Makale

İSLÂM’DA AHLAK ANLAYIŞI

İSLÂM’DA AHLAK ANLAYIŞI(*)

Yazan: Dr. Mikdad YALÇIN

Çeviren: Dr. S. Hayrı BOLAY

“MÜ’MİNLERİN İMAN YÖNÜNDEN EN MÜKEMMELİ, AHLAK YÖNÜNDEN EN GÜZEL OLANIDIR.”

“SİZDEN HİÇ BİRİNİZ, KENDİ NEFSİ İÇİN SEVDİĞİ ŞEYİ, KARDEŞİ İÇİN DE SEVMEDİKÇE İMAN ETMİŞ OLMAZ.”

“ALLAH’A VE AHİRET GÜNÜNE İNANAN KİMSE KOMŞUSUNA EZA VERMESİN VE ALLAH’A VE AHİRET GÜNÜNE İNANAN KİMSE YA İYİ SÖYLESİN YAHUT DA SUSSUN.”

Titiz ilmî araştırmanın istediği şey, önce araştırmanın seyrini tahdit ve düşünüş tarzını çizmektir; bu da ancak, araştırmanın konusunu ve sahasım sınırlandıran terimler (ıstılahlar)’in tahdîdi sûretiyle olur.

Başlık ve terim olarak “Ahlakî temayül”, mümkün mertebe kolay anlaşılabilmesi için beni bu hususta neyi kastettiğimi açıklamaya zorlamaktadır. Böyle bir açıklama için de önce bu kelimelerin tahlilini yapmak gerekir.

Bunların en önemlisi “Temayül=Yöneliş” ve “Ahlâk” kelimesidir.

a-“Temâyül” kelimesinin muhtelif mânâ ve kullanılışları vardır. Bunları burada, lügatte, ilmî sahalarda kullanılışları ve bu araştırmada benim ondan kastettiğim mana bakımından olmak üzere üç cihetten araştıracağım.

Lügat, bakımından: “EI-Kâmüs-el-Muhit”de “Cihet” kelimesi “Yön=Nahiye”, “Lisanü’l-Arap’da bir yöne “yönelmiş her şeyin yönü’1 manalarına gelir. Kur’an-ı Kerim’de, “Nereye dönerseniz, Allâh’m yönü oradadır.” denilmektedir. Burada bizim kastettiğimiz mânâ bir şeyden, bir şeyin yönünden, yolundan yüz çevirmektir. el-Viche ise kasdî yönelme, bir şeye yönelmek, ona gitmek demektir.

Kısacası “Temâyül=İtticah”, bir şeyin yönü, bir şeye doğru dönmek ve ona ihtimam göstermek, gidiş, yol ve kasıtma- manalarına gelir.

Istilâhî mânâsına gelince: “Temayül=İtticah” kelimesi ilmi sahada kullanılır. Bu manada iktisâdi, siyasi, ahlaki, içtimâî ve benzeri temayüller (akımlar) den söz edilir.

Bir şeye doğru temayül=yöneliş kabul veya red şeklinde olur ve bunun orta bir hâl şekli yoktur. Burada temâyülü (Yöneliş) “Meyil” den ayırmamız gerekir. Çünkü bir şeye meyletmek, sevgi veya nefreti içine alır. Zîrâ insan bazı şeylere, onlara karşı duyduğu sevgisi dolayısıyla meyleder, diğer bazı şeylere de onlara karşı duyduğu nefretten dolayı meyleder, bu da tercihi gerektirir, çünkü bir şeye diğerine olan meylinden daha fazla meyleder, bu sebeple onu diğerinden daha çok sever; şu hâlde meyil, sevdiğimiz ve ikrah ettiğimiz şeylerle ilgilidir.

Temayül ise inandığımız ve görüp üzerinde düşündüğümüz şeyle ilgili, o halde “Ahlâkî Temâyül”ün manası, “Ahlaki gidiş” yahut “Ahlaki inanış”, yahut da “Ahlaki düşünce” oluyor.

Burada “Temâyül” kelimesiyle bağı olup da daima kullanmamız sebebiyle, manasının belirlenmesi gereken diğer bir ilmî terim var; bu da nazariye kelimesidir: Bu kelimenin çeşitli sahalara göre manası değişmektedir. Mesela tabiat ilimlerinde taşıdığı mana, davranış ilimlerindeki taşıdığı manadan başkadır. Bu başkalık da bu iki ilimler grubunun konularının değişik olması yüzündendir; çünkü birinci grubun konusu hâdiseler, tabiat olaylarıdır. Burada nazariyenin genel manası Spencer’in belirttiği gibi, “Daha önce tek zihin düzeninde aralarında hiçbir irtibat olmayan tabiat kanunları gruplarının birleştirilmesi ve sistemleştirilmesinde kullanılan son derece mücerret kavramlar sistemidir.”1.

Davranış ilimlerindeki manasına gelince, bu beşerî davranışlar ve bunlardan doğan olaylarla ilgili olup aslında tabiat olaylarından tamamen başkadır; zira tabiat olaylarında, kendilerinde sabit sebepler olması dolayısıyla ve bu sebeplerden çıkarılmış neticelere hâkim olmak mümkün olması bakımından vazıh sebepler ve neticeler vardır.

Beşeri davranışlar ve onlardan doğan olaylar ise çok çeşitli, girift, kompleks âmillere tâbidir. Bu bakımdan onlar tabiat olaylarının sadeliğinden çok uzaktır; şu hâlde beşeri ilimlerde nazariye’den “prensipler veya doğrudan tecrübeye tâbi olması mümkün olmayan ve davranırlar grubundan belli bir çerçeveyi yorumlamak gibi psikologun kullandığı faraziyelerin bütünü”nü kastederiz.”2.

Ahlaki davranışlarla ilgili ilimlerden ise ahlaki nazariyeyi “Belli bir felsefeden doğan ve bir yönde toplanması ile ahlaki davranışların yorumlanmasına ışık tutan kabul edilmiş prensiplerin bütünü olarak tarif edebiliriz.

Öyleyse temâyül, gidiş (mezhep), nazariye, hepsi tek bir manayı ifade eder ve muayyen bir itikadî mezhep olup bir hakikat yahut belli bir olay veyahut müşterek bir sıfatın biraraya getirdiği çeşitlii olaylara taallûk eder.

b-“Ahlâk” kelimesinin anlaşılmasında ve manasının sınırlandırılmasında felsefi doktrinler ve temayüller farklı görüşler ortaya attılar. Ben, bazıları gibi bunların hepsini buraya alacak değilim; ancak, temayül kelimesinde yaptığım gibi, ahlakın mânâsına vukuf kazanmak hususunda bize ilmî dayanak olacak bazı mühim fikir ve mefhumları özetliyeceğim.

Bu sebeple durum üç yönden ahlakın manasını araştırmamızı gerektiriyor: Lügat, felsefe ve son olarak bizzat İslam’daki anlayış yönünden. Lügatte esas olarak, “Hulûq” kelimesi, seciye, tabiat, mürüvvet, din; fıtrat yani yaratılış; “Halq” ise takdir manalarına geliyor.

“Lisanü’l-Arap”da Hulûq, tabiat, huy manasına geliyor ve çoğulu da “Ahlak” oluyor. Hulq ve Huluq da seciye, din manasına. Lügat, aslında bu kelimenin insanın iç âlemini yani nefsini, onun iyi ve kötü sıfatlarını, ona has özellikleri vasfettiğini söylüyor.

Öyleyse lügat yönünden Ahlak’ı bariz üç manada özetleyebiliriz.

1-Huluq, insanın abenkli ve uygun bir tarzda yaratılışına ait tabii sıfatlara delâlet eder.

2-Ahlak, aynı şekilde sanki tabiatıyla birlikte yaratılmış gibi, sonradan kazanılmış ve sahip olunmuş sıfatlara delâlet eder.

3-Ahlak’ın iki yönü var: Rûhî, iç (batın) yönü, davranış ve dış yönü.

Filozoflar nazarındaki ahlak anlayışı, onların din gibi benimsedikleri temayüllerinin esaslarına tâbi olup, her birisi ahlakı, tâbi olduğu felsefî sisteme uygun olarak tarif eder, mana ve husûsiyetlerini sınırlandırırlar. Biz ahlak hakkında çok çeşitli felsefi anlayışlar olduğunu, mesela içtimâi, idealist, tecrübî, realist, akılcı (rasyonalist), sezgici ve faydacı (utilitarist) ve benzeri anlayış ve temayüllerin bulunduğunu biliyoruz. Burada bu hususta tafsilâta girmek istemiyorum. Yalnız bana göre mühim olan bazı anlayışlardan üzet olarak bahsetmek istiyorum.

Bu hususta evvela çeşitli felsefî mesleklere dair bazı temayülleri sonra da ahlak felsefesiyle uğraşmış müslüman filozofların görüşlerini ele alacağım. Çünkü her ne kadar müşterek sıfatlar varsa da her iki felsefe arasında farklı sıfatlar bulunmaktadır.

Birinci grupta çeşitli anlayışlar mevcut olup bunlardan bazılarını sırasıyla görelim:

Pozitivist ve İçtimai Ahlak Anlayışı:

Bir anlayışa sahip olan Levy Bruhl “Ahlak” kelimesinin üç manasını zikrediyor:

1-“Ahlâk” kelimesi, halkın belli bir devirde veya belli bir medeniyette genel olarak kabul edip benimsediği ve birbirlerine karşı hak ve vazifeleriyle ilgili fikirler, hükümler, duygular ve âdetlerin bütünü için;

2-“Ahlâk” kelimesi aynı şekilde, bu adı geçen çeşitli fenomenleri araştıran ilim için kullanılır. Nitekim tabiat ilimleri de tabiat olaylarını araştırır. Bu özelliğiyle ahlak ilmi tabiat ilimlerinden ayrılır. Bu ilimler delalet ettikleri konularıyla temayüz ettikleri hâlde ahlak ilmi hem hlme hem de konusuna aynı anda delalet etmesiyle temayüz eder.

3-Ahlak, ahlak ilminin tatbikatı içinde kullanılır.

Binaenaleyh ahlakın ilerlemesinden içtimai hayatın ilerlemesi, mesela adaletin, yardımlaşmanın, güven ve itminan duygusunun ilah... artması anlaşılmaktadır3.

Ahlak’ın sıfat ve özelliği, Durkheim’e göre içtimai davranırların nizam ve kaidesini teşkil etmesi ve inşanî davranışları iyi bir gaye olarak ortaya koyması, hayırlı işlere ve bu vazifelere- ki bunları bizzat hayr’ı gerçekleştirmek için cemiyet koymuştur- insanların iradelerini cezbetmesi sebebiyle vazife ve hayır (iyilik) dır4.

Şu halde içtimai ahlak anlayışına göre, ahlak, ilmi, reel ve pozitif bir tarzda oluşmakta, zamanına ve mekânına uygun olarak insan davranışlarını araştırmaktadır. Buradaki ilmin insan davranışlarını araştıran idealist bir değer ilmî olmadığı unutulmamalıdır.

İdealist ve Akılcı Anlayış:

Bunun ahlak görüşü öncekinin tamamen aksi. Buna göre ahlak, insan aklına ve gayeye göre değil, insan davranışları içinde hareket etmesini gerekli kılan yüksek ideallere uygun tarzda kendini gösteren insani davranıştır. Hatta idealist anlayışta yüksek idealler insan için zaruridir. Zira insandaki veya davranışa ait şuur zaruri olup bu davranışa “ahlaki” sıfatını verdiren de odur. Öyleyse bu idealist anlayış nazarında ahlak pozitivist âlimlerin inandığı gibi pozitif bir ilim olmayıp bir değerler ilmidir.

Bu anlayışta-Dr. T, Tavîl’in verdiğibilgiye göre- ahlakın en önemli özelliği onun cûz’ı (ferdi) değil, umumi; ârazî değil, zaruri ve özü İtibariyle de vâzıh oluşu, isbat ve şüphe, münakaşa ve çelişme kabul etmediğidir5.

Bu anlayış, en dar çerçevesiyle veya idealizmin zirvesi olarak, Alman filozofu Kant’ta temsilcisini buldu. Bu filozof kendi akılcı temayülünde, her ne kadar ahlakın hedefi meselesinde Sokrat, Eflatun ve Aristo’6dan ayrılmakta ise de bunların temsil ettikleri ahlakta, Yunan akılcılığıyla ittifak halindedir. Çünkü o, ahlakın yalnızca bir hedef veya gaye olmasını kabul etmez, her ne kadar ahlak tabiatı itibariyle “Umumi hayır”a götürüyorsa da ahlakın bu niyete tabi olmaması gerekiyor. Çünkü bu felsefi anlayışta, sadece ahlakın vazife olduğu fikri esastır. Bundan dolayı ahlak “Vazifeler ilmi” olarak adlandmlır.

Ahlâkın “Hayır” yahut “İnsani kemal=Olgunluk”, yahut ta “Saâdet”ten ibaret olan bir gayesi olması lüzûmunda ittifak eden filozoflardan yeri gelince bahsedeceğiz.

Faydacı Ahlak Anlayışı:

Bu anlayışta üç felsefî mezhep var. Biri şahsî menfaat mezhebi ki bunun da iki şekli var: Biri, Sokrat’ın saâdet anlayışını zevk ile yorumlayan ve Sokrat’ın tilmizi olan Aristippos’un anlayışı: Aristippos kişiyi ferdî, hissi zevke çağırır ve bunda acele edilmesini ister; çünkü bir zevkin tehiri, ruhta kötülük, mahrumiyet ve ümitsizlik doğurur. Ahlak zevk üzerine kurulan bu saâdet anlayışını tahakkuk ettiren mezhebi ve ahlaki prensipleri gerçekleşti ren davranış esaslarını7, biz bu mezhebin bir başka şekli olan ferdi menfaat anlayışını Hobbes ve taraftarlarında buluruz. Hobbes iddia ediyor ki, insan tabiatı bencil olup şahsi menfaati için hareket eder. Bundan dolayı o şahsi menfaati gerçekleş tirmeye vesile teşkil edecek birtakım esaslar teklif etmiştir. O, bu sebeple, ahlakın insan tabiatında olmadığı hâlde menfaati gerçekleştirmek için konulmuş olduğu kanâatini ileri sürer. Hobbes ile Aristippos arasındaki fark, Hobbes’un mevcut bir andaki zevk (lezzet)i geçerek bu zevkten doğan, hayır ve şerre dikkati çekmesidir8. Bundan dolayı Aristippos’un anlayışını “Ferdî Zevk” ve Hobbes’un anlayışını da “Ferdi Menfaat” mezhebi diye-ikisi de şahsi bencillikte birleştikleri için-adlandırmamız doğru olur.

İkincisi: Bentham ve Stuart Mili taraftarlarının ileri sürdükleri “Umumî Menfaat” mezhebidir. Bunlar diyorlar ki insanın, beşer menfaatlerini hayvanları da içine alacak şekilde9 nmûmî olarak istemesi ve yerine getirmesi gerekir. Bu fikirde S. Mili, Bent, ham ile müşterektir.

Burada menfaatin insânî fiillere gaye ve ahlaka ölçü olarak ve fiilin ahlakîliğinin kabulü, onun sebepleriyle ve müeyyidesiyle değil de neticeleriyle kıyas edilmesi; cezanın hayrı işlemekte ve şerden uzaklaşmakta, yegâne amil olması hususlarında Stuart Mill, Bentham ile hemfikirdir. Yalnız S. Mill, bunlara batınî ve vicdâni cezayı ilave etmiştir10.

Üçüncüsü: Pratik, faydacı mezhebi (pragmatizm): S. Mill’ın anlayışından sonra faydacı anlayışın bir şekli veya gelişmiş bir kolu olarak görünüyor11.

Pragmatik anlayış faydacı anlayışla ahlaki amilleri göz önüne almadan, ahlaki fiilleri neticelerine irca etmek hususunda ittifak hâlindedirler. Pragmatizm amelî başarıya ihtimam gösterir ve fiilleri ticârî ve sınaî olarak değerlendirir, ahlaki, şahsi emellerin yahut içtimai ve insani hizmetten çok şahsi arzuların tahakkukuna, irca eden tecrübî faydanın noksan olmasıyla da bu amelî (pratik) başarıya hiçbir manevi değer tanımaz12.

Bu görüş, tecrübeci pozitivistlere muhalefet etti; çünkü onlar, mutlak ‘fikirleri ve metafizik prensipleri reddediyorlar. Bu prensipler, pragmatist nazarında-aslında bir-fikir ve prensipler doğru olmasalar bile-yararlı bir fikrin gerçekleşmesine sebep oluyorlarsa bunları kabulde hiçbir mâni yoktur. Zira bir şeyin kıymeti; varlığının hakikatında olmayıp, aslında mevcut olmasa bile, pratik bir faydayı gerçekleştirmesindedir. Pragmatizm ahlaki idealleri İnsanın realitedeki şartlarının doğurduğu neticelere irca etti; çünkü onlara göre, bu idealler idealistlerin iddia ettiği gibi, filozofların koyduğu sabit prensipler değildir; onlar pozitlvist sosyologların iddia ettikleri gibi sosyologların iddia ettikleri gibi, cemiyetin koyduğu şeylerde değil, din adamlarının ileri sürdükleri gibi semadan inmiş de değildir13. Sonra pragmatik anlayış ahlakın, yüksek ve sabit bir gayesi olmasını ve değişme kabul etmeyen mutlak prensiplere sahip bulunmasını, hayatın değişken ve gelişken olması sebebiyle, inkâr ediyor14. Bu mezhebin savaşı, üretici ve faydalı iş hayatında insanın hedefini esas atmak içindir; bu bakımdan o, başarılı fiile ulaştıran her fikir ve itikada, ilmî, mantıkî yahut hakiki kıymetlerine bakmaksızın değerli bir esas olarak itibar etmiştir. Bundan dolayı kendisinde, hata sevabın yahut hak ve batılın miyârı ile pratik faydayı gerçekleştirmekten ibaret olan ahlakın ölçüsü birleşmektedir15. Bu sebeple Dewey, ahlaki “Denge, düşünce, arzu ve içgüdülerden doğan çeşitli fiilleri-bu fiiller birbiriyle ister yakından ister uzaktan ilgili olsun-bünyesinde ihtiva eden harekettir.”16 şeklinde tarif etmiştir.

Son olarak bir de beşerî tabiat anlayışı var. Bu anlayışa, zaman zaman ahlakın insan seciyelerinin ilmi olması bakımından “Ahlâk” adı veriliyor; çünkü bu anlayış ahlaki esasları insani seciyelerden çıkarmağa teşebbüs ediyor17.

Bu anlayışta, ahlâk mefhumu, insan tabiatından doğan, insani davranışların prensiplerinden ibarettir. Şu kadar var ki bu anlayışa inananlar, tabiatın ne olduğu hususunda ve ahlaki fiilleri tahdit eden bu prensiplerin sınırlandırılmasında hemfikir değildirler. Bu sebeple bu fikrin taraftarları insan davranışlarının tefsirinde ve amillerinin açıklanmasında çeşitli ve farklı görüşlere ayrıldılar. Shaftersbury, insanda içtimai, tabii meyiller ve asli, insani duygular bulunduğuna kanaat getirdi. Her birimiz başkalarıyla sevgi bağlan kurmağa ve onların iyiliğini istemeğe olan arzu ve hevesimiz ile bundan hoşlanmamız hâlinde bu meyil ve duyguyu idrak ederiz.

Hutcheson, insan tabiatında iki özel hissin varlığını te’kid etmekle Shaftersbury’nin bu görüşünü te’yi d etmiş oldu. Bunlardan birisi güzellik hissi, diğeri iyilik hissidir; bu ikisiyle de insan ahlaki hareketin güzelliğini ve iyiliğini ortaya koyar, iyilik yapmaya yönelir ve bu fiiller üzerinde yeni hükümler çıkarmağa sevkeder.

Bu anlayışın taraftarlarından birisi de insanda, insani sevişme içgüdüsünün varlığını kabul eden ve bunu insani ahlakın menbaı kılan “Adam Smith”tir.

Nitekim bu tarzda düşünenterden biri de insan tabiatının aslında iyi bir tabiat olduğunu, fakat bu tabiatı medeniyetlerin bozup değiştirdiğini ileri süren J.Jacque Rousseau’dur. O, bu yüzden, ahlaki bozulmanın-insan ahlak esasında onun bu güzel tabiatından meydana geldiği halde-medeniyetin neticesi ol duğu kanaatına varmıştır18. Rousseau diyor ki; “Ruhların istikrarlı oluşunda adalet ve faziletin fıtrî bir esas vardır; biz fiillerimizi ve başkalarının fiillerini onunla ölçer ve kıyas ederiz; ona dayanarak iyi veya kötülüğüne hükmederiz; işte bu esasa ben vicdan diyorum.”19.

Rousseau, aynı şekilde şunları da ilave eder: “Her şey Yaratıcı’nın elinden sağlam olarak çıkar, Allah sağlam yaratır, fakat her şey kulun elinde bozulur…Her şey değişir ve her şey çir- kinleşir. İnsan değişmeyi ve değiştirmeyi çok sever, fakat tabiatın iyi yaptığı şeyi lekelemeyi hiç istemez, hatta bu kendisi gibi insan bile olsa. O, ancak binek atı gibi kendisine itaat edilmesini, bahçesindeki bir ağaç gibi her şeyin kendi arzusuna göre bir kalıba sokulmasını ister.”20.

İşte bu görüş de insan tabiatını aslında kötü olarak kabul eden Hıristiyan anlayışına zıt bir görüştür21.

Bu anlayışa ait mezheplerden biri de John Ruskin’in inandığı “güzellik duygusu” mezhebidir. Bu zat o kanâattadır ki tabiatın güzelliği ve güzel san’at eserlerinin algılanması (ihsas) ahlaki şuurun esasıdır. Bu hususta o derece ileri gitti ki güzelliğe tapınmayı ahlak olarak kabul etti. Ona göre Yaratan’nın yarattığı güzellikle, sanatkârın elinden çıkan güzellik insana yücelik, fazilet ve hassasiyet verir ve böylece ahlakın hedefi olan rûhî saâdete insanı ulaştırmış olur22.

Bu anlayışın taraftarlarından bir diğeri de ahlakın esasını karşılıklı sevgi ve merhamet içgüdüsüne irca eden Schopenhouerdır. O şöyle diyor: “Muhakkak ki doğrudan ve vasıtasız sevgi, içgüdüsel bir şuur olup, tek başına ahlaka yetecek durumda değildir ve buna mutlaka merhamet duygusunu ilave etmek gerekir.”23.

Buna benzer bir kanâat de, William Mc Dugal’a aittir. Çünkü o, insan tabiatında bir grup içgüdünün yahut fıtrî eğilimlerin mevcudiyetini kabul etmiştir. Bunların başında nefsini (zatını) muhafaza, merhamet, elem verici ve yalnızlığa itici her şeyden çekinme içgüdüleri gelir. Bu zat, bunları ahlak ve ahlakın geliştirilmesi için aslî istidatlar olarak benimsemiştir.”24.

Son olarak bu anlayışa taraftar olanlardan, biri de Volter’dir. Ahlak kanununu, insan ta­biatına ircâ eden Volter şöyle der: “Bu tabii kanun, Allah’ın yaratılışımızda içgüdüye sevgisini sınırlanmasını ve muhafaza gücünü verdiği ahlaki kanundan başka bir şey değildir.”25.

İşte, kaynağı nefis (ruh) ve kalb olan davranışın tabiatı hakkındaki görüş tarzlarından birisi budur. Bu hususta bir diğer görüş te insan hakkında hükümler veren-ilk görüş gibi rûhî veya kalbi melekeyi değil-akli bir melekenin varlığını kabul eden görüştür. Bu görüş, hükümlerinin hatadan berî olduğuna kanidir ve bu yüzden bazı fiillerin aslında doğru, adaletli ve iyi, diğer bazılarında batıl, zalimane (gayr-i adil) ve kötü olduğunu ileri sürer. Bu ikinci görüşün en büyük destekçisi “Buttler,’dir.26. Şu söz onundur: “Fazilet insanda bir tabiattır, fazilet ise tabiatlınızı yeyip bitirir, çünkü o özü (zâtı) karartan, çirkinleştiren bir fiildir.” 27.

John Kari Flugel ise bu görüş tarzını te’yid bâbında ve insan tabiatındaki, insan aklındaki bu ahlaki esasların ne derecede vazıh olduğunu açıklamak hususunda şöyle der: “Ahlâk muba kak ki-burada ahlak peşinde koştuğumuz yüksek idealler, gerekli kılınmış ve riayeti-gerektiren kayıtlar (kısıtlamalar) hissedip ve işlediğimiz günahlar ve düçar olacağımız cezalar manasıdır-insan aklında tam manasıyla köklü olarak mevcuttur, insanda esasında, ahlakî bir hayvandır; lâkin çoğu hâlde ahlaklılığı sert görünüşlüdür ve iptidaidir, realiteye adaptesi iyi değildir; bu sebeple kişinin davranışı aklının gösterdiği ve fıtraten yatkın olduğu ve gerçekleşmesinde hırslı bulunduğu yüksek emellerle zıt görünmektedir.” 28.

Oswald Külpe de şu görüştedir: “Ahlak filozoflarının çoğunluğu ahlaki vicdanın fıtrî oluşuna inanmışlardır.”29.

Taklitçi İslam Felsefesinde Ahlak Anlayışı:

Müslüman mütefekkirlerdeki ahlak araştırmalarına umumi bir göz atacak olursak üç bariz anlayışın mevcut olduğunu görürüz:

1-Aklî,

2-Rûhî,

3-Akit ve rûhî anlayışı birleştiren anlayış.

I-Aklî Anlayışı: İbni Rüşd, İbn-i Sina ve Fârâbî gibi filozoflarla bazı kelamcılar temsil etmişlerdir. Bu anlayış, bizzat ahlak araştırmalarında derinleşmiş olan ve ahlaki düşüncesinde Aristocu tefekkürden müteessir olan’ müslüman mütefekkir İbn Miskeveyh’de en vâzıh şekilde kendini gösterir.

Hatta o, tamamen Aristo’ya tabidir, bu düşünüşünde Aristo’nun Ahlak kitapları ile İbn Miskeveyh’in “Tezhibü’l-Ahlâk’ı arasında bir karşılaştırma yapan herkes, bu hakikati münakaşa götürmeyecek şekilde vâzıh olarak görebilir. Aslında Aristo, Eflâtun ve Sokrat’tan müteessir olan sadece İbn Miskeveyh değil. Yalnız ben, bu filozofların Yunanlı düşünürlerin her cihetten birer kopyası olduklarını söylemiyorum; çünkü bunların bir kısım düşüncelerinde İslâm’ın tesirleri olduğu muhakkaktır.

İbn Miskeveyh, ahlakı şöyle tarif ediyor: “Ahlak, nefsin kendi fiillerini düşünmeksizin, işlemeğe çağıran bir hâldir; bu hâl ikiye ayrılır:

1-Mizaca bağlı olan tabii hâl, mesela insandaki öfke (gazap) gibi en aşafi şeye çağırma hâli böyledir.

2-Âdet ve alışkanlıkla kazanılmış olan hâl’dir ki bunun başlangıcı bir fikir ve düşüncedir, sonra bunun üzerindeki kesintisiz devamlılık onu bir alışkanlık ve huy (ahlak) hâline getirir.”30.

Akılcı temayülün umumi karakteri (tab’ı), ahlaki prensipleri tefsir ve akıl ile takviye etmektir. Bunun gayesi değişmez ve akli bir gaye olup en büyük ölçüsü (mikyas) de akıl ve orta yol (itidâl) dur. Ayrıca bu temayül ahlaki faziletleri dört ana fazilet altında toplar ki bunlar da hikmet, şecâat, iffet ve adaletftir. Faziletin esası da akıl ve hikmet’in gerektirdiği şekilde tasarrufta bulunmaktır. Bu temayül Mu’tezile mezhebinde en vâzıh şekilde kendini gösterir. Bu mezhebin görüşleri tafsîlâtlı olarak ileride ele alınacaktır.

II-Bu Temayülü Umûmî Olarak Mutasavvıflar Temsil Ederler. Biz ahlakın, tasavvufun en önemli mevzularından olduğunu biliyoruz. Hatta bazı mutasavvıflar tasavvufu, sadece ahlaka hasrederek şöyle tarif etmişlerdir: “Tasavvuf, her iyi huyu benimsemek ve her kötü huydan sıyrılmaktır.”31.

A. Tusterî diyor ki: “En güzel ahlak hususunda, Allah ile kendisi arasında gerekli hâli benimsemeyen kimse, dünya ve ahiret hayatının lezzetini bulamaz.”32.

Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri de tasavvufun ne olduğu sorulduğu zaman şu cevabı veriyor: “Tasavvuf, kalbi mahlûkata uymaktan temizlemek, içgüdülerin tesirlerinden kurtulmak, beşeri sıfatları tesirsiz hâle getirmek, nefsin isteklerini yerine getirmekten kaçınmak, ruhânî sıfatlarla hemhâl olmak, hakiki ilimlere bağlanmak, ebedîlik için en lüzumlu olanı kullanmak, bütün insanlara güzel nasihatta bulunmak, Allah’a verdiği sözde vefa ve bağlılık göstermek, dinde (şeriat’te) Allah’ın Rasulü Hz. Muhammed (s.a.s.)’e tabi olmaktır.”33. Bu tariflerden mutasavvıfların ahlaka büyük ehemmiyet verdiklerini ve tasavvufî temayüldeki ahlak anlayışnın şu noktalarda tebellür ettiğini görüyoruz:

1-Bâtını (İç Âlemi) Islah için Fazla İhtimam Göstermek:

İnsanın için âlemin (bâtının) ıslâhı üç safhada olur:

a-Nefsin eğilim ve arzularını iyi bilmek. Bu sebeple mutasavvıfların ahlaki çalışma ve araştırmalarında nefsin çırpınmalarını, kalpde hâsıl olacak tehlikeleri, nefsin mücadelesini ve bu mücadelenin doğuracağı musibetleri, nefsin arzu ve heveslerine uymaktan doğan rezaletleri içine alan çok ince ruh tahlillerine ağırlık verdiklerini görürüz.

b-Kalbi ve rûhu bu rezil hallerden temizlemek. Bu da ancak, nefis mücadelesi, uzlet, zühd ve takva ve fazla ibadet yoluyla mümkün olur.

c-Faziletler ve güzel ahlak esasları ile ruhu donatmak. Bundan dolayı da mutasavvıfların ahlak terbiyesini üç merhâleye ayırdıklarını görüyoruz: a) Acemilerin (yeni başlayanların), b) Orta dereceye gelmiş olanların, c) Gayeye ulaşanların merhalesi. Bunlardan ilk merhâleye “boşaltma-temizleme”, ikincisine “süsleme-donatma”, üçüncüsüne de “Allâh’ın huzurunda olmakta sebat ve devam merhâlesi adını veriyorlar.

2-Bütün fiillerde, Allah rızâsı için tam bir ihlâs ile kendini vererek çalışmak, beşeri iradeye yüz vermeyip Allah’ın bütün emirlerini yerine getirmekte ilâhî irade ile birlikte olmak. Bu noktadan hareketle mutasavvıflar, insan hürriyetini-ihtiyarın tatbiki için bir kuvvet olması bakımından değil-fakat ihtiyarın zarûriliği bakımından inkâr ederler; çünkü insanın Allah’ın iradesini yerine getirmesi gerekir, yoksa bu irâdenin dışına çıkması gerekmez. İşte mutasavvıflar, insan irâdesini ilâhî irâdenin içinde eritmeğe; amellerde, Allah için en kâmil ihlas nazarıyla bakarlar.

3-İnsanlar arasında, sevgi, muhabbet ve kardeşlik bağlarını geliştirmek ve bu hususlarda azimli olarak kendini feda edercesine çalışmak.

4-Dünyada zühd’ü, hayatta da darlık ve sıkıntıyı tercih etmek. Bu konuda Elbü Ali Rüz- bâri Sûfi’nin kim olduğu sorulduğu zaman şöyle cevap vermiştir:

“Sûfi severek süf (yün-sûfi-elbisesi) giyen, nefse cefa tattıran, dünyaya (kalbinde değil) sadece kafasında yer veren ve Hz. Muhammed Mustafa (s.a.s.)’nın yolunda yürüyen kimsedir.”34.

5-Her türlü hâl ve şart içerisinde şahsiyeti muhafazada tam bir sebat göstermek; bu da Allâh’ın ayetini tatbik ile mümkündür:

“Allah’ın velilerine dikkat edin, onlar için ne korku ne de hüzün vardır”.

6-Ahlak’ın ameli cihetinin tatbikine, nazarî cihetinin tatbikinden daha çok ihtimam göstermek; zirâ-amel hepsinden’ mühimdir; Biz bu prensibin sonrakilere nazaran önceki mutasavvıflarda daha çok tatbik edildiğini görürüz.36.

İşte bunlar, tasavvufî ahlâk anlayışında, araştırma konusunun müsâadesi nisbetinde özetlemeye çalıştığım bazı önemli ahlaki esaslardır.

III-Bu ahlaki temayülü ise-ki önceki iki temayülü uzaklaştırır-ahlaki meseleleri halletmek hususunda en bariz şekilde İmam-ı Gazâlî temsil eder. Çünkü-İmam-i Gazâlî ahlaki meseleri çözmede iki cihetten yürür.

a) Ahlâk araştırmalarında filozofların düşünce çizgisi üzerinde yürüyüşü ki-mesela nefsin çeşitli kuvvetlerini akıl ve kuvvetlerine tâbi-kılması”37 ve-ahlaki-faziletlerin hikmet, şecâat, iffet ve adalet gibi dört ana fazilet altında toplaması38 böyledir.

b) İnce nefis ve ruh tahlilleri ile kalbin ve ruhun arıtılması ve ahlaki faziletlerle donatılması hususunda mutasavvıfların dürünce çizgisi üzerinde ’ yürüyüşü. Gazali bu anlayışı sebebiyle ahlakı şöyle tarif ediyor: “Ahlâk, nefiste köklü bir şekilde mevcut olan bir haldir (hey’e) ki fiiller kendisinden kolayca düşünmeye ihtiyaç duymadan çıkarlar;eğer nefisteki bu halden akla ve şeriata uygun, iyi ve güzel fiiller çıkarsa,;tu hâle “iyi ahlak” denir; eğer kötü ve çirkin fiiller çıkarsa, kaynağı teşkil eden bu hâle de “kötü ahlâk” denir.”39

Belkide Gazzâlî’nin böyle ikili, bir-metot kulanmasının sebebi-ahlak araştırmalarında felsefî ve tasavvufî-araştırmalara birlikte itimat etmesidir.

V-İslami Anlayışta Ahlâk Mefhumu:

Muhtelif felsefî temayüllerdeki ahlâk anlayışını böylece gördükten sonra, İslami temayülde ahlak mefhumunun belirlenmesine geçebiliriz. İslam’da ahlak mefhumu bu ailemde, en mükemmel şekilde varlığının gayesini gerçekleştirmek üzere insan hayatını tanzim etmek emeliyle vahyin sınırlandırdığı, insanî davranışlar için konulmuş prensip ve kaidelerden ibarettir.

“Bu İslami ahlak nizamının iki bariz karakteri vardır;

1-Allah’ın iradesinin eseri olması bakımından ilahi karakteri. Çünkü insanın bu hayatta gönderilmiş bir nizam olarak ona tâbi olması gerekir. Vahiy de bundan dolayı İslami nizam şeklinde gelmiş olup, insandan kalbiyle ve ruhiyle hâlis ve iyiliğe yönelmiş iradesiyle ve maddî, zahirî davranışlarıyla Allah nzası için bir nizamın tatbikini ister.

2-Bu nizamın bazı cihetlerden inceden inceye belirlenmemiş olması bakımından taşıdığı: insani karakter. Bu nizamda umumi prensipler mevcuttur, meselâ siyasi düzenleme. İslam’da her yönüyle belirlenmiş olmayıp, bu intizama has bazı esaslar vardır. İdare edenler de bu esaslara göre devleti tanzim ederler. Şu hâlde amelî cihetten bu intizamı belirtmekte insanın gayreti ve dâhili mevzu bahistir.

Şimdi, daha önce belirttiğimiz-anlayışta temas etmek istediğim bir nokta var; oda ahlakın iyi bir hayatayönelik olması sebebiyle, ameller nizamı olması, yani bir arayış tarzı, başkalarıyla.-Burada başkaları insani davranışı gerektirmesi bakımından insanın hayvan veya daha başka şeylerde olabilir- muamelede bulunma biçimi olmasıdır. Bu husus insanın âlemdeki yeri ve kendisini ilerletecek mesuliyetere yaratıcısınınbu hayatta kendisi için gösterdiği hedeflere dayanmakta buralardan neşet etmektedir.

İşte, İslâmda ahlak anlayışının bir yönü; Bir diğer yönü de amelî yönle birlikte nazarî yönü tekâmül etmiş: olmasıdır. Burada, göz önünde bulundurulması gereken bir diğer önemli nokta da şudur: Ahlaki nizam umumi ahlak nizamının bir parçası değildir, aksine ahlak, İslam’ın cevheridir, her anlayışında mevcut olan ruhudur, bu bakımdan İslami nizam umumi olarak esasında ahlâk felsefesi üzerine kurulmuştur.

Bu fikri Resûlullah (a.s.)’ın şu sözü de doğrudur: “Ben, ancak, iyi ahlakı tamamlamak için gönderildim.40” Resûlüllah (a.s) Efendimiz bu hadisinde Peygamberliğini ahlaka hasretmiş ve önceki risaletlerle başlamış olan ahlak binasını tamamlamak için geldiğini söylemiştir. Nitekim bir başka hadis-i şerifte “Ben ve diğer peygamberler bir ev yapan kimseler gibiyiz. Bu evin biri kerpiçlik yeri eksik kalmıştır. İnsanlar bu eve girerler ve ona beğenmezler ve keşke bu boşluk olmasaydı derler. İşte ben evin bu boşluğunu dolduran tuğla mesabesindeyim, bu sebeble geldim ve binayı tamamladım, böylece de peygamberlerin gelişi sona ermiş oldu.41

Öyle ise ilâhî risaletin hedefi tamamen ahlakidir.

Bu yüzden Allah’ın Resülü “Din, güzel ahlaktır”42 buyurmuştur. Hz. Ayişe (r.a.) burada “Din” kelimesinden İslâm dinini anlıyor; bundan dolayı da Peygamberimizin ahlakı sorulduğu zaman “O’nun ahlakı Kur’an idi”43 demiştir. Bu söz de Peygamberimizin şu sözünü teyit etmektedir: “İnsanların, ahlaken en iyisi, muhakkak ki dinen en iyi-olanıdır.”44

Hz. Peygamber (a.s.) “Mizan’da güzel ahlaktan daha ağır basan bir şey yoktur.”45 buyurmuştur. Yine, Ondan “Ahlakın güzeli yüce Allah’ın ahlâkıdır.” 46 dediği rivayet edilir. Kurtubi ve İbni kesir tefsirinde “Sen muhakkak ki yüksek bir ahlak üzeresin” ayetini tefsir ederken İbni Abbas ve Mücahid’in buradaki ahlak kelimesini “Din” kelimesi ile tefsir ettikleri söylenir. Çünkü: Din, Allah’a, bizzat insanın kendisine, başkalarına karşı ve diğer canlı mahlûkata karşı ifası gereken vazifelerden ibarettir.

Bu sebeple bazan ahlak “Vazife ilmi” yani insana yapması gerektiği tarzda vazifeleri bildiren ilim olarak vasıflandırılmıştır.”47 daha önce geçtiği gibi lügat manâsında ve bazan terim (istilah) olarak kullanılışında ahlaka din mânâsı verilmesi bu yüzdendir.

Bu anlatmaya çalıştığımız anlayış ne İslam’a yakıştırılmış, ne de ona yabancı bir anlayıştır; bilakis bu, İslam’ın ruhu olup bu ruh da ahlâkîdir. Bundan dolayı da İslâm’ın hayattaki hedefi, ahlâkî gayeyi tahakkuk ettirmektir; biz bu ruhu İslam’ın her yerinde görürüz. Meselâ akide anlayışında bu gaye vardır, nitekim hadisi şerifte:

“Mü’minlerin iman yönünden en mükemmeli, ahlak yönünden en güzel olanıdır.” “Sizden hiçbiriniz, kendi nefsi için sevdiği şeyi, kardeşi için de sevmedikçe iman etmiş olmaz.”49. “Allâh’a ve âhiret gününe inanan kimse, komşusuna ezâ vermesin ve Allah’a ve ahiret gününe inanan kimse ya iyi söylesin yahut da sussun.”50. buyurmuştur.

Ayrıca İslam, imana “iyilik” nazarı ile bakmaktadır. Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’inde “Sizin yüzlerinizi doğuya ve batıya çevirmeniz iyilik değildir, fakat iyilik, bir kimsenin Allah’a, Ahiret gününe meleklere, kitap ve peygamberlere iman etmesidir.”51. buyurmaktadır. Malûmdur ki “iyilik-birr” ahlâkî fiilin bir sıfatı yahut bazı âlimlerin dediği gibi52 hayrın bütün nevilerini kendinde toplar.

Hz. Peygamber (s.a.s.), güzel ahlak ile ahlaklanmayan kimsenin imanını ve dinini Allah’ın kabul etmiyeceğini beyan ediyor ve “Emanete riayet etmeyen kimsenin imanı, sözünde durmayan kimsenin de dini yoktur”53. diyor.

Burada imanın ahlakîliği iki bakımdan vuzuh kazanıyor: 1-Onun amel (fiili) itibar edilmesi bakımından; zira amel ya içten olur yahut dıştan (zahirde). İman ise ilk neviden (yani dâhilden bir amel) dir. Bundan dolayı Hz. Peygamber (a.s.) imanın amel olduğunu söylemiştir. Birisi kendisine hangi amelin daha üstün olduğunu sorduğu zaman “Allâh’a iman etmek ve O’nun yolunda cihad yapmaktır.”54 diye cevap vermiştir. Çünkü bu, kalbin müsbet bir amelidir. 2-İmanın, aslında, kalbin ameli olması bakımından; kalp bu ameli hakikati itiraf, fazilet olduğu için, ilâhi hakikâti itiraf etmek suretiyle işler. Bu hakikati kabul etmemek aslında büyüklenme olup, bu da güzel ahlaka karşı çıkmaktır. Bu aynı zamanda nimeti verenin nimetlerini kabul ve itiraf etmek ve bundaki fazileti benimsemektir. İşte ahlak budur. Bu sebeple Allah bir ayetinde, “Muhakkak ki ona iman iyiliktir.” diye beyan ediyor; çünkü bu iman, kalplerin musbet ahlaki amellerindendir. Sonra bu imana ve nimete şükür bir vazifedir, vazifenin edası ise ahlaktır. Bu bakımdan ibadetin özünde ahlakın ön planda olduğunu görürüz; zira bu ibadet ilahi vazifelerin ifasıdır. Ahlakî anlayışın bu yönünü bütün ibadetlerde ön planda görmek mümkündür. .Mesela, namaz hususunda Allah, “Namaz kötülükten ve meşru olmayan şeylerden alı koyar.”55. buyurur. Hz. Peygamber (a.s.) de ahlaklı olmayan kimsenin orucunu Allah’ın kabul etmiyeceğini haber veriyor ve şöyle buyuruyor: “Yalan sözü ve onunla amel etmeyi terketmeyen kimsenin yemesini ve içmesini bırakmasına hacet yoktur.”56. Cenab-ı Hak da Kur’an-ı Kerim’inde hac konusunda “Hac, bilinen aylardadır. Kim o aylarda (ihrama girerek) haccı (kendine) farz kılalarsa bilsin ki hac’da kadına yaklaşmak, günaha sapmak, kavga etmek yoktur. Siz ne iyilik ederseniz Allah onu bilir. (Yol için) kendinize azık alın (da bir günaha düşmekten korunun), çünkü azığın en iyisi (Allah’m azabından) korunmadır. Ey akıl sahipleri benden korkun.”57 buyurmakta, Kurban konusunda da “Onların etleri ve kanları Allah’a ulaşmaz; fakat sizin takvanız (yani, sizi Allah’ın emirlerini yerine getirmeğe sevk eden hürmetiniz), O’na ulaşır.”58 ayetiyle, hac ibadetinde de ahlakîliğin esas olduğunu bildirmiş oluyor. Ayrıca zekât ibadetinde de durumun böyle olduğunu şu ayet göstermektedir: “Onların mallarından bir miktar sadaka al ki onunla onları temizleyesin ve yüceltesin”59. Bir defasında Hz. Peygamber (s.a.s.)’e “Filân kadın çok namaz kılar, sadaka verir, oruç tutar, ne var ki komşusuna diliyle eza verir.” diye haber verildiğinde “o cehennemliktir.”60 buyurmuştur.

Burada İslam’ın ahlaki görüşlerinde, bazı filozoflardan, mesela Kant’tan, ahlakın Allâh’a nisbet bakımından ayrıldığını görürüz. Kant böyle bir ahlakın olamayacağına kânidir; çünkü ahlak ona göre, vazifedir ve vazife de hakkın önce olmasını gerektirir, hâlbuki insanın Allah üzerine geçmiş bir hakkı yoktur.61 İslam ise kulların Allah üzerinde hakları olduğunu, bu hakkı Allah’ın kendisine yazmış bulunduğunu, O’na ibadet edip ortak koşmadıkları takdirde, onları cennete koyacağını bildirir. Hz. Peygamber (a.s.) bu hususta şöyle buyuruyor: “Muhakkak ki Allah’ın kulları üzerindeki hakkı onların O’na biç bir şeyi ortak koşmadan ibadet etmeleridir. Kulların Allah üzerindeki hakkı da O’na hiç bir şeyi ortak koşmayan kimseye eziyet etmemektir.”62 Allah Teâlâ da Kur’an’da aynı konuda şöyle buyurur: “Allah, mü’minlerden mallarını ve canlarını, cennet karşılığında satın almıştır. Onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler. Bu, Allah’ın üzerine bir borçtur. Gerek Tevrat’ta, gerek İncil’de, gerekse Kur’an’da-va’d edilmiş bir hak olarak-Allah bunu bildirmiştir. Ahdini Allah’dan daha çok kim yerine getirebilir? O halde o’nunla yaptığınız bu alışverişten dolayı sevinin, ■ gerçekten bu büyük başarıdır.”63.

İslam, bundan daha çok hayvanları insan üzerindeki haklarına, onların hizmetlerine karşılık önem vermiştir. Cenab-ı Hakk, bu hususta şöyle buyuruyor: “Hayvanları da yarattı, onlar da sizin için ısınmanızı sağlayan şey1er ve daha birçok yararlar vardır. Ve onlardan kimini de yersiniz. Ve akşamleyin mer’adan getirdiğiniz, sabahleyin mer’aya götürdüğünüz zaman onlarda sizin için bir güzellik de vardır. (Onların gidiş gelinleri, size ayrı bir güzellik ve zevk verir). Onlar, ağırlıklarınızı öyle (uzak) şehirlere taşırlar ki-(onlar olmasa) siz (canlarınızın) yansı tükenmeden orayavaramazdınız. Doğrusu Rabbiniz, çok şefkatli, çok merhametlidir.”64

İşte bu, İslam’ın hayvanların tabii haklarını tanıması ve ilân etmesi, insanlara da bu haklara hürmet göstermesi yükümlülüğünü yüklenmesidir. Peygamberimiz- (a.s.)’in bir beyanı şöyledir: “Bir kadın, bir kediyi hapsedip yiyecek ve su vermediği onu, otlarla dahi karnını doyurmak üzere bırakmadığı için cehenneme girmiştir.” 65

Abdullah da şu haberi veriyor: “Bir gün Allah’ın Rasulü ile birlikte bir seferde idik; ben ihtiyacım için çıkmıştım, bir serçe gördüm, iki yavrusu vardı, yavruları alıp getirdim. Sonra ana serçe geldi, acı acı ötmeye başladı; bunun üzerine Peygamberimiz (a.s.); “Bu kuşcağızı yavrularından kim ayırdı?” diye sordu ve yavrularını ona iade ediniz dedi.”66

Ayrıca şu da unutulmamalıdır ki İslam rahmet ve merhamet dini olup âlemlere rahmet olarak gelmiştir. Cenab-ı Hak, Kur’an-ı Kerim’de peygamberimize hitaben “Biz seni ancak âlemere rahmet olsun diye gönderdik”67 buyurmuştur.

Binaenaleyh İslam’ın, canlı her mahlûkun tabii haklarını tanıdığı ve bunlar insanların riayet etmesini zaruri kıldığı şüphe götürmeyen bir bedahettir. Bunun için hayvanlara yumuşak ve iyi muamele edilmesi hususunda birçok hadis-i şerif vardır. Onlardan biri de Mikdat’tan rivayet edilen hadistir. ’Hz. Ayşe (r.a.)yi deveye binmiş hâlde görünce, deve sıkıntı alâmetleri gösteriyordu; ona Peygamberimiz; “İyilikle muamele etmen gerekir ve yumuşak muamele ancak bulunduğu şeyi güzelleştirir, bir şeyde yumuşaklık bulunmayınca da o çirkinleşir.”68. dedi.

Belki de bu prensip “Şiblî’yi en aşağı derecede bir mahlûk gibi değersiz kılacak şekilde merhametli kıldı. Çünkü o bir gün şöyle bir harekette bulundu: Bir çuval buğday alıp sırtına yükledi ve bulunduğu şehre kadar taşıdı. Orada bir karınca gördü. Kendisini şefkat kapladı ve onu yerine götürünceye kadar endişe içinde geceledi ve kendi kendine dedi: “Ey zavallı karınca! Benim seni üzmem merhamete uygun bir davranış değildir.” sonra şunları ilave etti: “Eğer mes’ud yaşamak istersen, içleri hüzünle dolmuş kimselerin kalplerini mes’ud et.”69

Kur’an-ı Kerim, insanın en aşağı canlı varlıklara karşı duyması gerekli sevgi ve acımayı şu ayet ile de teyit etmektedir: “Yerde yürüyen hayvan ve iki kanadıyla uçan her kuş ancak sizin gibi bir topluluktur.”70.

İslam hukuku (şeriat) bakımından insanlar arasında umumî muamele hususundaki ahlaki anlayışa gelince; bu husus daha vazıh olarak görünür. İslam hukuk âlimleri, İslam şeriatının maksatlarını açıklarken bu mefhumu açık bir şekilde kabul etmişlerdir. Onlar şeriatın üç türlü maksadı olduğunu, bunların da insan için hayatta;

a-Zaruretlerin,

b-İhtiyaçların,

c-Güzel ve iyi şeylerin gerçekleştirilmesinden ibaret olduğunu beyan ediyorlar. Onlara göre zaruretler “Yoklukları hâlinde dünya işlerinin düzgün yürütümesine imkân olması, aksine fesada, hayatın sarsılmasına ve kaybına, ahirette kurtuluşun ve cennet hayatının kaybedilmesine sebep olması bakımından, dünya ve din işlerinin sağlam yürütülebilmesi için çok lüzumlu olan hususlardır. Bu zaruretlerin tamamı beş tane olup, dinin, nefsin, neslin, malın ve aklın muhafaza edilmesinden ibarettir.”71

b-İhtiyaçlar insanın bu hayatta sıkıntılar, zorluklar ve darlıklardan-ki bunlar yiyecek, içecek, giyecek, mesken, refah getirici ve bazı hâl ve şartlarda sıkıntı ve güçlük getiren şeylerin izalesi hususundaki insanın her ihtiyacının gerçekleşmesi yolunda çeşitli isteklerinin tahakkuk etmemesi sonucu olarak ortaya çıkarlar-kurtulması için muhtaç olduğu hususlardır.

c-Güzel ve iyi olan şeylere gelince: Bu insanlarla muaşeret âdâbının en güzel ve en iyi bir üslûp ile kurulup geliştirilmesi ve onların bu husustaki ahlakî şuur ve duygularının gözetilmesi şeklinde ifade, edebilir.72

Meseleyi bu şekilde tesbit edince, şeriatin güttüğü gayelerin, ahlakî gayeler olduğunu görürüz. Bu sebeeple İslam hukuk nizamını, ahlak nazariyesinin veya şu ahlaki özün ışığında tefsir etmek mümkündür. Bizi bu hususta birçok ayet desteklemektedir. Bunlardan birisi de şu ayettir: “Kim Rab’bine suslu olarak gelirse, onun için cehennem vardır; orada ne ölür ne de yaşar; kim de O’na, iyi işler yapmış bir mü’min olarak gelirse, onlar için de yüksek dereceler; altlarından ırmaklar akan Adn cennetleri vardır, orada ebedi olarak kalırlar, işte günahlardan arınanların mükâfatı budur.”73 Peygamberimiz (a.s.) de, “Müslüman, müslümanların dilinden ve elinden emin oldukları kimsedir; Muhacir de Allah’ın haram kıldığı şeyden kaçan kimsedir.”74 “Bize hile yapan bizden değildir, bize silah çeken de bizden değildir. ”75 buyurmaktadır.

Görüldüğü gibi İslâm, ahlâkî gayeyi tahakkuk ettirmek için, muhtelif İslami yönleri ahlakî -bir bağla bağlamıştır. Bunun da en sağlam delili şu ayettir: “Yüzlerinizi doğu ve batıya çevirmeniz iyilik değildir. Asıl iyilik, o (kimsenin iyiliği) dir ki, Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitaba ve peygambere inandı; Allah rızası için yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, boyunduruk altında bulunan (köle ve esir)lere mal verdi; namaz kıldı, zekât verdi. Andlaşma yaptıkları zaman andlaşmalarını yerine getirenler; sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabredenler işte doğru olanlar onlardır, (Allah’ın azabından) korunanlar onlardır.”76 Yukarıdaki vazifeleri yerine getirenler, ahlaklı kimselerdir, İslam’daki ahlaki ruhu en iyi anlayanlardan biri de Ekşem bin Sayfi’dir. Bu zat kavmini İslam’a davet ettiği zaman şöyle diyordu: “Hz. Muhammed (a.s.)’in davet ettiği din olmasaydı, insanlar güzel ahlaka sahip olamazdı.”77

Bütün bunlardan sonra, İslam’da zikredilen şekilde anlaşılan ahlakın İslamî risaletin rû- hu ve İslâm hukuku’nun da bu ruhun mücessem bir sûreti olduğunu söylersek mübalağa etmiş olmayız.

İslam nazarındaki-ahlak anlayışına dair bu tahlil ve izahlardan sonra, bu mefhumu şöyle tarif etmek mümkündür: “Ahlak, hayatta insanın davranış tarzlarıdır”; bu davranış insanda irade tle sadır olduktan ve bir gayenin tahakkukuna yöneldikten sonra, ister içe ait ister dıştan olsun, hepsi birdir. Ahlakın bu şekilde anlaşılması felsefi ve lügat mânâsına da yabancı değildir. Hatta felsefî ve lügat manalarının çerçevesini genişleterek, İslam’ın görüş açısı içine girebilir.

(*) Dr. Mikdat Yalçın’m “İtticahü’l-Ahlaki fi’l-İslam, Kahire, 1973” adil mastır tezinin birinci bölümünden tercüme edilmiştir.

(1) Dr. A. Zeki Salih, et-Taallum, Ususuhû, Menâhıcuhâ, Nazarıyâtuhû, s. 193.

(2) Dr. A. Zeki Salih, a.e., s. 193.

(3) Levy Bruhi, Ahlak vb Ahlaki Adetler İlmi, s. 169. Terc.: Dr. Mahmut Kasım.

(4) E. Durkheim, et-Terbiyet el Ahlakiye (L’éducation, Morale) s. 117, Terc: Dr. Seyyit M. Bedevi.

(5) Dr. Tevfik et-Tavil, el-Felsefet el-Hukukiyye, s. 374.

(6) Bu anlayışta ahlak akıla dayanır, örf ve âdetlere dayanan ahlak nizamı yerine makul bir gayesi de vardır. (J. Dewey, Felsefede yenilik, s. 267).

(7) Dr. T. et-Tavîl, mezheb ül-manfaat el-amme fi el-Felsefet-il Ahlâk, s. 41 v.d.

(8) Bir önceki kaynak: Aynı şekilde Bk.: Dr. Adil el-Avâ, el-Mezâhibul-Ahlakiyye, II.

(9) Dr. T. el-Tavîl Ahlak Felsefesinde, umumi menfaat mezhebi, s. 41 v.d.

(10) Dr. Tevfik, el-Felsefet el-Ahlakiye, s. 300.

(11) Dr. Tevfik et-Tavil, el-Felsefet el-Hukukiyye, s. 296.

(12) John Dewey, Tecdid fi’l-Felsefe, s. 298.

(13) Dr. T. et-Tavil, el-Felsefet el-Hukukiyye, s. 276.

(14) John Dewey, a.g.e., s. 273.

(15) Dr. T. et-Tavil, el-Felsefel el-Hukukiyye, s. 296 v.d.

(16) Salih Abdullaziz, et-Tertbiye ve.Turuq et-Tedris, II. s. 235.

(17) Feri d Kam, İlm-i Ahlak, s. 9, Ankara, 1341.

(18) Dr. Adil el-Avat, el-Mezheb el-Ahlakiyye, II. s. 385 -v.d., 3. baskı.

(19) J.J. Rousseau, Ketab’ü Emil, s. 213 v.d., ter.:. Dr. Nazmi Luka,

(20) J. J, Rouseau, a.g.e., s. 24.

(21) Dr. Mahmut Kasım. Dırâsat fi’l-Felsefet el-İslamiyet, s. 119. 3. baskı.

(22) Dr. A. el-Avâ, el-Mezahib el-Ahlakiyye, II s. 385, v.d.

(23) Dr. A. el-Ava, a.g.e., II, 3, 488.

(24) William MC Dugal, el-Ahlakve S-sulûk fi’l-Hayat, s. 24-25, 80-84.

(25) Dr. Adil Avâ, el-Mezheb el-Ahlakiyye, II, s. 416.

(26) Dr. T. et-Tavil, el-Felsefet e1-Hulukiyye, s. 161.

(27) el-Mevsuatel-Felsefte el-Muhtasara, s. 84, İngilizce’den trc.: Dr. Mustafa Necip Mahmut baskanlığında bir komisyon.

(28) J. Karl Flugel, el-insan ve’l-Ahlak, ve’I-Müctema, s. 337.

(29) Oswald Külpe, el-Medhal ila-el-Felsefe, s. 311-315.

(30) İbni Miskeveyh, Tehzi pel-Ahlak, s. 31.

(31) İmam Kuşeyri, er-Risalet el-Kuşeyriyye, s. 217.

(32) Dr. M.K. İbrahim Cafer, Fi’l-Felsefe ve el-Ahlak, s, 273.

(33) Dr. Ebu Bekr Gülabadî, et-Taarruf li mezhebbiehlit-tasavvuf, s. 25.

(34) et-Tasarruf li mezhebi ehli’t-Tasavrııf, s. 25.

(35) Tunus.: 62,

(36) Dr. M.K. İbrahim Cafer, Fl’l-Felaefe Te’1-Ahlâk, s, 278 vd,

(37) Cazalî, Miîan el-Amel, a. 5*0.

(38) Gazzalî, a.e.g, s. 67.

(39) Gazâli, İhya-u Ulûmu’d-din IlI, s. 53

(40) Ahmet İbni Hanbel’in müsnedi, II, s. 381.

(41) Sahih’i Müslim (Nevevi şerhi) C. 15, s. 52, “Hatem’ü-lenbiya” babı.

(42) Hafız el-Irakî- ihya’ya koyduğu notta zikrediyor, III s. 50, bu hadisi mervezî namaza ta’zime dair müsnedinde mürsel olarak Ebu Ali bin Suheyr’den rivaye ediyor.

(43) Sahihi Müslim (Abdulbaki Nesri) I. s. 512-513. yolcu namazı bahsi.

(44) İmamı Ahmed’in müsnedinin not kısmında kenzül-Ummal seçmesi, I, s. 132, Buhari, Eledebü’1-müfred, s. 81.

(45) Muhtasarı şerhi süneni Ebi Davud. VII, s. 172; iyi ahlak bahsi.

(46) Tac, V. s. 61, kitabül-ahlak.

(47) Feritkam-İlm’i Ahlak, s. 11, Ankara, 1341.

(48) Hâkim Nisaburî, sahihül müstedrek, I, s. 53.

(49) El-lu’lui ve’l-mercan fi’me’t’tefeka aleyhi’ş-şeyhan, I, s. 10 kitabül-imân.

(50) Aynı kaynak, I. s. 10.

(51) el-Bakara: 177.

(52) Bk. Tac. V. s. 3.

(53) el-Cami us-sahih, II. s. 198.

(54) el-Lû’lû vel-Mercan I. s. 16.

(55) el-Ankebut: 45.

(56) Müslim hariç diğer beş hadis kitabı rivayet ettiler, Tac II. s. 61.

(57) el-Bakara: 197.

(58) el-Hac: 37.

(59) el-Tevbe Suresi: 103.,

(60) et-Terğib ve’t-terhib, III. 356, Hâkim isnadının sağlam olduğunu söyler.

(61) Dr. M. Abdullah Derraz, Kelimat fî Mebâdi’l-Ahlak, s. 27.

(62) et-Tâc, el-Cami’li usûl fî ehâdis er-Rasul, I. s. 32.

(63) et-Tevbe Sûresi:111.

(64) el-Nahl Sûresi: 5-7.

(65) el-Lû’lû vel-Mercan, III,. S. 201.

(66) et-Tâc. V. S.18-19 Kıtâb el-Ahlâk.

(67) et-Enbiyâ: 107: > ’ - ■ ’ ’ " - ’

(68) Sahih-i Müslim (Nevevî Şerhi),- C. 16, s. 146-147.

(69) Sadî Şirazi, Bostan, II. 5. 17-18, Ar-Terc.: Dr. M. Musa Hendevî.

(70) el-En’am: 38.

{71) gatlbt, el-Muvafakât it usulil-Ahkim, II, s, 4 Ti deTftirıl.

{72 Şatibi, a-e II, s, 5-6.

(73) Taha.: 74-76.

(74) Keşfe’l-Hafa, II, s. 292 Hadis,: 3304; Sahih-i Müslim,.II, s. 100.

(75) Sahih-i Müslim, Kitabel’İman, II, s. 308.

(76) el-Bakara: 177.

(77) Muhtârat min Ravâ’il-Edeb’il Arabi, s. 533. Dr. A. Selâmi Serhan.