Makale

BALKANLAR‘DAN İZLENİMLER -8-

BALKANLAR‘DAN
İZLENİMLER

HALİT GÜLER / Başkan Yardımcısı

TEPESİNE HAÇ KONULAN SAAT KULESİ

1948’de nüfusunun yüzde kırkı müslüman olan ve şu anda üç hane müslüman kalan Pirlebe Kasabasındayız.
Şehrin merkezindeki Çarşı Camii’nin önüne kadar geldik. Caminin kapısında asma bir kilit görünüyordu. Camiye girebilmemiz için kasabada ikamet eden üç Türk’ten birisini bulmamız gerekiyordu. Şansımıza bakalım bu üç Türk’ten hangisi gelip bizi bulacaktı. Yapacak başka bir şeyimiz olmadığı için beklemeye başladık.
Akşam güneşinin hafif sarıya kaçan ışıkları caminin minaresini aydınlatıyordu. 0 anda şehrin en güzel görüntüsü, güneş ışıklarının üzerinde iman nuruna dönüştüğü minare idi. Bu manzara da bizim bakışlarımızı aydınlatıyor ve içimizdeki sıkıntıyı gideriyordu.
Caminin önü meydanlıktı. Meydandaki saat kulesi vakit akşam vaktidir ey ahali, diyordu ama dinleyen yoktu. Camiyi minare, meydanı saat kulesi, her ikisini ise aynı yükseklikteki çınar ağaçları bekliyordu. Çınar ağaçları, minarenin ve saat kulesinin kötü niyetlilerin dikkatini çekmemesini sağlamaya çalışıyordu.
Caminin içine giremeyince saat kulesine doğru yürüdük. Kuleye yaklaştıkça tepesine kilise çanı takılmış ve haç işareti konulmuş olduğunu farkettik. Bunu yapan zavallılar tarihi saat kulesini Hristiyanlara maletmek istemişler. Bu gafiller anlamazlar mı ki ibadet için gittikleri kilise, havra ve sinagog, her ne ise bunlar bile fiziki varlık olarak günahsızdır. Saat kulesinin tepesine takılan çan ve haç işareti, kulenin faziletini ve bu işi yapanların da günahını artırmaktan başka bir işe yaramayacaktır. Saat kulesinin tepesindeki haç işaretinden aşağıya doğru kayan gözlerimiz, kulenin gövdesindeki insan boyu hizaya yerleştirilmiş kitabeye takıldı. Kitabe saat kulesinin eşsiz bir Osmanlı eseri olduğunu bütün berraklığıyla gösteriyordu.
Cami ve saat kulesi Ali Paşa tarafından yaptırılmış. Caminin karşısında Osmanlılardan kalma dükkanlar, geçmişin izleriyle saat kulesine gülümsüyordu. Vaktiyle Türklere ait olduğu her şeyinden belli olan bedestende, şehirde ikamet eden üç Türk’ten birisinin dükkanı olduğunu söylediler. Belki buluruz ümidiyle araştırarak bedesten içinde dolaşmaya başladık. Sora sora dükkanı bulduk. Ne yazık ki sahibi yoktu. Dükkanını kiraya vermek zorunda kalmış ve evine çekilmiş.
Çarşıyı gezerken uygun yerlerden saat kulesinin resmini çekmeye çalışıyordum. Maksadım kulenin tepesindeki çanı ve haç işaretini tesbit etmekti. 0 anda dükkanların önünde oturan gayr-ı müslim esnaf yüzümüze bakmaktan sıkılıyordu. Şu halde bir Osmanlı eserine bu saygısızlığı gösterenler kimlerdi?
Çarşıdan camiye doğru giderken, bize benzeyen bir kimse elindeki bisikletini çekerek bize doğru geliyordu. Bisikletini bir köşeye bıraktı. Ağlamaklı haliyle her birimize iki elini birden uzatarak ayrı ayrı hoş geldiniz dedi. Demek ki bu şahıs bu şehirde ikamet eden üç Türk’ten birisiydi.
Cebindeki anahtarı çıkararak birkaç defa daha açılıp kapanmaya yetecek dayanıklığı ancak kalmış ve epeyce yıpranmış kapıyı elleri titreyerek açtı. Caminin içi de dışı gibi perişandı. Dışardan bakıldığı zaman caminin ibadete kapalı olduğu zannediliyordu. Halbuki cami ibadete açıktı. Pencere camları kırılmış, çerçeveler dökülmüş, halılar ve kilimler üzerine secde edilemeyecek derecede yıpranmış. Caminin hemen önündeki kabirlerin taşları yerlerinden sağa sola atılmış. Herşey birbirine uygun. Yaşayanların sahip çıkamadığı camiye, ölenler ne yapsın. Onların bir gücü olsaydı, önce başlarındaki kim olduklarını belirleyen taşlarına sahip çıkarlardı.
Esas vebal ne ölenlerde, ne de şehirde kalanlarda, bu şehri terkedenlerde...
Cami yalnız Cuma günleri ibadete açılıyormuş ve tamirine de izin vermiyorlarmış.
Camiyi bize açan bisikletli soydaşımız, bizi yolcu ederken de ilk karşılaştığımız gibi mahzundu. "Biz bu şehirde çoktuk, üç aile kaldık. Onlar gibi sizde mi gidiyorsunuz? Ne zaman tekrar geleceksiniz" diyerek her birimizin boynuna ayrı ayrı sarılıyordu. Bisikletinin başında bize el sallarken şuraya buraya gelişi güzel atılmış kabir taşlarından farksızdı. Keşke onunla beraber kalabilseydik. Keşke diğer Türkler de bu üç aile gibi Pirlebe’yi terketmeselerdi.
Sana selâm olsun Pirlebe’deki cami anahtarlarını üzerinde taşıma ve gelip camiyi ziyaretçilere açma cesaretini gösteren yiğit kardeşim... Sana gıpta ettik. Bu dünyadaki haline ve işine imrendik. Sanki cebinde taşıdığın, bu dünyada caminin, ahi-rette cennetin anahtarı...
Aslında esas gideceğimiz yer Manastır’dı. Daha çok yer görebilmek için Köprülü ile Pirle-be’ye de uğramış olduk. Bu iki yerleşim merkezinde gördüklerimiz pek iç açıcı değildi. Camiler yakılmış yıkılmış, saat kulesine çan takılmış. Sona erdiğini zannettiğimiz Orta Çağ karanlığı 20. asırda gelip bizim tarihi eserlerimizin, mabedlerimizin üzerine çökmüş.
Köprülü ve Pirlebe’de gördüklerimizi bir başkası bize an-latsaydı herhalde kabullenmekte güçlük çekerdik.
Akşamın yaklaştığı bir saatte Manastır’dayız. 120 bin nüfuslu Manastır’da yaşayan halkın yüzde onu müslüman.
Arabalarımızı uygun bir yere parkettikten sonra bize en yakın olan camiye yöneldik. İlk ziyaret ettiğimiz caminin, 1640 yılında Ishak Bey tarafından yapılmış olduğunu bize rehberlik edenlerden öğrendik. Camiyi uzaktan seyrederken hemen bahçesinde bir binanın yükselmekte olduğunu farkettik. Temelleri camiye o kadar yakın ki arada üç beş cemaatin geçebileceği kadar bir şerit lütfen bırakılmış. Yirmi beş katlı bir iş-hanı yapılacakmış.
İshakiye Camii’nden hemen karşısındaki Yeni Cami’ye geçtik. Yeni Cami’nin şu anda sanat galerisi olarak kullanılmakta olduğunu görmek, yirmibeş katlı binayı görmek gibi bizi üzdü.
İki caminin arasındaki meydanda inşa edilen tarihi saat kulesinin tepesine Pirlebe’de gördüğümüz gibi çan takılmış ve haç işareti konmuş. Makedonya’dan bütün saat kulelerini görmedik ama şimdiye kadar gördüklerimiz bütün saat kulelerine çan takılmış ve haç işareti konmuş gibi bir kanaatin doğmasına sebep oldu.
Manastır Hamza Bey Camii’ni de ziyaret ettik. Gördüğümüz tablo maalesef diğerlerinden farklı değildi. Hamza Bey Camii de eski haline kavuşacağı günü bekliyor.
Hamza Bey Camii için üç yıllık bir uğraştan sonra tamir ruhsatı alınabilmiş. Bu ruhsat altı ay için geçerliymiş. Soydaşlarımız ruhsatı almışlar da, parayı sağlayamamışlar. Zengin müslümanlara duyurulur.
Bu arada Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın okuduğu idadi binasını karanlıkta gezdik. Binanın kapısında Mustafa Kemal’in idadiyi burada okuduğunu ifade eden yazıyı gördük. Uzun süre askeri kışla olarak kullanılan bina, şu anda müze olarak değerlendiriliyor.
Kısa zamanda güzel eserler görme fırsatını elde ettiğimiz Manastır gezimize İslâm Birliği Manastır Şube Başkanı Fehmi Veliyef refakat etti.
Akşam yemeğini bir dağ otelinde yiyeceğimiz söylendi. Vakit kaybetmeden şehirden ayrılarak dağa tırmanmaya başladık. Vakit geç olduğu için bu dağ yolculuğunda karanlıkların kucağına , düşmüş güzelliği size anlatamadığım için üzgünüm. Dağa tırmanırken güzelliği hissediyordum. Ne yazık ki nakletmek için hissetmek yetmiyor, görmek gerekiyor. Tepelere epey tırmandıktan sonra otele ulaştık. Ne yazık ki karanlık dağın tepesinde de vardı ve otelden başka bir yer görmemize fırsat vermiyordu.
Güzel bir yemekten ve tertemiz bir dağ havasından sonra daha canlı bir sarılışla Manastırlı kardeşlerimizle kucaklaşa-rak Üsküp’e döndük. Üsküp’te bir dağ yamacındaki otelde Balkanlar’da gördüklerimizi kendi kendime bir değerlendirme fırsatı buldum ve düşündüm:
Balkanlar’daki Osmanlı eserleri sahip çıkılmadığı takdirde ömürlerini tamamlamak üzere. Sanat tarihçisi veya arkeolog değilim ama herhalde en son yapılan eserin üzerinden 2 aşıra yakın zaman geçmiştir. Bu ihmale, korkunç tahribata ve haince saldırılara Osmanlı eserleri de olsa uzun süre dayanamaz. Nitekim ecdat yadigarı camilerin, medreselerin, türbelerin, hamamların, kışlaların ve köprülerin duvarları çatlamış, kemerleri zayıflamış, çinileri sökülmüş ve kapıları kırılmıştır. Çok yakın bir zamanda bu eserlerin kitabelerini yerlerinde bulamazsak hiç şaşmayalım. Halbuki bu abideler birer sanat eseri olarak dünyaca korunması gereken milletlerin ortak kültür değerleridir. Balkanlar’ın önemli ülkelerinden Bulgaristan, Romanya, Makedonya, Arnavut-luk’u gördük. Sofya, Filibe, Bükreş, Köstence, Üsküp, Manastır, Tiran ve Iskodra... gibi önemli şehirlerin Osmanlı izlerini taşıyan sokaklarında dolaştık. Ufkumuz açıldı. Osmanlı eserleriyle önce gönlümüz ferahladı, sonra da perişan hallerine ve perişanlığımıza ağladık.
Balkanlar’dan Türkiye’ye sığınan varlıklı soydaşlarımıza da önemli görevler düşmektedir. Hatırlatması bizden...