Makale

DİN İLE FELSEFENİN MÜNASEBETİ

DİN İLE FELSEFENİN MÜNASEBETİ

YAZAN:

Prof. Dr. M. Abdullah DRAZ

ÇEVİREN: Bekir KARLIĞA

DİNİN, TOPLUM İÇİNDEKİ YERİ BAŞKÖŞEDİR. ZİRA DİN, DİĞER MÜESSESELERDEN HEM ÖNCE KURULMUŞTUR, HEM DE FERDLERİN İÇİNDE KÖKLÜ BİR YERİ VARDIR. ZİRÂ TOPLUMUN BAĞLI OLDUĞU İNANÇ, HER ZAMAN KAFASINI MEŞGUL EDER.

İnsanlığın çok çeşitli ve pek dağınık olan bilgi türlerini sıralayacak olursak, bunlardan bir kısmının din ile aynı sahalarda hareket ettiğini, hatta din ile akrabalığının bulunduğunu görür, bir kısım bilgi türlerinin ise din ile ilişkisinin bulunmadığını müşahede ederiz. Din ile yakın bir ilgisi bulunan bilgi türleri içerisinden birisi de bazı ilim adamlarının “en üstün bilgi” diye nitelendirdikleri umumi manasıyla felsefedir.

Felsefeyle dinin konusu aynı değil mi?

Veya şöyle de diyebiliriz; felsefe ile dinin halletmeye çalıştıkları problemler bir değil midir? Felsefenin gayesi kısa veya uzun vadede insanlığın mutluluk yollarını araştırmak, varlığın aslını ve mahiyetini izah etmek değil midir?

Evet, gerek pratik, gerekse teorik alanda felsefenin meşgul olduğu belli bağlı konular bunlar.

Dikkatle bakacak olursak görürüz ki bu konular, aynı zamanda dinin üzerinde durduğu konulardır.

Fakat şurası da bir gerçektir ki, konuların aynı olması, elde edilecek neticelerin de aynı olacağı anlamına gelmez. Yukarıda sıraladığımız sorulara verilen cevaplar ve ele alınan problemler için öngörülen çözümler nasıl her dinde birbirinden çok farklıysa1 her dinin kendine göre bir metodu varsa, felsefi ekollerin verdikleri cevaplar ve problemlerin çözümü için gösterdikleri yollarda aynı şekilde hatta ondan daha fazla farklılık gösterir. Bazı konularda filozoflar arasındaki ayrılık, ilahi veya gayrı ilahi dinler arasındaki ayrılıktan çok daha ileridir.

Elbette ki burada bizim yapmak istediğimiz şey birbirinden farklı iki ordu karargâhı arasındaki ayrılıkları anlatmak değildir. Bizi burada alakadar eden husus, sadece din ile felsefe arasındaki ayrılığın nedenleridir.

Din ile felsefe neden birbirinden ayrılmak tadır?

Birini diğerinden bütünüyle ayıracak bu farkların esası nereye dayanmaktadır.

Dinle felsefenin konuları bakımından bir beraberlikleri olduğunu belirttikten sonra aralarındaki ihtilaflara dokunmayacağız. Bunun yerine ikisinin neticeleri bakımından ayrıldıkları noktaları belirtmeye çalışacağız. Ne var ki bunu yaparken bir güçlükle karşılacağız: O da bu iki gerçeğin arasını tam olarak ayıran veya birleştiren bir genelgeçer hüküm bulamayışımızdır. Zira birçok felsefi ekollerin kendi akli çabalarıyla dinin daha önceden koymuş olduğu temel prensiblere ulaşmış olduklarını görüyoruz. Bir kısmının ise daha yolun başlangıcında veya ortalarında bu temel prensiplerden uzaklaştıklarına şahit oluyoruz. Felsefi doktrinler arasında bu temel gerçeklerden en çok ayrılan ve uzaklaşan sistemler materyalist sistemlerdir. Çünkü materyalist felsefe duyu ve gözlemin ötesinde biç bir temel prensip tanımamakla, gerek dinlerin gerekse diğer felsefi sistemlerin kabul ettikleri temel prensipleri kökten reddetmektedir.

Ayrıca bir takım spirtualist sistemler kâinatın güçlü ve muktedir bir yaratıcısı olmak gerektiğini kabul ederken, yaratıcıyla yaratılan arasındaki ilişki anlayışı bakımından dinlerden birçok noktalarda ayrılmaktadırlar. Zira bu felsefi sistemlerde dinlerde bulunan çok önemli iki unsur bulunmakaktadır.

a-Yaratılışın Başlangıcı Problemi: Maddenin, yoktan varedilişi hususu. Bu problemi bütün dinî fırkalar ele alır ve Allah’ın maddeyi yoktan varettiğini belirtirler. Eski Yunanlılar ise bu âlemi idare edici varlığın âlemi yoktan var etmediğini, aksine yaratıcı gülcün önünde maddenin dağınık hâlde bulunduğunu ve bu dağınıklıktan maddeye şekil vermek üzere dikkatli bir düzeni meydana getirdiğini kabul ederlerdi. Onlara göre yoktan varedici bir tanrı yerine usta bir yapıcı vardı.

b-Rububiyet Problemi: Buna sürekli yardımcı ve destekleyici hususu da denilebilir. Bütün dinler günlük olaylara etki eden varlıklarla her zaman alâkadar olan, onların yardımına koşmaktan üstün bir güç fikrine istinad ederler. Ve ona ibadet ederlerki bu üstün güce kulluk etmeden dindarlık mümkün olmaz.

Kâinatı vareden Allah’ın mevcudiyetini kabul eden felsefî sistemler böyle bir tanrı anlayışına sahip değildirler. Hatta bunlardan bir kısmı tanrının kâinat ile ilişkisini, ilk sebebin neticeyle ilişkisi veya işini bitirip, vazifesini yerine getirmiş olan bir ilk sebep ve netice ilişkisi olarak kabul etmektedirler. Bu durumda Tanrının kâinat ile alâkası bir inşaat mühendisininki gibidir.

Mühendis binanın plânını çizer ve sahibine teslim eder. Ondan sonra evin idare ve tanziminde hiç bir rolü olmaz. İşte bu felsefî akımlara göre Tanrı da bu âlemi yarattıktan sonra onun kâinat ile alâkası kalmamış veya en azından dünyamızın idaresi ile ilgili hususlarda hiç bir müdahelesi olmamıştır.2

Biz dinî kafileden geride kalan felsefi sistemler arasındaki ayrılıklardan söz etme yerine din ile dine yer veren felsefî sistemler arasında karşılaştırmalar yapmaya çalışalım. Yalnızca konulan bakımından değil, genel esasları itibariyla da dinle uyuşan sistemleri ele almaya çalışalım.

Acaba bu felsefi sistemlerle din arasında tam bir ahenk mi vardır, yoksa bir ihtilaf mı söz konusudur?

Ne yazık ki bu soruya müsbet cevap veremeyeceğiz. Din ile dine yer veren felsefî sistemler arasında çok yük farklar vardır ve olmaya da devam edecektir. Bu ayrılığı bazı bilginler vasıta ve metot bakımından kabul ederlerken bazıları da çıkış noktaları ve şartları bakımından kabul etmektedirler. Biz ise ikisinin arasındaki ayrılığın çok daha derin olduğu kanaatindeyiz. Çünkü ayrılığın her birinin mahiyetini belirleyen temel prensiplerde olduğunu kabul etmekteyiz.

İsterseniz önce eskilerin bu noktadaki görüşlerini serdedelim, sonra kendi kanaatımızı belirtelim.

Farabî, eski Yunan filozoflarından naklederek der ki: “Felsefe, Yunanlılara göre eşyanın hakiki durumumun temsili olarak değil bizzat düşünebilme ilminin adıdır. Onunla eşyanın hakikati mücerred ikna yoluyla değil, kesin burhanlarla isbat yoluna gidilir. Dinlerin ve mezheplerin anlatım yolu ise ikna ve temsil yoludur.”

Biz dinlerle felsefe arasındaki bu ayırımın bazı dinler için doğru olmakla beraber hepsine teşmil edilemeyeceğini kabul ediyoruz.

Mesela İslam, getirdiği prensiplerle eşyanın hakikatini, hem tahkik ve temsil yoluyla, hem de ikna ve yakin yoluyla ifade etmiştir. İbn Rüşd ise “Felsefe ile Din Arasındaki Alâka Konusunda Kesin Söz” adlı eserinde bir sok örneklerle bu hakikati pratik bir şekilde belirlemektedir. İbn Rüşd, insanların tabiatının tasdik konusunda birbirinden çok farklı olduğunu belirttikten sonra kimilerinin delile dayanarak tasdik ettiğini, kimilerinin ise delile dayalı olarak söyleyenlerinkini diyalektikle doğruladığını ifade ederek aşağı yukarı şu görüşleri serdeder:

“Bizim gittiğimiz yol bu olunca, şeriatımız insanları bu üç yolla hakka davet etmiştir.” bir başka yerde ise şöyle demektedir. “Yüce hitap, Kur’an incelendiği zaman görülür ki; taşanlara üç yolla hitap etmektedir. Yani bütün insanlar için mevcut olan, insanların birçoğuna öğretmeyi hedef alan tamim yoluyla ve hususi yolla insanlara hitap etmektedir.”3

Ancak bütün dinlerin gerçek araştırma ve kesin inanç yerine ikna edici hitap ve temsil esasına istinad ettiğini söylemek mümkün değildir.

Aynı şekilde felsefi sistemlerin de her zaman için aklın ışığında yürüdüğünü, katî buhranlara dayandığını söylemek imkânı yoktur. Zira durum böyle olsaydı, felsefî sistemler arasında böylesine ayrılık ve çekişme olmaması gerekirdi. Zira bir gerçek hiç bir zaman için gerçeğe aykın düşmez ve onu yanlış çıkarmaz, aksine birbirini destekler ve teyld eder. Şu hâlde felsefî sistemler arasında görülen bu çelişki ve aykırılıklar göstermektedir ki her felsefî sistem, mutlak gerçeği ifade etmediği gibi, bu konuda son sözü de söylememektedir. Yalnız felsefi sistemlerden her birinin gerçeğin belli bir yanını dile getirdiği ve bu sistemlerin birleşmesiyle ortak bir gerçeğin elde edilebileceği söylenebilir.

Keza bu sistemlerden birinin gerçeği ifade ettiği, diğerlerinin ise gerçekle ilişkisinin bulunmadığı da belirtilebilir.

Yahutta gerçek bu sistemlerin ifade ettiklerinin hiç birisi değildir, denebilir. Ve gerçeğin bunların tamamen dışında olduğu ifade edilebilir. Felsefî sistemlerin bu sözünü ettiğimiz hususlardan hangisine intibak ettiğini söyleyebilmek için, bu sistemler arasında karşılaştırmalar yapmak ve detaylı olarak her birini ele almak icabeder.

Tecrübe ve anoloji ile anlıyoruz ki bu felsefî sistemlerin çoğu faraziye ve teorilerdir. Genellikle imkân ve ihtimal yörüngesi üzerinde devreder. Aralarındaki farklılık ise güzel takdim edilebilme ve iyi vazedilme nedenleri ne dayanmaktadır, yoksa saf akla ve kesin delillere dayanmamaktadır. Daha açıkçası bu farklılık güaal anlatım ve parlak hayal oyunlarına dayanmaktadır. Şu halde felsefi sistemlerin sistematiği duygulara hitabeden, gönülleri çelen bir nevi nazım veya nesir şeklinde olmaktadır. Yoksa kesin delillere dayanması ve kesinlik ifade eden esaslara istinad etmesi değildir.

Aralarındaki tartışmalarda kesin sözü söyleyip, tartışmayı sonuçlandıracak bir hüküm anlamı taşımaz.

İbn Sina, din ile felsefenin “gerçeği” vs “iyiyi” tarif bakımından müşterek olduklarını ancak bu hususlara verdikleri önem bakımından birbirinden farklı olduklarını ifade etmektedir. Sonra ilave olarak pratik felsefenin, ilahi şeriattan istifade ettiğini, teorik hikmet konusunda şeriatın sadece prensibi üzerinde durduğunu, hüccet ve kemal noktasını ise aklî güce bıraktığını söylemektedir.4

İbn Sina’nın belirttiği farklılığın Fârâbi’nin belirttiğinin aksine açıkça İslama uygun düştüğü görülmektedir. Zira İslam şeriatı teorik hikmetin prensipleri üzerinde çok ince uyarılar yapmakla kalmış, ameli hikmet konusunda ise bütün mükemmeliyetiyle hükümler koymuştur. Ama bu husus diğer semavî dinlere uygun düşmekte midir? Bu konuda söylenebilecek şey, bütün dinlerin daha çok ameli hikmet konusu üzerinde durduğu, teorik felsefe üzerinde hiç durmadığıdır. Aynı zamanda felsefi ekollerden öğreniyoruz ki felsefe daha çok pratik hususlar üzerinde durmaktadır.

Binaenaleyh dinler ile felsefî sistemlerin mahiyeti arasındaki ayırım için yeterli bir farklılık olmaz.

Batılı ilim adamları, din ile felsefenin birbirinden ayrıldığı noktaları şu şekilde sıralmaktadır:

1-Felsefi problemlerin çözümü deha derecesine varan ileri zekâların mahsûlü iken-onlara göre-dinî konuların halli kitlelerin ve milletlerin mahsûlüdür. Onlar, “Bu yüzden dinlerin doğuşu, dinleri vazedenlerin bayatları, kitaplarını telif ettikleri şartlar çok girift ve gizli kapalıdır, ama felsefî eserler böyle değildir, demektedirler.

(1) Biz, bu yazımızda geçen “Din” tabiri ile yalnız semavi dinleri değil, umumi manada bütün dinleri kastediyoruz.

(2) Ünlü filozof Epicure’nin tanrının gerçekte olıuamakla beraber idealitede oyun ve eğlence dolu bir bayat sürdüğünü ve yeryüzünün hiç bir işiyle ilgilenmediğini, binaenaleyh insanların ondan korkup çekinmelerini gerektiren bir şeyin olmadığını söylediği rivayet edilir. Platon “Kanunlar” adlı eserinde bu husus ile ilgili bir bölüm ayırmış ve ateizmin iki türlü olduğunu, birincisinin Tanrı’nın varlığını hiç kabul etmemek olduğunu, diğerinin ise, Tanrı’nın insanların isleriyle ilgilenmemesi olduğunu belirterek her iki görüşün de yanlış olduğunu delilleriyle belirtir. Plâton, Les Lois, 900 ye devamı.

(3) İbn Rüşd, Fasl’el-Mekâl; 8 ve 33.

(4) Risalet’ü’Tabiyyat, 2-3.

2-Dini kitleler, geçmişlerinden devralırlar. Felsefeyi ise bir filozof kendi düşünce yapısından ve şahsi mülahazalarından alır.

Bu düşünceler tevarüs edilen inançlara aykırı da olabilir.

3-Felsefe her an yenilenmektedir. Dinler ise daha çok durgun ve değişmez esaslara sahiptirler. Zira topluluklar her zaman inançlarını değiştirme eğilimi göstermezler. Özellikle ibadete şayeste bir Rabb tarafından gönderilmiş bir de kitabı olan din ise bu inançlara yeniden göz atmayı hiç düşünmez,

4-Dinin, toplum içindeki yeri başköşedir. Zira din, diğer müesseselerden hem önce kurulmuştur, hem de ferdlerin içinde köklü bir yeri vardır. Zira toplumun bağlı olduğu inanç, her zaman kafasını meşgul eder.

5-Dinin, toplum hayatında etkisi büyüktür. Günlük, mevsimlik ve yıllık törenler gruplar arasındaki bağlılıkları pekiştirir. Ayrıca dini düşüncenin belirli bir organik bağlılığa, kesin plânlara ihtiyacı vardır. Bu organik bağlılık sayesinde dindar kişi, inancını karşı olan bağlılığını yeniler. Çünkü günlük ve maddi hayatın meşgaleleri yüzünden bu bağlar daima unutulmaya mahkûm olabilir. Ama felsefenin böyle törenlere ihtiyacı yoktur.

Zira filozofun inancı çoğunlukla kendi kafa yapısından neşet eder.

Bu inancın ayrıca belirli ve düzenli ibâdetler ve şekillerle ortaya çıkmasına da gerek yoktur.

Çünkü aklı ona bir takım kurallar koyup bunun dışına çıkmanın anormallik olacağınıempoze ederek bu kurallara uymaya zorlamaz. Şayet filozof böyle bir sınırla kendisini sınırlı kabul edecek olursa ve bunu kendi felsefi sistemi için bir şiar haline getirirse o zaman herkes tarafından alay konusu edilecek bir çılgınlık yapmış olur.

6-Din, bir sulta, devlet nüfuzu gibi bir nüfuz altında hayatiyetini sürdürür. Felsefe ise ancak hürriyet havası içerisinde gelişme imkânı bulabilir.

Batılıların sıraladıkları bu farklara dikkat edenler görürler ki bu farklar din ve felsefenin geçirdiği bütün merhaleleri tasvir etmekten ziyade hâlihazırdaki durumlarını ve özellikle de Hıristiyan Avrupadaki merhalelerini ifade etmektedir. Bu anlayışın karşımıza getirdiği tabloda geçmişten miras olarak alınmış, katı ve donuk prensipleri bulunan bir din yer alıyor. Bu din toplumun bağlandığı bir inanç olarak, onun tarihinin bir bölümü olmuş ve böylece geçmişin azametiyle içiçe girerek kilisenin hâkimiyyeti altına girmiştir. Bu dinin doğuşu bir takım giriftlerle örtülü olduğu için görünümü çok kapalı bir biçim almıştır. Keza bu görüş bize felsefeyi filozofun kafasının bir parlayışı olarak takdim etmekte ve filozofun aklının, duygu ve isteklerinin damgasını taşıdığını belirtmektedir. Filozof kendi parlak zekâsıyla, her türlü kayıttan azade olarak her giden gün yeni bir elbise giyebilmektedir.(!)

Şüphesiz ki biz din ile felsefe arasındaki bu ayırımı olduğu gibi kabul edecek olursak birbirinden farklı iki neticeye varırız. Buna göre dinler değişmez sosyal fenomen olarak göze çarparken felsefe ferdi bir hareket olarak hür ve değişken bir sistem şeklinde tezahür etmektedir. Bu durumda dinin kitlelerin ve yığınların felsefesi, felsefenin de seçkin dâhilerin dini olduğunu söylemek mümkün olur.

Ama dinleri doğuş çevrelerine inerek ele alacak olursak veya en azından ıslahata ve yenileşmeye uğradığı çağlar içinde mütalâa edecek olursak, dinlerin de pek çok seçkin ve dâhi şahsiyetlere sahip olduğunu görürüz. Meselâ: Hz. Musa, İsa ve Muhammed (a.s.) ile Buda Mani ve Luther bunlar arasındadır. Hatta putperest ve ilkel dinler bile kendilerine göre böyle şahsiyetlerden yoksun olmamıştır.

İbtidai dinlerdeki bazı kimseler, dinî esasları vaz’etmişler veya dinlerde birtakım değişiklikler yapmışlardır. Bunu ya sanat ve icad sâikiyla yapmışlar veya muhtelif yerlere tertip ettikleri gezintileri esnasında tanrıların temsillerini beraberlerinde taşımak arzusuyla yapmışlardır.

Halkın, bir din kurucusunun hayatını bilmemesi bu dinin doğuşu esnasında halkın bir veya bir kaç neslinin onu koyduğu anlamına gelmez. Sadece bu, kimin miras bıraktığını bilmeden bir mirasa konan mirasçının durumu gibidir. Evet, belki bu mirasta asırlar boyu az veya çok bir takım değişiklikler olmuştur.

Ve neticede din ortak bir eser ve çeşitli yamalar almış bir elbise şekliıie bürünmüş olarak birden fazla ferdlerin mahsulü olabilir ve halk, onu bu şekliyle benimsemiş olabilir. Ama biz bu mirası asır be asır eleyerek ilk doğduğu zamana kadar indiğimizde varacağımız sonuç onun bütünüyle halk kitlesinin veya bir milletin belirli bir topluluğunun eseri olmadığıdır. Bunun aksini iddia edenler tarihte bir milletin liderlerinin ve ileri gelenlerinin bir araya gelerek yepyeni bir din ortaya çıkarmak için ittifak ettiklerini ve bir takım inanç esasları koyduklarını, özet halinde veya mufassal olarak ibâdet şekilleri ibda ettiklerini belirten bir örnek göstersinler.

Hâlbuki dinlerin kurucularının tarihte gizli kapalı kaldığını; din kitaplarının, ortaya çıktığı çağların kesin olarak bilinmediğini bir genel kural olarak kabul etmek mümkün değildir. İşte İslam Tarihi, O’nun Peygamberi ve Kitabı, daha dün olmuş gibi ortada onun hayatı.

Avrupalı insaflı bilginler bu hususu kabul ve itiraf ediyorlar. Ancak bunun diğer dinlerden ayrı bir istisna olduğunu söylüyorlar.

Lakin gerçek odur ki bu bakımdan İslam’ı bir istisna addedebileceğimiz husus, bu dinin- tarih bakımından açıklığı ve kitabının bütünü ve parçasıyla birbirine eklenmiş olan isnat zincirleridir. Dinlerin kurucularının tarih içerisinde yaşamış olmaları hususu ise bütün dinlerde müşterek olan bir husustur. Hatta biz İslam’ı istisnai bir hüviyette kabul etsek de dinlerin doğuşu ile felsefi sistemlerin doğuşu arasında batılıların var saydıkları farkın umûmiyet itibariyle doğru olmadığını ortaya koymaktadır.

Nasıl dinler doğduktan sonra istikrar kesbedip değişmez umdeleriyle ortaya çıkarlar ve sonra her dinde reformist mücedditler türer ise felsefi sistemlerde aynı şekilde neş’et, ederler. Hatta pozitif filmlerden fizik ve matematik dahi aynı yolu takip eder. Bunlar da birçok asırlar durgun olarak kalırlar.

Her iki alanda da yenilik ve reform şiddetli tepkilerle karşılaşır. Nice modem keşifler ve buluşlar vardır ki siyasi ve ilmi muhitte onu ortaya atan kimse delilikle itham edilmiştir.

İbadet şekillerinin ortaya çıkışı konusunda söylenenler ise genellikle temel elemanlarını ve teferruata dair hükümlerini tamamlamış olan dinler için doğrudur. Ama tamamen ferdin iç dünyasında saklı kalan ve derunî bir hal, müphem bir inanç olmaktan öteye geçemeyen inançlar için bunu söylemek mümkün değildir. Nitekim böyle bir inanç şeklini, İslamiyet gelmezden önceki Haniflerin inançlarında müşahede ediyoruz.

Onlara benzer selim fıtrat sahibi birçok kimseler biliriz ki kendilerine doğru ve hak dinin hükümleri ulaşmadığı için ona hağlanamamışlardır ama kendi cemiyetlerinin sakat inançlarına da kapılmamışlardır. Ancak kendileri için belirli bir inanç yolunu seçme imkânından da yoksundurlar. Bu tipler kendi toplumları içinde yapayalnızdırlar.

Her biri kendi başlarına bir inanç sâliki imiş gibi göründüklerinden çevrelerinde kimseyi toplayamazlar. Müşterek hareket etmek veya ortak bir koroya katılmak durumunda değildirler.

Hatta diyebiliriz ki ibadetler ve hareketler konusunda sözü edilen hususla belirli milletlere ve ırklara has olan dinler içinde geçerli değildir. Örnek olarak ilk Budizmi ele alalım. Başlangıçta Budizm, tam bir uzlet hayatını öngörüyor, derin düşünceye dalmayı gerekli kılıyordu. Her türlü ibadet ve âyinlerden uzak bir yalnızlığı emrediyordu. Buna karşı olarak bir takım filozofların kendi sistemlerini çeşitli prensipler âdet ve günümüzdeki dinlerde rastladığımız cinsten âyinlerle doldurduklarını gürüyoruz. İşte Auguste Comte bunlardan birisidir. Şu halde yukarda sözü edilen ayırım doğru bir ayırım değildir.

Din ile felsefe arasındaki ayırımın son şıkkı olarak, felsefenin ancak hürriyet atmosferinde yaşayabileceği, dinin ise ancak otorite ve nüfuzun hâkim olduğu bir ortamda teşekkül edebileceği hususu kısmen doğru olmakla beraber mutlak doğru anlamına gelmez. Bu noktanın açıklığa kavuşturulması önümüze din ile felsefenin arasındaki ayırımı belirtmemiz bakımından sağlam ölçülere ulaşmamıza vesile olacaktır.

Eğer bununla dinin her zaman devletin otoritesine ve nüfuzuna dayanarak kaim olduğu söylenmek isteniyorsa, çok yanlış bir hükümdür. Zira dinlerden birçoğunun devlet otoritesinden uzak müsamaha ve hoşgörü ortamında gelişmiş olduğunu görüyoruz.

Bunun en açık örneği de Budizm’dir. Hıristiyanlıkla Müslümanlık da hiç olmazsa başlangıç dönemlerinde böyledirler. Her iki din de vicdan hürriyetine saygı besleyerek ve “Dinde zorlama yoktur.” prensibine dayanarak yayılmışlardır.

Hâlbuki öyle dönemler bilmekteyiz ki felsefe otorite mekanizmasına hâkim olmuş, kendisine karşı çıkanları takibe tabi tutarak, istediği doğrultuya çekmek istemiştir.

Yok, eğer bununla kasdolunan husus, dinin toplumun ahlaki sultasına dayandığı noktası ise ki şu anlamda söz konusu olabilir:

Ferdlerin toplum hayatı yaşamaları nedeniyle, ortak bir arma taşıyan, mütecanis fikirlere sahip bulunan, inanç alışkanlıkları ortak bir kitle meydana getirmesi ve bu sebeple toplumun inançlarına aykırı şeyleri kötü ve anormal kabul etmesi anlamında çok dar sınırlara mahkûm ve kendi dışına açılma imkânından yoksun “ilkel” toplumlar için bir noktaya kadar doğru olabilir.

Ama onu genel bir hükümmüş gibi tamim etmek mümkün delildir. Zira öyle toplumlar ’ biliyoruz ki kanatları altında değişik dinlerden vatandaşlarını saklıyor. Farklı inançlara sahip olmak o toplumların genel hayat işlerinde ortaklaşa hareket etmelerini ve ortak vatandaşlık görevlerini yerine getirmelerini önlemiyor.

Fakat bununla inançların, inananların ruhundaki tesiri ve hâkimiyeti kastolunuyorsa, şüphesiz ki dinlerin felsefi sistemlerden farklı yönü budur.

Felsefenin böyle bir şeyde gözü olmaması gerekir. Aksi takdirde hududunu aşmış ve kendi kendisiyle çelişkiye düşmüş olur.

Çünkü felsefenin özü hikmet sevgisine dayanır. Veya bir başka deyimle felsefe bilgelik iştiyakıdır.

Asıl gayesi ise insani hududlar dâhilinde hakikati araştırmak ve gerçeğin yakaladığı yanlarını gözler önüne sermektir. Filozof, herkesten önce insan aklının eksikliğini bilmesi gereken kişidir. İnsan elinin mahsulü olan her şeyin mutlak üstünlükten uzak olduğunu kabul etmesi icabeden kimsedir. Binaenaleyh, filozofun en büyük özelliği ilim adamlarına has olan alçak gönüllülük ve hoşgörüdür. Bu konuda Sokrates bize güzel bir örnek verir ve “Çok iyi bildiğim bir şey varsa oda hiç bir şey bilmediğimi bilmemdir.” der. Dinî düşünce ise değişik şekilleri ve görünümleriyle hep, her hangi bir konuda hüküm verirken, bu hükmünü varlığın sırrından alındığını ve aynı zamanda eşyanın olması gerektiği gibi hakikatin temsil ettiğini bildirir. Dini düşünce, tabiatı itibariyle zorlayıcıdır.

Sâliklerinden mutlak manada kabul ve teslimiyet ister. Verdiği hükümlerde tartışma ve çekişme istemez. Hatta kendisi hakkında tereddüt ve inceleme müsaadesi vermez. Bir kişi şayet öyle yapacak olursa mütedeyyin olmaktan çıkar ve felsefe yapmış olur.

Nihayet bir konu üzerinde karar kılar ve ona bağlanır o hususta tartışma ve çekişme kabul etmez ve ondan hiç ayrılmaz. Ve işte o zaman bu kabul ettiği şey; insanın dinî, inancı olur. Kendini ona adar ve alışılanın üstünde kendini bu samimi inançlarına vererek o uğurda her fedakârlığı göze alır, hayatını bile fedâ edebilir. Kendi kafasında onun dışındaki hiçbir ilmi ve siyasi mülâhazalara yer vermez.

Biz işte bu bilinmez sırrı çözmeye çalışacak olursak, ancak bilginin hakikati ile imanın hakikati arasındaki farkla, bilgi fonksiyonunu icra eden ruhî kuvvetle, iman fonksiyonunu icra eden ruhî kuvvet arasındaki ayırımı yapmamız mümkün olur.

Bazı kişiler vardır açlık ve susuzluk kelimelerinin anlamını kavrar ama onun acısını hissedemezler. Sevgi ve iştiyak kelimelerinin ne anlama geldiğini bilirler ama aşk ve şevk ehli değildirler. Bir sanat şaheseri karşısında, ürperti duymadan, onun tadını tatmadan, sanat sırlarını çözüp inceliklerini anlayabilir. Her hangi birisinin üstün aklı ve zekâsı, ahlak ve siyaseti veya bunların tümü bilinir, ancak ona karşı bir dostluk duygusu duyulmaz, bir yakınlık hissedilmez, hatta yüreğin bu faziletler karşısında kıskançlık ve nefretle dolduğu da olur. Bütün bunlar duyularınızla, düşünce ve tahminlerimizle elde ettiğimiz bilgi yollarıdır. İnsan zihni bunları birer birer düşünürken onlardan tamamen uzaktır yahut da oldum olasıya düşünür ve geçer. Onun içine nüfuz edemez.

Zihnine tam olarak yerleştiremez, kısacası onu özümleyemez. İşte gelip gelip de bu merhalede kalan her türlü düşünce faaliyeti ve ruhi haller, az veya sok inançla ilgisi olmayan düşünce ve şekil ve halleridir. İnanç öyle bir bilgi türüdür ki yankısı, vicdanın derinliklerinde yer eder, ana maddesiyle atan kalbin içine karışır ve onunla yürekte hiç bir sıkıntı duyulmaz. Aksine yüreği soğutucu bir serinlik hissedilir.

İnanç, öyle bir zevk ve yaşama biçimidir ki insan düşüncesini aklın semasından alarak kalbin içine götürür. Ruhun susuzluğu onunla gider. Onun yapısına karışan bir gıdası olur. Kişinin hayati unsurlarından bir unsur hâline gelir. Bir de inanılan konu yüce gerçek ve ideal bir mefkûre olursa o zaman düşünce itici, etkili, yaratıcı bir güç hâline gelir.

Önüne dünyada ne gibi engel dikilirse dikilsin çiğner ve hedefine doğru ilerler.

İşte din ile felsefenin ayrıldıkları nokta budur. Felsefenin gayesi bilmektir, dinin gayesi ise inanmaktır. Felsefenin hedefi katı bir düşüncedir, donuk, halde gözler önünde canlanır. Dinin hedefi ise hareket dolu bir güç ve atılım dolu bir ruhtur.

Birçokları gibi “Felsefe kafalara, din kalblere hitab eder, mantık kurallarına ve ilmî kaidelere aldırış etmeksizin duygulara sesleni.” demiyoruz. Veya aziz Augustin’in dediği gibi “Credo quia absurdum=anlatılmaz olduğu için inanıyorum.” demiyoruz. Zira bu tavsif bütün dinler için uygun değildir. Biz bunların aksine diyoruz ki: “Din, az veya çok aklın verilerine tam olarak bağlanmaz, buna kalbin desteğini de ekler.”

Şu halde felsefe, ruhun birçok cephelerinden sadece birisinde faaliyet yapar. Din ise ruhu bütün cepheleriyle kuşatır.

Felsefe, düşünme ve tahlil edip bir terkibe varma işidir. Bu ise hakikati parça parça ayırarak bölümlere bölmek sonra da zekânın ışığı altında birleştirerek ruhun bir cephesinde katı ve kuru bir kabuk hâlinde gerçeği ortaya sürme işlemidir. Dine gelince o, hakikati bir bütün olarak ele alan yüzeydeki kabuk kısmını delerek derinliklere inen, kalbin içine kadar sirayet edip ruhu bütünüyle kaplayarak dizginlerini eline alan ebedi bir neşidedir.

İşte bu noktada felsefeyle din arasındaki çok ince ayrılık meydana çıkar. Şöyle ki felsefenin gayesi hep teoriktir. Pratik bölümünde bile teoriye dayanır. Dinin gayesi ise hep pratiktir. Teorik yönü bile pratiğe dayalıdır. Felsefenin hedefi bize gerçeğin ve İyinin ne olduğunu ve nerede bulunduklarını göstermektir.

Bundan öte onun tanıttığı gerçek ve belirttiği iyi konusunda bizim nasıl bir tutum takınacağımız felsefeyi asla ilgilendirmez. Dine gelince o, bize gerçeği sırf öğrenmemiz için öğretmez. Aksine gerçeğe inanmamız onu sevmemiz ve saygı göstermemiz için öğretir. Bize yüklediği görevleri yerine getirmemizi ve gerçeği tamamen ruhumuzda yaşamamızı ister.

Dini düşüncenin pratikteki ilk tesiri, dindar kişinin kendisiyle bağlandığı yüce değerler ve gerçekler arasındaki münasebet özü bakımından bir münasebetinde göze çarpar. Bu bağlılık ve emri yerine getirme edebine dayanır. Hâlbuki felsefe, felsefe olarak, yani akil bir faaliyet şekli olarak, tasavvuftan ve alpirtualist anlamlardan uzak aklın bir çalışması olarak böyle bir münasebeti kabul etmeden de hayatını sürdürebilir. Zira filozofun sebepleri araştırmasında ve olayları ilk sebebe bağlamasındaki hedefi eşyayı aklî ve mantıkî ölçüler içerisinde anlamak ve onu her birine uygun yere yerine gelmektir. Filozofun kâinattaki olayların baş sorumlusu olarak üstüne oturtturduğu yüce gücü, kâinatta usta bir sanatkârın sanatına özen göstermesi veya bir kaptanın gemisine kaptanlık etmesi gibidir.

Görüldüğü gibi onun bu üstün güçte münasebeti tamamen mekanik bir münasebettir. Egsoterik bir ilişkidir. Burada karşılıklı konuşma söz konusu olmaz. Ruhun bağlantısı mevcut değildir. Bu münasebette kul, yaratanına muhabbet ve saygıyla yönelmez. Hûşû ve düşünceden eser yoktur. Dinin gerçekleştirdiği birçok manalardan izler mevcut değildir. Çünkü din, yalnızca inanmak veya yalnızca bilmekten ibaret değildir. Bunun ötesinde karşılıklı ruhî anlayışın dile geldiği dostluk ve bağlılıktır.

Dindar kişiyle inandığı yüce değerler arasında böyle bir bağlılık vardır. Bunun için görüyoruz ki dinler tarihi araştırmacıları arasında onsekizinci yüzyılda “Tabiî Din” adı altında ün salan akınım aslında dinle hiçbir ilgisi yoktur.

Her ne kadar yaratıcı bir tanrının varlığını ruhun ebediliğini ve ahlaki görevlere bağlanmanın zarureti gibi üç temel esası kahul etmekte ise de gerçek dinle hiçbir ilişkisi bulunmamaktadır. Bu akım, dinî bir hareket olmak yerine donuk bir felsefi cereyan olarak gelişmiş ve din adını vermemizi gerektirecek yaratanla yaratılan arasındaki ruhi bağlantıdan uzak kalmıştır.

Dini düşüncenin, pratik görünümlerinden birisi de onun sosyal sahaya atılma eğilimi göstermesidir. Çünkü tabiatı itibariyle inanç şerefli ve coşku dolu bir bağlantıdır. Devamlı olarak yayılma eğilimi gösterir.

Başkalarının da aynı inanca ortaklaşmasını ister. İnananan kişiyi kendinden geçirerek davasını ve hedefini yayan ve beyan yoluyla gerçekleştirmeye sevkeder. Hâlbuki ilmî ve felsefi düşünce, insan kaynaklı diğer bütün kültür birikimleri gibi daha çok spekülasyona, feragata ve yalnızlığa meyâldir. Veya en azından tabiatı itibariyle din gibi bir gelişme temayülü göstermez.

Kalabalıkların onu benimsemesi üzerinde fazla durmaz. Eğer dinle felsefenin özündeki ayrılıktan söz ederken bunun demokrasiyle aristokrasi arasındaki farklılığa benzediğini söyleyecek olursak; öyle sanıyorum ki yanlış bir benzetme yapmış olmayız. Kendi sistemini yaymaya çalışan, halkın onu benimsemesini isteyen ve bu uğurda çaba harcayan bir filozof gördüğümüz zaman; anlarız ki o zaman bu filozofun düşüncesi bir iman haline gelmiştir. Ve üzerindeki felsefi kılığı çıkararak peygamberlerin ve din büyüklerinin taşıdığı ağırlığı taşımaya namzet olmuştur. Kendi içine gömülmüş, çevresindeki sapık görüşlere, kötü hareketlere aldırış etmeyen, etrafını saran dünyada olup bitenlere dikkat etmeyen bir dindar da görürsek onun da iman ateşinin kül olup bittiğine yahut da en azından kül altında kaldığına hükmedebiliriz.

Bu bakış açılarından genel anlamıyla dinlerle felsefe arasındaki hududun tebeyyün ettiğini görüyoruz.

Ama genel anlamda dinlerle değil de sadece ilahi dinlerle felsefe arasında bir karşılaştırma yapacak olursak bu ayırımın üzerinde ona ilave olarak bir başka unsuru da eklememiz gerekir. Şöyle ki felsefe bütün şekilleriyle bir insan emeğinin ürünüdür. Felsefede insanın tabiatında mevcut olan bütün eksiklikler, sınırlar ve hudutlar yer alır. Bilinmeyene doğru çok yavaş adımlarla yürümek, her zaman değişip başka şekillere girmek, doğrulukla eğrilik arasında dolaşıp durmak, mükemmele doğru yaklaşmak veya uzaklaşmak gibi noksanlar göze çarpar.

Semavî dinlere gelince; bunlar Allah yapısı bir hüviyete sahip bulunduklarından ilahi değişmez gerçekler göze çarpar. Hakkın kelimesi değişmez. Hiçbir yanından batılın sızmadığı kati doğruluk vasfına haizdir. Ayrıca semavi dinler, ona bağlananları yüce lütuflara eriştirir.

Zahmetlere ve meşakkatlere katlanmadan bağışlama yollarını açar. Çok kısa anlarda bir göz kırpması veya ondan daha az bir zaman içerisinde bağlılarını aydınlıklar içerisine gömer.

Bir konuda felsefe hükmünü verdiği zaman bu hükmün kaypak olup olmadığı konusu kesinlik kazanmaz. Ama herhangi bir hususta akıl ile vahiy birleşecek olursa karanlık gecelerde yanan kandillerle günün aydınlığı bir araya gelmiş demektir. Bu “Nur üstüne nurdur, Allah dilediğini nuruna götürür”