Makale

DİNE DÂVET

DİNE DÂVET

AHMET BALTACI

Zamanımızda herkes, hür olduğundan ve sorumluluğun kendisine ait bulunduğundan bahisle hareketlerine dinî açıdan dikkat etmemekte; kendince serbest yaşamayı tercih etmektedir. Elbette irademizde hür olduğumuz için sorumlu tutulmaktayız.

Yaptığımız iyiliğin de fenalığın da karşılığı bize aittir. Kimse kimsenin vebalini çekmeyecektir.

Ancak işin bir diğer cephesi daha vardır ki hareketlerimizin çevremizdeki insanlar üzerinde iyi veya fena tesir ettiği hususudur. Birçok iyiliklere ve bazı kötülüklere çevremizden görerek alıştığımız bir vâkıadır. Her insan üzerinde çevrenin tesiri ve manevi baskısı olduğu muhakkaktır. Bir toplumda fena bir hareketi ilk defa yapan çevrenin ayıplaması ve manevi baskısı ile karşılanır. Zamanla görüp taklit edenlerin çoğalması sonucu o kötülük yaygınlaşabilir. Bunun aksi de olabilir.

Dâvette örnek olma metodu ve önemi

AHMET BALTACI

Toplumda iyi bir hareketi görerek benimseyenlerin bulunması, zamanla bütün topluma yayılması da mümkündür.

İşin bir diğer cephesi de çevremizin bizim hakkımızda hareketlerimize bakarak değerlendirme yaptığıdır. Cemiyetin bizim hakkımızdaki hükmüne, kendi hareketlerimiz esas olmaktadır.

Şu hâle göre hareketlerimizin, şahsımız bakımından sorumluluğu muhakkak olduğu gibi, topluma etkisi ve toplumun bizim hakkımızda vereceği hüküm yönünden de bir sorumluluğu vardır. Biz bu yazımızda dinimizi tanıtmak ve genç nesillere dinî terbiyeyi aktarmakta örnek olma husûsunu ve bunun önemini anlatmağa çalışacağız. Esas konuya girmeden önce, genellikle düşülen bir hataya ve işlerimizde başarılı olmakta niyetin de tesir ettiğine, ehemmiyetine binaen temas edeceğiz.

ÇOK DÜŞÜLEN BİR HATA

Müslümanların genellikle düştüğü bir hata vardır. Yanlış bir hareketi olduğu zaman, niyetlerinin temiz olduğunu söyleyerek sorumluluktan kurtulacaklarını zannederler. Hâlbuki niyetin temiz olması her zaman yeterli değildir. Hareketlerimizin de temiz ve hatasız olması gerekir. Temiz niyet, hatasız hareketin değerini daha da yükseltir. Ancak fena niyetli olmadığı takdirde yapılan hataların vebali az, affı da daha kolay olabilir. Fakat affa uğramadığı takdirde yapılan hataların cezası mutlaka çekilir. Buna mukabil fena niyetle yapılan iyi işler insana maddî fayda sağlasa bile manevî bir değeri ve yararı olamaz.

Binâenaleyh hem yaptığımız işler faydalı olacak, hem de temiz bir niyetle yapılacaktır. Bunlardan biri eksik olursa, umulan faydayı sağlaması mümkün değildir. İslam’a davet konusunda da niyet çok önemlidir. Niyetin öneminden bir nebze bahsedelim.

İSLAM’DA İŞLERİ DEĞERİ VE NİYETİN ÖNEMİ

Her konuda olduğu gibi İslam’a davet ve hizmet konularında niyetin büyük ehemmiyeti vardır. Hâlis niyetle yapılan işler daha bereketli olur.

Sebepsiz iş yapılmaz derler, doğrudur, Müslüman da çoğu hareketlerini önemli bir gaye için yapar. Bu gaye, bütün hareketlerinin özüdür; gerçek sebebidir. İnsanlara canlılık veren ruh ne ise hareketlerimize değer kazandıran gaye odur. O gaye iledir ki, basit sayılan hareketlerimiz dahi, ulvileşir, manevi ecre ve uhrevî mutluluğumuza vesile olurlar. Dinimiz­de buna kısaca niyet adı verilir. Niyetin her türlü menfaat şâibesinden uzak olmasına da ihlas denir.

Helalindan olmak şartıyla, çocuklarının geçimi için çalışan kişi, o yavruların kendisine ilahi bir emanet olduğunu ve onları kimseye muhtaç etmemesi gerektiğini düşünerek çalışırsa Allah için çalışmış olur.(1)

Adam öldürmek, dünyada işlenen fenalıkların en büyüklerinden biridir. Şahsî bir kızgınlık, ailevî bir husûmetten dolayı veya karşımızdakinin bize karşı bir yanlış hareketi sebebiyle insan hayatı ile oynanması, kısaca cinayet olarak nitelenebilir. Hattâ mücerret mal ve toprak kazanmak emeliyle yapılan ferdî ve toplu haldeki öldürmeler de aynı şekildedir. Fakat Cenab-ı Hakk’ın dinini yaymak, O’nun adını her yerde yüceltmek ve O’nun dinine silah çekenleri susturmak kasdiyle harp etmek, gerekirse adam öldürmek kudsîdir. Sağ kalanlara gazilik, bu uğurda ölenlere şehitlik rütbesi verilmektedir. Bu konudaki misalleri çoğaltmak ve meşru olmak kaydıyla hayatımızın her safhasına teşkil etmek kabildir. Böylece ibadet ve mahza sevap kastıyla yaptığımız hayır ve amellerimiz dışında dünyevî hareketlerimiz de iyi niyetler sebebiyle uhrevî bir mahiyet almaktadır.

Dünyada mutlu olmayı istemeyen kimse olamaz. Görülen, hissedilen iyi şeyleri herkesin istemesi tabiîdir. Fakat müslüman insan, bununla yetinmez. Vukuu muhakkak olan uhrevî hayatta da mutlu olmanın çarelerini arar. Bu, aklın bir gereği olduğu gibi dinimizin de emridir.(2) Mü’min insanın bu büyük emelini gerçekleştirebilmesi için her hareketini yararlı bir hâle getirmesi gerekir. Dinimiz de bu imkânı bizlere bahşetmiştir. Esasen çok önemli nokta şurasıdır: Hareketlerimiz, böyle bir gaye ile yapılırsa değer kazanmaktadır. Gayeden uzak yapılan hareketlerin, varsa dünyevî faidesinden öte bir yararı olamaz.

Büyük tarihçi İbn-i Haldun meşhur Mukaddime’sinde şöyle söyler:

“Cenâb-ı Hak nezdinde dünya, bizzat matlub olmayıp her şeyi ve bütün halleriyle kullarını ahirete götüren bir vasıtadır. Bu vasıtayı kaybeden, gayesine ulaşmak imkânını kaybetmiştir. İnsan fiillerinden bir kısmının zemmedilmesi veya yasaklanması veyahut da terkine çağrılmasından asıl maksad, hiçbir zaman bunların tamamen ihmali, kökünden sökülüp atılması veya insanda doğuştan olan bu kuvvetlerin yok edilmesi değildir. Maksat, elden geldiği ölçüde insanın fiillerini Cenab-ı Hakk’ın rızasına götüren işler hâline getirmekten ibarettir. Nitekim Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) Efendimiz şöyle buyurmuşlardır: “Kimin hicret-ten maksadı-Allah ve Rasûlüne ise, onun hicreti Allah ve Rasûlünedir. Kimin hicreti de dünya malı veya evleneceği bir kadın için ise o kimsenin hicreti de onlaradır. Yani niyeti olan mal ve kadına kavuşmuştur. Yoksa Rıza-i Bârî için yapılmış değildir.”

“Gazap, kayıtsız şartsız kötülenmemiştir. İnsandan tamamen sökülüp atılması da istenmemiştir. İnsan için lazım olan, bir kuvvettir. Çünkü gazap kuvveti tamamen sökülüp atılmış olsa Allah İsm-i Şerifini yüceltmek için yapılması gerekli savaşlar, cihadlar yapılamaz ve hak yolda muzaffer olmak imkânları da yok olurdu. O halde gazap, şeytanın vesveseleri sonucu ve birtakım fena emeller peşinde olduğu zamanlar kötülenmişti. Böyle olduğu takdir­de gazap çok kötü bir şeydir. Öyle değil de şayet gazap kuvveti Allah yolunda ve Allah için kullanılırsa dinî yönden övülmektedir. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’in güzel sıfatlarından birisi de budur.

“Şehvet duygularının, yemek, içmek, neslin devamı ve benzeri için duyulan arzuların zemmedilmesi de aynı şekildedir. Gaye onun tamamen iptal edilmesi değildir. Tamamen iptal edilmiş olsaydı, insan hakkında bir eksiklik olurdu. İnsan hayatının devamı ve neslinin bekâsı tehlikeye düşerdi. Gaye insanda bulunan bu duyguyu, faydalı amelleri de içinde bulunduran mubah amellere, yasaklanmamış işlere yöneltmektir. O takdirde ilahi emirlere itaatli bir kul olmak mümkün olacaktır.”

Ne hısımlarınız, ne evlâd- (arınız Shiref azâbına karşı size aslâ faide vermez. Ktylmaf gününde Allah onlarla aranızı ayıracaktır. Allah ne yaparsanız hakkıyla görendir.”(3)

"Ayet-i Kerîmesi ile zemmedilen asabiyet, akraba çokluğu, babalar ve dedelerle öğün- mek de böyledir. Asabiyetin yasak edilişi bâtılda ısrar ve câ- hîliyet devrinde olduğu gibi âbâ-vü ecdadla iftihar etmek âdeti sebebiyledir. Bu hal ebedî olan âhiret hayâtına faydalı has­letlerden olmadığı gibi, akıllı insanlara yakışan davranışlardan da değildir. Ancak asabiyet, Hak’da ve AHâh’ın emrini yerine getirmekte kullanılırsa sevilen ve beğenilen bir iş olur. Ni­tekim birçok peygamberin şeriatlarının tutunmasında kavm-ü kabilesinin yardımı olmuştur."

"Mülk ve saltanat da zem- medİlmİşss çfe, hakkın galebesi, dînîn yayılması, adâlet ve maslahatın hâkim kılınması şartıyla kötülenmemiştir. Evvelce ifade ettiğimiz gibi, bâtıl dâvaların hâkim kılınması ve insanları bâzı kişilerin şehevî duygularını tatmin etmek ve bâzı fena emellerini gerçekleştirmek üzerer itâ- ate mecbur etmek için kullanılan saltanat mezmumdur. Yoksa tam ihlâs ve temiz bîr niyetle İn­sanlara hâkim olmak, onları ibâ­dete sevketmek ve Allâh’ıtı düş­manlarına karşı cihadı yürütmek kastıyla kullanılan mülk ve sal­tanat meîmum değildir. Nitekim Hazret-İ Süleyman (a.s.);

(1) Umdetü’l-Kârî. C. I, Ş. 316-319.

(2) el-Kassas: 77.

(3) el-Mümtahine; 3.

(4)es-Saad: 35.

“Ey Rabbim, beni yarlığa. Bana öyle mülkü saltanat ver ki o, benden başka hiçbir kimseye lâyık olmasın. Şüphesiz bütün muratları bağışlayan Sensin Sen.”(4) diye dua etmiştir. Çünkü Peygamberliği sebebiyle her türlü bâtıl ve fenalıklardan mâsundur. Buna binaen mülkü istemiştir.”(5)

DAVRANIŞLARIMIZLA DİNİMİZİ TANITMAK VE YAYMAK MÜMKÜNDÜR

Müslümanın yaptığı işlerde Cenab-ı Hakk’ın rızasını gözettiği takdirde, işlerinin değer kazanacağını, uhrevî saâdete nâil olması için bir vesile olacağını, bunun için de niyetinin temiz olması gerektiğini yukarda beyan etmiştik. Dinini bütün insanlara tanıtmak isteyen insanın, bunun üstünde bir başka hedefi daha olması lazım gelir. Bu hedef, dinimizin yüceliğini her hareketimizle insanlara göstermek, dinimizin, insanların iyiliği için gerekli en iyi prensipleri getirdiğini, gerçek ve faziletli bir insan olmanın yolunun ancak Müslümanlıkla mümkün olduğunu ispatlamaktır. Bu takdirde hareketlerimizin değeri bir kat daha artmakta, yükselmekte, en büyük manevi ecre layık olmaktadır. Dinimizde aynı hareketleri yapanların mükâfatı farklı olabilmektedir. Bu tamamen kalbin dorumundan, niyet ve ihlastaki farklılıktan ileri gelmektedir. Bunun içindir ki en yüksek ecre nâil olmamız için amellerimizde ihlas emredilmiş ve Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) Efendimiz, Muaz İbn-i Cebel (r.a.)’in; “Bana bir tavsiyede bulun yâ Rasûlâllah!” sözüne hitaben; “Sen dininde ihlaslı ol. O takdirde az bir amel, mükâfat bakımından cana kâfidir.” (6) buyurmuşlardır. Bu Hadis-i Şerifle en büyük mükâfatın ihlas sahiplerine verileceğine işaret edilmiştir.

Müslümanların üzerine düşen görevlerden birisi de en güzel mücadele metotları ile ve

kavl-i leyyin, tatlı ve yumuşak söz ile insanları dine davettir. Dine davet sözle (va’z, irsat, nasihat vb.), yazı ile (kitap, dergi, gazete, broşür vb. neşriyatla) ve cihat yoluyla olduğu gibi örnek olma (nümûne-i imtisal) yolu ile de olabilir. Bunların hepsi ayrı ayrı önemli konulardır. Biz bu yazımızda daha çok iyi örnek olma yoluyla yapılan dinî davetten bahsedeceğiz.

Müslümanm üstün ahlakî meziyetlerini, dürüst yaşayışını görüp beğenen insanların, bu meziyetlerinin kaynağının dinden geldiğini öğrendiği zaman dinine karşı en azından bir hürmet duyması tabiîdir. Diğer din mensupları arasında kendi inancından rahatsız olup böyle yüce dini gördüğü anda kabul edecek insanların bulunması da her zaman muhtemeldir. Keza müslüman toplum arasında da aynı yolla iyi hasletlerin gelişmesine ve umûmîleşmesine vesile olabilir. Hareketlerimizin birbirimize tesir etmesi sosyolojik bir gerçektir. Eğitimde de örnek olma konusu büyük bir yer işgal eder, iyi bir eğitimci sözleriyle yaptığı telkini, davranışları ile te’yid ederek öğrencileri üzerindeki tesirini kuvvetlendirmeye çalışır. Basit olduğu kadar önemli olan bu kaideye riayet etmiyenler, öğrencileri üzerinde sevgi ve otorite tesis edemedikleri gibi başarılı bir eğitimci de olamazlar. Hz. Peygamber (s.a.s.), dünyanın ahlaken ve inanç bakımından en bozuk toplumundan en hayırlı bir nesil yetiştirdi. İlk müslümanlar veya Ashab dediğimiz bu altın nesil, asırlardan beri insanlığın fazilet timsali olmuştur.

(5) Abdurrahman İbn-i Haldun, El Mukaddime, Mısır, Tekaddum Matb. s. 1600.

(6) Eşşeyh Mansur Ali Nasıf, Ettaç El Camiu Lil Usul Mısır, 1961, s. Baskı, C. I. s 54.

Bütün insanlık onlara minnet borçludur. Hak, hukuk, fazilet, güzel ahlak, Hak Din ve onun yüce öğütleri, onların feragat ve fedakârlıklarıyla dünyaya yayılmıştır. Bu neslin yetiştirilmesinde Rasûl-i Ekrem (s.a.s.)’in uyguladığı metotlar arasında en müessir olanı söy­lediklerini bizzat tatbik etmeleri, yani nümune-i imtisal olmalarıdır. (7)

Hareketlerine bakılarak dinleri, inançları hakkında karar verileceğini hatırından çıkarmayan müslümanlar, hem kendilerini fenalıktan korumuş, hem de dinleri hakkında başkalarına iyi bir fikir vermiş olurlar. Kimse etkilenmese bile bu tür davranışlarından dolayı me’cur olurlar. Etkilenenlerin bulunması halinde bunların yapacağı hayırlı işlerinden alacakları sevap eksilmeksizin bir misli de onlara tesir edenlere verilecektir.(8) Bu anlayıştaki insanlar çoğaldıkça toplum içerisinde iyiliklerin devamlı olarak arttığı, herkesin fazilette adeta yarıştığı görülür. Yaşamak zevk hâline gelir. Karşılıklı sevgi, saygı bağları kuvvetlenir. İyi idarecilere de kavuştuğu takdirde böyle toplumlar her bakımdan yükselir ve giriştiği her mücadeleyi başarı ile sonuçlandırır.

ÖNEMLİ İKİ NOKTA

1-Karşımızdaki insan ne kadar hatalı bir kişi olursa olsun, konuşurken ve özellikle bir dinî emrin tebliği yapılırken onu, küçük görmekten, tenkit eder havasına girmekten ve dolayısıyla incitmekten son derece sakınmak lazımdır. Öyleyse, hakaret ederek ve muhatabını mutlaka mağlûp etmek veya bir açığını yakalamak gayretiyle yapılan konuşmalardan hiçbir yarar sağlanamıyacağı kendiliğinden ortaya çıkmış olur. Bu kabil konuşmalarda nefisler karşılıklı olarak kabarır. Her biri şeytanın iğfali ile en makul sözleri bile kabûl etmemek için bahaneler araştırır dururlar. Bu bakımdan hatip, konuşmasında son derece nazik davranması, hareketlerinin nezih olması, kırmamak için gayet dikkatli konuşması ve muhatabının açığını aramak yerine iyi taraflarını görmesi çok faydalı olur. Başkasının eksiğini gidermek isteyenin çok olgun davranması kadar normal bir şey olamaz. Yani başkasını kâmil hâle getirmek isteyen, kendisi kâmil olmak zorundadır. Konuşmalarımızda olduğu gibi davranışlarımızın da göze batıcı, yaralayıcı, karşıdakini rencide edici olmamasına itina etmek zorundayız.

2-Söz ve hareketlerin tesirli olması için dikkat edilecek bir nokta da kalbdeki duygularımızın temiz olması gereğidir. Esasen amellerimizin mükâfatı yönünden buna temas etmiştik. Karşımızdakilere dinî yönden faydalı olmak isterken de niyetimiz çok önemlidir. Atalarımız “kalbden kalbe yol vardır” sözü ile çok önemli bir gerçeği açıklamışlardır. Hakikaten farkında olmadan, bazı insanlara karşı bir yakınlık duyduğumuz ve yine sebebini anlamadan bazı kimselerden nefret ettiğimiz sık sık vuku’ bulan ’ hâdiselerdendir. Tıbbî yönden bunun îzah ve ispatı sadedinde ipucu mahiyetinde bazı gelişmeler kaydedilmişse de henüz yeteri kadar çözümlenmiş olmaktan uzaktır.

(7) el-Ahzab: 21.

(8) Hafız El Münziri, Muhtasar-u Sahihi Muallim I. Teb” 1969 Kuveyt C. I, s. 145.

Tıbben îzâhı yapılsın veya yapılmasın, şurası muhakkaktır ki, kalplerin tasarrufu yalnızca Cenab-ı Hakk’a mahsus bir keyfiyettir. O dilerse konuşmalar veya hareketler kalblere tesir eder. Hz. Peygamber (s.a.s.) sevgili amcası Ebû Tâlib’in iman etmesini ne kadar arzu etmiş ve Kelime-i Tevhid getirmesini rica etmişti. Onun üzerine; “(Habîbim) hakikat sen har sevdiğini hidâyete erdiremezsin. Fakat Allah kimi dilerse ona hidayet verir. Ve O, hidayete erecekleri daha iyi bilendir.” Ayet-i Kerimesi nazil oldu.

Kalblere tesirli olmanın şartı, yapılan çalışmaların hiçbir dünyevî gaye düşünülmeksizin, sadece Rızâ-i Bârî için yararlı olmak niyetiyle yapılmasıdır. Bir taraftan da tesirini yaratması için kalben Cenab-ı Hakk’a niyaz etmelidir.

Bu lâzimelere riâyet edilmeksizin bir insana faydalı da olsa, bir şeyi kabul ettirmek mümkün değildir. Nitekim şiddet eylemleriyle, ayrı fikir grupları arasında cereyan eden münakaşalarla, yazılı mücâdelelerle, bir tarafın diğerini ikna ettiği sık görülen şeyler değildir. Tarafları birbirine yaklaştırmadığı gibi, aksine aradaki münafereti artırmakta ve düşman gruplar haline dönüştürmektedir. Şiddet yerine münasebetler sevgiye müstenid olsaydı çok daha müessir olurdu.

Dinî gayretle çalıştığı halde konuşmalarında dikkatli olmayan kimselerin bazen zararlı olduklarına da rastlamaktayız. İtham edilerek, muhatabın açığı ortaya dökülerek ve hatta yerine göre hakâret etmeyi mubah kabûl ederek, yapılan münakaşalardan bir şey hâsıl olmaz. İrşat ve davette, uyulması gerekli metotlara riâyet edilmediği için vebâli de olabilir. Çünkü muârızını dine yaklaştırmak veya dinî konulardaki bir eksiğini gidermek şöyle dursun büsbütün uzaklaştırabilir. Faydalı olayım derken zararlı olur. Bu, önemli olduğu kadar da ince bir noktadır. Binâenaleyh, İslam’ın emri yerine getirilirken Hz. Peygamber (s.a.s.)’in uyguladığı metoda uymak zorunluluğu vardır. Hulâsa, dini insanlara sevdirmenin yolu çok dikkatli, sabırlı, hazımlı, nazik ve hayırhah olmalı; niyeti temiz ve hâlis konuşmaları nezih ve sevgiye müstenîd olmalıdır. Ayrıca karşılaşacağı uygunsuz söz ve davranışlardan kırılmaması da gerekmektedir. Bir büyüğün ifadesi ile dinî hizmet görürken kimseyi KIRMAMALI, daha önemlisi de gördüğü kaba ve yakışıksız hareketlerden dolayı KIRILMAMALIDIR.

PEYGAMBERİMİZ’İN DAVETİ VE ÜSTÜN BAŞARISI

Mekke Devri:

Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) araplar arasında en şerefli kabile- olan Kureyş’in Hâşimî kolundan Abdullah’ın oğludur. Dedesi, Hâşimîlerin reisi Abdülmuttalib’dir.

Araplar, putlara tapmakta idiler. Her türlü fenalık aralarında yaygınlaşmıştı. Hak, hukuk, emanet, sevgi, saygı, iyi ahlak gibi şeyler tamamen yok olmuş; kuvvet her konuda yegâne hâkim olmuştu. Kuvvetli olan için de her şey mubahtı.

Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) böyle bir cemiyette dünyaya gelmiş olmasına rağmen çocukluğunda da gençliğinde de hiçbir haksızlık yapmamış, asla puta tapmamış, bir defa olsun ağzına içki koymamıştır. Daha gençliğinde her bakımdan dürüst ve güvenli bir insan olmuş, kavmi ona Muhammedü’l-Emin lakabını takmıştır. Emin olmak, çok önemli bir vasıftır. Çünkü Peygamberlik sıfatlarından birisidir.

Mekke’de haksızlıkları önlemek üzere kurulan HİLFÜ’L-FUDUL adlı cemiyete iştirâk etmiş, fenalıklarla bizzat mücadeleye girişmiştir.(10)

Sel suları zarar verdiği için Kâ’be binası yıkılmış, yeniden inşa edilmeye başlanmıştı. Bu inşaata katılmayı her kabile en büyük şeref kabul etmekteydi. Hacerü’l-Esved’in konulmasında büyük bir münakaşa çıkmış, ihtilafı gidermek üzere hakem tayin olunmuştu. Cübbesine koyduğu mübarek taşı, her kabileden çağırdığı bir kişiye cübbenin bir kenarından tutturmuş, yukarı kaldırtıp mübarek elleriyle yerine koymuştu. Böylece büyük bir kavgaya dönüşmek üzere olan ihtilafı en güzel bir şekilde halletmiş oldu.(11)

Kavminin içinde, hatta bütün araplar arasında sevilen, her bakımdan itimat edilen bir insan haline gelmiş, bütün hareketleri ile de bu sevgiyi pekiştirmiştir.

Başkalarına yararlı olmak isteyenlerin, dikkat etmesi gerekli önemli bir nokta: En mâkul fikirler, onu müdafaa edenlerin sevimsiz oluşları veya olumsuz davranışları yüzünden bazen reddedilmektedir. Fikirlerin mâkul olduğu kadar onu temsil edenlerin de sempatik olmaları ve davranışlarının nazik olması gerekmektedir. Bu durum fikrin kabul edilmesi ihtimalini artırmaktadır.

Efendimizin Peygamberliği ve Hak Dine daveti başlar başlamaz, kendisine karşı ilk kırgın­lıklar da başlamış oldu. Müslümanların sayısı artmaya başladıkça bu durum kızgınlığa inkilâb etti. Kızgınlıkları ilk müslümanların sayısı ile doğru orantılı olarak şiddetleniyordu. Onların hiçbir hareketi Efendimiz (s.a.s.)’i davetten geri koymuyordu.

İlk ihtarları fayda vermeyince bilhassa fakir ve köleleri eziyet ve işkencelere tâbi tutmaya başladılar. Kimsenin dinden dönmeyişi müşrikleri çileden çıkarıyordu. Buna mukabil, şiddeti büsbütün artırıyorlar, onları dinden döndürmeye çalışıyorlardı. Dinden dönmek şöyle dursun, dini dâvete ve İslam’ın yayılışına yeni müslümanlar da katılıyor, yayılma hızını artırıyorlardı.

Anlaşma yollarını denemek zorunda kaldılar. Zenginlik, riyaset ve evlilik tekliflerinden bir netice alınamayınca uzlaşma yolları aradılar. Bir müddet senin tanrına, bir müddet bizim tanrılarımıza ibadet edelim, dediler. Tabiî yine reddedildi.(12)

Çoğu fakir ve köle olan ilk müslümanlara ağır işkenceler tatbik ediyorlar; Hâşimîlerin reisi ve amcası Abû Tâlib’in himayesinde olduğundan, Hz. Peygamber (s.a.s.)’e istedikleri gibi el uzatamıyorlardı. Bu defa onu himayesiz bırakmak için Ebû Tâlib’e çeşitli baskılar yapmaya başladılar. Bir defasında çok ağır bastılar. Ebû Tâlib âdetâ dehşete düşmüştü. Çok sevdiği yeğenine şöyle demek zorunda kaldı:

“Ey kardeşimin oğlu! Kavminin ileri gelenleri bana geldiler, şöyle şöyle söylediler. Yani senden şikâyet ettiler, himayeye devam edecek olursan ya Hâşîmîlerin tamamı yahut biz tamamen yok oluncaya kadar savaşacağız, dediler. Beni de kendini de koru! Bana da artık gücümün yetmiyeceği şeyi yükleme!”

(9) el-Kassas: 56.

(10) İbn-i Hişam, Essiret-ün Nebeviyye, 3. Tab’ı, Beyrut 1971. C. 1, S. 141-142.

(11) İbn-i Hişam, Essiret-ün Nebeviyye, 3. Tab’ı, Beyrut 1971. C. 1, S. 207-209. M.A. Köksal, Hz. Muhammed ve İslamiyet, Mekke devri. 3. 105-111.

(12) Geniş bilgi için bkz: M.A. Köksal, Hz. Mubammed ve İslamiyet Mekke devri. S. 234.

Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) Efendimiz mahzunlaştı; mübarek gözleri yaşardı. Ne pahasına olursa olsun vazgeçmiyeceğini şu sözleri ile ifade ettiler:

“Ey amcam! Cenâb-ı Hakk’a yemin ederim ki, bu işi bırakmam için güneşi sağ elime, ayı da sol elime verseler bile bırakmam. Tâ ki, Cenâb-ı Hak onu yeryüzünde açığa çıkarır; ya yılır ve benim görevim biter, ya da o yolda ölür giderim.”(13)

Bunun üzerine yeğenini çok seven ve onun üzülmesinden son derece müteessir olan amcası onun gönlünü almış ve ona istediğini söylemeye devam etmesini, sonuna kadar himayeye devam edeceğini ifade etmişti.

BÜTÜN BU EZİYETLERE NİÇİN KATLANIYORDU?

Büyük bir hedefi olmalıydı. Bu, mal, mülk, saltanat gibi dünya ile ilgili şeyler olamazdı. Hattâ kendi uhrevî menfaati için de değildi. Zirâ kendisinin affedildiği ve vazifesinin sadece tebliğ olduğu kendisine açıkça bildirilmişti.(14) Bu görevini de yapmaktaydı. Hem de kendisini helâk edercesine... Çünkü onda öyle büyük bir ruh asâleti vardı ki, bir tek insanın dahi küfürde ve ebedî azabda kalması onu müteessir ediyor ve onu kurtarmak için çalışıyordu. Hattâ bütün mahlûkata rahmet ve şefkat kanatlarını germek için çırpınıyordu. Nitekim Kur’an-ı Kerim onun âlemlere rahmet olduğunu bildirmiştir.(15) Bu büyük insan sevgisi sebebiyledir ki, bir tek insanın kurtuluşu için bile her türlü eziyete seve seve katlanıyordu. Başardıkça da manevî zevklerin en büyüğünü yaşıyordu. Bir insanın hidayete ermesine vesile olmanın sürülerle kırmızı develere sahip olmaktan daha hayırlı olduğunu(16), gerekirse Allah yolunda defalarca ölmekten büyük zevk duyacağını ifade ediyordu.(17)

Taif Seferi, buna güzel bir örnektir.

Taif’de hâkim olan SEKlF kabilesine dini kabul ettirmek ve çok artmış olan müşriklerin işkencelerine karşı müslümanları müdafaa edecek bir kuvvet bulmak ümidiyle yaptığı seyahatten istenen sonuç alınamadı. Üstelik kölelerini ve çocuklarını teşvik ederek taş ve sopa darbeleriyle onun her yanını kan revan içinde bıraktırmışlardı. Buna rağmen Taif kenarında bir bahçenin yanında dinlenirken kendisine üzüm getiren bir köleye din tebliğ etmiş, o da kabûl etmişti.(18)

Hiçbir engel onun ümidini kırmamış, büyük gayesi İslamı dâvetten alıkoymamıştır. Fakat artık Mekke’de çalışmak ve dini yaymak imkânı da kalmamıştı...

MEDİNE’YE HİCRET: DAVETİN TOPLU VE DAHA SİSTEMLİ YAPILIŞI

Medine Devri;

Müslümanlardan bazıları müşriklerin işkenceleri dayanılmaz hale gelince Peygamberimizin tavsiyesiyle Habeşistan’a hicret etmişlerdi. Bu toplu bir hicret değildi. Toplu hicret, Medine’ye yapılmıştır. Medine, Medinetü’n-Nebi=Peygamber Şehri’nin kısaltılmışıdır.

(13) İbn-i Hişam, C. 1, S. 284-285 M A. Köksal, H. M. ve İslamiyet M.D. 209.

(14) es-Şûra: 48, el-Maide; 67.

(15) el-Enbiya: 107.

(16) Muhtasarı Sahih-i Müslim, C. 2, S. 194.

(17) Tecrid-i Sarih Metni Mısır. C. 2, S. 11. Umdet-ül Kari. C. 1, S. 228.

(18) İbn-i Hişam. C. 2, S. 60-63.

Mekke’de müslümanlar için hayat çekilmez bir şekil almış, daha fenası da İslam’ın tebliği işi imkânsız hale gelmişti. Hicret emri vârit oldu. O zamanki adıyla Yesrib, müslümanlar için daha rahat çalışacakları emin bir yer idi. Mekkeli müslümanların her şeylerini bırakarak, özyurtlarını terkedişleri, Medineli müslümanların da yardımcılar anlamına gelen Ensar ismini almalarına sebep olan, yardımları ve onlara kucak açışları tarihte emsâli görülmeyen feragat ve fedakârlık örnekleridir. Peygamberimiz Mekkeli muhacirler ile Medineli ensarı kardeş ilan etti. Bu durum aradaki sevgi ve din kardeşliği bağlarını büsbütün kuvvetlendirmişti.

Hicretle birlikte, İslam devleti de kuruldu. Bazı anlaşmalar yapılarak çevreden gelebilecek tehlikeler önlendi. Dışardan vukû bulan saldırılar artık kuvvetle durdurulmaya başlandı. İslam’ın genişleyen yayılma hızı kazanılan zaferlerden sonra büsbütün arttı. Bazı kabilelerin toplu halde gelip müslüman olmaları olağan hâdiselerden olmaya başladı.

Müslümanların hepsi bir seferberlik içine girmişlerdi. İslam’ı yaymak ve her tarafa ulaştırmak azmiyle çalışıyorlardı. İslam’ın yüceliğini anlatıyorlar, üstün ve faziletli yaşayışlarıyla bunu bizzat gösteriyorlar, idareciler de âdilâne ve faziletli idareleri ile bunu ispat ediyorlardı. Bazıları muallim, mübeşşir adıyla dinî dâvet yapmak, İslam’a yeni girmiş olanları yetiştirmek üzere çeşitli kabilelere, uzak vilayetlere gidiyorlar, Medine’de kalanlar bilgilerini geliştirmek üzere ilim öğreniyorlar, âyet ve hadislerin kaybolmaması için itina ile muhafaza ediyorlar, ezberliyorlar, yazıyorlardı... Gerektikçe ellerine kılıç alıp, Allah yolunda savaşıyorlar, bu uğurda şehit olmayı cana minnet biliyorlardı.

Bu devrede bazı devlet başkanlarına yazılı dâavetler yapıldığına da şahit olmaktayız. Yayın organlarının ve muhabere vasıtalarının yeterli olmadığı o zamanda bir ülkede dinin yayılışı ancak idarecilerinin kabûlü ile mümkün olabilmekte idi. Kendisi kabûl etmedikçe hiçbir devlet başkanı, bir başka dinin kendi ülkesinde yayılmasına müsaade etmezdi. Bu bakımdan dinin tebliği devlet başkanlarına yapılması zarûretini gerektiriyordu. Peygamber Efendimiz de düzenlediği mektupları, o zamanın büyük devletleri de dâhil olmak üzere birçok devlet başkanlarına göndermişti. Daha hicre’ten önce Habeş Kıralı Necâşî İslamiyetten muhacirler vasıtasıyla haberdar olmuş ve Kur’an ayetlerini dinleyince gözleri yasarmış, Hz. Muhammed’in Allah Rasûlü olduğuna inandığını söylemişti. Bu durum mektuplarla da te’yid edildi. Necâşî’nin vefatında Hz. Peygamber (s.a.s.) Medine’den onun namazını kılmış ve onun hakkında Cenab-ı Hakk’a istiğfar etmiştir.(19)

Hz. Peygamber, Risâletinin umûmî ve Peygamberliğinin bütün insanlara şâmil olduğundan dolayı zamanın en büyük iki devleti Bizans ve İran’ın hükümdarları ile birçok devlet başkanı ve kabîle reisine gönderdiği mektuplarla, onları ve tebaalarını dîne çağırıyor, kabûl ettikleri takdirde sevaplarının çift olacağını, aksi halde kavimlerinin de vebâlini yükleneceklerini bildiriyordu. Habeş Kralı Necâşî gibi müslüman olanlar, Bizans imparatoru gibi(20) kavmini ikna edemediği içîn müslüman olamadığını bildirenler oldu.

DÂVET ÇALIŞMALARININ ÖZETİ

İslam’ı duyurmak için çok çeşitli faâliyetler yapılmıştır. Bunların başlıcalarını şöyle özetleyebiliriz:

1-İslam dinini yeryüzünde yaşayan bütün insanların hepsine duyurmak ve bunu her türlü imkânları kullanarak gerçekleştirmek. İslam dinini kabûl etmelerine yardımcı olmak üzere dinin esasları hakkında bilgi vermek, mantıkî ve muknî deliller getirmek,

2-Hidayete ermesi muhtemel olanlara, en iyi usuller ile İslam’ı sevdirip beğendirmek, müslüman olmalarını kolaylaştırmak. Müellefe-i Kulub denilen bazı kimseler Peygamber Efendimizin kendilerine mal hediyesi ile müslüman olmuşlar; bir kabile reisi de meramını anlatamayan bir kadıncağızı Peygamberimiz’in sonuna kadar dinleyişi ile evinin mütevâzi halini görünce müslüman olmuşlardır. Aşağıda Müellefe-i Kulub hakkında bilgi ve onlarla ilgili Hz. Peygamber’in uygulamasından iki misal verilecektir.

3-Yeni müslüman olanların itikâdî, amelî konularda bilgilerini artırmak, yani eğitmek,

4-Medine’ye kadar gelemiyen diğer insanları ve sonraki nesilleri eğitecek, İslam’ın emir ve yasaklarını öğretecek ilim adamlarını yetiştirmek,

5-Müslümanlığı kabul etmiş veya edecek olan yerlere gönderilecek mübeşşir ve davetçilerle yeni fethedilen yerlerde İslam’ın üstünlüğünü hüsn-ü idareleriyle temsil edecek idareci kadroyu hazırlamak,

6-Gerektiğinde İslam’a daveti kolaylaştırmak, onu durdurmak ve yok etmek isteyenleri bertaraf etmek ve vâki taarruzlarını defetmek üzere ordular ve kumandanlar yetiştirmek...

Dikkat edilecek olursa, çalışmalar ihtiyaçlara ve muhitin icapları dikkate alınarak düzenlenmiştir. Bugün yapılacak çalışmalarda da bu iki noktanın gözden uzak tutulmamısında hem zarûret, hem de büyük faydalar vardır. Bugünün, ihtiyaçlarını tespit edip imkânlarımızı da dikkate alarak yapılacak çalışmaların kararlaştırılması gerekmektedir.

İSLÂM DAVETİNİN BAŞARILARI

Peygamber Efendimiz (s.a.s.) kırk yaşında Peygamber oldu. İrtihâlleri de 63 yaşında olmuştur. Peygamberlik süresi 23 yıldır. Davete tek başına başlamış, bir başka örneği daha yeryüzünde görülmemiş bir başarı kazanmıştır. Bunlardan bir kısmını şöyle sıralayabiliriz:

a. Daha kendilerinin hayatında İslamiyet Arabistan’ın tamamına hâkim olmuş, müslümanların sayısı yüzbinleri bulmuştur. Hacc-ı Veda’da 100.000 den fazla müslüman hazır bulunmuştur.

b. Hükmü kıyamete kadar bâki kalacak olan İslamiyet’in tebliği tamamlanmış, Hacc-ı Veda sırasında Arafat meydanında meşhur Veda Hutbesi ile Hazret-i Peygamber (s.a.s.) tarafından ümmet şahit tutulmuş(21), dinin bekası için gerekli her tedbir alınmıştır.

(19) İbn-i Hişam. C. 1, S. 359-366. M A. Köksal. Mekke D.S. 268-273.

(20) İbn-i Hişam C. 4, S. 254. Umdet-ül Karî. C. 1, S. 77-101.

(21) Umdet-Ol Kart. S. 2, S. 146.

c. Muazzam bir kültür inkılâbı gerçekleştirilmiş, cahil bir millet olan Arabistan halkı, dünyaya ilim, medeniyet öğreten bir nesil haline gelmiştir.

d. Ahlâken en sefih ve en rezil bir durumda bulunan o insanlar, bütün dünyanın hayranlığını kazanan bir ahlak ve fazilet nümunesi olmuştur.

e. İtimad, âsâyiş denen nesneler bilinmezken, bir kabileden diğerine bile himayesiz gidilemezken, herkesin mal ve can emniyetini devlet temin etmiş, kimsenin kimseden korku ve endişesi kalmamıştır. Meşhur tâbiri ile Basra’dan Hadramut’a kadar hazine taşıyan bir insanın hiç endişe duymaksızın gidip gelmesi mümkün hale gelmiştir.

f. Başı bozuk yaşamış, devamlı olarak birbirleri ile mücadele etmiş Arabistan halkını tek gaye etrafında birleştirmiş, birbirine yardım eden üstün ve âhenkli bir toplum haline getir­miştir.

g. Kabile halinde basına buyruk yaşamaya alışmış küçük toplulukları, kabileleri bir bayrak altına toplayarak kuvvetli bir devlet meydana getirmiştir. Bu devlet kısa bir süre sonra zamanın en kudretli iki imparatorluğunun ordularını perişan edecek, daha Hz. Ömer (r.a.) zamanında İran devletini tarihten silecek, Bizans’ın da birçok topraklarını fethedecektir. Burada su noktayı unutmamak lazımdır: Devlet kurmak ve riyâset hiçbir zaman gaye olmamıştır. İslâm’ın yayılışını kolaylaştırıcı ve onu taarruzlardan koruyucu bir vasıta olduğu için tercih edilmiştir. Genişleyen toplumun idaresi de bunu bir zarûret haline getirmiştir. İlk davete başladığı zaman kavmi kendisine dinini terketmesi şartıyla riyâset teklif etmişler, fakat O kabûl etmemişti. Dinine hizmete devam ettiği için Cenab-ı Hak ona bir kabile reisliği yerine hem de çok kuvvetli bir devlet reisliği de ihsan etmiştir.

h. İslam’ın gelişmesini, nesilden nesile aktarılmasını omuzlayacak ilim adamlarını, ordu ve kumandanlarını ve idareci kadroyu yetiştirmiştir.