“Mü’minler ancak kardeştirler. Artık iki kardeşinizin arasını bulup düzeltin. Allah’a karşı gelmekten sakının, umulur ki merhamet olunursunuz.” 1
Dünya târihinde gerçek kardeşliğin, İlk tohumu, Mekke vadisinde Tevhid Akidesi ’nin fışkırıp dalbudak saldığı Kâ.’be-i Muazzama civarında atılmış; burada yeşeren fidanlar Medine’de “İslâm uhuvvet” bahçesinde neşv-u nema bulmuş ve oradan da dünyanın dört bucağına yayılma istidadı göstermiştir.
İslâm Dininin, tebligatçısı ve onun naşiri Hazret-i Muhammed (A.S.), bir yandan Allah’ın varlığını, birliğini gönüllere nakşederken diğer yandan bu akide etrafında toplanan ve fakat ırkları, ülkeleri, renk ve dilleri aynı olan bahtiyarları “Din kardeşliği” adı altında birleştirip kaynaştırıyor; bunları rahle-i tedrisinde terbiye edip şekillendiriyordu. Aynı zamanda büyük bir ruh mimarı olan Peygamber (A.S,) Efendimiz’in beşer rûhu üzerindeki tesiri pek büyük olmuş, geçmişin derinliklerine uzanan kin ateşi onunla sönmüştür.
O’nun meydana getirdiği kardeşlik, öyle bir kardeşliktir ki, onun heyecanı kan ve soy kardeşliğini çok gerilerde bırakıyor; Habeşli köleyle Kureyşli asilzadeyi kucaklaştırıyor, sarmaş-dolaş ediyordu. Mekkell Muhacirlerle Medineli Ensar bir daha kopmamasıya birbirine bağlıyor, kalblerini tek kalb haline getirip yılların biriktirdiği kin ve husumeti, efendilik ve kölelik farkını silip kaldırıyordu.
Medine’de güçlü iki kabîle olan Evs ve Hazreçliler arasında sürüp giden bir asırlık kan gütme dâvası ancak İslâm’ın yüksek irfan mektebinde sona eriyor; Rasulullah (A.S.) ’in feyizli çağrısıyla sulha kavuşuyor; birbirine hasım olan bu iki komşu kabile, akıllara durgunluk verecek ölçüde kardeş oluyor, gönül gönüle vererek Hazret-i Peygamber’in safında yer alıyordu.
Kur’ân-ı Kerîm’de Allâh’ın inanmış insanlara olan bu gönüller fethedici nimetinden bahsedilirken buyuruluyor ki:
“Ey îman, edenler! Allah’tan gerektiği gibi korkun ve ancak müslüman olarak can verin..
"Hepiniz birden Allah’ın (mânevi) urganına (Kur’an) sımsıkı sarılın, ayrılmayın. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın; hani sizler birbirinize düşman iken. O, gönüllerinizi (İslâm saf ve temiz havası içinde) uzlaştırıp birleştirdi de O’nun bu nimeti sayesinde kardeş oldunuz.”
“Siz bir zamanlar ateş çukurunun kenarına gelmiş bulunuyordunuz; Allah sizi kurtarmıştı. Artık {İslâm’ın) dosdoğru yolunu bulasınız diye Allah ayetlerini böylece size açıklıyor.”2
Bir asır süren kavgayı hiçbir barışsever durduramıyor; hiçbir kabile reisi bu hususta muvazene unsuru olamıyor. Ama İslâm ve onun getirdiği kardeşlik bu görevi lâyıkıyla yapıyor; kavga yerine barışı, kan gütme yerine insan hayatına ve onun haklarına saygıyı, kin yerine dîni getiriyor. Ve o günlerde İslâm kardeşliğinin en güzel örneğini veren Rasulullah (A.S.) Efendimiz, bütün İnsanlara seslenerek şöyle diyordu:
“Müslüman müslümanın kardeşidir.”3
“Müslümanlar kardeştirler; hiçbirinin diğeri üzerinde, takvâ hâriç üstünlüğü yoktur.’’4
Hazret-i Peygamber (A.S.), bununla iman ve ideal birliği içinde kardeş olan müslümanların birbirinden üstün olmadığını, zenginle fakir, efendiyle köle arasında takvâdan başka bir farkın bulunmadığını ilân ediyordu. Bu sese kulak ve kalb verenler, köleliğin ezici kaydından, zulüm ve haksızlığından kurtuldular, insan olmanın hakiki mânâsını bütün derinliğiyle öğrendiler; hele müslüman olmanın insanlığa nasıl bir şeref ve itibar getirdiğini, ona nasıl değer sunduğunu anlamakta gecikmediler.
Büyük Sahâbi Ebû Zerr el-Gıffari (r.a.) her nasılsa bir gaflet ya da zuhûl eseri olarak Bilâl-1 Habeşi’yi, Habeşli siyah bir kadının oğlu diye kınamıştı. İslâm adına buna çok üzülen Bilâl (r.a.)’in bu üzüntüsünün sebebi Hazret-i Peygamber (a. s.) tarafından öğrenilince, Ebû Zerr’in İslâm Kardeşliğinin ruh ve mânâsına sığmayan bu davranışı hoş karşılanmamıştı. Rasûlullah (a.s.) Efendimiz ona:
"Hakikat sen öyle bir adamsın ki sende henüz cahiliyye devri kalıntısı var; onu (Bilâl’i) annesiyle mi ayıplıyorsun? "5 buyurdu.
Peygamber Efendimiz’in, İslâm Kardeşliğini zedeler ölçüde olan bir söz ya da davranışa karşı asla müsamaha etmediğini, iki müslüman arasında meydana gelen açıklığı süratle kapadığım bu olaydan öğrenmiş bulunuyoruz. Çünkü müslümanlar kardeş sevgisinin hâlesi içinde bulundukları nisbette huzurludurlar ve bu oranda yüksek ahlâka hizmet edebilir, insan haklarına saygı gösterebilirler.
Bu anlayıştır ki müslümanları bir araya getirip insanlığın hizmetine şevketmiş; ilim ve medeniyetin kaidesini kurmalarında muharrik bir kuvvet olmuştur.
Şam dolaylarında İslam ordularını sevk ve İdare eden başkumandan Hâlid b. Velid (r.a.), ikinci Halife Ömer (r.a.)’in emriyle bu görevden azledilip yerine Ebû Ubeyde b. Cerrah (r.a.) getirilince, ordu arasına sızan münâfıklar bu ortamdan yararlanmak isteyince, Hâlid b. Velîd, İslam kardeşliğinin bozulmasına, birlik ve dirliğinin sarsılmağına teşebbüs eden bu adamlara şu tarihi dersi vermiştir;
"Bugüne kadar bir kumandan olarak müslüman kardeşlerimle birlikte Allah rızası, İslamiyetin yükselmesi için nasıl canla başla savaştımsa bundan böyle de aynı imân ve anlayış içinde nefer olarak savaşacağım. Halifenin emrini duydum ve gönülden itâat ediyorum.!
Zira İslam’ın feyiz pınarından kanasıya içen bu bahtiyarlar, İslam kardeşlik harcının tam dozunda bulunduğunu ve bu arızasız kullanıldığı müddetçe İman kalesinin kuşkusuz yükseleceğini, güven ve gururla ihtişamını koruyacağını, inanmayanlann gıpta nazarlarını kendine döndüreceğini çok iyi biliyorlardı. Rasûlullah (a.s.)’ın:
“Mü’min, mü’min kardeşi için bir binanın tuğlaları gibi bazısı bazısını bağlayıp sağlamlaştırır.”meâlindeki mübârek sözleri onların kulağında çınlıyor, hafızalarında iz bırakıyordu, hazerde olsun, seferde olsun, barışta olsun, sulh günlerinde olsun onlar için ölçü ve düstur bu idi.
Bir ara bu ulvi sesin tesirini unutan büyük sahibi Sa’d b. Ebî Vakkas (r.a,), Selmân-ı Fârisî’nin de bulunduğu bir mecliste, ileri gelen birkaç sahabeye neseblerini kaçıncı babalarına kadar sayabileceklerini sormuş ve sonra kendi nesebini sıralayarak bu kez Selmân’a sormuştu. Onun bu tutumunu yadırgayan ve İslâm kardeşliği nâmına üzülen Selmân (r.a.) hemen şu cevabı vermişti:
“İslâm oğlu Selmân.”
Sa’d’ın bu lüzumsuz ve aynı zamanda câhiliyye devrinin övünmeye medar kötü âdetini geri getirir mahiyetteki sorusuna Hazret-i Ömer (r.a.) sinirlenmiş ve ona; ‘‘Ben de İslâm oğlu Ömer’im!" diyerek gerekli ikazda bulunmuştu. Duruma muttali olan Rasûlullah (a.s,) Efendimiz, iman yapısını sarsabilecek, kardeşlik bağlarını gevşetecek bu davranışı da hoş karşılamamış; hem Selmân’ın kalbini hoş tutmak, hem de Sa’d’e öğüt vermek için şöyle buyurmuştu:
“Selmân bendendir; Selmân ehl-i beytimdendir.”8
Hazret-i Ömer (r.a,)’in hadiseye üzülüp sert çıkış yapması Ve kendi nesebini de İslâmiyete bağlayarak Selmân’la birleşmesi, şüphesiz ki İslâm mektebinde okuduğu şu hadise dayanıyordu. Zira onların ilham kaynağı, Allâhın Kitabı, Rasulullâh’ın Sünneti idi.
“İman ehlinden olan mü’min, bedenden bölüm olan baş gibidir; başta olan bir ağrıdan dolayı nasıl beden elem, ve acı duyarsa, mü’min de ehli imana dokunan bir dertten dolayı elem ve acı duyar.”9
Görülüyor ki, Rasûlullah (a.s.) Efendimiz din kardeşliğini en yüksek mânâ ve heyecanda gönüllere enjekte ederken, en küçük bir kırgınlığa ve iki müslümanın arasında meydana gelen açıklığa imkan vermiyor; emsal kabul etmeyen bağlayıcı metoduyla bir anda onları birleştirip kaynaştırıyordu.
Ebû Zerr ei-Gıfari öyle olmadı mı? Rasûlullah (a,s,)’ın, "Sende henüz câhiliyye devrinden kalma adetlerin kalıntısı vardır.” mealindeki uyarısından aldığı ilhamla koşup Bilal’in önünde bir yanağını toprak üstüne koyarak uzanıp ağlamış, özür dileyerek şu gönül alıcı sözleri söylemişti: “Yâ Bilal, ayağınızı yüzümün üzerine koymadığınız müddetçe başımı yerden kaldırmayacağım.”
İşte bu büyük insanlar, Peygamber terbiyesi almış bahtiyar kişiler birbirlerine karşı asla kin gütmezlerdi; hele dargın durdukları görülmemiştir, Çünkü affetmek mü’minin şiarıdır. Kinin bulunduğu yerde dinin nasıl bir sarsıntı geçireceğini çok iyi biliyorlardı. Mescid-i Saâdet’e gelemiyen bir kardeşlerini herhalde sorar ve ararlardı; bir derdi varsa hepsi birden ona çare düşünür, ona dokunan bir musibetten müteessir olurlardı, Zira imanın artıp eksilmeyen lezzetini her gün yudum yudum tadan mü’minlerin hafızasında Resûlullah (A. S.)ın şu mubarek sözleri bütün açıklığıyla yaşıyordu:
“Mü’minler bir tek adam gibidir; bası incinip ağrıyacak olursa her tarafı ağrır; gözü ağrıyacak olursa her yanı ağrır”.10
İslam kardeşliğinin gönüllerde bıraktığı tesir, mü’minlerde bütün hayatları boyunca kendini hissettirmiş, ictihad farkından dolayı ikiye ayrılan müslümanlar, birbirlerine ağır bir dille hakarette bulunmaktan sakınmışlardır. O kadar ki, Hazret-i Ali (r.a.) karşı taraf hakkında şu sözleri kullanmıştır:
“Kardeşlerimiz bize karşı serkeşlik ettiler; halbuki onlar ne fasık, ne de kâfirdirler.’11
İmâm-ı Şâfiî (rahmetullahi aleyh) hastalanınca, devrin büyük ilim adamlarından Ahmed bin Hanbel’in kadrini yücelterek içi hasret dolu derin bir nefes almış ve bu arada gözleri yaşarmıştı. Bunun sebebi sorulduğunda şu cevabı vermiştir: “Kardeşim Ahmed bin Hanbel’in gömleğini yüzüme sürüp bedenime geçirmiş} olsaydım, derhal ıstırabım, geçer şifa bulurdum!”
Evet, mü’minler iki el gibidir, biri diğerini yıkar da, temizlenmesini sağlar. Yekdiğerinden her an yardım görür. Atalarımızla “el eli yıkar, eller birleşir yüzü yıkar” sözü ne kadar mânidardır!
Bugün başka milletlerin yaşayışına dikkat ettiğimiz zaman, İslamiyetin kurmuş olduğu din kardeşliğinin cemiyete huzur ve sükûn, veren, onlar arasında dayanışma ve yardımlaşmayı gerçekleştiren feyizli meyvelerini onlarda göremiyoruz. Bu ancak Hazret-i Peygamber (a.s.)‘ın kudretli ve bereketli elleriyle yetiştirip geliştirdiği bahçedeki ağaçlarda bulunur.
“Birbirine kavuşan iki din kardeşinin misâli, birbirini yıkayan iki ele benzer. İki mü’min karşılaşmaya dursun mutlaka Allah birini diğerinden hayırla faydalandırır.”12
Ya bir de bu karşılaşmada gönülden gelen bir sevgi ve saygı davranışı içinde bakış olursa, o zaman mağfiret-i ilahiyeye kapı açar. Buna işaretle Sevgili Peygamberimiz (a.s.) buyurdular ki:
"Din kardeşine sevgiyle bakan kimseyi Allah bağışlar (günahlarını affeder) ."13
Mü’min bir de bu sevgi ve saygıyla beraber kardeşine yardımcı olur, onun elinden tutarak kendisine destek olmaya çalışırsa, bu ameli kendisine hem dünyada, hem de âhirette yardım görmesine vesile teşkil eder. Rasûlullah (a.s.) Efendimiz mü’minin mü’mine olan yardımını şu cümlerlerle övmekte ve İlahi nusrata nasıl rnazhar olacağını beyan etmektedir:
"Din kardeşine onun gıyabında yardım eden kimseye Allah hem dünyada, hem de Âhirette yardım eder.”14
Onuncu asırda kitleler halinde Müslümanlığı kendi arzularıyla ka- bûl eden Türkler, bu hadis-i şeriflerden almış oldukları derin bir haz neticesi Din Kardeşliği’nİn önemini kavramakta gecikmemiş, bilhassa bunu mesleki sahalara itmek suretiyle kardeşliğin en güzel örneğini vermişlerdir. Türkler sanatı ve sanatkarı korumak ve aynı zamanda ülkelerinde sanayii geliştirmek için Din Kardeşliğini mesleki bir tarikat şekline sokmuş ve buna “Ahilik" ismini vermişlerdir. İş terbiyesinde ve hayata atılmak isteyen sanatkarı himayede Ahilik büyük rol oynamış ve böylece din kardeşliğinin derin manası Türkler arasında kısa zamanda kendini hissettirmiş; Karahanlılar zamanında başlayarak Osmanlıların yükselme devri ortalarına kadar devam etmiştir,
Bu teşkilat, yetişen ve yetişmekte olan gençliğe İslâm ahlakını da aşılıyor ve yetiştirdiği her gencin ve sanatkârın şu altı düstura bağlı kalmasını sağlıyordu:
1. Elini açık tut {cömert ol!)
3. Sofranı açık tut (mlsafirperver ol!)
3. Kapını açık tut (din kardeşinle görüş!)
4. Dilini bağlı tut (ancak hayr ile konuş!)
5. Gözünü bağlı tut (ancak helale bak!)
6. Belini bağlı tut (uçkuruna sahip ol!).
Ahiler bu altı düsturdan başka bir de, din kardeşliğini şu altı terbiye esasına bağlamışlardır:
1. Uhuvvet = kardeşlik
2. Fütüvvet = yiğitlik
3. İnsanlığı sevmek (özellikle din kardeşini ayrı bir açıdan sevmek)
4. Eşit haklara sahip olmak (kanun ve nizamlar karşısında herkes eşit muamele görmek)
5. İş ahlakı (ticaret ve sanatta son derece dürüst olmak, hile yoluna asla sapmamak)
6. Ahiliğe bağlanmak (onun koymuş olduğu prensiplerin dışına çıkmamak) 15
Ahiler birbirlerine, özellikle yetiştirdikleri gençlere, Hazret-i Peygamber (a,s.)’ın şu hadîslerini sık sık hatırlatırlardı:
“Kim Allah için kendine bir (din) kardeşi edinirse, Allah onu Cennette öyle bir dereceye yükseltir ki o, o dereceye başka hiçbir ameliyle erişemez”.
O halde tarih boyunca İslam âleminde hayırlı ve feyizli çığırlar açılmasına vesile olan Din Kardeşliğine bugün her zamankinden daha çok muhtacız. Cemiyet arasındaki ülfet ve dayanışmayı yıkan, hakiki dostluğu kaldıran, menfaati ön plana alan, maddeden başka, hiçbir mânevi değere yer vermeyen BATI ÂDETİ sath-ı mâ ilinde yavaş yavaş etrafa yayılmakta ve İslam alemine sızmaktadır. Kendi millî ve dini değerlerimize sahip olduğumuz nisbette varlığımızı koruyabilir, gençliği sağlam karakterli yetiştirebilir ve başkasına uydu olmaktan kurtulabiliriz. Şüphe yok ki, dini ve milli tarihimiz faziletlerle, yüksek ahlâk örnekleriyle, ilim ve medeniyetin gönül açıcı havasıyla doludur. Onları yeniden ihyâ. etmek bizim görevimizdir. Küçük kusurları, şahsi çıkarları dikkate alarak kardeşlik havasını bozmak bize çok şeyler kaybettirir. Önce şunu kabûl etmeliyiz ki, kusursuz insan olmaz; herkesin kendine göre birtakım günah, kusur ve hataları olabilir, Allah bundan ancak peygamberleri müstesna tutmuş, onları ismet sıfatiyle teçhiz etmiştir. O halde din kardeşliğini her müslümandaki günah ve kusurlarla değil, onlardaki meziyetlerle değerlendirip devam ettirmek garttır. Her hâl-ü kârda dedikoducu, kusur arayıcı değil nasihatçı ve hayırhah olmak, İslâm’ın ve insanlığın mânâ ve maksadına daha uygundur.
Büyük sahâbi Ebû Derdâ (r.a.) ne güzel tavsiyede bulunmuştur;
"Din kardeşinde bir değişildik meydana gelir, Üzerinde bulunduğu hali başkalaşırsa, bunun için onu terke etme! Çünkü kardeşin bir kere eğilirse, bir kere de doğrulur.”-’"
Büyük fakih İbrahim el-Nahai de diyor ki:
“Kardeşinden, günah işlediğinde ilgini kesme, onu terk de etme! Çünkü o bugün günah irtikab eder, yarın onu bırakır.”
Bunun İçindir ki Rasûlullah (a.s.) Efendimiz, kardeşlik bağlarım koparanları “şerîr” olarak vasıflandırmış ve bu hususta birçok tavsiyelerde bulunmuştur:
“Allah kullarının şerirleri, koğuculuk, ağızkaralık edip söz götürüp
getiren ve dostlar arasını açanlardır.’’-’
Ziya Paşa ne güzel söylemiştir:
"Adem ona derler ki garazdan ola salim ; Nefsinde dahi eyleye İcra-yi adâlet. ”
Buhari’nin Ebû Hureyre (r.a.)’den rivâyet ettiği şu hadis-i şerif ise, kusur ve günahları dikkate alıp din kardeşinden ilgiyi kesmenin Sünnet-i Rasullullah’a aykırı olduğunu bir kez daha hatırlatıyor bize. Şöyle ki: Gayr-i ahlâki davranışta bulunan kardeşini yerip ağır söz sarfeden bir müslümanı Rasûlullah {a.s.) bundan men’etmiştir:
‘’Kardeşinize karşı şeytana yardımcı olmayınız !”
Müslümanlığımıza yakışan, cemiyet bünyesinde kardeşlik bağlarını kuvvetlendirmek, Yunus Emre’nin de şu mısralarını hatırlayarak: "Elif koydum ötürü, pazar yaptım götürü. Yaratılanı hoş gördüm Yaradan’dan ötürü.” günah ve kusurları sebebiyle ayrılmamak, onlara, ancak nasihatçı olmak; arası açılanlar varsa onu düzeltmektir. Hayırhah olmak, iyi düşünmek, hoşgörürlü olmak şiarımız olmalıdır.
Konumuzu Allâh’ın şu beyanıyla tamamlamaya çalışıyoruz:
“(Mü’min) kullarıma de ki; (Kâfirlere) en güzel olan sözü söylesinler. Çünkü şeytan aralarına fesat sokar. Şüphe yok ki, şeytan insana apaçık düşmandır.”
Kâfirlere karşı bile en güzel söz söylemeyi emreden bir din, müminlere karşı kaba davranmaya cevaz verir mi ? Ayet, bilhassa müslüman kardeşlerimize karşı nasıl davranmamızın gerektiğini herhalde hatırlatıyor ve bunun müstesna ölçüsünü veriyor,
Allah İyilerle, iyi düşünenlerle beraberdir.
(1) el-Hucurat: 10.
(2) Al-i İmran Suresi ayet :103
(3) Ebu Davud :Sürey B Hanzale (r.a) den
(4)Taberani : Habib b. Harras (r.a.)den Camiussağir C.2 S. 186 Mısır
(5) Sahih-i Buhari C.1
(6) Futuhu’s-Şam Li’l-Vâkidi/ C, 1, 3. 69/Mısır: 1936-1354.
(7) Buhari • Müslim - Tirmizi - Neşet | Camussağir/C, 2, a. 184. Mısır baskı:?
(8) Tefsir-i İbni Kesir; C. 1, s. 162/Mısır:
(9) Ahmed bin Hanbel: İbni Sâ’d’den.
(10) Sahih’i Müslim - Ahmed bin Hantal; Nu’man bin Beşir’den,
(11) es-Sevâiku’l-Muhrika Libni Haceri’l-Heytemi,
(12) Deylemi – İhya-u Ulûmiddin: C. 2, a. 201/Kahire; 1367-1387-
(13) Hakim: İbnl Ömer (r.a.)den - Cûmiussağır: C. 3. S. 182/Mısır baskı: ?
(14) Beyhaki Bi-Şa’bi’l ’İman - Câmiussagir: C. S, s. 182/Mısır: ?
(15) Mezhepler ve Tarikatlar Tarihi: E.B.Ş : s. 223 İstanbul: 1964.
(16) İbnu Ebu Dünyâ - İhyan Ulûml’d-Din: C. 3 s. 202/Mısır; 1967-1387.
(17) İhyau Ulumi’d-Din: a 2. a. 234/Musır; 1967-1387.
(18) İhyâu Ulûml’d-Din: C. 2, s. 234/Mısır: 1967-1987.
(19} Müsned-i Ahmed bin Hanbel: Esma b. Yezid hadisleri