Makale

HACCIN HİKMETLERİ

HACCIN HİKMETLERİ

Doç. Dr. Musa K. Yılmaz
Din İşleri Yük. Kurl. Uzm.

1954 yılında Mardin Tuhup’ta doğdu. İlk tahsilini Mardin’de, İmam Hatip Lisesini Diyarbakır’da bitirdi. 1979 yılında Erzurum İslami tümler Fakültesinden mezun oldu. 1981 yılında aynı fakülteye bağlı olarak doktora yapmaya başladı, 1986 yılında doktor, 1988 yılında doçent oldu. Arapça, İngilizce ye Farsça biliyor. Cizre Müftüsü iken Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu uzmanlığına atanan YILMAZ, evli ve dört çocuk babasıdır.

GİRİŞ:

Haccın Tarifi: İslam’da ibadetler "mali", "bedeni", "hem mali hem bedeni" olmak üzere üç kısımdır. Zekât ve sadaka-i fıtır mali ibadetlerin örneğini teşkil ederken, namaz ve oruç bedeni ibadetlerin örneklerini oluşturmaktadır. Hac ise, hem mali hem bedeni ibadet kısmının örneği durumundadır. Bu sebeple, İslam’ın beşinci rüknü olan hac, adeta diğer rükünleri de -bir cihetten - içine alan çok yönlü bir ibadettir. Namaz ve oruç gibi bedeni bir ibadet olduğu kadar, zekât, gibi mali bir ibadettir. Hac nefis ve bedenle yapılan bir mücadele olması bakımından da cihada benzemektedir. Haccın Farziyeti: Farziyeti Kur’an ve Sünnetle sabittir. Kur’an-ı Kerim, "Gücü olan herkesin o eve (Kâbe’ye) gidip haccetmesi insanlar üzerinde Allah’ın hakkıdır." (1) ayetiyle haccın farz olduğunu bildirmiştir. Ömür boyunca bir defa yerine getirilmesi gereken hac ibadeti, H. 9. yılında farz kılınmıştır(2). Haccın farziyetini bildiren mezkur ayetin nüzulünden sonra resul-i Ekrem (s.a.s) çevresindeki müminlere bir hutbe irad etmiş ve: "ey İnsanlar, hac yapmak size farz kılındı." buyurmuştur. Hz. Peygamber’i dinleyenlerden Akra b. Habis adında bir sahabi: "Her sene mi Ya Rasullallah?" diye sorunca, Resulullah (s.a.s): "Evet, deseydim sene de bir kez size vacip olurdu. O zaman siz onu yerine getiremezdiniz. Hac bir keredir. Fazla yapan nafile işlemiş olur." buyurmuştur.(3) Haccın farz olduğunu bildiren yukarıdaki ayetin sonunda yeralan "Ve men kefere" (Kim inkâr ederse, şüphesiz Allah bütün âlemlerden müstağnidir.) kısmı, haccın farziyetini teyid ettiği gibi onu inkâr ve terk edenleri de kınamaktadır. Burada, farzın karşılığında "küfür" yer almıştır ki, haccı terk etmenin Müslüman işi olmadığını ifade eder. İbni Abbas’tan gelen rivayete göre "inkar edenler"den maksad haccın farz olmadığını iddia edenlerdir). Haccı bile bile terk etmenin ağır bir suç olduğu hususu hadislerden de anlaşılmaktadır. Resulullah’ın (s.a.s) "Kendisini Beytüllah’a ulaştıracak kadar azık ve yol masraflarına malik olduğu halde haccı terkeden bir kimsenin Yahudi ya da Hıristiyan olarak ölmesinde bir sakınca yoktur. "(5) şeklindeki tehditleri çok manidardır. Yapılan sahih rivayetlere göre Hz. Ömer (r.a) şöyle dedi: "Bana öyle geliyor ki, şu bazı yerleşim merkezlerine adamlar gönderip, durumu müsait olduğu halde hacca gitmeyenlere cizye uygulasınlar. Çünkü onlar Müslüman değildirler."(6) ancak ayette geçen "Men kefere" ifadesi, Allah’ın emrine uymayan ve maddi imkâna sahip olduğu halde hacca gitmeyen kimsenin kâfir olduğunu ifade etmez. Bu şu demektir: Bir kimse Allah ve Rasulüne inanıp şehadet getirdiği halde bazen bir kafirin davrandığı gibi davranabilmektedir.) Buradan şu neticeye varabiliriz: Kâfirin her sıfatının kâfir olması gerekmediği gibi Müslümanın her sıfatının da İslami olması gerekmez. Müslüman bazen kâfirin amelini, kâfir de Müslümanın amelini işleyebilir. İstenilen bir durum değilse de, bu tür çelişik haller pratikte görülebilmektedir.

Haccın Fevriliği: Haccın ömürde bir kez farz olduğu hususunda ittifak olmakla birlikte, vücubun şartlan tahakkuk ettiğinde hemen hacca gitmenin gerekli olup olmadığı konusunda ihtilaf vardır. Bir kısım müctehidler, vücub şartlarını haiz olan bir mükellefin hemen hacca gitmesinin vacip olduğunu ifade ederken, bazıları haccı tehir etmenin bir sakıncası bulunmadığını ileri sürmüşlerdir. İmam Ebu Hanife, Ebu Yusuf, Malik ve İmam Ahmed b. Hanbel, hac ibadetinin fevri olduğunu, onu tehir eden kimsenin günahkâr olduğunu belirtmişlerdir. Bu müctehidlere göre, . "Kendisini Beytüllah’a ulaştıracak kadar azık ve yol masrafına malik olduğu halde hacca gitmeyen bir kimsenin Yahudi, veya Hıristiyan olarak ölmesinde bir sakınca yoktur." hadisi, haccın fevri bir ibadet olduğuna delildir. İmam Şafii ve Muhammed ise, haccın fevri olmadığını, onu tehir eden kimsenin de günahkâr olmayacağını söylemişlerdir. Müftabih olan görüş budur. Bu imamlara göre "Gücü yeten herkesin o eve(kabe’ye) gidip hac etmesi..." ayetinde vakit tayin edilmemiştir. Bu duruma göre hac ömürde, bir kez ve herhangi bir zamanda eda edilebilir. Çünkü Peygamber (a. s. s) H. 8. yılında Mekke’yi fethettiği halde H. 10. yılında hacca gitmiştir. Eğer hac fevri olsaydı Resulullah tehir eder miydi?(8) Hatta imam Şafii’ye göre hac ibadetini eda ettikten sonra irtidad eden (el’iyazu billah) bir kimse, bilahare Müslüman olduğu zaman haccı iade etmesi gerekmez.(9) Bununla birlikte hacca gitmekte acele etmek efdaldır. Nitekim Peygamber (a.s.): "Hacca gitmek isteyen bir kimse acele etsin. Çünkü hiçbiriniz başına neler gelebileceğini önceden bilemez." (10) buyurmuştur. Şu halde Müslüman genç iken ibadetini yerine getirmelidir. Ömrün vefa edip etmeyeceğini malum olmadığı gibi, uzun ve sıkıntılı bir yolculukta başkasına yük olmak suretiyle hacca gitmenin hoş karşılanacak bir yanı yoktur. Üzülerek belirtmek gerekirse, öteden beri Müslümanlar arasında, hac ibadetinin gençlere yakışmadığı, hacca gitmek için kişinin yaşım başım alması gerektiği yolunda şeytanca kanaatler mevcuttur. Müslümanın bu tür iddia ve hurafelere karşı uyanık olması, bu gibi asılsız şeylere itibar etmemesi gerekir. Bugün özellikle Anadolu hacılarının büyük ekseriyeti yaşlıdır. Bu durum, gerek yolculuk sırasında gerek Mekke’ye intikalden sonra menasikin ifası sırasında bir takım zorluklara sebep olmaktadır. Haccın Zamanı, Mekke ve Beyt’in Kudsiyeti: Hac, belli bir zaman ve mekânda yapılan sosyal ağırlıklı bir ibadettir. Hac mevsimi, kameri aylardan Zilhicce’nin ilk on günüdür. Hac bilinen aylardadır."(ll) ayeti bu hususu açıkça ifade etmektedir. Allah, "Andolsun fecre (tan yerinin"ağarmasına) ve on geceye." (12) buyurarak hac mevsimi olan Zilhicce’nin günlerine kasem etmiştir(13) Öte yandan, hac ibadetinin yapıldığı yer olan "Mukaddes Mekke "de, Kur’an’ın iki ayrı Suresinde "el - Beled" şeklinde yer almış (14) ve bu surelerde Allah Mekke’ye kasem etmiştir. Kur’an’daki kasemlerin asıl maksadının, konunun önemini vurgulamak olduğu göz önünde bulundurulduğu zaman(15). Mekke’nin, Kâbe’nin ve hac ibadetinin ind-i ilahideki ehemmiyeti daha iyi anlaşılacaktır. "Beyt"(ev) kelimesi, Kur’an’ın birçok yerinde geçmektedir. Ancak bir ayetten "Beyt"ten maksadın "Kâbe" olduğu anlaşılıyor(l6). Kâbe Allah’ın evidir. Mümin Allah’ı görmediği halde Ona ibadet etmek, onun emirlerine itaat etmek ve Ona boyun eğdiğini göstermek istiyor. Bu yüzden İslamiyet Beyt’i (Kabe’yi) evin sahibi olan Allah’ın. Sembolü olarak kabul eder. Evet Kabe bir semboldür. Mü’min (Haşa) Allah’ın resmini ya da heykelini yapmaya mecbur değildir. Çünkü ev, sahibinin varlığına delalet eden en büyük delildir. Hadis-i Şerifte "Hacerü’l-Esved, Allah’ın yeryüzündeki sağ eli mesabesindedir." (17) buyurulmuştur. Resulallah’ı görmeyen müminler, bey’at etmek için sağ elini Allah’ın yemini olan Hacerü’l - Esved’in üzerine koyduğunda Allah ile bey’at etmiş olur(18). Kâbe’nin yerine ve tarihine dikkatle baktığımız zaman. Allah’ın onu kendi evi olarak tayin ettiğini gösteren’ deliller buluruz. Her şeyden önce Kâbe çok verimsiz bir yerde yapılmış olmasına rağmen Allah onu, orada yaşayanlara bir rızık kaynağı durumuna getirmiştir. Vaktiyle Hz. İbrahim (a.s): "Rabbimiz, ben çocuklarımdan bazısını senin Beytü’l - Haram’m yanında, ekinsiz bir vadide yerleştirdim. Rabbimiz, namaz kılsınlar diye (böyle yaptım.). Artık sen de, insanlardan bir takım gönülleri onları sever hale getir ve onları çeşitli meyvalarla mıhlandır ki şükretsinler." (19) şeklinde dua etmişti. Diğer taraftan, İslam’dan önce bütün Arabistan’da 2500 yıldan beri süre gelen karışlıklılara rağmen Kâbe ve çevresinde barış ve güvenlik hüküm sürmekteydi. Çünkü Hz. İbrahim(a.s) Mekke’nin güvenliği için de, "Rabbim, bu şehri güvenli kıl, beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut. "(20). şeklinde dua etmişti. Hz. İbrahim’in duaları en iyi şekilde kabul edildiği için senenin dört ayında, Kâbe’nin hürmetine bütün Arabistan’da barış vardı. Bir başka işaret de, Kâbe’yi yıkmak için Resulallah’ın doğumundan 52 gün evvel Mekke’ye saldıran Ebrehe ve ordusunun Allah’ın gazabına uğramasıydı(21). Bu tarihi vakaları bildiren ayetlerin nüzulü vaktinde, her Arap Fil Vak’ası’nı bütün ayrıntılarıyla biliyordu. Hatta olayı bizzat yaşayanlar bile mevcut idi. Bu itibarla, Kâbe’nin kudsiyyeti, cehaletin en karanlık günlerinde bile o kadar saygı uyandırmıştır ki, kana susamış iki düşman bile Beytü’l - Haram’da birbirine dokunamıyorlardı(22) Görülüyor ki, Hac ibadeti zamanların en efdalinde ve mekânların en hayırlısında yapılagelen bir ibadettir. Kur’an da yer alan birçok ayet bu mukaddes zaman ve mekândan söz eder. Numune için üç ayetin mealini veriyoruz: "Bir zamanlar İbrahim’e Beyt(Kâbe)’nin yerini açıklamış ve (Ona şöyle demiştik): "Bana hiç bir şeyi ortak koşma ve tavaf edenler, kıyamda olanlar, rükû ve "secde edenler için evimi temizle. İnsanlar içinde haca ilan et. Gerek yaya gerek uzak yollardan gelen yorgun develer üzerinde sana gelsinler. (Gelsinler ki), kendileri için bir takım faydalara şahid olsunlar. Ve Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanlar üzerine belli günlerde (onları kurban ederken) Allah’ın adını ansınlar." (23). Bu ayette yer alan "Kendileri için bir takım faydalara şahid olsunlar" kısmına dikkatle bakıldığı zaman haccın birçok hikmetleri bulunduğu anlaşılacaktır. Şüphesiz haccın hikmet ve faydalan sayılmayacak kadar çoktur. Ferdi mali ve sosyal faydalan olduğu kadar, iktisadi, ruhi ve ilmi faydalan da vardır, İbni Abbas’a göre "ayette yer alan "fayda" kelimesi, dünyevi ve uhrevi olmak üzere iki türlü menfaati ifade eder. Hacıların kestiği kurban etinden yemeleri, ayrıca hac menasikini ifa ederken yaptıkları ticari işler dünyevi menfaat bölümüne girer. Uhrevi menfaat sadece Allah’ın rızasıdır(24). Ancak "Menafi’un" kelimesinin, umum ifade edecek şekilde nekre olarak zikredilmesi "fayda ve hikmetleri"in çok yönlü olduğunu gösterir(25). Biz haccın bu fayda ve hikmetlerini bir kaç başlık halinde kısaca alacağız.

I - TEVHÎD AKİDESİ AÇISINDAN:

Daha evvel de ifade ettiğimiz gibi hac, Allah tarafından farz kılınan ve İslam dininin temellerinden olan bir ibadettir. Bu itibarla, sırf Allah’ın emrini yerine getirmek, bir başka ifadeyle ubudiyet vazifesini yerine getirmek maksadıyla yapılır. "Kurbiyet" dediğimiz Allah’a yakın olmanın yolu ibadetten geçer. Hac da kurbiyet için yapılan en önemli ibadetlerden biridir. Hac, Allah’ın emir ve yasaklarını kabul etmenin, Onun hükmüne razı olmanın, onun kaza ve kaderine teslim olmanın, Rabbu’l - Alemin olan Allah’ın nizamını bütünüyle kabul etmenin bir ifadesidir. İbadetlerin, sayılmayacak kadar çok hikmetleri olmakla birlikte, yerine getirilmesindeki tek illet Allah’ın emridir. Eğer bazı hikmet ve faydalar ibadetin gayesi ve illeti olarak kabul edilirse o ibadet batıl olur. Şu halde ibadetin ruhu Mastır. Hikmet ve faydalar birer tercih edici sebep olabilirler(26). Cenab-ı Allah’ın emir ve nehiylerine itaati temin etmek için, öncelikle O’nun azametini zihinlerde tespit etmek gerekir. Bu tespit de ancak iman esaslarıyla, yani imanın bir bütün halinde tecellisiyle mümkün olabilir. İmanın kuvvet bulup kamil olabilmesi için de ibadet gerekir. Çünkü ibadet, insanın fikrini yaratıcısına çevirir. İstidatlarını geliştirir, mal ve arzularını tahakkuk ettirir. Fikirlerini geliştirip nizam ve intizam altına sokar. İnsandaki şehevi ve nefsani duygulan sınırladığı gibi iç ve dış organlarının ve duygularını kirleten pislikleri siler. Hülasa ibadet, kul ile Allah arasındaki en büyük vasıtadır. İşte hac insanı. Allah’a ulaştıran bir ibadettir, insan aklı, haccın birçok menasikini idrakten acizdir. Halk arasındaki deyimiyle şeytan taşlama, Hacerü’l - Esved’in öpülmesi, say ve tavafın ilk üç şartında koşuş ve Müzdelife’de uyumak gibi menasikin hikmetlerini bilmemek, hac ibadetinin ulviyetine zarar vermez; aksine onu daha da yüceltir. Çünkü haçta yapılan bütün menasik, "Şelair-i diniye" dediğimiz dinin önemli alametlerindendir. Bu şe’airin yerine getirilmesinde, Allah’ın sevdiklerini sevmek, dostlarına dost ve düşmanlarına düşman olmak gibi çok büyük hikmetler saklıdır. Cemrelere taş atmak, şeytanlardan ve şeytan gibi düşünen insanlardan sakınmayı ifade etmez mi? Şu halde hac menasikini yerine getirmek, Kur’an-m ifadesiyle, Allah’ın işaretlerine (hac ibadetlerine)(27), ya da Allah’ın yasaklarına saygı göstermektir (28).

"Hac" denince hiç şüphesiz ilk akla gelen Kâbe’dir. Kâbe "Beytüllah" (Allah’ın evi) olarak yeryüzündeki tevhidin sembolüdür. Kâbe’yi tavaf eden, ya da Hacerü’l - Esved’i öpüp selamlayan mümin, bunların gerçekten birer taş olduklarını bilir. Nitekim Hz. Ömer’in (r.a) Hacerü’l - Esved’le ilgili olarak söylediği şu sözü ne kadar manidardır! "ey taş, senin ne zarar ne de menfaat veren bir tas olduğunu biliyorum. Eğer Resulullah’ın (s.a.s) seni öptünü görmeseydim seni öpmeyecektim."(29). Hz. Ömer’in bu sözü, dini meselelerde kanun koyucunun emrine kesin bir teslimiyeti ifade ettiği gibi, hikmetini bilmediğimiz emirlere tabi olmanın da gerekli olduğunu vurgulamaktadır. Zira peygambere irtiba konusunda, onu harfiyyen takib etmek dinin önemli bir kaidesidir.(30) İşte Kâbe, bir semboldür, fakat bu sembol bütün Müslümanların bir tek Allah’a ibadet ettiklerini göstermektedir, ayrıca bütün insanların tevhide yönelmeleri için bir çağrı niteliğini taşıyor. Bu manaya delalet için Allah şöyle buyuruyor. "Allah Kâbe’yi, o Beytü’l - Haram’ı insanlar için hayat ve güven kaynağı yaptı" (31) şu halde bazı ibadetlerin hikmetleri bilinmeyebilir. Bu takdirde ibadet terkedilmez. Zira önemli olan ibadetlerin yerine getirilmesidir. Hac ibadetinde gördüğümüz menasik, Hz. İbrahim’den (s.a.s) kalma ibadet şekilleridir. Ancak İslam’dan önceki cahiliye Arapları birçok şey gibi hac ibadetini de değiştirmişlerdi. Tevhid evi olan Kâbe’yi bir sürü putla doldurarak, adadıkları kurbanların bir kısmını putları için kesiyorlardı. Hz. Peygamber (s.a.s), hicretin 9. yılında ilk hac emiri olarak Hz. Ebubekir’i tayin etmişti.. Hac emiri Hz. Ebubekir yol a çıktıktan sonra arkasından, İslam devletinin aldığı bazı kararları Mekkelilere tebliğ etmek ve Tevbe Suresinin ilk 30 ayetini Arafat’la okumak üzere Hz. Ali (r.a) gönderildi.

Hz. Ali şu hususları tebliğ etmekle görevlendirilmişti: 1. Bundan böyle hiçbir müşrik Kâbe’yi tavaf etmeyecek. 2. Kimse çıplak olarak Kâbe’yi tavaf etmeyecek(32). Böylece, cahiliye devrinin kötü geleneklerinden olan Kâbe’yi çıplak olarak tavaf etme geleneği sona ermiş oluyordu. Hz. Peygamber (s.a.s) bir hadisinde "Haceru’l-Esved, Allah’ın yeryüzündeki sağ elidir(33). Buyurmuştur. Birçok hadis âlimi bu hadisin sahih olduğunu söylemekle beraber, sahih olup olmadığını bir tarafa bırakarak ifade ettiği mana üzerinde duralım: "Hacerü’l-Esved’in tavaf için bir başlangıç olduğunu düşündüğümüz zaman, onunla beyat etmenin ne kadar anlamlı olduğunu anlamakta güçlük çekmeyiz. Hacerü’l-Esved’in karşısında durup tavafa niyet eden bir mümin, "Allahümme imanen bike" dediği an Allah’la beyat etmiş gibidir. Yani "Ya Rabbi, taşa değil, sana iman ederek; hurafelere değil, senin kitabına inanarak senin ahdin olan halis tevhidi yerine getirerek ve senin Rasulün olan Hz. Muhammed’in sünnetine uyarak tavafa başlıyorum." diyor. Hac ibadetini yapmak üzere Kâbe yollarına düşen bir mümin, Allah’ın davetine icabet etmiş, bir başka deyişle, vicdanındaki imanın sesine, kulak vermiştir. Bütün dünyevi meseleleri bir tarafa bırakıp, bir nevi, ahirete hazırlık yapmak üzere. Halis bir niyetle Allah’ın evi olan Kâbe’ye yönelmek, imanın zirvesini gösteren bir olaydır. Bu manayı her hacının yüzünde okumak mümkündür. Özellikle ilk tavaf (kudüm) ve ilk say esnasında hacılarda görülen heyecan, onlarda zirveye* çıkan imanın alametleridir. Bu mana, Arafat’ta daha net bir şekilde herkesin yüzünde okunur. Günah kirlerinden temizlenmek için yalvaran milyonlarca müminin, yüzlerini Allah’ın rahmet kapılarına doğru çevirerek mutlu ve umutlu bir bekleyiş içinde olmaları, tevhid akidesi açısından çok manidardır. Sanki bu insanlar ölmüş, berzah âlemine göçmüş, sonra nefh-i surla kabirlerinden kalkmış ve Arafat meydanında toplanmışlar gibi bir halleri vardır. Arafat’taki tevhid çok güçlüdür. Bütün müminler huşu içinde hep bir ağızdan Allah’tan mağfiret talep ediyorlar, Allah’ın rızasına nail olmak, kokusunu aldıkları Cehennemden kurtulmak için Allah’a yalvarıyor, Allah’ın varlığını ve birliğini yüksek bir seda ile ilan ediyorlar.

II. RUHİ AÇIDAN:

Hac mevsimi, adeta ibadet için bir, feragat zamanıdır. Bilindiği gibi insanı dünyaya bağlayan üç şey vardır. Vatan, Çoluk-Çocuk ve dünya malı. Hac ibadeti insanı dünyaya bağlayan bu üç kuvvetli rabıtayı zayıflatıyor. İnsanı bu meşgalelerden koparıp tamamen ahirete yöneltiyor. Bu açıdan hac, ihsanda cihat ruhunun kuvvetlenmesine sebep olduğu gibi, kardeşlik ruhunun kuvvetlenmesi ve ruhun manevi gıdalarla beslenmesi için iyi bir fırsattır. i. Cihat ruhunun Kuvvetlenmesi: "Amellerin en efdali nedir?" diye Resulullah’a (s.a.s.) sordular. "Allah ve Resulüne imandır." buyurdu. "Sonra hangisidir?" dediler. "Allah yolunda cihattır." buyurdu. ’Sonra hangisi?’ diye sorulduğunda: "Allah katında makbul bir haçtır." buyurdu (34). Kur’an ve hadis örfünde "fi sebilillah" tabiri genelde cihadı hatırlatır. Ancak bu deyim hac için de kullanılmıştır(35). Az önce zikrettiğimiz hadis-i şerife dikkat ettiğimiz zaman, hac ibadetinin, Allah’a iman ve cihattan sonra amellerin en efdali olarak zikredildiğini görürüz. Hatta hac, bir anlamda cihat kabul edilmiştir. Zira hac mümine cihat ruhunu aşılamaktadır. Hz. Aişe’nin, "Amellerin en efdali Cihat’ta. Kadınlar için cihat yok mudur Ya Rasulallah?" şeklindeki sorusuna Rasul-i Ekrem (s.a.s) şu cevabı vermiştir: "Hayır, ancak en büyük cihat, Allah katında makbul olan bir hactır.(36). Bu itibarla hac, mümine cihat sevabım kazandıran ve onu cihat için hazırlıklı hale getiren ruhi bir ibadettir. Bir diğer hadise göre, "Allah yolunda gazaya giden, hac ve umreye gidenler, Allah’ın elçileridir (ibnu maceh, menasik, 5) Hacca giden müminde, manevi bir haz vardır. Mümin bu bilinmez sevinçten dolayı intibaha gelir. Müslüman olduğunu ve Resulullah ‘la başlayan tebliğle kıyamete kadar devam ettiğini şuurlu bir şekilde idrak eder. O yüzden evine döner dönmez, çocuklarından başlamak üzere İslam’ı tebliğ edeceğine azm ve gayret eder. Hac ibadeti esnasında yerine getirdiği menasik, ona Hz. Muhammed’in (s.a.s.) ümmeti olduğunu hatırlatır. Mümin, hayatını Kur’an ve sünnete göre ayarlaması gerektiğini anlar. İslam’ı yaşaması gerektiği hususunda en ufak bir şüphesi kalmaz. Kur’an’ın ruhuna uygun bir hac eda eden bir mümin, Hz. Peygamberin ifadesiyle "anasından yeni doğmuş olarak günahsız bir şekilde" evine döner(37). Hâsılı, hac cihat eğitimini veren bir ibadettir. Müminin oturuşu, kalkışı, yolculuğu, nizamı ve intizamı, bütün davranışları, Onun sıkı bir disiplin altında olduğunu hatırlatır. Mümin hac ibadeti süresince adeta bir ihtiyat kuvveti gibi bir seferberlik eğitimini görür. Dinine, namusuna ve vatanına en ufak bir saldırı karşısında hiçbir fedakârlıktan çekinmez. Yalnız aklımıza hemen bir soru gelebilir "Haccın manaları nerde, hac ibadetini yapmak için hacca gidip gelen bugünün Müslümanları nerede?" "Bir şey bütünüyle elde edilmediği zaman bütünüyle terkedilmez". Kaidesince, bugünkü müminlerin ekseriyeti haccın ulvi manalarından habersizdir, diye hac ibadeti terkedilmez. Çünkü Kur’an-i Kerim, "Gücünüz yettiği kadar Allah’tan korkun.’"’ (38) buyuruyor. Her asırda, her devirde Allah’a itaat edilmiş ve kıyamete kadar da itaat edenler olacaktır. Ancak sahabedeki hassasiyeti 20. asrın insanlarında aramak elbette ki hatalı olur. 2. Ruhun Gıdası Olması: Mümin hac ibadetiyle manevi, bir doyuma ulaşır. Hac menasiki, ruhunda gıda tesiri yapar. Allah korkusuyla kendine gelir. Duygu ve düşüncelerine Allah korkusu hâkim olur. İbadete devam etme ve günahlardan çekinme konusunda yeni bir şevk ve gayrete sahip olur. Ondaki Allah ve peygamber sevgisi doruk noktaya ulaşır. Allah’ın dostlarına dost ve düşmanlarına düşman olmayı bir ibadet şuuruyla idrak eder. O hatıra dolu topraklarda adım attıkça ruhuna ve kalbine asr-ı saadetten bir pencere açılır. Dünyanın en ileri devletlerine en kıt imkânlarla İslamiyet’i tebliğ eden sahabe-i kiramla birlikte dolaşır. Mekke ve Medine’den bütün dünyaya yayılan Kur’an nurunun ne kadar büyük bir nimet olduğunu anlar. Kendisinin de böyle büyük bir nimete sahip olduğunu fark eder. Allah’ın bu nimetine şükreder. Hadisteki ifadesiyle "mebrur" olan, yani Allah yanında makbul olan bir hac ifa etmiş olur. Resulullah (s.a.s), "Mebrur olan (yani Allah yanında makbul olan) haccın mükâfatı ancak cennettir. "(39) buyuruyor. Hac, günahlardan çekinmeye, takvaya bir vesiledir. Allah-uTeala, "hacda kadına yaklaşmak, günaha girmek ve kavga etmek yoktur. Siz ne iyilik ederseniz Allah onu bilir. Kendinize azık alın, çünkü azığın en iyisi takvadır (40). buyuruyor. Arife günü, Ramazan aylan gibi birçok insanın Cehennemden azad edildiği bir gündür. Hz. Aişe’nin rivayetine göre Resulullah (s.a.s), "Arife günü kadar, kulların ateşten azad edildiği bir başka gün yoktur (41). buyurmuştur. Arafat’ta toplanan müminler, uzun bir yolculuk ve ağır sıkıntılardan sonra yurtlarından ve sevdiklerinden ayrı bir yerde, duanın şartlarının tahakkuk ettiği bir halet-i ruhiye içinde günahlarının affını Allah’tan diliyorlar. Mübarek mevkilerde, mübarek zamanlarda ve huşu içinde yapılan duanın makbuliyeti, rahmet-i ilahiyeden kuvvetle ümid edilir, Arafat’ta toplanan müminler, hayatlarının geri kalan bölümünde İslam’a hizmet ederek sevabı bol, günahı az bir mümin olarak Allah’a kavuşmak istediklerini, lisan-i halleriyle ifade ediyorlar. Öldükten sonra tekrar dirilişte, haşir meydanına böyle vücudu ihramlı ve telbiye ile gitmek istiyorlar. Bu yüzden Arafat’taki müminlerde ruhani bir neşve, kalbi bir itminan ve nefsi bir rahatlık görülmektedir, onlar ruhen, zaman ve mekân sınırlarını aşıp adeta bir nevi miraca mazhar oluyorlar. 3. Kardeşlik Ruhunu takviye etmesi: Hac ibadetini yapmak üzere yola çıkan bir mümin, ilk defa milyonlarca insanın kardeş olduğunu fark eder. Evvelce nazari olarak bildiği İslam kardeşliğinin ne kadar güçlü olduğunu anlar. Bütün müminlere karşı samimi bir kardeşlik duygusunu hissetmeye başlar. Yeryüzünün neresinden gelirse gelsin, rengi, dili ve ırkı ne olursa olsun bütün müminlerin kardeş, olduğunu müşahede eden "Müminler ancak kardeştir."(42) ayetinin büyük bir kal’a olduğunu idrak eder, hemen o metin ve sarsılmaz kal’aya sığınır. Resul-i Ekrem (s.a.s) haccın mebrur, yani makbul olabilmesi için bazı şartlar zikretmiştir. "Yemek yedirmek, güzel söz söylemek ve selamı yaymak. "(43) Hac yolculuğu maşakkatli olduğu için, hacı, Müslüman kardeşinden gördüğü bazı eziyetlere sabrederse hadiste "güzel söz söylemek" şeklinde ifadesini bulan prensibe uymuş olur. Keza muhtaç olanlara yardım elini uzatarak onların sıkıntılarına ortak olmak suretiyle, hadiste "yemek yedirmek" şeklinde geçen esasa uymuş olur. Dünyanın değişik bölgelerinden gelen Müslüman kardeşleriyle tanışmak, onların dert ve sıkıntılarına ortak olmak suretiyle de, hadiste "selamı yaymak" şeklinde ifadesini bulan prensibe uymuş olur. Görüldüğü gibi mebrur bir hac; kardeşlik, ruhunun kuvvetlenmesini sağlamaktadır.

III. RUH VE BEDEN TERBİYESİ AÇISINDAN:

Haccın farz oluğunu bildiren Kur’an ayetinde "ÎSTÎTA’A" (gücü yetme) gibi bir ifadenin yer alması, hac ibadetinin, yerine getiriliş biçimi bakımından zor bir ibadet olduğunu, maddi ve manevi sıkıntılarla dolu bir ibadet olduğunu ifade eder. Bu açıdan denilebilir ki, hac ibadeti, sıkıntılara göğüs germe ve her şeye sabretme eğitimidir. Alışılmış adet ve taklitleri terk edip yepyeni bir muhite giden mümin, alıştığı çevreden koptuğu için hayatım yeni kurallara göre tanzim etmek mecburiyetindedir. Birçok kişi belki de hayatlarının en uzun yolculuğuna çıkmış bulunuyorlar. Yorucu ve uzun yolculuk, değişik havalar, özellikle sıcak güneşin altında uzun süre kalmak gibi zorluklarla karşılaşan mümin, nefsini, ruhunu, kalbini ve topyekûn vücudunu yeni bir disiplin altına sokmak zorunda kalır. Uyku, istirahat, yemek ve içmek gibi alışkanlıkları bile altüst olan müminin hac mevsimi süresince gösterdiği feragat tam bir zühd ve takva eğitimidir. Denilebilir ki, güzel görmek, güzel düşünmek, güzel söylemek ve hepsinden önemlisi güzel yapmak; sinirlerine, diline ve beline hâkim olabilmek için en iyi eğitim şekli hac ibadetidir. Hacı bu eğitim dönemi sonucunda eski huylarını terk etmiş, yeni ve güzel huylar edinmiş olarak memleketine döner. Hac insanı dünya mauna ve maddeye bağımlı olmaktan kurtardığı için cimrilik, benlik ve benzeri kötü huylar, yerlerini cömertlik, kerem ve tevazu gibi güzel huylara terk ederler. Zaten hadiste anlatılan "hacc-i mebrur"an alametleri de bu güzel huylardır. Yine hadisin ifadesiyle, madem insan "annesinden doğduğu gün gibi günahsız" olarak evine dönüyor, o halde hacı en güzel ahlakla dönmelidir, aksi takdirde, üstlendiği görevi yerine getirmiş sayılamayacağı gibi bir sürü sorumluluğu da üstüne yükler. Tavafa başlamak üzere Hacerü’1-Esved’in karşısına geçen mümin okuduğu duada şunları söylüyor. “Allah’ım, sana iman ederek, sana verdiğim söz ve ahde bağlı kalarak ve Hz. Peygamber’in (s.a.s.) sünnetine uyarak bu ibadeti yapıyorum." Mümin bir bakıma Allah ile Bey’at anlamına gelen Hacerül-Esved’i selamlaması esnasında verdiği bu sözü yerine getirebilmek için Kur’an’a uyması ve İslam ahlakiyle ahlaklanması gerekir. Hac, vücudun gelişmesi açısından da çok önemli bir ibadettir. Değişik iklimlerde yaşayan, farklı kalitedeki suyu içmeye ve farklı havayı teneffüs etmeye alışan insanların vücudu, birdenbire hava değişimine uğramaktadır. Yüksek yaylalarda yaşayan insanlar için Mekke ve çevresinin havası, elbette ki olumsuzluklarla doludur. Buna rağmen soğuk ülkelerden gelenlerin kendilerini bu farklı iklime alıştırmaya çalışmaları beden sağlığı açısından çok önemli bir olaydır. Müminin temizliğe azami derecede dikkat etmesi, Müslümanın hayatında koruyucu hekimliğin önemli bir yer tutması gibi hususlar, insan bedeninin zarar görmeden veya en az zarar ile yeni şartlara uyum sağlamasını kolaylaştırmaktadır. Vücudun dinamizmini ve hareketliliğini koruyan bir diğer husus da, menasikin edası esnasında yapılan zorunlu hareketlerdir. Tavaf ve sayde koşmak, Arafat’a çıkmak, Arafat’tan Müzdelife’ye intikal etmek, Cemrelere taş atmak için Mina’ya gidiş, ihramdan önce ve sonra yıkanmak, tıraş olmak, kurban kesmek, uzun süre açık havada ve güneş altında kalmak... Bütün bunlar, insan vücudunun yeni şartlara’ adapte olabilmesi için gelişmesini sağlayan bir dizi bedeni hareketlerdir.

IV. İSLAMDAKİ EŞİTLİK AÇISINDAN:

İbadetlerden asıl maksadın, Allah’ın emrini yerine getirmek olduğunu söylemiştik. Ancak hac gibi çok yönlü bir ibadetin, İslam ahlakı ve sosyal adalet içinde yer alan eşitlik ilkesiyle de ilgili olduğu hususu inkâr edilemez. İslamiyet, ortaya koyduğu değerlerin hiçbirisini nazariyatta bırakmamış, aksine hepsini birer ibadet türü içinde tatbikat sahasına koymuştur. Böylece mümin akide planında, İslami değerleri ancak ibadet şuuruyla idrak etmiş olur. Sosyal adalet içinde vazgeçilmez bir bölüm olarak kabul edilen eşitlik ilkesi de bu yüksek değerlerden biridir. Hac ibadetine iştirak eden sütun müminlerin farklı farklı ve kimi güzel elbiselerini bir tarafa bırakıp oldukça basit ve ölü kefenine benzeyen bir beze bürünmeleri, üstelik bu hususta zengin ve fakir arasında hiç bir’ ayırımın yapılmaması, eşitliği simgeleyen en büyük örneklerden biridir. Bu eşitliğin, menasikin ifası boyunca devam etmesi, zengin, fakir, genç, ihtiyar herkesin aynı şekilde belli ibadetlerle mükellef olması, İslam’ın eşitlik ilkesine verdiği önemi gösterir, tavafta, bir günlük yiyeceği olmayanlarla, tonlarla altına sahip olanların aynı çizgide ve aynı yönde dönmesi dünyanın hiç bir sisteminde görülmemiştir. Sosyal ve siyasal durumları farklı olan milyonlarca insanın Arafat dağında bir arada bekleyişleri ne kadar manidardır! (44) Kureyş’liler kendilerini diğer insanlardan daha şerefli kabul ettikleri için cahiliye döneminde onlarla birlikte Arafat’a çıkmazlardı. Herkes Arafat’a çıkarken onlar Müzdelife de bekliyorlardı(45). Kur’an-ı Kerim, haksızlık ve eşitsizlik üzerine bina edilen birçok cahili adet gibi bunu da iptal etti. Kur’an şöyle diyordu:"... Sonra insanların akın akın döndüğü yerden sizi de akın edin ve Allah’tan mağfiret dileyin."(46). Öyle ya, madem kimsenin kimseden üstünlüğü yoktur. Maden eşitlik ve ihlas ibadetlerin esasıdır. O halde ibadet kasdiyle ayrı yerlerden gitmenin ne anlamı olabilir? Nitekim Resul-i Ekrem (s.a.s), nesebiyle övünen ve bir ırkın üstünlüğünü iddia eden ve kıyamete kadar gelip geçecek bütün insanlara şu evrensel sözlerini söylemişti: "ey insanlar! Rabbınız birdir. Babanız birdir. Bilmiş olunuz ki, arabın aceme, acemin araba, siyah ırkın kırmızı ırka, kırmızı ırkın siyah ırka bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takva iledir. "(47) Resulallah (s.a.s) bu sözlerini veda haccında irad buyurduğu meşhur hutbesinde söylemişti. Kur’an-ı Kerimin ifadesine göre (Hac, 25) kimse kimseyi, ibadet için yapılan Mescidül-Haram’dan alıkoyamaz. Kur’an’da, "gerek yerli, gerek dışardan gelen bütün insanlar için bir mabed olarak yapılan Kâbe’de, "zulme taraftar olanlar ağır biçimde tehdit edilmişlerdir. Bu da eşitliğin bir diğer boyutu.

V - SOSYAL AÇIDAN:

Hac, sosyal yönü ağır basan bir ibadettir. Çünkü Müslümanlar arasında sosyal yardımlaşma ve dayanışmaya vesile olmaktadır, esasen diğer ibadetlerin de sosyal yönü vardır. Namaz, mahalle ve cuma mescitlerinde Müslümanlar arasında bir dayanışmaya vesile olduğu gibi, hadisin ifadesiyle, "zekât da İslam’ın köprüsüdür."(48) Çünkü zekât, zengin tabaka ile fakir tabaka arasında oluşabilecek derin uçurumu engellediği gibi, ülke servetinin belli ellerde birikmesini de önlemektedir. Oruç ibadeti de bütün insanları, zengin olsun fakir olsun, eşit duruma getirdiği için sosyal adaletin temininde rol oynamaktadır. İslam’da bütün ibadetlerin sosyal yönleri göz önünde bulundurulduğu zaman, uluslararası bir ibadet niteliğini taşıyan hac ibadetinin sosyal yardımlaşma ve dayanışmaya ne kadar çok hizmet edeceği açıktır. Bütün İslam ülkeleri arasında tahakkuk edecek bir yardımlaşma ve dayanışmanın önemi çok büyüktür. Ülkeler arasında yapılacak böyle önemli bir kongrede, hangi İslam devletinin nelere daha çok muhtaç olduğu kolayca tespit edilebilir. Böylece durumu müsait olan ülkeler, diğerlerinin ihtiyaçlarını gidermeye çalışırlar. Şayet bugün, hac ibadetini yapmak üzere Mekke’de toplanan müminler bu anlamda bir şura gerçekleştiremiyorlarsa, hac ibadeti hedefine ulaşmıyor demektir. Muhammed (s.a.s)’nin ümmeti arasında gerçekleşmesi gereken evrensel sevgi ve kardeşlik, ancak hac ibadetinin sağlayacağı istişari bir. Zeminde mümkün olur. Hac bu iş için en büyük fırsattır. "Müminler, ancak kardeştirler."(49) ve "... Birbirinizi tanımanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık."(50) gibi ayetler, Müslümanlar için hayati önem taşıyan yardımlaşma ve dayanışma düsturlarını ifade eder. Birinci ayet müminler için bir kal’adır. Zafiyet hisseden her Müslüman o kaleye sığınır. İkinci ayet, birinci ayet için tamamlayıcı hükmündedir." Irkları, renkleri ve dilleri ayrı bile olsalar Müslümanların kardeş olduklarını, zahiri olan bazı farklılıklar, onları kavgaya değil, dayanışmaya götürdüğünü ifade eder. "Birbirinizi tanımanız için..." kaydının ayette yer alması, ayeti ırk taassubuna hamletmenin imkânsız olduğunu göstermektedir. Bir başka ifadeyle, başkasını yutmakla beslenen ırkçı rejimlere sahip çıkanlar, Kur’an’ın ruhuna aykırı davranıyorlar. Hac ibadetinin bu sosyal fonksiyonu İslam birliğinin gerçekleşmesine vesile olabilir. Müslüman Ülkeler çağımızda inançta, hedefte, söz ve harekette birlik ve beraberliğe her zamankinden daha çok muhtaçtırlar. Bölgesel ve biyolojik farklılıklar hiçbir zaman Müslümanların birlik ve beraberliğine engel olamamıştır. Çünkü bütün müminler bir tek Allah’a, aynı Peygamber’e inanıyorlar. Kıbleleri bir, kitapları birdir. Bu kadar birlik varken, daha açık bir deyimle, bu kadar birliklerin sahibi olduğumuzun farkındayken, hiçbir şey ayrılığı oluşturabilecek güçte olamaz.

Hac ibadeti bir İslam Kongresi niteliğinde telakki edildiği ve İslam Birliğine doğru ciddi adımlar atıldığı zaman, Müslüman ülkeler arasındaki mevcut sınırlar gerçekte suni, şeklî ve farazi birer hattan ibaret kalır. Tıpkı bugünkü Birleşik Avrupa gibi. Zira esaslarda birleşen insanlar, hac münasebetiyle vücutlarıyla da bir araya geldikleri zaman tam bir dayanışma örneğini oluştururlar. Haçta yapılacak şura toplantılarına her ülkeden gelecek siyaset ve ilim adamlarının katılmasıyla hedefler büyür, adeta bir İslam zirve toplantısına dönüşür. Bu zirveye katılan delegeler, öncelikle İslam âlemindeki yardımlaşma ve dayanışma için gerekli projeleri değerlendirirler. Geçmiş yılın muhasebesininde yapılacağı zirvede, gelecek için yeni planlar konusunda delegelerden maddi ve manevi destek sağlanır. Resul-i Ekrem (s.a.s) hac zirvesinin ne kadar önemli olduğunu iki defa göstermiştir. Birinci hac kongresi için "emir" olarak Hz. Ebubekir’i (r.a) tayin etmişti. Vakıa, hac ibadetinin farz edildiği yıl olan H. 9. yılında Hz. Ebubekir hac emiri olarak tayin edilir, arkasından, Mekke’de toplanan Müslümanlara, İslam devletinin aldığı bazı kararlan tebliğ etmek üzere Hz .Ali görevlendirilir. Hz. Ali Arafat’a toplanan insanlara Resulallah’la müşrikler arasında yapılmış olan sözleşmelerin zamanı gelince sona ereceğini, hiçbir müşrikin veya çıplak insanın bundan böyle Kâbe’yi tavaf edemeyeceğini bildirdi. İkinci hac kongresini ise bizzat Resulallah (s.a.s) yönetmiştir. Hicretin onuncu yılında Resulallah hac ibadetini yapmak üzere Mekke’ye gitmiş ve bütün insanlığa mesajını veda hutbesinde dile getirmiştir. "Burada hazır olanlar olmayanlara duyursun." (51) buyurmakla asaletinin ebediyetine ve mesajın Kıyamete dek süreceğine işaret etmiştir. Resulallah’tan sonra da haccın bir İslam zirvesi olma özelliği muhafaza edilmiştir. Hz. Osman zamanında halk valilerden şikâyetçi olmuştu. Şikâyet konusunun münafıklar tarafından düzenlenmiş bir tertip olduğunu fark eden Hz. Osman, devletin merkez ve taşra birimlerine şu mektubu yolladı: "Her yıl hac mevsiminde Mekke’de olacağım. Sövülen ya da dövülen herkes hakkını gelip benden veya valilerden alabilir. "(52) Böylece şikâyeti olanlar hac mevsiminde hakkını isteyebiliyordu. Hatta sadece Müslümanlar değil, gayri müslimler bile hak talebinde bulunabiliyorlardı. Mısır valisi ve fatihi Amr b. el-As’ın oğlu ile Kıbti’nin hikâyesi meşhurdur. Bir koşu müsabakasında valinin oğlu ile Kıbti’nin oğlu yarışırlar. Neticede Kıbti’nin oğlu koşuyu kazanır. Bunun üzerine valinin oğlu Kıbti’yi döver. Kıbti’nin babası hac mevsiminde durumu Hz. Ömer’e bildirir. Hz. Ömer (r. a) binlerce hacının gözleri önünde vali Amr b. el-As’ın oğluna kısas cezasını tatbik ettikten sonra Vali amr’e dönerek şu meşhur ve tarihi sözünü söyler: "ey Amr! Anaları onları özgür doğurduğu halde ne zamandan beri insanları köleleştirir oldunuz? "(53). Müminlerdeki Allah ve peygamber sevgisi, bu zirvede doruk noktaya ulaştığı için samimi bir kardeşlik şuuru gelişmeye başlar Arafat’a hep bir ağızdan "La ilahe illallah, Muhammed Resulallah" dedikleri zaman, emelleri ve arzulan bir olan müminlerin sesleri de birleşmiş olur. Görülüyor ki, her Müslümanın hayatında en az bir kez hacca gitmeyi şiddetle istemesi çok manidardır. Hac sayesinde Araplar, Türkler, Çin’liler, Berberi’ler vs. birbirileriyle tanışma imkânı buluyorlar. Kimi fakir, kimi zengin, kimi Arapça konuşur, kimi İngilizce, kimi beyaz, kimi siyah, fakat hepsinin inandığı Allah birdir. Akide birliği, gönül birliği ve hedef birliğine sahip olan Müslümanlar arasında ihtilafın çıkması ne kadar gariptir! Her yıl milyonlarca insan davetiyesiz olarak binlerce kilometrelik yolu kat edip Mekke’ye varıyor. Dünyanın en büyük imkânlarına sahip olan süper devletler, uluslararası bir kongre tertiplese ve konferansa katılacak olanların gidiş-dönüş masrafları, tertip heyetine aid olsa, acaba muhtelif insan tabakasından kaç bin insanı bir araya getirebilirler? Oysa hacca gidenler davetiyesiz oldukları (Allah onları ezelden davet etmiş) halde, herkesin masrafı kendisine aid olduğu halde milyonlarca Müslüman sıkıntısız ve problemsiz bir araya geliyorlar. Hacca gidenler, şuurlu bir şekilde hac ibadetini eda ettikleri takdirde Müslümanlarda birlik ve beraberliği sağlanmış olur.

VI. TARİHÎ AÇIDAN: Müminler hac menasikini eda ederken çok şerefli bir tarihi canlandırmakta ve tarihi olayları yeniden yaşama imkânına kavuşmaktadır, Adeta Mekke’ye uğramış peygamberlerin sireûni yeniden müşahede ediyorlar. Kâbe, yeryüzünde yapılan ilk mabet olması açısından büyük bir önemi haizdir. Cenab-i Allah bu yüce mabetten şöyle söz eder: "Doğrusu insanlar için (mabed olarak) ilk kurulan ev, Mekke’de olandır. Âlemlere uğur, bereket ve hidayet kaynağı olarak kurulmuştur. "(54)

Hac ibadetini yapan müminler, Hz. İbrahim’in, oğlu İsmail ve zevcesi Hacer’le yaşadığı hayattan bir kesit müşahede ederler. Susuz, ziraatız ve sıcak bir bölgede, Beytüllah’ın yanında yerleşen Hz. İbrahim’in çektiği sıkıntıları hisseder. O, Kâbe’nin inşaatını bitirince Allah kendisine: "ey İbrahim! Hac için insanlara çağrıda bulun." diye emreder. Hz. İbrahim: "ey Rabbim! Sesim nereye kadar ulaşır ki?" der. Hz. Allah: "ey İbrahim, sen çağır, ulaştırmak bana aittir." den Bunun üzerine Hz. İbrahim Ebukubeys dağına çıkarak hac için çağrıda bulundu. Levh-i Mahfuz’da "hacı" olarak yazılan ve fakat henüz analarının rahminde ve babalarının sulbünde olan bütün insanlar icabet ettiler.(55) Kur’an-i Kerim bu tatlı hatırayı şu ayetle ifade ediyor: "Bir zamanlar İbrahim’e Beyt’in yerini açıklamış ve ona şöyle demiştik: "Bana hiç bir şeyi ortak koşma ve tavaf edenler, ayakta duranlar, rükû ve secde edenler için evimi temizle. İnsanlar içinde haccı ilan et. Gerek yaya, gerek uzak yollardan gelen yorgun develer üzerinde sana gelsinler." Bu yüzden hac ya da ’umre için Kâbe yoluna düşenler, "Lebbeyk Allahümme lebbeyk, Lebbeyk la şerike leke lebbeyk." diyerek Allah’ın davetine ve Hz. İbrahim’in çağrısına icabet ediyorlar. Demek istiyorlar ki: "ey Rabbimiz, senin davetine sayısızca icabet ediyoruz. Tevhidin sembolü rahmetin kaynağı ve senin rızanın menbaı olan Beyt’ini ziyaret etmekle sana müştak olduğumuzu bildiriyoruz. Günahlarımızın affını ve senin rızanı istiyoruz. Senin Beyt-i şerifini tavaf ederken sana şirk koşmuyoruz. Çünkü zatında, sıfat ve efalinde şerikin yoktur. Hamd senin, şükür senin; nimetler senden gelip sana döneceklerdir. Kâinat senin mülkünde ve senin emrinde. Sen mülkünde istediğin gibi tasarruf edensin." Hac, bizlere "Müslüman" adını veren İbrahim babamızın bir hediyesidir. Bütün menasik Onun ve oğlu İsmail’in ubudiyetlerini bize hatırlatıyor. Kâbe’nin banileri bu iki peygamberdi. Biri ustalık yapıyordu, diğeri çıraklık. Zemzem suyunun fışkırması da İsmail ile ilgili. Annesi Hacer, susuz bir bölgeye bırakılınca küçük oğlu İsmail için Safa ile Merve arasında su arıyordu. İçecek sulan hiç yoktu. Su bulamazsa Küçük İsmail helak olacaktı. Birey bulamayınca bir ses işitir gibi oldu ve Rabbine yönelerek "Yok mu bir kurtarıcı? diye yalvardı. Bir de ne görsün, Cebrail yere inmiş, kanatlarıyla vurduğu yerden su çıkıyor. O gün bugün, oraya akın eden bütün insanlar o sudan şifa niyetiyle içiyorlar. Ne artar, ne eksilir.(57) Mümin, Kâbe’nin yanında Kur’an okurken Hz. İbrahim’in Rabbine yakarışlarını görür gibi olur. "Beni ve oğullarını putlara tapmaktan uzak dur."(58) dediğini işitir gibi olur. "Rabbim, beni ve zürriyetimden bir kısmını namazı kılanlardan eyle, Rabbimiz duamı kabul buyur." (59) şeklindeki duasını okurken bütün varlığıyla "Âmin" der. Her zemzem içişinde bu büyük peygamberin ve ailesinin siretini seyreder gibi olur. Mina’da yine Hz. İbrahim’i adım adım takib eder. Onun, oğlu İsmail’i kurban etmek isteyişini ve bu konudaki şiddetli arzusunu yaşlı gözlerle seyreder. Hacılar yakın tarihli de yaşarlar. Hâtemül’l - Enbiyâ Hz. Muhammed’in (s.a.s) Mekke’de geçen günlerini hatırlar. Adeta Kabe’nin duvarındaki taşlar bir bir dile gelir. Dağlar, ve taşlar, insanlığın son kılavuzu Muhammed Mustafa (s.a.s) ile yaşadıkları olayları anlatırlar. 1400 küsur sene evvel, 365 tane putla dolu olan o zamanın Kabe’sini düşünürken, kısa zamanda şirki ve putperestliği kovalayan tevhid peygamberi ve eshabmı hatırlar. Harem-i şerifte, Hacerü’l Esved’in karşısında oturan mü’min adeta uyanıkken rüya görür. Rasullullah’ın çocukluğunu, gençliğini, evlenmesini, risalede müjdelenmesini, ağır şartalar altındaki davetini, sonra da sabır ve metanetini hatırlar. Dünyanın bazen onlara nasıl daraldığını düşünür. Rasulullah’ın, çok sevdiği Mekke’den hazin ayrılışını yaşlı gözlerle seyrederken, sekiz yıl sonra fetih için Mekke’ye tekrar dönüşünü hatırlayınca sevinir. Hiç eğilmeyen bir başın, Hacerü’l-Esved’i öpmek için nasıl eğildiğini gözleriyle görür gibi olur. Arafat meydanında insanlara son mesajına kulak verir: "Hazır olanlar olmayanlara bildirsin." sözünü işitince, irşad ve tebilğ görevinin sona ermediğini, bu işin kendisine de emanet edildiğini hatırlar ve sorumluluğunu idrak eder. Arafat’ta en son inen ayetle İslam dininin ne kadar mükemmel olduğunu anlar.(60) Bu kanalı seyrederken, İslam tarihinde büyük yerleri olan sahabelere gözü takılır. Resulallah’la birlikte hicret etmeyi arzu eden Hz. Ebubekir’i, açıkça ve meydan okuyarak hicret eden Hz. Ömer’i, hicret esnasında Resulallah’ın yatağında yatmayı göze alan Hz. Ali’yi, bilim ve ahlak abidesi Hz. Osman’ı, Sad b. Ebi Vakkas’ı, Hubab’ı, Abdurrahman b. Avf-ı, îbni Mesud’u ve daha nicelerini seyreder. Bu tarihi yerlerde hayalen dolaşırken Harem-i Şerifte ezan okunur. Birdenbire Hz. Bilal’in mübarek ve munis yüzünü görür gibi olun "Allah" der. Namazda "et-Tehiyyatü"yü okurken mirac-i nebeviyi hatırlar. Müslümanların ilk kiblesi olan Beytül-Makdis’i düşünür. "Eyvah"der. Müslümanları yok etmek için çalışan Yahudiler kadar dinine bağlı olup olmadığını hesap eder. "Hz. Ömer’in hediyesi olan Kudüs’ü kurtarmalıyız." diyen Salahaddin-i Eyyubi’yi hatırlar ve büyük bir cihat ruhuyla irkilir. Kâbe’de Müslümanların geleceği için dua eder. Topraklan işgal edilen İslam memleketlerinin kurtuluşu ve topraklan kurtulmuş fakat kültür esaretine uğramış İslam ülkelerinin hakiki özgürlüğü için dua eder. Sonra memleketine döndüğünde fiili dualar için gayret gösterir.

VII-KESİLEN KURBANLAR AÇISINDAN:

Tevhid akidesinin hakim olmadığı cahili dönemlerde de Kurbanlar kesiliyordu. Fakat onlar hayvanları değil insanları kurban olarak kesiyorlardı. Eski Mısır, Yunan, Hind, ve Afrika yerlileri tanrıları için belli zamanlarda çocuklarını kesiyorlardı. Eski Mısırlılar, Nü’in akması için her yıl bir kız kurban ediyorlardı. Bu geleneğin Hz. Ömer’in (r.a) dönemine kadar devam ettiği rivayet edilmektedir. Hz. Ömer, bunun tamamen hurafe olduğunu bildirerek Mısır valisine bir mektup gönderdi. Mektubun içine, üzerine "Ey Nil, eğer kendi emrinle akıyorsan, akma, sana ihtiyacımız yoktur. Eğer Allah’ın izniyle akıyorsan, Allah’ın böyle kurbanlık kızlara ihtiyacı yoktur." ibaresi yazılı bulunan bir kâğıt koyarak bu kâğıdın Nil’e atılmasını emretti.(61) Kur’an-ı Kerim birçok ayetiyle, eski kavimlerin kurban kesme ile ilgili geleneklerine ışık tutmaktadır. Bu ayetlerden anlaşıldığına göre Cahiliye Araplarının bir kısmı fakirlik korkusundan erkek ya da kız çocuklarını öldürüyorlardı, Allah Teala, "Fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyiniz."(62) buyurarak bu kötü geleneği ortadan kaldırdı. Bir kısım ayetler, bazı Kavimlerin Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği şeyleri, tanrıları için ayırdıklarından söz eder.(63) Cahiliye Araplarından bazıları ise, ekinlerinden ve hayvanlarından bir kısmını Allah ile putları arasında bölüştürüyorlardı." Şu Allah’ın payı, bu da tanrılarımızın payı" diyerek, Allah için ayırdıklarını konuklarına ve fakirlere sarf ediyorlardı. Yalnız, eğer Allah’ın hakkından putun hakkına bir şey geçerse onu öyle bırakırlardı. Putun hakkından Allah için ayrılan tarafa bir şey geçseydi, onu hemen alıp tekrar putun hakkına ilave ederlerdi. "Allah zengindir, putlar fakirdir." diyerek, puta ayırdıklarını neticede yine kendileri harcıyordu(64). Allah Teala Cahiliye Araplarını bu kötü geleneklerinden dolayı "Ne kötü bir hüküm veriyorlar!" diyerek kınamaktadır(65). İslamiyet, eski kavimlerde yerleşmiş bulunan bütün hurafe ve batıl inanışları kaldırdığı gibi, kurban konusundaki yanlışlıkları da düzeltmiştir. Kur’an, kurban hakkında yaygın olan bazı kanaatleri silmek için "Onların ne etleri ne de kanları Allah’a ulaşmaz. Fakat sizin takvana O’na ulaşır. "(65) diyerek kurbanın kesiliş amacını kısaca ifade etmektedir. Buna göre kurban, sırf Allah’ın emirlerini yerine getirmek ve O’na yaklaşmak için kesilir. "Biz o kurbanlık develeri de, size Allah’ta (dininin) işaretleri yaptık."(67) ayetinin de ifade ettiği gibi kurbanın kesiminde Allah’ın varlığına ve birliğine işaretler vardır. Her şeyden evvel kurban, Allah’ın verdiği rızıkların şükrünü eda etmek için kesilir. Allah Teala, "Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanlar."(68) Cümlesiyle bütün ibadetler gibi kurbanın da bir şükür borcu olduğunu ifade eder. Ayrıca "Üzerine Allah’ın adını anın (da öyle kesin), yanları yere düşüp canları çıkınca da onlardan yeyin. Kanaat eden fakire de, isteyen fakire de yedirin."(69) ayetinde de ifade edildiği gibi kurban, fakirleri ve durumu düşük olanları kalkındırmak için zekat, sadaka-i fıtır, nezir ve kefaret gibi Allah tarafından vaz’edilmiş bir müessesedir. Haccın en büyük gayelerinden olan şükrün ifası, kurbanla bütünleşerek en üst dereceye ulaşır ki, haccın kabulüne de vesile olur. Bugün kesilen milyonlarca kurbanın etleri soğuk hava depolan vasıtasıyla ihtiyaç içinde olan İslam ülkelerine gönderilmektedir. Bu yönüyle kurban haccın ana hedefleriyle bir bütünlük arz eder. Kabul etmek gerekir ki, İslam Kalkınma Bankası 1983 yılından beri büyük bir hizmeti başlatmıştır.

VIII- İKTİSADİ AÇIDAN:

Allah Teala, Hz. İbrahim’e (a.s) hitaben, "insanlar içinde haca ilan et. Gerek yaya gerek uzak yollardan gelen yorgun develer üzerinde sana gelsinler. (Gelsinler ki), kendileri için bir takım faydalara şahid olsunlar. "(10) buyurmuştur. Daha önce de ifade edildiği gibi, buradaki "faydalar"dan maksad dini ve dünyevi faydalardır. Hz. İbrahim (a.s) ile Hz. Muhammed (s. a. s) arasında geçen 2500 yıl boyunca, kabile hayatı sürmelerine rağmen Arapların bir tek merkezi yere bağlanmalarının asıl nedeni Kabe’ydi. Araplar her yıl Arabistan’ın çeşitli bölgelerinden, hac için Kabe’ye gelmeye 2500 yıl boyunca devam etmişlerdir. Serbestçe yolculuk yapabilecekleri dört ay gibi uzun bir barış dönemine sahip oldukları için hac menasiki, yarımadanın ekonomik hayatını olumlu yönde ve doğrudan etkilemekteydi.(71) Araplar ticaret için genelde on panayırda toplanıyorlardı. Devmetü’l Cendel panayırı Şam ile Hicaz arasında yer alıyordu. Muşakkar panayırı Hacer bölgesindeydi. Sahar panayırı Umman’daydı. Bunlardan başka, Duha, Şıhra, Aden ve San’a panayırları da çok meşhurdu. Rabiye Panayırı Hadramut bölgesindeydi.(72) Hicaz bölgesinde ise, Mekke civarında senenin belli mevsiminde (hac mevsimi) i dört yerde umumi pazar niteliğinde panayırlar kurulurdu. Yarımadanın her tarafından bölük bölük gelen insanlar buralarda alışveriş ederlerdi. Bunlar ’Ukaz, Zulmecaz, Mecenne ve Hubaşe panayırlarıydı. Bu pazarların bir özelliği de kültür şenliği niteliğini taşımalarıydı. Buraya şairler, edipler gelerek aralarında şiir müsabakaları tertipliyorlardı. Resulallah (s. a. s) Kus b. Saide’yi ’ukaz panayırında dinlemiş ve O’nuri meşhur hutbesini hifzetmişti. Ukaz, zilkade ayının başında, Arafat’a yakın bir yerde kurulur ve yirmi gün devam ederdi. Mecenne, Mekke’ye birkaç mil mesafedeydi. Zulmecaz, Arafat’ın bir bölümünde yer alıyordu. Hubaşe ise Mekke’ye altı mil mesafedeydi(73). Buhari’de yer alan İbni Abbas’ın hadisinde ’ukaze ve Zülmecaz’dan söz edilir, İslamiyet’ten sonra Müslümanlar, eski cahiliye panayırlarında ticaret yapmayı günah sayıyorlardı. Nihayet Kur’an bu konuya açıklık getirdi(74). Böylece İslamiyet Arapların bu ticari geleneklerini yasaklamadı, sürdürdü. "(Hac mevsiminde) Rabbinizin lütuf ve keremini aramanızda sizin için bir günah yoktur. "(İS) ayeti, bu ticari geleneğin devam edebileceğini göstermiştir. Çünkü İslam’da ibadetler, dünyadan uzak kalmaya sebep değildir. Allah Teala cuma namazından sonra da çalışmayı emretmiştir (76). İslamiyet her şeye değeri nispetinde kıymet verir. İnsanın her yer ve zamanda yaşama hakkına sahip olması temel ve değişmez bir kuraldır. Mümin, her haklıya hakkını ödeyen bir insandır. İbadet Allah’ın hakkıdır. Dünyevi maişeti temin etmek ise nefsin ve ailenin hakkıdır. Mümin, Allah’ın hakkım ödedikten sonra maişeti için çalışabilir. Bir an, hacıların hac mevsimi boyunca hiç bir alışveriş yapmadıklarını düşünelim. Bu durumun Allah’a bir faydası mı dokunacak? Elbette ki hayır, üstelik hacılar yemeye, içmeye ve ailelerine hediyeler almaya muhtaçtırlar. Ancak bütün alışverişlerin edep dairesinde yapılması esastır. Zira hacda "günaha girmek ye kavga etmek yoktur. "(77) Aslında hacda edep ve usul dairesinde yapılan ticarette bir sakınca yoktur. Fakat asıl üzerinde durulması gereken husus, hac seyahatinin sırf ticaret maksadıyla düzenlenmiş olmamasıdır. Buna cevaz verecek hiç bir ayet ya da hadis bilmiyoruz. Bu tutum, dini dünyaya alet etmekten başka bir şey değildir. Hacının, böyle bir seyahatten manevi kazancı olamayacağı gibi günahkar olması söz konusudur. Zira ameller niyetlere göredir.(78) Adım adım İslam Ortak Pazarına yaklaşıldığı bugünlerde haccın iktisadi yönü daha da önem kazanmıştır. Bir kaç yıl öncesine kadar hacda kesilen kurbanlar imha edilirken Habeşistan; Sudan ve bir çok İslam ülkesinde yaşayan fakir Müslümanlar toplu ölümlere mahkum edilmişti. Bugün ise, kurban etlerinin değerlendirilmesiyle, milyonlarca dolarlık yardım, imkânı doğmuş bulunuyor. Ama bu yetmez. Haccı bir İslam kongresi olarak kabul eden Müslüman ülkeler, her yıl kuracakları yüksek haç şurasında,-İslam âleminin iktisadi problemlerini bütün ayrıntılarıyla ele aldıkları zaman, Avrupalılar tarafından sömürülen bir kısım İslam ülkelerine ciddi bir yardımda bulunabilecekler. Netice: Her yıl hac mevsiminde milyonlarca Müslüman, yeryüzünün en eski mescidi ve Allah’ın Beytül Haram’ı olan Kabe’ye akın ediyorlar. Daha evvel günde beş kere yöneldikleri o mukaddes eve, şimdi hacı olmak için nefes nefese koşuyorlar. Kabe sadece hac mevsiminde değil, yıl boyunca da ziyaret edilmektedir. Orada 365 gün kalan bir zat, "ne gece, ne gündüz, metafın bir an boş kaldığını görmedim" diyor. Çünkü orası bir toplantı ve güven yeri olarak yapılmıştır(79). Milyonlarca insanın bir tek eve yönelmesi kadar harika bir olay var mıdır? Kur’an’ları bir, peygamberleri bir ve maksatları bir olan bu milyonların oluşturduğu cemaatin seyr-u seferi tevhid açısından ne kadar manidardır! Kabe’ye yapılan bu akın, vahdaniyet-i ilahiyeyi açıkça ilân ediyor. Tevhid akidesi, hac sayesinde insanların kalbinde bir meleke haline geliyor. Oraya giden taş kalpli de olsa yumuşayıp dönüyor. Hac menasikinin her birinde bir hikmet vardır. Sadece zahire bakıp hüküm veremeyiz. Aksine menasikin sırlarını öğrenmeliyiz. O zaman çektiğimiz bunca meşakkat lezzete dönüşür. Hacda muhabbetüllah ve marifetüllah vardır. Orada’ tevazu, sevgi ve merhamet doruktadır, orada Allah yolunda hem infak hem cihat vardır. Bu büyük kongrenin en büyük maksadlarından birisi de Müslümanların, dini, siyasi, sosyal ve iktisadi problemlerine çözüm getirmektir. Hac kongresi Müslümanlarda birlik ve beraberlik şuurunun uyanmasına vesile olur. Çünkü Müslümanlar bir tek vücut gibi olmalıdırlar. Hadisin ifadesiyle, müminler, birbirini destekleyen bir yapının taşları gibidirler. Fakat İslam’daki bütün bu güzelliklere rağmen Müslümanların durumu fazla sevindirici değildir. Kur’an’ın birleşme çağrısına rağmen(80) Müslümanlar hâlâ bölük bölüktür. Kapitalist ya da sosyalist vb. gibi kokmuş, tefessüh etmiş düşüncelere sahip olan bloklara dayanmışlar. Kimisi de ikisi arasında bocalayıp duruyor. Müslümanlardaki bu tefrika elbette ki düşmanların işine çok yaramıştır. Müslümanlar birbiriyle uğraşırken kâfir devletlerin elleri, Müslümanların cebine uzanıyor. Bu yüzden iki asırdır İslam topraklan pazarlık konusu yapılmaktan çıkmıyor. Filistin’de, Afganistan’da, Filipin’lerdi, Habeşistan’da ve Azerbaycan’da Müslümanlar yok edilmek isteniyor. İsrail gibi Ortadoğu’ya çöreklenmiş bir terör devletinin, İslam topraklarına yönelik emelleri ve saldırıları ayrıca zikre değerdir. Konu bir ya da bir kaç Müslüman milletin konusu değildir. Konu bütün Müslümanları ilgilendiren bir konudur. Gayret bizden, Tevfik Allah’tandır.

BİBLİYOGRAFYA

Acluni, Keşfü’l - Hafâ, Risale, Beyrut, 1985.

Ahmet b. Hanbel, Müsned, el Mektebüİ-islamî, Beyrut, tarihsiz.

Ahmed Naim, Tecrid-i Sarih tere, Diyanet yay., Ankara, 1982.

Alusî, Ruhu’l-Ma’anî, Daru’ttürasi’l - ’Arabi, Beyrut, tarihsiz.

Beyhaki, es - Sünenü’l - Kübrâ, Daru’l - Marife, Beyrut, tarihsiz.

Buhari, el - Cami’u’s - Sahih, Mektebetü’l - islamiyye, ist:, Tarihsiz. Ebu Davud, Sünen, Mektebetü’l - islamiyye, İst., Tarihsiz.

İbnü’l - Arabi, Ebubekr, Ahkamu’l - Kur’an, Daru’l - Marife, Beyrut, tarihsiz.

İbnü’l - Esir, el - Kamil fit - Tarih, Dar sadır, Beyrut, 1979. İbnu Kesir, el - Bidaye ve’n - Nihaye, Daru’l - Kütübi’l İllmiyye, Beyrut, 1985.

İbnu Kesir, Tefsirü’l - Kur’ani’l ’Azim, Daru’l - Marife, Beyrut, 1987.

İbnu Hacer, ’Askalanî, Fethü’l Bari, Daru’l - Marife, Beyrut, tarihsiz.

Kasanı, Bedayi’u’s - Sanayi’, Mısır, 1327. H. Kurtubî, el - Cami Li ahkami’l Kur’an, Darü’t - Türasi’l - ’"Arabi, Beyrut, Trz.

Menevî, Feydü’l - Kadir, Daru’l - Marife, Beyrut, tarihsiz.

Mevdüdî, Tefhimü’l - Kur’an (trc), tnsan yay., İst., 1986.

Muhammed Hamidüllah, Hz. Peygamber’in siretinde Devlet şekilleri, Diyanet Derg. özel sayı., Ankara, 1989.

Muhammed Tevfik Uvayda, es Savm ve’l - Adhiya, Mısır, 1963. N. S, İşaratü’l -İcaz, Beyrut, 1974.

Remli, Nihayetü’l - Muhtaç, Mektebetu el - Babi, Mısır, 1967.

Suyuti, el - ttkan Fi ’ulumi’l r Kur’an, Mektebetu el - Babi, Mısır, 1978.

Taberi, Cami’u’l - Beyan, Daru’l -Marife, Beyrut, 1984.

Tirmizi, Sünen, Mektebetü’l-İslamiyye, İst. Tarihsiz. Yusuf el - Kardavî, el’ibadetu fi’l - İslam, Risale, Beyrut, 1988.