Makale

HAYATIN TECRÜBELERİMİ YOKSA İSLAM’IN ESASLARI MI?

HAYATIN TECRÜBELERİMİ YOKSA İSLAM’IN ESASLARI MI?

Yazan:
Dr. Abdülkerim ZEYDAN
Bağdat Üniversitesi Profesörü
Terceme:
Hasan GÜLEÇ

GİRİŞ:

Bazı kimseler, kendilerine, hayat tecrübelerinin bir şahsa borç vermemeyi, birine iyilik yapmamayı, akraba ile ilgilenmemeyi, tamamen doğru bir nasihat ve tavsiyede bulunmamayı öğrettiğini söylerler. “Çünkü biz bnnları yaptık, karşılığında birçok eziyete katlandık, yorulduk, nankörlük ve gerçeğin inkâr edildiğini gördük.” demektedirler.

Gerçekte bu söz çelişkilidir. İslam esaslarına zıttır; böyle bir iddiada bulunanların delili ikna ve tatmin edici olmaktan uzaktır.

Bu iddia İslam’ın prensiplerine ters düşmektedir.

Bunun için hayat tecrübeleri ve bunların İslam esasları ile alaka derecesine dair bir yazı yazmayı uygun buldum. Okuyuculara faydalı olmasını Allah’tan niyaz ederim.

Hayat, Öğrenme ve İbret Almadan İbarettir:

Hayatın tecrübeleri, hadiseleri, vakaları herkese açık bir okuldur.

Her insan bunlardan aklı, zekâsı, anlayış kabiliyetine göre; hüküm çıkarma, muhakeme etme ve ibret alma gücü nisbetinde bir şeyler öğrenir. Yine diğer insanlarla nasıl doğru tarzda ve faydalı bir şekilde muamelede bulunacağını da öğrenir. Fıkıh kitaplarında “es- sabiyyü’l-me’zûn” bölümünü görürüz. Fakihler bununla, velisinin alış-veriş v.s. yapmaya izin verdiği mümeyyiz çocuğu kasdederler. Böylece küçük çocuk, velisinin verdiği izin hududu içinde ve İslam fıkhının tesbit ettiği şartlar dâhilinde âkil ve bâlig gibi olur.

Aldanma ve zarara uğrama ihtimaline rağmen, bu izin çocuğa, kendi başına iş görme tecrübesi kazansın, gelecekte faydalanacağı beşeri münasebetleri şimdiden öğrensin diye verilir.

Öyleyse hayat; tecrübeleri ile birlikte öğrenme ve ders almadan ibarettir. Çünkü hayat, göz tarafından görülen, elle tutulan, akılla idrak edilen, vicdanla duyulan, gönüle çoğu zaman unutulmayacak izler bırakan, hissedilen bir şeydir.

O Makbûl Olan ve Makbûl Olmayan Öğrenme:

Yukarıda söylediğimiz gibi hayat ve tecrübeleri öğrenme ve ibret almadan ibaret olunca müslümanın öğrendiği bâzan makbul olur bâzan da olmaz.

Bunların makbul olma veya olmama ölçüsü, İslam’ın esaslarına ve hükümlerine, uygun olup olmadıklarıdır. İslam esaslarına uygun düşen öğrenme makbul, aykırı düşen ise makbul değildir. İslam esaslarına uygunluk, müslümanın hayat olaylarından öğrendiklerinin ve öğreneceklerinin İslami mefhumları te’yid edici, bunları ortaya çıkarıcı ve müslümanın bu mefhumlara bağlılığının derecesini açıklayıcı olmasıyle tahakkuk eder.

Örnekler:

Şimdiye kadarki söylediklerimiz, maksadı açıklamak için bizi misaller vermekten müstağni kılmaz. En iyi örnekler bir kısım kimselerin, ödünç verme, ödünç haricinde başkalarına iyilik yapma, akrabayı görüp-gözetme, müslümana nasihatte bulunma gibi iyi işleri, yani mârûfu terketmeye dair verdikleri kesin kararlardır ki bunları daha evvel söylemiştik. Bu misalleri açıklamakla müslümanın hayat tecrübelerinden öğrendiği şeylerin makbul olup olmadığı meydana çıkmış olacaktır.

Birincisi: Borç Verme:

Borç, bir insana, zimmetine almak ve aynını iade, etmek üzere, işini görecek bir malı ödünç olarak vermek demektir. Ona, para veya miktarı, cinsi, sıfatı belirli buğday ve arpa gibi şeyler ödünç olarak verilebilir.

Borç verme, verene nisbetle mendub; borç alana nisbetle de mubahtır. Borç vermenin sevabı bazen sadakanınkinden fazla olur. İbn Mace’nin rivayet ettiği bir hadis buna delâlet etmektedir.

Çünkü sadakayı isteyenin yanında belki kendine yetecek, ihtiyacını karşılayacak bir şey bulunabilir.

Fakat borç alan ise çoğu zaman yalnız muhtaç vaziyetteyken ödünç ister. Ebu’d-Derda (r.a.) öyle demiştir: “İki dinarı ödünç olarak vermem, sonra geri alıp yine ödünç olarak vermem bence bunları sadaka etmemden daha hayırlıdır.” Bu sözün doğruluğunu şu tarzda açıklamak mümkündür: Ödünç veren kimse, aynı şeyi ekrar tekrar ödünç verebilir. Çünkü verdiği şey kendisine iade edilecektir: Sadaka veren ise aynı malı tekrar sadaka olarak veremez. Sadaka olarak verilen şey elden çıkar ve geri dönmez.

Buna rağmen ödünç verme, vücûb, yani farz derecesine ulaşmaz. Bundan dolayı ödünç vermeyen kimse, ödünç vermenin ecir ve mükâfatını kaçırsa bile günahkâr olmaz. İmam Ahmed b. Hanbel (r.a.) şöyle demiştir: “Kendisinden ödünç bir şey istenip vermeyen kimse günahkâr olmaz”(2). Hanbelî âlimlerinden İbn Kudame, bu sözün doğruluğuna delil olarak şunu söyler. Çünkü ödünç verme, maruftur, yani iyiliktir; .bunun için sadakaya benzemektedir.

Yukarıda söylediğimiz gibi borç, alana nisbetle mubahtır; mekruh değildir. Çünkü ödünç alan, sadaka istememekte, sadece alacaklıya aldığını iade etme şartıyle borç almaktadır.

Peygamberimiz (s.a.s.) borç almıştır. Peygamberimiz (s.a.s.) ise mekruhu işlemez.

Bir müslümanın, bir kimseye verdiği borcu, Allah teâlânın emri gereğince yazması lazımdır. Aziz ve celil olan Allah şöyle buyurur: “Ey iman edenler, tayin edilmiş bir vakte kadar birbirinize borçlandığınız zaman onu yazın.”(3)

Zahiriye mezhebine göre, Allah teâlânın “onu yazın” sözünün zahirinden dolayı borcu yazmak farzdır. Fakat emir, ancak farzı gerektiren bir karine ile farziyyet ifade eder. Bu ayet-i kerimede Zahiriye mezhebinin görüşünü destekleyen bir karine yoktur.

Fakihlerin ekserisi, borcu yazma emrinin nedb, yani mendubluk ifade ettiğini, farziyyete delalet etmediğini söylemişlerdir.

Çünkü borcu yazmak, kulları irşat etme nevindendir. Böylece haklarını zayi olmaktan koruyacaklardır. Çünkü borcu yazmak, unuttuğu zaman borçluya borcunu hatırlatır ve onu şeytan vesvese verip güzel gösterdiği vakit borcunu inkâr etmekten alıkoyar. Yine borçlu, borcunun ödeneceği vadeden önce ölebilir, mirasçılar borcu inkâr edebilirler.

Fakat borç yazılmış olursa mirasçılar inkâr edemezler; alacaklı da alacağını borçlu olarak ölenin terekesinden alır.

Ödünç verme, mendübtur. Ödünç veren, yaptığı bu işle Allah’a tâate niyet etmeli ve alacaklıdan değil de Allah’tan sevap kazanmayı istemelidir. Sıkışık ve zor durumda olursa borçluya mühlet vermelidir. Allak Teâlâ şöyle buyurur: Eğer borçlu darlık içinde bulunuyorsa o hâlde ona geniş bir zamanına kadar mühlet verin.”(4) Borçlunun da vadeye dikkat etmesi, vaktinde ödemeyi geciktirip mühleti uzatmak istememesi lazımdır. Söylediklerimiz, ödünç verip almaya ve bu konuda İslam’ın esaslarına dair kısa bir açıklamadan ibarettir. Borç vererek verdiği borcu yazmayana(5), borçlunun inkârı veya vadeden evvel ölüp mirasçıların itiraf etmemeleri yüzünden hakkını kaybeden alacaklı müslüman kötülenmiştir; tedbirsizdir. Çünkü böyle bir kimse, ödünç vermede dinin çizdiği sınırdan dışarıya çıkmıştır. Onun bu tecrübeden borcu yazmak suretiyle İslami esaslara bağlı kalma mecburiyetini öğrenmesi gerekir.

Şöyle demek suretiyle bu tecrübeden İslam’a aykırı düşen bir şeyi öğrenmesi caiz olmaz: “Gelecekte hiçbir şahsa asla borç vermeyeceğim!” Daha önce söylediğimiz gibi borç vermek mendûbtur. Bunu kesin olarak terketmeye karar vermek, müslüman için caiz değildir.

Bir müslüman, diğer müslümana verdiği borcu yazmaktan muaf tutulamaz. Çünkü Allah Teâlâ, ondan daha hayırlı olanlara verdikleri borcu yazmalarını emretmiştir. Allah Teâlâ, Peygamberimiz (s.a.s.)’in ashabına hitabederek şöylece emretmiştir: “Ey iman edenler, tayin edilmiş bir vakte kadar birbirinize borçlandığınız zaman onu yazın.” Çünkü yazmak faydalıdır; zararı dokunmaz.

Bunda borçlunun onurunu kıracak bir şey de yoktur. Çünkü insan bazen unutabilir; yazı hatırlatır. Yine borç alan müslüman, borç verenin dürüst ve güvenilir olması sebebiyle de aldığı borcu yazmaktan muaf tutulamaz.

Çünkü bazen dürüst sanılan kimse de hâinlik edebilir. Üstelik unutma ve daha önce de söylediğimiz gibi vâdeden evvel ölüm ihtimalleri de vardır.

Bir kimse şöyle diyebilir: Ben güvenilir bir kimseye borç verdim; bunu da yazdım. Fakat o, vâdeden evvel iflas ederek öldü. Alacağım zâyi oldu. Acaba malımın telef olmaması için borç vermemeye dâir kesin karar vermem câiz olmaz mı? Buna verilecek cevap, hayırdır. Çünkü alacaklının hakkının zâyi olma ihtimali, her zaman mevcuttur. Bu, her devirde görülür. Buna rağmen İslam, bu ihtimali, borç vermeyi nihâî olarak terketmeye ve terke kesin karar vermeye meşrû sebep olarak göatermemiştir. Bu bir, ikincisi, borç veren, verdiği borca karşılık sevap kazanır. Çünkü borç vermek, daha önce de söylediğimiz gibi mendûbtur. Bu durumda, müslüman, mendubu işleyerek Allah’tan sevap kazanmaya niyet etmelidir.

Allah’ın vereceği ecir ise geri alamadığı alacağından daha büyüktür.

İkincisi: Başkalarına İyilik Yapmak:

Başkalarına iyilik yapmak bazen ödünç, hibe veya emaneten vermek sûretiyle malla; bazen yerinde şefaatte bulunmak gibi mevki ile bazen hakkı sahibine verme, suçsuzdan kötü zannı defetme, uğrayacağı zulme mâni olma gibi güzel sözle, bazen de yardım, ziyaret, sevinçli ve üzüntülü zamanda derde ortak olma gibi iyilik nevileriyle olur.

Bazen iyilik yapan, muhtaç olduğu bir zamanda iyilik ettiklerinden aynı muameleyi görmez. Bazen de onlardan iyilik yerine kötülük görür. Bu durumda iyilik yapanın gönlü incinir ve şöyle der:

“Bana bayatın tecrübeleri bir kimseye iyilik yapmamayı öğretti.” Daha sonra da buna kesin karar verir; belki de hadis zannettiği şu meşhur sözü delil olarak öne sürer: “İyilik yaptığın kimsenin kötülüğünden kork.”

Bu söz son derece yanlıştır. Öfkeli ve üzgün olduğu zamanda doğruluk ihtimali olsa bile bu sözün, kişinin gönlüne yerleşip ömrü boyunca bu kararda direnmesi câiz değildir. Bu durumda kişi, şunların ışığı altında düşünüp hareket etmelidir:

a) İyilik yapana nisbetle iyilik ya farz veya mendübtur. Farz ise iyilik yaptığı kimseden karşılık beklemesi câiz olmaz. Çünkü kendisi dinî bir vazifeyi yapmış demektir. Dinî vazifenin karşılığını kullar değil, Allah Teâlâ verir. Bu vazife kullarla ilgili olsa ve insanlar bundan faydalansalar bile sevap Allah katındandır. Malının zekâtını veren kimse böyledir. Bu kimse, zekâtının sevabını ve karşılığını, zekât alanlardan beklemez.

Yapılan iyilik, yani ihsan mendûb olursa ve bu iyiliği yapan bu sıfatla yapmışsa mendübun sevabı yine Allah’tandır. Müslümana, iyilik yaptığı kimselerden ecir beklemesi gerekmez; uygun olmaz. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Allah’ın kulları; biz size sadece Allah rızası için yediriyoruz; sizden bir karşılık ve bir teşekkür istemiyoruz.” derler. (6)

b) “İyilik ettiğin kimsenin kötülüğünden kork” meşhur sözünü hadis-i şerif olması itibariyle delil olarak öne sürmek makbul değildir. Çünkü bu söz İslam dininde yoktur ve hadis de değildir. Bu söz hakkında İmam Hafız Muhammed b. Adirrahman es-Sehavi (831-902 h. / 1427-1497 m.)-Allah rahmet eylesin-El-Mekâsıdü’l- Hasene isimli kitabında, “Bilmiyorum; selefe ait bir söze benzemektedir. Her yer ve her zaman için geçerli değildir.” demektedir.(7)

c) İslam ahlak ve mefhumlarının icabına göre müslümanın iyiliğe iyilikle veya daha üstünü ile cevap vermesi gerekir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “İhsanın, iyiliğin karşılığı sadece ihsandır.”(8)

İyiliğe, daha çok iyilikle kargılık vermek, Peygamberimiz (s.a.s.) in huylarındandı. Buna göre iyilik gören kimse bu iyiliğe ayniyle karşılık vermezse veya buna mukabil kötülük yaparsa İslam’ın esaslarına riayet etmemiş olur, kusur işler.

Yukarıda anlatılanların ışığı altında, iyiliğine karşılık iyilik görmeyen veya kötülük gören tecrübeli bir kimsenin, öğrendiği şeylerin makbul ve faydalı olabilmesi için aşağıdaki hususları öğrenmesi gerekir:

Birincisi: Yaptığı iyiliğe karşı kötülük gören kimse bilmelidir ki kendi niyeti halis değildir. Şayet niyeti sırf Allah rızasını kazanmak olsaydı, iyilik yaptığı kimseden bir karşılık beklemez, ondan iyilik görmediği için kızmaz ve iyiliği terketmeye dair kesin karar vermezdi. Buna göre niyet ve maksatlarını düzeltmesi ve amellerini sırf Allah rızası için yapması gerekir.

İkincisi: İnsanlar, İslami mefhumları hiç bilmemekte veya iyiliğe iyilik yapma derecesinde kendilerini faaliyete sevketmeyerek İslam esaslarına karşı gelmektedirler. Üstelik iyiliğe, kötülük yaparak karşılık vermede bir sakınca görmemektedirler. Bu durumda iyilik yapanın, İslamî mefhum ve esaslan insanlara yayması gerekmektedir. Böylece bunları cahiller öğrenecek, unutanlar hatırlayacak ve isyan edenler de kendilerine geleceklerdir. İyilik yapan da bu fiili ile Allah’tan sevap kazanacaktır.

Üçüncüsü: Akrabayı Görüp Gözetmek:

Her insanın akrabası vardır. Bunların akrabalığı ya yakın ya da uzaktır. Dinimiz, bunlara iyilik yapılmasını emretmiştir. Bunların bir kısmına kaza, mahkeme yolu ile tahsil edilebilecek mesela nafaka vazifesi gibi haklar tanzim etmiştir. Kişi, sıla-i rahimde bulunmak, akrabasını sorup soruşturmak, onlara yardım etmek ve onlardan bu karşılıkları görmemek gibi çok sayıda tecrübeler edinmiş olabilir. Gönlü onlara, karşı öfkeyle dolar ve ekseriya şöyle der: Hayatın acı tecrübeleri bana, akrabamdan hiçbiri ile sila-ı rahimde bulunmamayı, onlara yardım etmemeyi ve onlarla tanışmamayı öğretti.

Akrabası hususundaki üzücü tecrübeleri, müslümanı böyle bir sonuca götürmektedir.

Müslümanın yakınlarına karşı yaptığı şeyler, ya onlar için yapması farz yahut da mendub, nafile nevinden işlerdir. Yakınları bir müslümana karşı farz olan vazifelerini yapmada ihmalkâr davransalar veya mendûb olan vazifelerini yapmasalar bile bu müslümanın farzı veya mendûbu terketmesi caiz olmaz. Hayat olaylarından ve akraba ile muamele tecrübelerinden öğrenilmesi gerekli doğru anlayış budur. İmam Müslim’in rivayet ettiği bir hadîs şöyledir: “Bir adam, ey Allah’ın Rasûlü, benim akrabam var. Onlarla sıla-i rahimde bulunuyorum. Hâlbuki onlar benden ilgiyi kesiyorlar.

Onlara iyilik yapıyorum. Onlar ise bana kötülük yapıyorlar. Bana kötü söz söylemelerine rağmen anların eziyetlerine sabrediyorum, dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurdular: Eğer sen dediğin gibi isen onların yüzünü kül rengine çevirecek günahı onlara işletiyorsun. Onlar bu hareketlerinden dolayı üzüleceklerdir. Sen buna devam ettiğin müddetçe Allah katından bir yardımcı seninle beraberdir.”(9)

Bu büyük sahabî, kendisini t erk eden akrabasını tecrübe etmekten, onlara güzel davranmak ve iyilik yapmaktan vazgeçmeyi tercih etmedi de kendi hukukuna riayet etmemelerine rağmen onlara iyilik yapmaya devam etti. Bu hareketin doğruluğunu da Peygamberimiz (s.a.s.) ikrar buyurdular.

(1) Bağdad’da neşredilen et-Terbiyetü’1-İslamiyye isimli aylık derginin 19. yıl, 1. sayı, Şaban 1396 h; 28 Temmuz 1976 m, tarihli nüshasının 14-20 sahifelerinden Türkçeye terceme edilmiştir.

(2) İbn Mace: Sünen, es-Sadekat 19 (hadis no: 2431; C. 2, s. 812 Mısır 1373 h./1954 m.)

(3) el-Bakara: 282.

(4) el-Bakara: 280.

(5) İspat ve tevsik için istenirse borç, noterce yazılır. Lüzûmu halinde mahkeme huzurunda ispat için yazılması gereklidir.

(6) ed-Debr.: 9.

(7) es-Sehâvî: el-Mekasıdü’I-Hasene 20 Mısır 1375 h, / 1956 m.

(8) er-Rahman,: 80.

(9) Müslim: Sahih, bir 22 (hadis no; 2558); Nevevî 11/422 Mısır 1328 h.; Muhammet b. Allân,: Delilü’l-Falihin 1/197 Mısır 1385 h. / 1966 m. “Onların yüzünü sanki küle çevirirsin” yani sanki onlara sıcak kül yedirirsin. Bu, sıcak kül yiyenin hissedeceği ıstırap gibi onların günahkâr olacaklarına dair bir benzetmedir. Bunlara iyilik yapanın bir vebâli yoktur. Fakat ilgi ve irtibatı kestiklerinden ve onu üzdüklerinden dolayı iyilik görenler çok günahkâr olacaklardır.

Dördüncüsü: MüsIümana Nasihat Etmek:

Müslilmâna nasihat etmek, mü’mm kişinin vazifelerindendir.

Nasihatta, öğrüt verilenin iyiliğini istemek manası vardır. Bunun yolu, öğüt verileni, yararlanacağı şeylere sevketmek ve zarar göreceği şeylerden alıkoymaktır.

Bir kimse bir müslümandan öğüt isterse nasihat emrinin farziyyet derecesi artar. Meselâ kız alıp verme, ortaklık, emaneten verme, karşılıklı muamelede bulunma, komşuluk vs. gibi hususlarda yapılan istişare böyledir.

Danışılan danışana, falanca ile ortaklık etme veya falancanm kızını alma; çünkü o buna layık değildir derse danışan bu öğüdü dinlemeyerek gidip hakkında fikir, beyan edilene söylese ve bu yüzden öğüt veren öfke ve işkenceye maruz kalsa bu durumda şöyle demesi gerekli olmaz. "Hayatın tecrübeleri bana bir kimseye nasihat etmemeyi öğretti. Buna riayet edersem işkenceye maruz kalmam.” Çünkü bu vaziyette danışılan, öğüt verme vazifesini yapmıştır. Kendisine dokunacak zarar korkusunun bu vazifeyi yapmaktan alıkoyması caiz değildir. Buna göre bu tecrübe ve benzerlerinden müslümanın öğreneceği makbul bilgi şudur ve şöyle demesi gerekir: Allah’ın farz kıldığı şeyleri yaparken müslüman bazen, serseriler, cahiller ve-zalimler tarafından eza-cefa görebilir. Şer’î nasslar da buna delâlet etmektedir. Bu eza-cefa gerçekte, müslümanın İslam esaslarına bağlılık derecesini ölçmek için bir nevi deneme ve imtihandır.

Müslümanın bu imtihandan kaçması ve bu kaçış neticesinde İslamî esasları terketmesi gerekmez.

ÖZET:

Şimdiye kadarki anlattıklarımızı şu şekilde özetlemek mümkündür:

a)-Hayat ve hayatın tecrübeleri öğrenme ve ibret almadan ibarettir.

b)-Hayat tecrübelerinden elde edilen makbul öğrenme, İslam esaslarını te’yid eden ve onlara uygun olan bilgilerdir.

c)-Hayat tecrübelerinden elde edilen makbul olmayan zararlı bilgi, İslam esaslarına ters düşen ve bunları hükümsüz bırakmak isteyen şeylerdir.

d)-Müslümanın edindiği acı tecrübelerin kaynağı, ya İslam hududundan dışarı çıktığı için veya ibadetini sırf Allah nzası için yapmadığındandır veyahut da bunlar imtihan ve sınama nevinden dir.

e)-Başkaları uzaklaşsalar veya kendisi zarar görse bile müslümanın İslamî esaslardan ve Allah’ın farz kıldığı şeylerden kaçması caiz değildir.

Salât ve selâm Efendimiz Muhammed’e, onun âline ve bütün ashabına olsun.