Hz. Ali’nin kahramanlığından ve Hz. Ömer’in adaletinden söz ederek her ikisine ayrı ayrı ilgi duyduğunu ifade eder:
Ömer-i Hattab ile çok adl-u dad eyledim.
Aliyle ordum kılıç Ömer’le adi eyledim.
Bütün bunlar Yunus’un Bektaşilik, Alevilik, Batinilik ya da Şii­likle hiç bir ilgisi bulunmadığını, sadece tasavvufun vahdetüTvucud
bolundan etkilenmiş bir ehl-i sünnet şeyhi öldüğünü açıkça gösterir, gürlerindeki derinlik, ifadelerindeki sühulet ve güçlük, düşüncele­rindeki özgürlük ve Kur’ân’a içten bağlılık her türlü dar kalıpçılık ve grupçuluğun üstündedir.
V — YUNUS’UN ŞİİRİ :
Şunu hemen belirtelim ki, Yunus’u daha iyi anlayabilmek için, onun gürlerine hakim olan çizginin din olduğunu göz önünde bulun­durmak gerekir. Yunus, İslâm’ın ermişlerce yorumu olan tasavvuf ahlakını benimseyen ve bu ahlâkı yaymaya çalışan bir İslâm şairidir.
Şiirlerinde üç ana konudan söz edildiğini görüyoruz. İslâm dini esasları, ölüm ve metafizik, tabiat ve hikmet. Bununla beraber bü­tün şiirlerinde İslâm’ın ana motiflerini görmek mümkündür. Bu açı­dan denilebilir ki, Yunus’un hedefi, İslâm’ı sade ve kolay fakat güçlü ve etkili deyişler vasıtasıyla halka yaymaktır. Bu yönüyle Yunus büyük bir İslam davetçisidir.
A — İslâm Dini Esasları: Yunus’un, başta Allah’ın varlığı ol­mak üzere diğer İslâmî temelleri anlatışı çok sadedir. O Allah’ın ce­maline aşık olan bir şairdir. Ona göre aşk iki türlüdür: Aşk-ı ha­kikî ve aşk-ı mecazî. Dünyaya gelen herkes mutlaka bir şeye aşık olur. Fakat önemli olan Allah’a lâyık olan aşkı bulup âşık olmaktır. Allah’a aşık olmayanlar şeytanın tuzağına düşmüş kimselerdir :
Aşksız adam dünyada belli bilin ilk yoktur.
Her biri bir nesneye sevgisi var aşıktır.
Biri Rahman-i Rahim, biri şeytan-i racim,
Onun yazığı müzdi, sevgisne taalluktur.
Dünyada peygamberin başına geldi bu aşk,
Tercümanı Cebrail, maşukası Hak ’tur.
diyen Yunus, peygamber dahil dünyaya gelen herkesin bir nesneye aşık olduğunu, kimi aşıkların Allah’a vardığını, kimininse şeytana ulaştığım ifade eder.
Şiirlerinde Allah’ı “Rab, Hâlık, Hak” gibi isimlerle anan Yunus âz da olsa “Çalab ve Tanrı” lafızlarına da yer vermektedir. “Sıfatın gelmez dile, kandalığın İrim bile ıft Sun’un söylemekliğe ben layık olmazu” derken Allah’ın sayısız sıfatları bulunduğunu, onun isim ve sıfatlarım ihata etmenin, onun güzel sanatlarım dile getirmenin imkansız olduğunu ifade eder. “Bana cam sen verdin, Azrail’e bu­yurdun Senden artık kimseye emanet verimezin.” diyen Yunus Allah’ın “Yaratıcı” sıfatından sık sık söz eder.
Divan’ında yer alan aşkla ilgili bütün şiirler, onun güçlü bir muvahhîd olduğunu gösterir. Müminlerin cennette Allah’ı gözleriyle göreceklerine İnanan Yunus, Allah’ı gören kimsenin cennet bahçe­lerine ve hurilere artık iltifat etmeyeceğini ifade ederken. Allah’ı tanımanın ve onu sevmenin imanın iissü’l-esası olduğunu, Allah’ı ta­nımayan ve onu sevmeyenin, dünyanın en ¡büyük sultanı bile olsa bedbaht olduğunu, hayatın ve insan Ömrünün asıl gayesinin Allah’a iman olduğunu vurgulamaktadır :
Seni gören kişiye ne hacet hur-u-kusûr,
Seni sevmeyen cana tamudur cümle makam.
İki cihan varlığı ger benim olur ise,
Sensiz bana gerekmez, iş serinledir tamam.
Bin ömrüm olur ise hare idem bu kapıda,
Ben gerçek âşık isem gerek bu yolda ölem.
Yunus’un sevdiği gerçek dosttan maksat Allah’tır. Allah’ın dışında sevdiği her şey mecazîdir. Ancak bu maşuka erişmenin tek yolu dervişliktir.
Bir çok manzumesinde namaza verdiği Önemden (bahsetmektedir. Namazla ilgili beyitleri daha evvel zikrettiğimizden ¡buraya almıyo­ruz. “Bir nice kişilerin gaflet gözün başlamış. Hak yoluna der isen bir yufkaya kıyamaz.” derken zekat ve sadaka vermeyerek cimrilik yapanları kınamaktadır. Sadaka vermeyen, dört elle dünyaya sarılanlar akıbetlerim anlatan manzumesinde, “Şunlar ki çok mallan, gör nice oldu halleri sonucu bir gömlek giymiş, onun da yoktur yenleri” diyerek dünya malına karşı tamah göstermenin anlamsız olduğunu vurgular,
Allah evi ziyarettir, ben onda varmak isterim
Muhammed’in güzel narin gözümle görmek isterim. .
Acep Allah’ın işine yazmış ¡kubbenin başına
Hacerü’l-Esved taşma yüzümü sürmek isterim.
beyitlerinde de hac ibadetinden söz etmekte, Mekke’ye, Hacerü’l-Es ved’e ve Medine’de yatan Rasulüllah’a olan özlemini dile getirmek­tedir.
B — Ölüm Gerçeği: Ölüm ve Ölüm ötesi alem, belki de Yunus’- un en çok işlediği konulardan biridir. Kur’ân-ı Kerim “Her nefis ölümü tatlıcıdır.” (44) diyor. Her gün binlerce insan Ölümleriyle "ölüm haktır” sözünün altına imza basıyorlar. Dünyaya gözlerini açan gi­diyor, fakat giden gelmiyor. Bu yüzden Ölüm insanların gözü Önün­de duran acı bir gerçektir.
Yunus ölüm duygusunu artırmak, ölüm dehşetini uyandırmak için çok keskin tablolar çiziyor. Çok kalın bir gaflet halatıyla dünyaya bağlı olanları (bile sarsacak kadar uyarıcı tablolar... O, kabirde yatanların hallerini görmüş gibi anlatıyor. Onun, “Kâşifü’l-Kubûr” ehlinden olduğunu inkar etmek mümkün değildir. Zaten kabirdekilerin hallerini keşfetmek, velayetin ilk adımı sayılmaktadır. Yunus’un kabirdekilerin halleriyle ilgili şiirini buraya alıyoruz.
Teferrüc eyleyti vardım Sabahın ’sinleri gördüm
Karışmış kara toprağa şu nazik tenleri gördüm.
Çürümüş toprak içre ton siıı içinde yatar pünhan
Coşanmış damar, akmış kan, batmış kefenleri gördüm.
Yaylalar yaylamaz, kışlalar kışlamaz olmuş
Bar tutmuş söylemez olmuş, ağızda dilleri gördüm.
Yıkılmış sinleri dolmuş, evleri belirsiz olmuş
Kamu endişeden kalmış, ne d üş var halleri gördüm.
Kimisi zevk-u işrette, İrimi saz-ü beşarette
Kimi belâ-vu- mihnette, dün olmış günleri gördüm.
Solmuş şol kara sözler, belirsiz olmuş ay yüzler.
Kara toprağın altında gül denen elleri gördüm.
Kimi boymı eyip yatmış, tenini toprağa katmış,
Anasına küsüp gitmiş, boynun buranları gördüm.
Kimi zari kılıp ağjar, zebaniler canın dağlar,
Sutoşmuş sinleri oda, çıkan dntünleri gördüm.
Yunus bunu kanda gördü, gelip bize haber verdi.
Aklım vardı bilim şaştı, nitekim şunları gördüm.
Yunus bu şiirinde,
salbahm erken saatlerinde kabristana gidip orada yatanların hallerini seyrettiğini, kara toprağa karışmış tenler, kanı boşanmış damarlar ve batmış kefenler gördüğünü, kendisine güvenen bir çok insanın yıkılıp toprağa düştüğünü, evleri bilinmez, yaylaları yayla­maz, kışlaları kışlamaz olduğunu dile getirmektedir.
Yunus’a göre ölüm hem acı hem tatlıdır, ölüm acıdır, çünkü ehl-i gaflet ve dalalet için dbedî bir idam ve acı bir sondur. Tatlıdır, çünkü ehl-i tâat ve iman için yeni ve çok güzel bîr alemin başlangı­cıdır. Kabir, ehl-i dalâlet için bir idam sehpası iken, ehl-i iman için dünya zindanından cennet bahçelerine açılan bir kapıdır, ölüm bir doğuş ve uyanıştır. Hayatın gerçek yönü ölümle anlaşılmaktadır. Hz. Peygamber’in ‘‘Lezzetleri yıkan ölümü çok zikrediniz.” (45) hadi­sinin manasını anlayan Yunus ölümden ve ölüm ötesi gerçeklerden çok sık söz eder. Ancak o sadece ölümün acı tarafını anlatmaz; Ölümle gelen güzelliklerden de söz ederek insanı nefis muhasebesine yöneltir. Çoğu kez de “ÖLÜM” sözcüğünü kullanmadan mesajını verir.
Yunus der ki, bak takdirin işleri,
Dökülmüştür kirpikleri kaşları.
Başlan ucunda hece taşlan,
Ne söylerler ne bir haber verirler.
derken okuyucuyu mezar taşlarına havale eder. Ona göre mezar taşlan heceler gibi, anlayana çok şey söylemektedirler. Ama anla­mayana göre onlar sadece birer taştan ibarettirler.
Soğulmuş şol kara gözler, ’belirsiz olmuş ay yüzler,
Kara toprağın altında gün demi elleri gördüm.
beyitlerinde, toprak altında solmuş kara gözler ve benzersiz hale gel­miş ay gibi yüzlerin yanında gül toplayan eller gördüğünü ifade et­mektedir, “Gül deren eller”den maksat, hadis-i şerif gereğince me­zarı cennet bahçesine dönüşenlerdir. Yunus her fırsatta küfür ve iman arasında bir mukayese yapıyor. “Kimi zari kılar ağlar, zebaniler canın dağlar” Tutuşmuş sinleri oda, çıkan tütünleri gördüm.” mısraları da ehl-i dalâletin kabirdeki hallerini ifade eder.
Yunus hayata, ölüme ve hayattan ölüme geçişteki zorluğa ayrı ayrı önem veren bir şairdir, insan hayatını bir ekine benzetirken ölümü de ekinciye benzetir. Bir tarafta zamanı gelen ve olgunlaşan ekinler biçilirken diğer taraftan yere yeni tohumlar saçılarak yeni hayatlar ekiliyor, ölen ve doğan insanların Örneğidir bu. Ne var ki, gençleri “gök ekin” deyimiyle olgunlaşmamış yeşil ekine benzeten Yunus, genç iken ölenleri yeşil iken biçilen ekinlere ben­zetmekle böylelerine çok üzüldüğünü dile getirir :
Miskin âdem oğlanını benzetmişler ekinciye
Kimi biter kimi yiter yere tohum sağmış gibi.
Bu dünyada bir nesneye yanar içim köynür gözüm,
Yiğit iken ölenlere gök ekini biçmiş gibi.
Hayatı, Allah’ın bir nimeti olarak bütün yönleriyle yakalayan Yunus, “Her nefis ölümü tadıcıdır.” ilahi kaidenin ışığında ölüme geçişin trajedisini çizer. Hayat ile ölüm arasındaki yakın mesafeye, dünya malının önemsizliğine, dünya saltanatının geçici olduğuna, Karun kadar mala sahip olmanın bile bir şey ifade etmediğine, dün­yanın ağızda çiğnenen hatta yutulan bir lokma olduğuna, Ömrün, gergin yaydan fırlatılmış bir ok olduğuna, her bir nefsin, insana verilen ömür sermayesini eksilttiğine dikkat çekmektedir. Aşağı­daki beyitler bu manayı ifade eder :
Sen bu cihan mülkünü, kafdan kafa tuttun tut,
Ya bu alem malını, oynayuben yuttum tut.
Süleyman’ın tahtına, Şah olup oturdm bil,
Deve periye dapdüz, hükümleri ettin tat.
Fir’avumuı hâzinesin, Nuşirevan genciyle
Karun malına katıp sen malına kattın tat;
Bu dünya bir lokmadır, ağzında çiğnenmiş bil,
Çiğnenmişi ne tutmak, ha sen onu yuttun tat.
Ömrün senin ok gibi, yay içinde dopdolu,
Dolmuş oka ne durmak ha sen onu attın tat
Her bir nefes kim getire gelir, keseden ömür eksilir,
Çün kese ortalandı, sen onu tükettin tut.
Çan denze gark oldtuı, boğazına geldi su.
Deli gigi tebinme, ey biçare battın tut.
Ölüm vardır bilirsin, niçin gañí olursan,
Kamulardan ayırıp varıp sinde yattın tut.
Yüzyıllar hoşluk ile ömrün olursa Yunus,
Son uca bir nefestir, sen onu da verdin tut.
Yunus’un ölüler ve kabristanla ilgisi çok canlıdır. İnsanların gö­zündeki kalın gaflet perdesini birazcık olsun inceltmek ve alışık ol­dukları ülfet gözlüğünü kırmak amacıyle trajik tablolar çizer. Henüz muradına ermeyen nice gençlerin kurda, kuşa yem olduğunu, keler denen hayvanın onların bağrına musallat olduğunu, henüz buluğa ermemiş gencecik çocukların toprak altında gül gibi solduğunu, ruh­larının Allah’a rucu ettiğini fakat canlarının toprak tuzağına yaka­landığını, inci gibi dişlerin ve san saçların döküldüğünü, göz kara­sının gittiğini, kefen parçalarının etsiz kemiklere sarih vaziyette dur­duğunu garip bir üslupla anlatır.
Yunus her fırsatta, dünyaya gelen insanın Öleceğini, fakat vü­cudu bir mesken olarak kullanan ruhun baki olduğunu vurgular. “Ten fanidir can Ölmez, gidenler geri gelmez # ölür ise ten ölür canlar Ölesi değil.” (beyitlerinde bu manayı terennüm etmektedir.
C - Tabiat ve Hikmet: Yunus tabiatı hikmetlerle dolu bir ki­tap kabul eder. Onun şiirinde, insanla tabiat arasındaki ilişki oku­yucu ile kitap arasındaki ilişkiye benzer. "Ben bir kitap okudum ka­lem onu yazmadı.” mısraından anlaşılacağı gibi kainata bir kitap gözüyle bakmakta ve bu kainat kitabını satır satır okumaktadır. Kudret kalemiyle tabiat kitabında yazılan her şey Yunus’a göre bir ayettir. Bütün varlık (bir ayetin ifade ettiği gibi) (46) Allah’ı zikir ve teşbih etmektedir.
Yunus, Kainat kitabiyle ilgili mütalaalarını çoğu kez esrarlı ve kısmen çelişkili ifadelerle dile getirir. Adeta kainat kitabını okuma­lım kolay olmadığını, Allah’ın varlığına delalet eden tabii âyetler okumanın herkesin işi olamayacağını, bu işi yapabilmek için gaf­let ve ülfet perdelerini kaldırmak gerektiğini ima eder. Bu imayı, “Olmaz sözü demezsem ben marifet ehline “. Zira desem inanmaz ağaçta bitti karpuz." beyitlerinde açık bir ifadeye dönüştürür. Ta­biatı ve tabiat içindeki varlıkları bir zikir halkası kabul eden Yunus, her mahlukun, kendisine mahsus ibadet şekliyle niyazda bulun­duğunu, tabiatın, Allah’ın azameti karşısında bir cümbüş halinde he­yecanla dans ettiğini, kapalı fakat çok anlamlı ifadelerle terennüm eder.
Ben oruç namaz için suci içtim esridüm,
Tesbih-u seccadeyçün dinledim çeşte kopuz.
mısralarında bu temayı işler. “Suci içip esrimek", içki içip sarhoş olmaktır. “Çeşte kopuz” de eski -bir Türk sazıdır. Oruç ve namaz yerine İçki içip sarhoş olduğunu ifade etmekten maksadı, bütün mahlukatm ibadetiyle birlikte ibadet ettiğini, kendisinin de bu dai­mi zikirden dolayı adeta kendinden geçtiğini söylemektir. Her mah­lukun, kendine has zikriyle raksa geldiğini, niyaz ve yalvarış sesle­rinin bir orkestrayı andırdığını, kendisinin de bu ulvi sesleri dinlediğini dile getirir. Yoksa Yunus’un namaz ve oruç yerine gerçekten şarap içip sarhoş olduğunu, tesbihat yerine tanbur çalıp dinlediğini düşünmek yüzeysel bir yorum olur. Nitekim Yunus, çelişkili ve üstü örtülü sözler söylediğini ifade ederek, tabiattaki raks ve cümbüşü seyredebilmek için gaflet ve ülfet perdelerini kaldırmak gerektiğini Yunus’un bir sözünden sen mana anlar İsen Konya minaresini göresin bir çuvaldız.” mısralarıyla vurgulamıştır. “Konya minaresini çuvaldız görmek” deyimi, eşyayı asıl veçhesiyle ve hakiki heyetiyle seyredebilmekten kinayedir. Bir başka beytinde ise, “Yunus bir söz söyledi hiçbir söze benzemez Münafıklar yüzünden örttü mana yüzünü.” diyerek sözünün yanlış anlaşılmaması ve esrar-i İlahiyenin ehliyetsiz kişilerin eline düşmemesi için üstü kapalı ifadeler kullan­dığını söylemiştir.
Yunus, ırmak, deniz, dağ, toprak, yer ve gök gibi ifadeleri çok kullanmaktadır. Bunun yanında insanı ihmal etmesi düşünülemez. İnsanın yaratılışındaki hikmetleri muhtelif şiirlerinde dile getiren Yunus, insan oğlunun ilk ve son arasında geçirdiği devreleri ve her devreye ait özellikleri ve değişik yaş gurubundaki insanların ödevle­rini bir bir sıralamaktadır. Yunus’un, insanın geçirdiği safhalarla ilgili şiirini buraya alıyoruz :
Ata belinden Ur zaman, anasına dûşdi gönül
Hak’tan bize destûr oldu, hazineye dûşdi gönül.
Anda beni can eyledi, et-ü-sünük kan eyledi,
Dört on gün diyeceğiz, değirtmeye dûşdi gönül.
Yürür idim anda pünhan, Hak buyruğu vermez eman.
Yatanımdan ayırdılar, bu dünyaya düşdi gönül.
Beni beşiğe vardılar, elim ayağım sardılar,
Önden acısın verdiler, tuz içme düşdi gönül.
Günde iki kez çözelerler, başına akça dizerler,
Ağzıma emcek verdiler, nefs kabzına düşdi gönül.
Bu nesneyi terk eyledim, yürümeye azın eyledim,
On iki sünüğün yazarlar, elden de düşdi gönül.
Oğlan iken Sultan kopar, idim elin kim yüzün öper,
Akıl bana yoldaş oldu, Sultanlığa düşdi gönül.
Bu çağ ile sakal biter, görenin gürlesi tutar,
Güzeller katında biter, sev seviye düşdi gönül.
Hayırdan şerri çok sever, işlemeye becid iver.
Nefsinin dileğin kovar, nefs evine düşdi gönül.
Kırk yaşında suret döner, kara sakala ak iner,
Bakup şey’betin göricek, yoldurmaya düşdi gönül.
Yola gider başaramaz, yiğitliğe eli varmaz.
Bu nesneleri koyuban, yuvanmağa düşdi gönül.
Oğul eydür bunadı ölmez, kız eydür yerinde durmaz.
Hiç kendi halinden bilmez, halden hale düşdi gönül.
Öliceğiz şükrederler, senden yana ilederler
Allah adın zikrederler, çok şüküre düşdi gönül.
Su getireler yumağa, kefen saralar komağa
Ağaç ata bindireler, teneşire düşdi gönül
Eğer var ise amelin, gün olısar sonun senin,
Eğer yok ise amelin, oddan şarab içti gönül.
Yunus anlayu var halün, şuna uğrayısar yolun.
Bunda elin irer iken, hayr işlere düşdi gönül.
Bu şiirinde,
İnsanın baba belinden ana rahmine düşüşünü Allah’ın emrine bağlayan Yunus, ana rahminden başlayarak ete kemiğe büründüğü­nü, dört ay on gün sonra da canlanmaya başladığını ifade eder. Ana rahminin insan için ilk vatan olduğunu, bu vatanda gizlice dolaş­tığını, Allah’ın emri vaki olduğunda bu vatanından ayrılmak zorun­da kaldığını ve dünyaya geldiğini ifade ederken, dünyanın da ana rahmi gibi asıl vatan olmayıp geçici ve kararsız bir yer olduğunu vurgular.
Eli ayağı bağlı olarak kundak içinde beşiğe konulmasının in­sana verilen ilk acı olduğunu dile getiren Yunus, dünyanın “fena, zeval ve elem” yeri olduğunu anlatır. ¡Bebeklik çağının kendine mah­sus özelliklerini anlatırken, günde iki kez gözerler, başına akça dizerler # Ağzıma emcek verdiler, nefs kabzına düştü gönül.” mısralarıyla, insanın bebeklik çağından başlayarak nefsine esir düştüğünü trajik bir biçimle ifade eder.
Geleceğin korkusundan ve geçmişin üzüntülerinden habersiz olan çocukluğun bir sultanlık olduğunu, akıl yoldaş olunca gerçek sultanlığa yöneldiğini anlatan Yunus, “Bu çağ ile sakal biter, gö­renin gürlesi tutar” mısraıyla çocuğun gençlik çağına geçişini enfes bir ifade içinde sunar. Buluğ çağına gelen insanın iyilikten çok kötülüğün peşinde dolaştığını böylece nefis tuzağına düştüğünü, Nefs evine düştü gönül” İfadesiyle anlatır. Kırk yaşına gelen, yüzün de­ğiştiğini ve sakalına ak düştüğünü gören bir kimse yaşlanmaya baş­ladığını anlayacaktır. Çünkü beyaz kıllar ölümün habercileridir. Ne var ki, dünyaya doymayan insan, sakalındaki akları görünce şaşırır ve morali bozulur. Yunus “Bakıp şeybeün görecek yoldurmağa düştü gönül” ifadesiyle, yaşlanmaktan korkanların geçici tedbirlere baş­vurduklarını ile getirir.
Yaşlılığın da kendine mahsus özellikleri vardır. Gençlikle bir­likte kaybolan güç ve kuvvet, yerini zayıflık ve iktidarsızlığa ter- keder. Yaşlı insan çoğu kez, sevmek beklediği bakışlardan nefret görür. Yunus bu psikolojik durumu, “Yola gider başaramaz, yiğitliğe eli varmaz . Bu nesneleri koyu ben yuvanmağa düştü gönül.” beyit­leriyle ifade ederek yaşlıların, dünya yönüyle sadece avunduklarını vurgular. ’Haliyle yaşlı adam evin büyüğüdür. Oğlan çocuğun baba­sına “bunamış moruk”, kız çocuğunun “Ne yerinde durmaz adam!” diyerek memnuniyetsizliklerini ifade edecekleri çok vakidir. Ancak ne yazık ki ’bu gençler, bir gün yaşlanacaklarını hiç düşünmezler.
Ölüm kaçınılmazdır, ölen insan son törenle uğurlanır. Yunus ölümü bir yokluk ve hiçlik kabul etmediği için cenazenin mezara götürülüşünü bir yas havası içinde anlatmaz. "Su getireler yumağa, kefen saralar komağa li Ağaç ata bindireler teneşire düştü gönül.” mısralarıyla, ağaçtan yapılmış teneşiri bir ata, cenazeyi de bir ge­line benzetir. Ancak iş burada bitmez. Kabre konan insanın duru­mu işlediği amele göre değişir. Yunus kabirdeki bu sahneyi “Eğer var ise amelin, gün olısar sonun senin Eğer yok ise amelin, oddan şarap içti gönül.” beyitleriyle ifade eder.
VI — YUNUS’TA TASAVVUF :
Yunus’un tasavvuf anlayışı, hemen hemen o zamana kadar Anadolu’da yaşamış olan diğer mutasavvıfların anlayışından fark­sızdır. Yunus da Mevlana gibi “Vahdetü’l-Vucud” meşrebini benim­semiştir.
Bu meşrep saliklerine göre Allah mutlak varlıktır. Her geyde bir mutlak hayır ve mutlak güzellik vardır. Yokluk, çirkinlik ve kö­tülüğün hakiki varlıkları yoktur. Eşya, Allah’ı gösteren âyinelerden ibarettir. Dolayısıyla Allah’ın dışında varlık yoktur. Var zannedüen varlık hayalîdir. Bu meşrebe bağlı bir kimse, La mevcuda illa hû” veya ‘Lâ meşhuda illâ hû” "Allah’tan başka bir varlık yoktur, Al­lah’tan başka bir şey görünmüyor.” diyebiliyor.
Yunus, bazen ‘’’Şeriat edebinden korkaram söylemeye “ Yok ısa söyler İdim daha ayrukşı haber. diyerek daha fazla hakik atları ifşa edemeyeceğini söylerse de, bazen bu prensibin dışına çıktığı oluyor. Şeriatı ayrı, hakikati ayrı değerlendiren Yunus ile, Fakih olan, yani şeriat ilmini okuyanlar arasında zaman zaman tartışma çıktığı bazı deyişlerinden anlaşılmaktadır. Yunus : “Baş sucuda inmeden kılınır taatımız, Ayrıdır her milletten bu bizim milletimiz, Hiç dinde bu­lunmadı din-u diyanetimiz, Dünyayı- ahirette ayrıdır hayatımız” gibi ifadelerle belli ki medrese ehlini kızdırmıştır, itirazlarına karşı ce­vabı şudur:
Bana namaz kılmaz diyen ben kılarım namazımı
Kılar isem kılmaz isem ol Hak bilir niyazımı.
Ona göre ehl-i zahir olan ehl-i şeriat sırf akil vasıtasıyla haki­kati bilmek iddiasındadırlar. Oysa mutlak hakikati bulmak için ehl-i hâl olmak gerekir. Ehl-i hâl olmak için de derviş olmak gerekir. Dervişin hakikat denizinde yüzebilmesi için de dört kapıya yüz sür­mek gerekir. Birincisi şeriat kapısıdır. Çünkü şeriat Allah’ın amir ve yasaklarıdır. Her bir Kur’ân harfi bir günahı silmeye vesiledir. İkinci kapı tarikat, üçüncüsü marifet ve dördüncüsü de hakikattir.
Yunus’a göre hakikat zirvededir. Bu zirveye çıkabilmek için, nefse ağır gelen şeriatı harifiyyen tatbik etmek, arkasından tari­kat yokuşundan çıkıp marifetin sarp yolundan geçmek gerekir. Bu manayı şöyle ifade eder :
Bu şeriat güç olur: tarikat yokuş olur,
Marifet sarplık durur, hakikattir yücesi.
Bir başka manzumesinde hakikatin bir deniz olduğunu, şeriatın o deniz de yüzen bir gemi olduğunu anlatır. Ona göre hakikat ulaşmış lığın ölçüsü hiç kimseye eksik bakmamak, cümle yaratılmışa aynı gözle bakmaktır. Bu makamın, ahass-ı havasa (hasların hasına) ait olduğunu, bu makamı inkar edenlerin, şeriat dairesi içinde kalabile­ceğini şöyle ifade eder:
Şer ile hakikatin şerhini eydem işit,
Şeriat bir gemidir, hakikat .deryasıdır.
Ol geminin tahtası her iyice muhkem ola,
Deniz mevc uracağız, onu uşadasıdır.
Bundan içeri haber, işit edeyim ey yâr,
Hakikatin kâfiri şer’iıı evliyasıdır.
Buradan anlaşıldığına göre, şeriat alimi ne kadar güçlü olursa olsun, şeriat gemisinden hakikât denizine atlamayıp gemide kal­maya devam ederse, ardı arkası kesilmeyen hadise dalgaları karşı­sında dayanamaz. Bir beytinde “Hakikat bîr denizdir, şeriat onun gemisi “ Çoklar gemiden çıkıp denize dalmadılar.” dtiyerek, haldkjEtt denizine dalmayanları, şeriat gemisinin kurtaramayacağım İma eder. Yunus bundan daha da ileri giderek “Dört kitabı şer beden haki­katte âsidir Zira tefsir okuyup manasın bilmediler.” deyip hal ve vecd ehli olmanın önemine işaret ediyor. Ona göre zahiri ilimleri ik­mal etse bile ehl-i hâl olmadıkça isyandan kurtulamaz.
Yunus Vahdetü’l-Vucud meşrebinde olan Hallâc-ı Mansûr’a sık sık atıfta bulunarak ondan övgüyle söz eder. “Mansur idim ben ezelde, Onun için geldim bunda Yak külümü savur göğe ben “Enel-Hak” oldum Ahi.” beyitlerinde Mansur’un akıbetine düşmek­ten çekinmediğini, “Yak külümü savur göğe” deyişiyle bildirmekte­dir. Bir diğer manzumesinde, “Ezelde benim fikrim, Enel-Hak idi zikrim ! Henüz dahi doğmadan ol Mansur-u Bağdadî.” diyerek Vahdetü’l-Vucud nazariyesinin ezel! olduğunu iddia eder.
Yunus bu yola aşk ile girdiği için, hemen hemen Divan’ının her yerinde Vahdetü’l-Vucud felsefesini anlatan şiirleri görmek müm­kündür. Fakat bu yolun kolay ¡bir yol olmadığı kesindin Ama bir kez bu yolla Allah’a vasıl olunca her şey kolaylaşır. Kötülük, şer, küfür, yokluk ve çirkinlik kalmadığı gibi başkalarının kınaması ve cezalandırması da önemli değildir. Yunus artık asrar-i ilahiyeye va­kıf olmuş, her yerde Allah’ı görmeye başlamıştır. ‘ Mana behrineine daldık, vücut seyrini bulduk vücûd cihan serteser tümle vücutta bulduk.” beyitlerinden bu manayı anlamak mümkündür.
Yunus “Dört kitabın manîsi bellidir bir elifte.” sözüyle çok ilim tahsil etmenin bir marifet olmadığını söylemek ister. Hakikat de­nizinde yüzen bir derviş için mümin ile kâfir arasında da bir fark yoktur. “Yetmiş iki millete suçum bu ki hak dedim.” mısrasından anlaşıldığına göre Yunus şiddetle tenkid edilmiştir. Onun bu tenkid- lere cevabı oldukça rahattır : “Korku hıyanettedir, pes ne iğin kıza­ranı." diyerek hain olmadığı için korkmadığını beyan eder. Bir diğer beytinde itirazcıların itirazlarına önem vermediğini, çünkü denizci olup denizde yüzdüğünü dile getirir. - ;
. Yunus, kendi ifadesiyle âdeta “kuş dilini’’ konuşur gibi zaman zaman bize göre çok anlamsız deyişler söyler. Yunus’un insanı bu kadar tazim ve teşrif etmesinin sebebi insanda yeralan gönüldür.
Yani Allah’ın Kâibesi. Gönül taşıyan bir insanın kötü olması ona göre imkansızdır. Her insanın ilk işi Allah’ı bilmektir. Onu bilmek ise kendini bilmekle olur. O halde en önemli ilim insanın sırlarını öğreten ilimdir. Gönül Allah’ın evidir. Ve gönül taşıyan her in­san kutsaldır. Gönül evine girmenin yolu kitap okumak değildir. Onun yolu aşktır, duyuştur ve bir ermişe bağlılıktır. Aşağıdaki be­yitler gönül hakkında söylenmiş bir şaheserdir :
Ak sakallı bir koca İliç bilinçti kim hal nice
Emek vermesin hacca, bir gönül yıkar ise.
Gönül Çalap’ın tahtı, Çalab gönüle baktı,
İki cihan bedbahtı, kini gönül yıkar ise,
Sen sana ne sanarsan ayruğa da ona san
Dört kitabın manası budur eğer var ise.
VII — YUNUS U YANLIŞ ANLAMAMAK :
Bir Romalı papaz İncil için şu ifadeyi kullanmıştır : "Bu öyle mübarek bir kitaptır ki, herkes aradığını bunda bulabiliyor” (47). Neredeyse ’benzeri bir sözü Yunus Emre için de kullanmak duru­mundayız. 20. yüzyılın başlarında milli edebiyatın kurucularından kabul edilen Yunus, ülkemizde gelişen Batı kültürünün etkisiyle "insancıl bir sevgi sembolü" sayılarak, bütün dikkatler onun hüma­nist değerlerine çevrilmiştir.
1) Yunus’u istismar etmek: :
Bugün hemen her çevre, kendi görüş ve eğilimine uyacak des­tekleri Yunus’ta aramaktadır. Sözgelimi, mü’minler ihtifallerde onun ilahileriyle sermest oldukları gibi, hümanistler, masonlar, hatta ateist ve mülhidler onun eserlerinde kendilerine dayanak aramaktadırlar. Yunus’un “insancıl sevgi sembolü” sayılması övünülecek bir olgudur. Ancak daha evvel de ifade ettiğimiz gibi, büyük insanları yanlış- an­lamamak için onları bütün yönleriyle ele almak gerekir. O büyük bir İslam şairidir. Çağını ve çağdaşlarını etkilediği gibi çağımızı de et­kilemiş ve daha nice çağlan etkilemeye devam edecektir.
Üzülerek belirtmek gerekir ki, Yunus’un yaşadığı yüzyıllara ait engin kültürü takip etmekten mahrum bırakılmış bir neslin çocuklarıyız. Bu itibarla müsteşrik kafasıyla düşünen İbazı fırsatçılar Yu­nus Emre gibi şahsiyetleri, kısır, dejenere olmuş, batıya has bir kültür ve önyargılı bir yorumla incelemektedirler. Sanki maksat, bu zatların yaşadığı çağın gerçeğini bulmak değil, bir takım zavallılara dini kaygıdan uzak bir yaşama imkanı aramaktır. Ne var ki, Mevlana, Hacı Bektaş-i Veli, Yunus Emre ve Hacı Bayram-ı Veli gibi büyük şahsiyetleri kim ne maksatla incelerse incelesin fark etmez. Zira inanıyoruz ki, o çağlar ciddi bir şekilde incelenmeye başlanınca bir gün gerçek yakalanacak ve o gerçek bizi de onları da ıslaha kafi gelecektir.
Fakat asıl kaygımız şudur: Günümüzde gerçek İslâm ruhun­dan uzak bazı çevreler, İslâm’a ve Kur’ân’a bağlılığı inkâr edileme­yen Yunus’u kendi emellerine âlet ediyorlar. Her fırsatta İslâm’ı Öcü gibi göstermeye çalışan, aşktan yoksun fakat şehvete meftun bu çevreler, İslâm’ı kötülemek için Yunus’un insancıllığım ve seve­cenliğini dillerine dolamışlar. İslâm’dan, sadece cenaze merasi­miyle gömülmeyi kabul eden bu kimseler Yunus’un bazı şiir­lerini de yanlış yorumluyorlar. Meselâ, Emek vermesin hacca bir gönül yıkar ise” mısraını hac ibadetinin önemsizliğine, "Aşk imam­dır bize, gönül cemaat “ Dost yüzü kıbledir, daimdir salat” şiirini namazın önemli bir şey olmadığına delil göstermek Yunus’u yanlış anlamaktır. Yunus’u, insanları sadece sevmeye ve sevilmeye çağıran fakat Allah’ın emir ve yasaklarına uymaları için her hangi bir me­saj vermeyen bir gönül adamı saymak, Kur’an’ın deyimiyle (48), ki­tabın bir kısmına inanıp diğer kısmını inkar etmekten başka bir şey değildir.
Yunus gibi zevahir ve kelimelerle fazla meşgul olmamış bir ma­na erinin "Abdestimiz, namazımız, doğruluktur taatımız” gibi sözle­rini zahir mana içinde anlamak insanı yanıltabilir. Onun bu tür şiir­leri yanında, ’ Her kim bu sözden almadı, beş vakit namaz kılmadı. Bilin müslüman olmadı, ol tamuya girse gerek.” gibilerini de oku­malı ve insanlığa vermek istediği ebedi mesaja (İslâm’a) kulak ver­meliyiz. Onun, "Allah buyrulun tutgıl, namazın kalıp gitgil Nama­zın kılmayınca zinhar varmagıl işe, Namaz kılmaz kişinin kazandığı hep haram , Bin kızılı var İse birisi gelmez işe.” gibi manzumele­rini tevile imkan var mıdır?
2— Hoşgörü :
Yunus’un hoşgörülü bir şair olduğunu söylemekle, Kur’ân’a ve Sünnet’e bağlılığı “taassub” ya da “fanatizm” saymak insaf işi ol­masa gerek. Bir kere hoşgörünün de bir sının vardır, örneğin, insanın, kendi şahsına ait hak ve menfaatlerden feragat edip hakkini başkasına devretmesi bir hoşgörüdür. Ama namaz kılmayan aile ef­radına karşı hoşgörülü davranması kendi hakkı değildir. Aksine, Yunus’un da “Evinde helaline beş vakt namaz öğret gıl” mısraında ifade ettiği gibi, aileye, çoluk çocuğa namaz öğretmek Allah’ın em­ridir. Hoşgörülü davranayım diye bu emri savsaklamak isyandan başka bir şey değildir. Çünkü namaz Allah’ın hakkıdır.
Müslüman Allah’ın kulu ve Rasulüllah’a ümmetidir, öyle ise ancak, Kitap ve Sünnet ’in izin verdiği ölçüde dini emirlerde hoşgö­rülü davranılabilir, Kur’ân ve Sünnet ‘in yasakladığı bir işi işleyen kimseye karşı sevgi ve hoşgörü ile yaklaşmak, eğer o fiil sahibini yaptığı işten vazgeçirebiliyorsa doğru bir harekettir. Çünkü hoşgörü İslâmî davetin metotlarındandır. Yok eğer İslâm’a karşı tavırlar içinde olan birisine karşı gösterdiğimiz hoşgörü onun bu hareketini meşrulaşıyorsa, ona karşı hoşgörülü davranma hakkına sahip deği­liz, Allah şöyle buyuruyor :
“Allah ve Resulü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir ka­dın ve erkeğe, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur” (49).
Sonuç : Yunus’un şiirleri bir bütün halinde ele alındığı zaman, İslâm’ın duyuş, düşünce ve inanç çerçevesini çizdiği görülecektir. Onun eserlerinde İslâm’ın bütün prensiplerini bulmak mümkündür. O bir şair olarak İslâm’ı ’bir ân .bile aklından çıkarmaz. Bütün gayesi, İslâm’ın ölümsüz mesajım insanlara duyurmaktır. Ona, “Kur’ân’ı te­rennüm eden bir İslâm bülbülü” demek yerinde olur.
" Rasulüllah’ın Veda Hutbesi’nde “Duyanlar duymayanlara tebliğ etsin” buyurması (50) mesajın ebedi olduğunu ve tebliğ işinin henüz bitmediğini ifade eder. Aynı zamanda, Yunus gibi daha nice İslâm davetçilerinin geleceklerine bir işarettir.
Şunu özellikle vurgulamak istiyoruz ki, Yunus’u dar kalıpların İçine sığdırmak imkansızdır. O, en geniş anlamda evrensel olan İs­lâm’ın şairidir. “Yunus bir gönül insanıdır, insancadır, sevgi için vardır,” diyerek onu kısır ve kötürüm bir hümanizm dehlizinde hap­setmek akıl kan değildir. Hoş “insancıl, sevecen ve gönül ehli ol­mak’* kötü şeyler değildir. Fakat İslâmiyet ve insaniyeti birbirin­den ayırmak mümkün müdür? İslâmiyet bir insaniyet-i kübrâ değil midir? O halde Yunus için “Büyük İslâm Şairi” vasfını kullanmak­tan neden geri kalıyoruz?
(1) Fetih, 29.
(2) Sezai Karakoç, Yunus Emre, s. 9; Diriliş, İst., 1974.
(3) Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında ilk Mutasavvıflar, s. 196, Ankara, 1931.
(4) Sezai Karakoç, age. ay.(*) Bu makaledeki Şiirler, Faruk Kadri Timurtaş’ın hazırladığı Yunus Divanı’ndan alınmıştır. (1001 Temel Eser, İst. 1972)
(5) Muhammed Tahir, Osmanlı Müellifleri, s. 193, Matbaa-i Ameriye, İst.
(6) Faruk K. Timurtaş, Yunus Emre Divanı, s. 14. 1001 Temel Eser, İst., 1972; Abdülbaki Gölpınarlı, Yunus Emre, s. XVII (Önsöz), İst., 1965.
(7) Şemseddin Sami, Kamus’ul-Alam, III, 1825, Mihran Matbaası, İst., 1308 H.
(8) Faruk K. Timurtaş, a.g.e., s. 15.
(9) Faruk K. Timurtaş, a.g.e., s. 15.
(10) Faruk K. Timurtaş, a.g,e„ s. 15.
(11) Gakayık-ı Numaniye, C. I, 78.
(12)Fuad Köprülü, a.g.e., s. 262.
(13)Faruk K. Timurtaş, a.g.e.. s. 15.
(14)Şakayık-ı Numaniye, ay.
(15)Türk Ansiklopedisi, XXXIII, 469, MEB yayını, Ank., 1984.
(16)Fuad Köprülü, age, s. 275.
(17)Osmanlı Müellifleri, s. 193; Fuad Köprülü, age, s. 276.
(18)Fuad Köprülü, age, S. 277.
(19)Fuad, Köprülü, a.g.e., a.y.
(20)Osmanlı Müellifleri, s. 193;
(21)Fuad Köprülü, age. s. 277.
(22)Osmanlı Müellifleri, s. 193.
(23)Vesika için bkz. Burhan Toprak, Yunus Emre, s. 21, İst., 1982.
(24)Faruk K. Timurtaş, Yunus Divanı, s. 15.
(25)Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, s. 259 vd.
(26)Fuad Köprülü, age, s. 276.
(27)Dİvan-i Aşık Yunus Emre. (Osmanlıca), s. 133 ve devamındaki kenar ha­şiyeleri.
(28)Şakayık Tercümesi, I, 78.
(29)Fuad Köprülü, age, s. 269.
(30)Sezai Karakoç, Yunus Emre, s. 29.
(31)Şakayık Tercümesi, I, 78. .
(32) Mûnavi, Kenzü’l Hakaik, I, 34, (el-Cami‘u’s-Sağir’in kenarı) Bulak tarihsiz.
(33) A’raf: 179.
(34) Bakara, 74.
(35) Mtinavi, Faydü’l-Kadir, VI. 189, Beyrut, tarihsiz.
(36) Înfitar, 1-2.
(37) Miinavi, age, III, 345.
(38) Necm, 39.
(39) Araf, 199.
(40) Ankebut, 45.
(41) Kehf, 109.
(42) Ankebut, 45.
(43) Isra, 36.
(44) Ali İmran, 185.
(45) Suyutî, Camiu’s-Sağir, I. 47, Bulak, Tarihsiz.(46) tsra, 44.
(46) Becid iver: Acele eder.
(47) T. Goldziher, Mezah ibüt-Tef s iri ’l -îslami, s. 292, Kahire, 1955.
(48) Bakara, 85.
(49) Ahzab, 39.
(50)İbnu Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihaye, V, 172, Beyrut, tarihsiz