Makale

DİNE DAVET

DİNE DAVET

Ahmet BALTACI

(Geçen sayıdan devam)

İSLAM DAVETİNDE MALDAN YARARLANILMASI

Rasül-i Ekrem (s.a.s.)’ln İslam’ı yaymak için her meşrû imkânı kullandığını ifade etmiştik. Bazı insanlara mal ve para yardımı ile İslam’ın sevdirildiği de olmuştur. Esasen mal sevgisi insanın fıtrî bir duygusudur. Fakat bazı kimselerde bu, bir zaaf halindedir. Menfaati yüzünden bir fikre kapılabilir veya kapılmış görülebilir. Nitekim günümüzde de birçok menfi fikir cereyanlarının hayatiyetini para yardımı ile devam ettirdiği bilinen bir gerçektir. Müspet ve hayırlı konularda da bu hususta yararlanmakta bir sakınca yoktur. Bazı insanlara milyonları değil, milyarları verseniz, şahsiyet ve inancından fedakârlık etmez. Doğru bildiğinden vazgeçmez. Bir şeyi kabul ettirebilmek için ikna edilmesi şarttır. Buna mukabil, bazıları, vardır ki mal canlısıdır, nereden çıkarı varsa o tarafın adamı oluverirler.

Dinimiz insana değer verir. Eğer onu kurtarmak için mal gerekiyorsa, bundan kaçınmaz. Nitekim bu tatbikat iyi netice vermiş, bazılarının gerçekten iman etmesine, bazılarının da imanlarının kuvvetlenmesine sebep olmuştur. Müellefe-i Kulûb’un ne demek olduğunu açıkladıktan sonra bu konudaki uygulamalardan iki ömek verelim.

Tevbe Sûresinde zekât verilecek kimseler anlatılırken, bir de Müellefe-i Kulûb’dan bahsedilir.(22) Bunlar İslam’a yeni girmiş olup, henüz İslam’a tam ısınmamış olan kişilerdir. Bir diğer tarife göre, yakın ve akrabalarını da İslam’a çağırması arzu edilen kimselerdir. Zengin dahi olsalar, zekâttan bunlara da verilmiştir. Böylece dinin kalplerine iyice yerleşmesi ve yakınlarını da İslam’a getirmeleri teşvik edilmiştir. Bu ilahi bir taltiften başka bir şey değildir.

Bir kısım Müellefe-i Kulûb daha vardır ki henüz müslüman olmamışlardır. Müslümanlığı kabul etmeleri muhtemeldir. Bunların şimdilik müslümanlara zararlarını önlemek, gerektiğinde yardımları celbedilmek üzere Rasûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.s.) ganimetten kendilerine hisse ayırmışlardır. Mal sevgisiyle zararları bertaraf edilmekle kalmıyor, İslam’a olan meyilleri de sağlanmış oluyordu. (23)

Örnek: 1

Hüneyn Harbinde Safvan b. Ümeyye de müşrik olduğu halde müslümanlarla birlikte harbe katılmıştı. Hz. Peygamber, ganimetten bir kısmını da ona ayırmıştı. Bu durum onu çok memnun etmişti. Şöyle dediği Saîd b. El-Müseyyeb (r.a.)’den rivayet edilmiştir:

“Rasülullah (s.a.s.) Hüneyn günü ganimetten bana da vermişti. Hâlbuki o zamana kadar insanlardan en sevmediğim o idi. Bana vermeye başlayınca insanlardan en sevdiğim o olmuştur.”(24)

Örnek:2

Yine aynı savaştan bir başka örnek vereceğiz. Bu savaşta çok sayıda ganimet toplanmıştı. Bu malların tamamını Hz. Peygamber (s.a.s.) yeni müslüman olanlara dağıtmış, Medine’den gelerek harbe katılan Ashabına bir şey vermemişti. Bu durumun hikmeti sorulunca şöyle buyurdular:

“Ey ensar topluluğu, diğer insanların deve ve koyunlarla gitmesine karşılık Allah Rasûlü’nün sizinle beraber dönmesine razı değil misiniz?

Ağlayarak ve dökülen gözyaşlarından sakalları ıslanan Ensar şöyle cevap verdiler:

“Pay ve taksim olarak Allah Rasûlü’nün bizimle olmasına razıyız.”(25)

Bu konu ile ilgili bir hadis-i şerifte de Peygamber Efendimiz, ganimetten pay verdiklerine nazaran vermediklerinin kendisine daha sevgili olduğunu ve onları Cenab-ı Hakk’ın yüzüstü ateşe atacağından korktuğu için verdiğini gerekçe olarak beyan etmişlerdir.(26) Bu hadis-i şerif, Hz. Peygamber’in büyük hedefini daha açık bir şekilde ortaya koymaktadır.

Hz. Peygamber’in bu tatbikatının çok iyi neticeler verdiği, tarih kitaplarında kaydedilmektedir. Gerçekten de Müellefe-i Kulûb’un sonra samimiyetle dine bağlandıklarını ve hizmet ettiklerini görmekteyiz. İmâm-ı Mâlik de bu konuda; “Rasûl-l Ekrem, Müellefe-i Kulûb’a zekât ve ganimetten pay verdi. Onların da Müslümanlığı güzel oldu.”(27) demektedir.

Bu misallerden çıkan sonuç; Hz. Peygamber (s.a.s.) insanları hidayete erdirmek için her meşrû çareye başvurmuş, davet ve tebliğ faaliyetine yılmadan, bıkmadan, bütün Peygamberlik müddetince devam etmiştir. İlk müslümanlar da bu faaliyetlere bütün varlıkları ile katılmışlardır. Bu yüzden Kur’an-ı Kerim’de kendilerinden Cenab-ı Hakk’ın razı olduğu bildirilmiş(28), bütün ümmetin tebcil ve minnetine layık olmuşlardır. Çünkü dinin yayılmasında, yerleşmesinde ve sonraki nesillere aktarılmasında büyük emekleri geçmiştir. Onların yolunda olmakla iftihar eden günümüz müslümanlarının da dinimizi tanıtmaları, insanların hidayeti için gereği gibi çalışmaları zaruridir. Gerektiği zaman malî fedakârlıktan kaçınmamak, bedenî, fikrî ve ilmî yönden çalışanları maddeten desteklemek çarelerini aramalıyız.

(22) et-Tevbe: 60.

(23) Elmalı’lı M. H. Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Ebuzziya Matb. İst. c. 3, s. 2575-2577. Ebu Bekr Ahmed b. Ali El Cessas, Ahkâm-ul Kur’an, Evkaf Matb. 1335. c. 3, s. 123.

(24) Ebül Fida, İsmail b. Kesir, Tefsir-ül Kur’an-il Azîm, İsa Elbabi Matb., Mısır c. 2, s. 365. El Cessas, A. Kur’an c. 3, s. 124.

(25) İbn-i Hişam c. 4, s. 142-143.

Hz. Ebûbekir(r.a.)’in hilafeti sırasında Müellefe-i Kulub ile ilgili bir tatbikata Hz. öraer (r.a.), İslam yüceliğini kabul ettirmiştir, gerekçesiyle itiraz etmiş, Halife Hz. Ebûbekir (r.a.)’de onu haklı görmüştür, O zaman bayatta bulunan ashabın da buna itiraz etmemeleri sebebiyle icmaa vaki olduğu kaydedilmiştir. (İbn-i Kesir, 2/365, El Cessâs, A. Kur’an 3/123-124).

Hanefilerin ve meşhur kavle göre Malikilerin görüşü de bu istikamettedir. Hanefîyyeden bazılarının “Bazı evkatta ihtiyaç hâsıl olursa sadakâttan verilir.” dediğini ve ehli ilimden birçoğunun “Müellefet-ül Kulub, kıyamete kadar mevcuttur.” dediklerini merhum Elmalı’lı Hamdi Efendi tefsirinde kaydeder.

Kazî Ebu Bekr İbn-ül Arabî’de Müellefet-ül Kulub’ün İmamı Malik ve

eshabının ictihatlarına göre kalktığını, bazı Âlimlerin ise devlet reisinin, takdirine ait bir keyfiyet dediklerini kaydettikten sonra şöyleder: “İslam kuvvetli olduğu zaman verilmez. Eğer bu kabil insanlara ihtiyaç olursa Rasûlüllah (s.a.s.)’ın verdiği gibi bunlara hisseleri verilir. İbn-i Mace’den sahih bir rivayete göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

“İslam garip başlamıştır, başladığı gibi garip olarak avdet edecektir.” (Kâzî Ebu Bekr İbn-ül Arabi, Ahkâm-ül Kur’an İsa El Babi Matb, Mısır 1967, c. 2, c. 954. Bu Hadisi Şerifte ki, “ĞUREBA” kelimesi ile İslamın baslangıcında olduğu gibi kıyamete yakın günlerde de müslümanların zayıf, sayılarının az olacağına ve sırf imanları sebebiyle eza ve cefaya katlanmak zorunda kalacaklarına işaret edilmiştir. (İbn-ül Esir, En Nihaye Fî Garip-il Hadis, İsa El Babî Matb, Mısır c. 3, s. 348).

(26) Umdet-ül Karî, c. 1, s. 192. İbn-i Hişam c. 4, s. 143.

(27) İbn-ül Arabî, Ahkâm-ül Kur’an c. 2, s. 951.

(28) et-Tevbe: 100.

NİÇİN DAVETLE MÜKELLEFİZ?

Bütün insanlara dini tebliğ etmekle müslümanların görevli olmasının sebebi, Peygamberimiz (s.a.s.)’in peygamberliğinin umûmi oluşudur. O, bir millete, bir beldeye değil; bütün beşeriyete gönderilmiş bir Peygamberdir:

“Habibim, de ki: Ey İnsanlar, ben size, sizin hepinize Allah Rasûlüyüm.”(29)

Bu önemli ve ilmî diğer bir konudur. Ancak, şu kadarını söyleyebiliriz; Peygambere emir, ümmetine de emirdir. Bu dinin özelliklerinden bir tanesi de, dinin tebliği ile ümmetin de görevli olmasıdır.(30) Esasen emr-i bi’l-ma’ruf, nehy-i ani’l-münker, mal ve canla mücâhede. mücâdele, hayıra davet, insanlara şefkat, merhamet, iyilik ve benzeri konularda, bütün müslümanların görevli olduğu pek çok ayet-i kerime ve hadis-i şeriflerle olduğu kadar Asr-ı Saadet’deki tatbikatla da ortaya konmuştur. Gerçekten dinimizde merhamet, önemli bir yer tutar. Merhametin sınırı insanları kapsamakla kalmaz, hatta diğer canlıları bile içine alır. Hayatı isyanla geçmiş bir insanın, çölde susuzluktan kıvranan bir köpeği, kuyuya inip ayakkabılarına su doldurarak, zorlukla suladığı için affedildiği (31), kendisine zarar veren bir kediyi hapsederek öldüren bir kandına da bu yüzden azap edildiği (32), hadis-i şeriflerle bildirilmiştir. Bir hadisi şerifte de;

Merhametlilere, Rahman olan Allah (c.c.) merhamet edecektir. Siz yerdekilere acıyınız ki, Cenab-ı Hak da size acısın.”(33) buyurulmaktadır.

Hayvanlara bile bu kadar değer veren, onların hak ve hukukuna riayet eden, onlara merhametle emreden bir dinin insanlara değer vermesi kadar tabii bir şey olamaz. Dünyada bir insana yapılacak iyiliklerin en büyüğü ona hidayet konusunda yapılacak yardımdır. Onun için insanları dine çağırmak üzere yapılan çalışmalar, faaliyetlerin en hayırlısıdır. Bu yüzden Ümmet-i Muhammed’in Kur’an-ı Kerim’de en hayırlı ümmet olduğu sarâhatle beyan edilen ayet-i kerimenin devamında; iyilikle emrettikleri ve insanları kötülükten uzaklaştırmak için çalıştıkları belirtilmiştir.(34)

Din yönünden müslüman toplumların, diğerlerinden farklı bir durumları vardır. O da hak dine sahip oluşlarıdır. Bugün bu bahtiyarlığa erişen toplumlar, maalesef dünya nüfusunun çoğunluğunu teşkil etmemektedir. Hâlbuki ilk asırlardaki yayılış, daha doğrusu tanıtılış hızı devam ettirilseydi, müslüman olmayanların çok azınlıkta olması gerekirdi. Asrımızda muharref ve batıl dinlerin propagandası için yapılan çalışmalardan, müslümanların ibret almayışları, asırlardan beri dini konularda uyuşuk, dünyevî konularda birbirleriyle mücadele ile vakit geçirişleri acı bir gerçektir. Bunalım içinde kıvranan insanlığa gerçek ruhi ihtiyacını, hastalığının gerçek ilacı olan İslam’ı onların anlayacağı tarzda ve asrın idraki içinde sunmayışları nasıl mazur görülebilir?.. Bîçâre insanlığa bugün her tarafta kol gezen sapık ve çarpık ideolojiler mi gerçek saâdet yolunu gösterecek? Süfli menfaatları için ülkeleri hallaç pamuğu gibi atan, sandalya ve toprak kavgası yüzünden dünyayı çorba gibi karıştıran şuursuz siyâset erbabı mı insanlığın elinden tutacak? Yoksa küçük bir menfaati veya basit hislerinin tatmini için binlerce insanın ölmesine aldırış etmeyen dünya idarecileri mi insanlığın elinden tutacak? Öğrencilerine ilim ve fazileti öğretmekle görevli olduğu halde ilmini ve ilmî nüfûzunu sakat ideolojisinin ve siyâsî kanâatinin lehinde kullanmaktan çekinmeyen, ilahi feyzden mahrum, sözde ilim adamları mı kurtuluş iksiri sunacak? Yahut da kendisi de gerçekte inanmadığı halde, elleriyle bozdukları kitapları Allah Kelâmıdır diye takdim etmekten utanmayan ve Allah (c.c.)’a iftira etmekten çekinmeyen hristiyan, yahudi ve benzeri din adamları mı insanlığın kurtarıcısı olacaktır? Şüphesizdir ki hayır!.. Bütün bunların kurtuluşları da İslam’ı öğrenmeleriyle mümkün olabilecektir. Bu insanlara İslam’ı öğretmek ve onları düştükleri bu çıkmazdan kurtarmak, müslümanların görevleri cümlesindendir.

-Esas çalışması gereken, mtialtimanlar çalışmayınca meydanın boşlu­ğundan başkaları istifade etmekte, maâlesef bâzı saf ve gafil insanları da kandırmaktadırlar. Yine esefle söylemek gerekir ki, hristiyan misyonerlerinin sadece Asya ve Afrika değil de faaliyet sahası olarak Türkiye gibi Müslümanlığa asırlarca hizmeti geçmiş bir ülkeyi de katmış olmaları çok mânidar bir harekettir. Bu aynı zamanda bizim için ilahî bir ihtardır. Çünkü onların bu cesaretinin sebebi, Hak ehlinin susuşundan, kayıtsızlığından ve genç nesillerine dinini ögretmeyişini bildiklerindendir.

Münakaşa edemeyecek kadar zayıf, dayanaksız iddia sahiplerinin hem de Hak dinin benimsendiği bir cemiyette icra-i faâliyet cesareti göstermiş olmaları velev ki hiçbir netice almamış olsalar dahi, o belde halkı için ne büyük bir felâkettir.

Müslümanların bugün, en az çalışan bâtıl din mensupları kadar olsun, çalışmaları zarüridir. Komşusu aç iken, rahat uyuyanın kötülendiği, bütün mü’minleri bir vücudun organları gibi birbirine bağlayan bir dinin müntesipleri, boğulmak üzere olan insanlığa el uzatmadan duramaz. İnsanların en hayırlısının onlara hayırlı olanların olduğu bildirilen bir dine inanan insanlar, çırpınmadan edemez. Bu ihmalinin içine kendi çocukları ve yakınları da girdiği düşünülürse izahı kâbil olmayacak kadar acı bir durumun meydana geldiğini kabul etmek zorunda kalırız.

Gerçekten çok ağır olan davet görevinin bir diğer sebebi de dinimizdeki insan sevgisidir, insan, yaratılmışların en şereflisi, manen meleklerden de üstün olabilecek istidatta bir yaratık... Gerçek insanlık değerine imanla erişeceği gerçeğini bir türlü kabul etmek istemeyenlere kızmak değil, acımak gerekir. Onun içindir ki Hz. Peygamber (s.a.s.) en azılı düşmanlarına bile acımaktan geri kalmamış, gerektiğinde onları seve seve affetmiştir. Eline fırsat geçtiği anda intikam alma fikrine asla kapılmamış, iyiliklerin en değerlisinin kötülük yapanı affetmek olduğunu hadis-i şerifleriyle ve erişilmez üstün davranışlarıyla göstermiştir. Çünkü insan, Yaratıcısının kudret nişanelerini üzerinde taşıyan ve kendisine iyiliklerin pek yakıştığı bir varlıktır. Onu yakmak, yıkmak değil; kurtarmak esastır, İcabında onlardan bir tanesini haksız yere öldürmek insanlığın hepsini katletmekten farksız görülmüş; bir insanı ihya etmenin ve kurtarmanın insanlığı kurtarmış anlamına geleceği açıkça beyan edilmiştir.(35) Cenab-ı Hak da mahlûkat içerisinde ona akıl vermiş, onu muhatap olma şerefine erdirmiş, birtakım görevlerle mükellef kılarak şerefini daha yüceltmiş, yükselebileceği yolları ve bunun için gereken bütün imkânları bahşeylemiştir. Dinimizdeki bu üstün insan sevgisini Yûnus ne güzel dile getirmiştir: ‘Yaratılanı boş gör, Yaratan’dan ötürü.’

Hadîs-i şeriflerde kâmil mü’min olmanın yolu anlatılırken, Allah ve Rasûlünü herşeyden fazla sevmenin zarureti anlatıldıktan sonra, insanlar da O’nun rızası için sevmek gerektiği izah edilmiştir.(36) Bu sevgi müslümano birtakım meşakkatlere katlanmaya zorlar. Mutluluğa yalnızca ermeyi değil, hep birlikte kavuşmayı ister.

Peygamberimiz, (s.a.s.)’in insan sevgisini izah etmek imkânımızın dışındadır. Buna şahit olarak hayatının tamamını gösterebiliriz. Şu misal bize bu konuda önemli bir fikir verebilir.

İslam Ordusu Mekke’yi fethetmiştir. Onun büyük kumandanı (s.a.s.) muzaffer bir ordunun kumandam edasıyla Mekke’ye girmemiştir. Onun her zamanki bilinen mütevazı haliyle gelişi dikkatlerden kaçmamıştır. Kendisine yapmadık hakareti bırakmayan insanlar, kendi haklarında verilecek kararı heyecanla bekleşirlerken, onlara sordular:

“-Ne dersiniz? Ben sizin hakkınızda ne yapacağım kanaatindesiniz?” Hep birden;

“-Hayır, yapacağını biliyoruz! Çünkü sen çok kerem sahibi bir kardeşsin, kerem sahibi bir kardeşin oğlusun” dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s.);

“-Sizin hakkınızda kardeşim Yûsuf (a.s.)’un dediği gibi derim. Bugün size bir başa kakma ve ayıplama yoktur. Sizi Allah yarlığasın. Zirâ O, esirgeyenlerin en merhametlisidir. Gidiniz hepiniz serbestsiniz.(37) buyurmuşlardır.

Ne büyük bir davet metodu! Bu büyüklük karşısında insan nasıl mülüman olmaz? Müslümansa imanı nasıl polatlaşmaz?.Bu üstün manzara karşısında hissiz kalabilmek için bir batılının ifadesi ile insanda demirden bir kalp olması lazımdır. İşte İslam’ın kısa bir devrede geniş bir alana yayılmasının sırrı buradadır. Müslümanlar bu güzel ve canlı tabloları devam ettirebilselerdi, İslam’ın yayılma hızı aynı süratle devam ederdi.

Müslümanların tebliğle sorumlu olduklarına dair Pakistan tebliğ cemâatinden bir grupla tanışıp müslüman olan genç bir Amerikalıya ait olduğunu işittiğim bir sözü nakletmek isterim. Hidayetine sebep olanlara şöyle hitap eder:

“Size nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum. Benim her şeyimi değiştirdiniz, bana ebedî hayatımı kazandırdınız. Dünyada huzur içinde yaşamamı temin ettiniz. Rabbim. O’nun Elçisini ve yüce din olan İslam’ı tanıttımz. Size çok şeyler borçlu olduğumu biliyorum. Fakat sizlerden ve diğer din kardeşlerimden bir şikâyetim de var. Çünkü büyük sevincimin yanında bir büyük üzüntü de kalbimi sızlatmaktadır. Öğrendiğime göre küfür üzere ölenler, ebedî azapta kalacaklardır.

(29) et-Âraf: 158.

(30) et-Tevbe: 122. Al-i İmran: 104. Umdet-ül Karî, c. 2. s. 145.

(31) Et-Tac, c. I, s. 18. M. Sahihi Müslim. c. 2, s. 166.

(32) Sahihi Müslim, c. 2, s, 155.

(33) Et-Tac, c. 5, s. 17.

(34) Ali İmran: 110.

(35) el-Maide:32

(36) Umdet-ül Karî, c. 1, s. 146.

(37) Aliyy-ül Kari, Şerhuşifa Fi-Huk-il Mustafa İstanbul 1309, c. 1, s. 245.

Hâlbuki benim hayatta en sevdiğim iki varlık, annem ve babam, her ikisi de o şekilde öldüler. Hristiyanlığa hiçbir zaman içten bağlanamamışlardı. İslamiyet hakkında bilgi edinselerdi, mutlaka kabul ederlerdi. Bundan on sene evvel buralara gelmiş olsaydınız, onlar da kurtulmuş olurlardı. İşte onların durumu beni üzmekte, büyük sevincimin zevkini gereği gibi tatmama engel olmaktadır. Bu bakımdan zamanımızın müslümanlarından huzûr-u ilahide şikâyetçi olacağım.”

Burada şu noktayı da belirtmekte fayda var. Cenab-ı Hakk’ın kendilerine servet ve mal verdiği insanlar, bunun zekâtını vermekle mükelleftirler. İlim adamları ilim öğretmek zorunda; hakkı bilenler hata ve yanlışlıkları elleriyle söyleyerek veya kalben düzeltmeye mecburlar. Yine aynı yollarla iyiliği benimsetmek, kötülüklerden halkı uzaklaştırmak zorundadırlar. Bir cümle ile herkes kendisinde olandan olmayanlara veriyorken, sırf bir ilahî lütuf eseri olarak mü’min olma şerefini bahşettiği müslümanların dinlerini kimseye duyurmamaları mazur görülemez. Yalnız, bunun sınırını da belirlememiz gerekmektedir.

DAVETİN SINIRI

Dinimizde genel bir prensip vardır: “Allah hiçbir kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemez.”(38) Her müslümanın bu görevi bizzat yapması, bütün dünyayı dolaşması mümkün değildir. Esasen bu her zaman faydalı da olmayabilir. Zira bir davanın fena müdafaa edilişi, müdafaa etmemekten daha zararlı olabilir. Meşhur tabirle kaş yapayım derken göz çıkaran insanların yapacağı bir iş değildir, elbette. Yine bilgi sahiplerinin hepsinin yeryüzünü dolaşması da maddeten mümkün değildir. Şu ayet-i celile bize bu konuda ışık tutmaktadır:

“Sizden öyle bir cemaat bulunmalıdır ki, onlar herkesi hayra çağırsınlar. İyiliği emretsinler, kötülükten vazgeçirmeye çalışsınlar. İşte onlar muradına erenlerin tâ kendileridir.”(39)

Kur’an-ı Kerim’de mücahedenin hem nefislerle, hem de mallarla yapılacağı müteaddit yerlerde bildirilmiştir. Bedenî gücü yerinde olanların gerektiğinde harbe katılması, farz-ı ayındır. Davet konusunda ilmî durumu ve müdafaa kabiliyeti yerinde olanlar, bu görevi yüklenecekler, diğer müslümanlar da onlara müzahir olacaklardır. Muharibe silah ve erzak ile yardım, nasıl ki mal ile mücâhede ise ilim ve davet ehlinin desteklenme si de aynı şekilde mali mücâhededir. O halde diğer müslümanların da desteklediği gruplar zaman zaman yabancı ülkeleri dolaşarak insanları gerektiğinde tek tek uyararak tebliğ görevini yerine getireceklerdir. Tabiî, günümüzün imkânlarından yararlanmak, her türlü haberleşme ve yayın organlarından istifade etmek de şarttır. Esasen böyle gruplar teşkil edilebildiği takdirde onların mevcut imkânları dikkate alarak çalışma şeklini ve sistemini önceden tespit edecekleri tabiidir.

Herkesin yapabileceği ve yapmak zorunda olduğu hususa gelince; herkesin, özellikle yabancılarla teması olan müslümanların hareketleriyle dinleri hakkında yanlış bilgi vermekten, insanları yanıltmaktan ve sapıtmaktan sakınmalarrının gerekli olduğudur. Şurası bir gerçektir ki hareketleriyle bazı insanlar hem kendisini hem de mensup olduğu dinini sevdirebilirler. Tabiî bunun aksi de vâriddir. Binaenaleyh, her müslümanın yapmakla görevli olduğu bu durum çok önemli bir noktadır. Bu arada inanan idarecilerin adaletli ve faziletli tutumları da çevrede çok geniş ve müsbet yankılar yapabilir.

Özetlemek gerekirse, bilginler çeşitli yollarla duyurma ve müdafaa görevini yapacaklar, zengin ve idarecilerimiz onlara maddeten ve idarî yönden destek olacaklar, yabancılarla teması olan herkes, doğruluk ve faziletleriyle dikkatleri üzerlerine çekecek ve özellikle nefret kazanmaktan kaçınacaklardır.

Kendi çevremizde yapmamız gerekli hususların da olacağı tabiidir. Bunlara “Türkiye’deki Durum” başlığı altında temas edeceğiz. Şimdi yurt dışında bulunan işçi kardeşlerimizin nelere dikkat etmesi gerektiğini inceleyelim.

YABANCILARLA TEMAS’DA DİKKAT EDİLECEK HUSUSLAR

Çağımızda ecnebilerle temaslar çoğalmıştır. Siyâsî, iktisadî, askerî, eğitim, öğretim ve turizm gibi çeşitli sebeplerle karşılıklı-heyetlerin gidip gelmesi sıklaşmıştır. Özellikle yurt dışına çalışmak üzere giden işçiler, büyük bir yekün tutmaktadır. İşçi ve işgücü mübadelesi ülkeler arasında çözümlenmeyi gerektiren birçok meselelerin ortaya çıkmasına sebep olmaktadır.

Öteden beri milletler arasında meydana gelen çatışmaların sebebi iki konuda özetlenebilir. Bunlardan birisi toprak ve genişleme politikası ise diğeri de dinî sebeplerdir. Bu sebepler günümüzde de aynen geçerliliğini korumaktadır. Nitekim tarihte görülen haçlı seferleri, Endülüs devletini yıkmak üzere İspanya’da cereyan eden harplerin sebebi, din ayrılığı ve hristiyan taassubu olduğu gibi, düne kadar Kıbrıs’ta, bugün Batı Trakya’da işlenen yüz karası cinayetlerin sebebi, oradaki insanların hristiyan olmamasından başka bir şey değildir. Haklı Kıbrıs çıkarmamız sırasında sözde medeni batılılar, haksız tarafı değil, daimâ Türkleri kınamışlardır. Aynı sebeple işçilerimizle hristiyanlar arasında yer yer münakaşaların ve bazı tatsız olayların çıktığı da ifade edilmektedir.

İnsan, tabiatı icabı, yabancı ırk ve din mensuplarını eleştirirken, onlar hakkında geniş araştırmaya lüzum görmez. Bilhassa aleyhte hükümler için birkaç misali kâfi görür. Bu sebepledir ki, bir müslümanın yanlış hareketleri Avrupa’da ve diğer hristiyan ülkelerinde yanlış kanâatlerin doğmasına sebep olmaktadır. İslam dini hakkında yanlış kanaate sahip olan ve kat’i olarak ona girmemeyi düşünen insan ebedî saadetinin yolunu kapamıştır. Ona bu kanâati verdiren sebepler arasında şayet müslümanların yanlış davranışları da varsa, o müslümanların büyük vebalde oldukları muhakkaktır. Çünkü bir başkasına zararı olmuş, onun ebedî saadetten mahrum olmasına sebep olmuştur. Dinine de zararlı olmuş, onu yanlış tanıtmıştır. Hâlbuki müslümanların ilk akla gelen özelliği zararlı olmamalarıdır.(40) Bu itibarla en çok dikkat edilecek konu, dinimizi yanlış tanıtmamak olmalıdır.

Dış ülkelerde çalışan işçilerimize düşen önemli sorumluluklar vardır. Dinî konularda ecnebileri aydınlatacak güçte olmasalar bile işine ve iş arkadaşlarına karşı dürüstlüğü ile kendisini sevdirebilir, dini hakkında yanlış bir hükme varmalarına imkân vermez. Buna ilaveten iyi huylarının asıl kaynağının İslam olduğunu imâ etmeleri büyük kazançlar temin edebilir. Bu kadarını en az her müslüman yapabilir, yapmakla mükelleftir.

Bu kadarcık şey bile iyi münasebetlerin tesisine sebep olabilir. Din konusunda yapılan bazı konuşmalar bir kısım ecnebiyi araştırmaya sevkedebilir. Tarafsız ve gerçeği aramak niyetiyle yapılan dinî araştırmaların sonucu ise, genellikle araştırıcının müslüman olmasını intaç etmektedir. Esasen ecnebilere karşı “bizim dinimizi kabûl et” demek yerine din propagandasını “araştırma yap, en doğruyu ve en güzeli ara!” diye yapmak daha faydalı olur kanâatindeyim. Nitekim evlenmeler vesilesiyle olan ihtidaların dışında müslüman olanların çoğunluğu araştırma sonucudur. Bu arada esasen Hristiyanlığı tam benimsememiş olanlarla iyi münasebetlerin ve ikna edici bilgi vermenin de büyük rolü vardır.

Yabancı ülkelerde bulunan işçilerimizin bir değerlendirmesini yapar sak, maalesef bu konuda çoğunluk zararlı olmaktadır. Hoş kendilerini bu konuda yeterince uyaran bir kimse de bulunmamaktadır. Yabancı bir ülkeye giden, cebi para görmeye başlayan ve çevre baskısından kurtulan vatandaşlarımızın ahlaki ve dinî kayıtlardan uzakyalayışı çok zararlı ol­maktadır. Müsbet çalışma yapanların tesirini de bu durum izale etmektedir. Hattâ ecdadımız hakkandaki müsbet kanâatlerin yıkılmasına da sebep olmaktadır.

Burada önemli bir yaramıza temas etmek istiyorum. Bizim işçilerimizin büyük bir kısmı tahsilsiz ve dinî bakımdan da yetersizdir dersek mübalağa etmiş olmayız. Tarihte müslümanların ticarî sebeplerle de olsa sık temas ettikleri yerlerde İslam dininin yayıldığı görülür. Filipinler, Endonezya ve Malezya gibi binlerce adadan teşekkül eden bu ülkeler, buna güzel bir misal teşkil etmektedir. İslam ordularının girmediği başka müslüman ülkeleri de yeryüzünde görmek mümkündür. İslam ordularının hâkim olduğu yerlerde de İslamiyete girmeleri için halka baskı yapıldığı görülmemiştir. Hristiyanların uygulamalarına müslüman ülkelerde rastlanmaz. Halk idarecilerin âdil davranışlarından memnun olduğu için kendi iradeleriyle müslüman olmuşlardır. Anadolu’nun tamamen müslü manlaşması böyle olmuştur. Yerli halk kendi idarecilerinden gördüğü zulmü ve insanlık dışı davranışları müslüman idarecilerde görmediği için İslam’ı severek kabul etmişlerdir. Galiplerin insanca muameleleri ve kendilerine değer vermeleri onların hidayete ermelerini kolaylaştırmıştır. Bütün bunlar, karşılıklı sık temastan neş’et eden etkilenmenin sonucudur. Bugün batılı ülkelerde çalışan işçilerimiz bu etkilenmeler sonucu maalesef hem dinî hasletlerini hem de ırkî meziyetlerini ispat etmekten ve müshet tesir bırakmaktan uzaktırlar. Üstelik köy veya kentinde görenek sûretiyle sahip olduğu ahlaki değerleri de kaybetmek gibi bir tehlike ile karşı karşıya bulunmaktadır. Yani etki yapmak şöyle dursun ne yazık ki olumsuz yönde etkilenmeler olmaktadır. Bu sebeple ciddi bir tehlike ile karşı karşıya bulunduğumuzu kabul etmek ve bunun tedbirlerini almak zorundayız. İdarecilerimizin bu konuyu ciddi olarak düşünmeleri vatanî bir görevdir. Alınacak en iyi tedbir, bu ülkelerde müessir dinî ekipler kurmak olacaktır. İslam’a girenler olsun diye çalışmamız gerek. Şu anda bunu yapamadığımız gibi eldeki sermayeyi kaybetmek gibi bir tehlike ile burun burunayız. Bazı müslüman insanlar, bilgisizliğinin sonucu hristiyan Avrupalının etkisiyle İslam’dan uzaklaşma tehlikesiyle karşı karşıyadırlar. Bunların sayısı birkaç da olsa, gün geçtikçe artış kaydetmesi mümkündür. Ciddi tedbirler alınması zaruret haline gelmiştir. Bu konu kendi haline terk edilirse, ilerde ülkemizde bir inanç ve ahlak bunalımını süratlendireceği muhakkaktır. Bu bir kehanet değildir. Bugünkü tatbikatla, 45-50 bin işçinin bulunduğu bir bölge de bir tek din görevlisi ne yapabilir ki?

Şu önemli noktayı gözden uzak tutmamak gerekir: Ülkemize en çok döviz-gönderen işçiler, genellikle dindar insanlardır. İçki, sefâhet ve fuhuş gibi yerlere müptela olmayanlar, kazandıklarından bir kısmını artırabilmektedirler. Diğerleri ise değil yurda döviz göndermek ailesini, çoluk çocuğunu düşünecek durumdan uzaktırlar. Çok üzücü bir durumda, birçok aile ocaklarının yıkılmasına, bazı aile facialarının meydana gelmesine sebep oluşudur. Tek tedbir değil ama bu ve emsal konularda, tedbirlerin en müessiri dinî konularda yapılacak inandırıcı telkinlerdir. Hem ülkemizin maddî döviz gelirinin daha artması ve hem de birçok gençlerimizin ahlaken dejenere olmaması bakımından bu tedbirin acele ve zamanı geçmeden alınması şarttır. Kazandığının tamamını sefâhet âlemlerinde birkaç gün içince yiyip bitiren, aybaşına kadar borç-harçla sefîlâne gün geçirmeye çalışan insanları dinen ikaz etmekte, idari yönden uyarmakta zaruret vardır. Bu durumdaki işçiler, döviz göndermek bir tarafa, geride bıraktığı eşi ve çocuklarım, yaşlı anne ve babasını düşünecek durumda değildir. Bu kabil vatandaşlar, maalesef ülkemiz için de kötü propaganda vesilesi olmaktadırlar.

İşçi çocukları ayrı bir fecâat arzetmektedir. İstatistiklere göre sırf Almanya’da 1973 yılında 33 bin Türk çocuğunun dünyaya geldiği kaydedilmektedir. Konu ile ilgili bir raporda, “Kendi çocuklarımız bir gün karşımıza bir haçlı ordusu gibi çıkabilir...” denmektedir. İşçiler ve onlara bağlı problemlere dalmak istemiyorum. Son olarak şu kadarını söylemek istiyorum: Mademki dışarda çalışmalarına müsaade ettik. Problemlerine eğilmek, onların dinî ihtiyaçlarını karşılamak, eğitim meselelerini halletmek zorundayız.

Arzumuz, Avrupalıya din bakımından işçilerimizin yararlı olmasıdır. Öyle olduğu takdirde hem bizim için hem de Avrupalılar için bu durum bir nimet olacaktır. Bizler dinî görevimizi yapmış olacağız. Onlar da hidayete ermiş olacaklardır. Ancak cehaletimiz ve Avrupalının sistemli propagandası karşısında, büyük kayıplar da verebiliriz. Durumumuz, hastayı tedavi etmesi istenen doktorun, hastasından kaptığı mikropla hastalan masına benzemektedir. İdarecilerimizin acil ve müessir tedbirler alması zorunluluğu vardır.

TÜRKİYE’DEKİ DURUM, ÇOCUKLARIMIZ VE DİNE DAVET

Başkalarına yararlı olmak zorunda olan insanlar, çocuklarına karşı görevlerini yapabiliyorlar mı?

Ziya Paşa’nın meşhur beytinde söylediği gibi, gökte yıldız ararken çukura düşen müneccimden farksız halde bulunmaktayız. Yurdumuzda yaşlılarla gençler arasında normalin çok üstünde geniş uçurumlar meydana gelmiştir. Durum, farklı nesiller arasında, hatta aynı kuşak içinde inanç ve ibadet, ahlak ve davranışlar yönünden büyük farklılıklar arzetmektedir. Namazını geçirmeyen anne-baba aynı duyguyu evladına aktaramamaktadır. Dinin temeli olan inanç konuları da gençlere gereği gibi öğretrilememektedir. Kalbi iyi duygularla, sağlam inançlarla beslenmemiş olan genç insan, gençliğinin verdiği heyecan ve enerjisini, fena niyetli insanların kötü emelleri doğrultusunda kullanabilmektedir. Bunu yaparken iyi yaptığı kanaatindedir. Çünkü ona inandırılmıştır. İlerde yurdun kalkınmasını omuzlayacak ve idaresini teslim alacak gençler yıkıcı birer unsur haline gelebilmektedir, fakat suçlu kimdir?

Suçu genç adama yüklemek, herkesçe yapılan kolay bir izah tarzıdır. İşin gerçeği, genç insanı tatmin edemeyen, rûhî boşluklarını dolduramayan ailesi, eğitim kurumları ve topyekûn çevresidir. Onu ülkenin idaresinde söz sahibi oluncaya kadar çalışıp yetişmesi gereğine inandıramayan başta ebeveyni olmak üzere bütün sorumlular, genç adamı suçlamakla kurtulamazlar. Çünkü ebeveyn, evladının dünyada olduğu gibi, ahiirette de mes’ut olması için çareler aramağa, ebedi azaptan kurtulması için tedbirler almaya mecburdur.(41) Bugün aile bu görevini yerine getirmemektedir. Çocuğunun karnını doyurmakla, sırtını giydirip bir de ekmek kapısı temin etmekle, istikbalini kurtardığı kanaatindedir. İşte hatanı başlangıç noktası burasıdır. Aynı anlayıştaki insanların çeşitli kademelerde eğitimci ve idareci oldukları düşünülürse nasıl bir genç nesil meydana geleceği kendiliğinden ortaya çıkmış olur. O halde çocuklara dinî inançlarını, kutsal mefhumları, millî marşımızı kim öğretecektir? İşte üzerinde durulacak en önemli nokta budur. Önce bu anlayışın değiştirilmesi şarttır. Bu olmadan hiçbir şeyin yapılamayacağı, yapılmaya çalışılsa bile bir şey elde edilemeyeceği açıktır. Sorumlular silsilesinin hep birlikte yaptıkları ihmalin meyvesi genç adamda tezahür etmektedir.

İşin acı tarafı, bu hastalığa tam bir teşhisin de konmamış olmasıdır. Hiç değilse, bu yapılabilseydi, gelecek kuşakları olsun kurtarmak için sorumluları tedbir almaya sevkedebilirdi. Bu ümit ışığı da maâlesef, şu anda görülmemektedir, Bazı doğru teşhisler varsa da sesleri gürültüden duyulmamakta, arada kaynayıp gitmektedir. Biz yine aileye ve anne-babanın fonksiyonuna dönelim.

Baba-anne akıllıca davranmak ve çalışmak şartıyla çocuklarını bugünkü ortamda dahi sağlam inançlı ve faziletli olarak yetiştirebilirler. Çocuğun sadece vücut yapısında değil, ruh ve kafa yapısında da ailenin etkisi büyüktür. İsteyen anne-baba cahil de fakir de olsalar, çocuklarını ahlaklı yetiştirebilmektedirler. Buna mukabil bilgili geçinen insan da olsa konu üzerinde durmaya lüzum görmediği takdirde çocuğu serkeş ve ahlaksız olabilmektedir. Buradaki incelik şudur: Kalplere tesir eden Cenab-ı Hak’dır. Kula düşen, çalışmak ve gayret etmektir, Tevfik, sonuçlandırmak, başarıya ulaştırmak ancak O’na mahsustur. Başarıyı da Cenab-ı Hak her konuda çalışanlara ihsan etmektedir. Binaenaleyh, yeryüzündeki ilahi kanunu olarak, zengin, âlim ve mevki sahiplerinin çocuğuna değil; çalışan, iyi yetiştirme azmiyle gayret sarfedenlerin çocuklarına ihsan eder.

Ailenin tesiri bakımından şunu da ilave edelim: Çocuğa sözlü telkin olmadığı halde bile, ailenin davranışları çocuğu etkileyebilmektedir. Aile, iyi veya fena örnek olmak yoluyla çocuğun şahsiyetinde tesirli olmaktadır. Sorumluluğunun sebebi de budur. Sorumluluğunu yerine getirerek, çocuğunu iyi yetiştirenlerin manevi kazancının büyük olacağı bildirilmiştir. Kendileri ölseler dahi, amel defterlerine sevap yazılmağa devam edecektir.(42) Evladına mal, servet olarak miras bırakmasa bile en büyüğünü, güel terbiyeyi bırakmış olur.(43)

Bunu yapamayan baba ve annenin kıyamet gününde kendi evladından kaçacağı Kur’an-ı Kerim’de bildirilmiştir.(44)

İşin aileyi ilgilendiren bir yönü de şudur: Çocuk cemiyette çocukluk yaşından itibaren iyi veya fena not alacaktır. Faydalı insana cemiyet mutlaka iyi not verir. Onu yetiştirenleri de takdir eder, hattâ dua eder. Bir anne-baba işin de bundan büyük bahtiyarlık olamaz. Zararlı İnsanların fena not alması ve halkın nefretini kazanması da normaldir. Nefret ve beddualar, muzır insanı yetiştiren anne-babaya kadar uzandığına zaman zaman şâhit olmaktayız. Sırf çocuğunu yetiştirmediği için, cemiyetten beddua almak bir insan için ne büyük bir talihsizliktir!..

Çocuk sevgisi her canlıda olan fıtri bir haslettir. Bu sevgi çocuğu için anne-babayı çeşitli fedakârlıklara seve seve katlandırır. Onları en çok sevindiren şey, çocuklarının başarılarıdır. Başarısızlıkları da onları son derece müteessir eder. Bu duruma düşmemek için her konuda kendince tedbirler almaktan hiçbir anne-baba geri kalmaz. Buna kendisini mecbur hisseder, hatta bunları düşünerek değil, tabiî olarak yapar.

Dinimizde gerçek sevgi bir insanın dünyası ile olduğu gibi, ahiret konuları ile de ilgilenmeyi gerektirdiği cihetle, baba-annenin evladına olan sevgisinin tezahürü dini ve ahlaki konulara, verdiği önemle ölçülebilir. İyi bir ebeveyn, ölümden sonra da olsa, evladının tehlikelerle karşılaşmasına, onun yanmasına gönlü razı olmaz. Hiçbir ebeveynin bunun aksini istediği de iddia edilemez. O halde bu önemli konulardaki İhmal nasıl izah edilebilir?

Bu sorunun cevabına geçmeden önce, bir noktanın izahında fayda vardır. Dinimizde ebeveynin çocuğuna büyük-küçük bir servet bırakması, ev-bark sahibi etmesi iyi bir şey olmakla beraber şart değildir Çocuklarına iyi bir servet bırakanlar da bütün sorumluluklarından kurtulmuş olmazlar. Malın kazanılışında haksızlığı varsa, bunun vebali de yine kendisine aittir. Çocuklarına mutlaka bırakmak zorunda oldukları şey, iyi bir İslam terbiyesidir. Binaenaleyh, çocuğunu mü’min, muvahhid ve dinî emirlere riayetkâr yetiştiren bir baba görevini yerine-getirmiş, sorumluluktan kurtulmuştur. Çocuğunu dinden, dinin gereklerinden mahrum yetiştiren baba ise milyarları miras bıraksa sorumluluktan kurtulmuş olam az. Kaldı ki iyi bir dini terbiye almayan çocuk, babasından kalan serveti onun ruhunu muazzeb edecek, yerlerde sarf edecek, babası için bir hayır yapmayı bile düşünemeyecektir. Alınteriyle bir ömür vererek biriktirdiği malının faydalı yerlerde kullanılması da evladına verdiği terbiye ile mümkün olacaktır.

Bu kadar önemi haiz bir konuda yapılan ihmallerin sebebine gelince, bu konuda çok şeyler söylenebilirse de, kısaca arzetmekte fayda vardır. Önce anne ve babalar, kendileri bakımından büyük bir ihmalin içerisindedirler. Ya inanç bakımından veya amelî yönden kusurlu durumdadırlar. Çoğunluk amelî babımdan kusurlu olanlardadır. Haliyle kendisini düşünmeyen insanların, evladını düşünmesi beklenemez. Bir diğer sebep de çevrenin büyük çoğunluğunun aynı durum ve tutumda olmasıdır. İnancına önem verenlerin az oluşu veyahut da yaşlı ve tahsilsiz oluşları sebebiyle, cemiyette söz sahibi olamadıkları gibi, kendi yakınları ve çocukları üzerinde bile etkileri sınırlı olmaktadır. Çünkü cemiyet, bu kabil insanların fonksiyonunu bertaraf edecek şekilde bir seyir takipetmektedir. Bu konuya eğitim ve idarenin de bigâne kalışı eklenecek olursa, bugünkü sonuca şaşmamak lazımdır.

(38) el-Bakara: 286.

(39) Ali İmran: 104.

(40) Umdet-ül Karî, c. 1 s. 130

(41) et-Tabrim: 6.

(42) Muh. S. Müslim, c. 2, s. 24.

(43) Sünen-i Tirrmizi, c. 8, s. 145.

(44) et-Abese: 34-80.

Bu durumun düzelmesi için cemiyette dindar insanlara karşı toplumun tutumunu değiştirmek şarttır. Dînî konuların alay mevzûu yapılması, dînî görevini yapan kişilerin horlanması, onların bir hatasının büyütülerek, dindarlığından geliyormuş gibi gösterilmesi, eğitim ve öğretimde dînî eğitimine verilen önem değişmeden düzelme mümkün değildir. Bir an için imkânı olduğu halde çocuğunu aç ve çıplak bırakan ve öz yavrusunu öldürebilen insanlar olduğunu düşünelim. Bunlar cemiyette şiddetle kınanırlar ve hatta linç edilirler. Bunlar da yaptıklarından utanmak ve halkın manevi baskısından kaçmak zorunda kalırlar. Çocuklarını iman, amel ve ahlak yönünden beslemiyenler, onlara manevi elbiseyi giydirmeyip çıplak bırakanlar daha fazla ayıplanır hale gelmeden gelişme beklemek beyhudedir. İnananların topluma bu şuûru kazandırdığı gün, konu halledilmiş demektir. Bu konuda her kademedeki idarecilerimizden, müsbet çalışmalar beklemek hakkımızdır. Bu mes’ut neticeye varılması için usanmadan, yılmadan çalışılması gerekir. Bütün inananlara, eğitimcilere, idarecilerimize ve din görevlilerine büyük görevler ve sorumluluklar düştüğünü tekrar edelim. Bu sorumluluğu yerine getirenlerin yaptıkları işlerin en küçüğünden en büyüğüne kadar hepsinden büyük manevi ecir kazanacaklardır. Bu uğurda burunlarına kaçan toz bile bir sevap kazanmalarına vesile olacaktır. Bunu yerine getirmeyenler hem görevlerini yapmamaktan, hem de başkalarını felâkete atmaktan sorumlu tutulacaklardır.

Cemiyete bu şuûru kazandıracak olan fertlerdir. Elinde imkânı olanların toplumu etkileyici kararlar alması ve bunları uygulaması; bu imkâna sahip olmayanların da kendi aile ve yakın çevrelerine etkili olmaya çalışması şarttır. Ne kadar ihmalkâr olsa da, din aleyhinde olanların sayısı cidden çok azdır. Yalnız, bilmeyenlerin, ihmalkârların sayısı fazladır. Hiç değilse bilmeyen insanlar, bilenlerden yardım isteyebilirler. Bugün ülkemizde bu konuda yardım isteyenlere yardımcı olacak insanları bulmak mümkündür. Herkesin sorumluluğu cemiyete olan etkisiyle orantılı olacaktır.

BİR UYARI

Halkımızda yanlış bir kanaat vardır. Dinin kıyamete kadar bakî olduğunu ve onu Cenab-ı Hakk’ın koruduğunu düşünerek, ülkemizde de ebediyyen kalacağını zanneder. Temenni olarak buna katılmamak mümkün değildir. Ancak, önceden müslüman ülkesi olan bazı yerler var ki, halkı birbirlerine düşmüşler, İslamî vahdeti, kardeşliği ve dinin gereklerini terketmişler, bunun tabii bir sonucu olarak zayıflayarak düşmanlarına mağlûp olmuşlar, öldürülmüşler, sürülmüşlerdir. Ülkelerinde Müslümanlık namına ne varsa yakılmış, yıkılmış ve bir küfür beldesi haline gelmiştir. Endülüs ve Rusya topraklarında kalan birçok ülkeler bunun acı örnekleridir.

Ülkemizin bir İslam beldesi olarak kalmasını isteyen herkes, yurt müdafaasına ne kadar önem vermesi gerekiyorsa, dini bilginin ve dini tatbikatın gelişmesi için de o kadar önem vermesi vatanseverliğinin tabii bir sonucudur. Bu vecîbeyi yerine getirmiyenler, cemiyetteki fonksiyonları ölçüsünde huzür-u İlahîde, tarih önünde ve çocukları karşısında sorumlu olacaklardır. En önemli konuda hizmeti geçen herkes hayırla ve minnetle yâdedilecektir.

SONUÇ

Manevî duygulardan mahrum olduğu için kendisini boşlukta hisseden ve rûhi buhranlar içinde bunalımlar geçiren insanlığa yardımcı olmamak, özellikle kendi yavrularının bu önemli ihtiyacını görmezlikten gelmek için insanın çok duygusuz olması gerekmektedir. Müslümanın kalbi insan sevgisi ile doludur. Onu kurtarmak için elinden geldiği kadar çalışmayı en büyük ve en kutsal bir görev sayar.

Bütün sorumlular olarak bize emanet edilen yavrularımızı bilgisi, ahlakı ve ameli yönünden gerçek bir müslüman olarak yetiştirmek zorundayız. Vatanımıza olan bağlılığımız da bize bu sorumluluğu yüklemektedir. Bu hem sorumluluğumuzun bir gereği, hem de ona karşı olan sevgimizin zarurî bir sonucudur. Çevremizle de gücümüz nisbetinde ilgilenmek zorundayız. Gerek çevremize ve gerek ailemize etkili olmamız için kendi kusurlarımızı bertaraf etmeli; tavsiyelerimize ilk örneği kendi davranışlarımızla vermeliyiz. Ecnebilerle temas halinde dinî konularda çok daha titiz davranmalıyız.

Topluma hizmet edenler toplumun gerçek efendileridir. Hizmet, her faydalı konuda olabilir. Dînî konulardaki hizmetin değeri izahtan vârestedir. Bu hizmete, cemiyetteki fonksiyonu, ilmi durumu ve mevkii ne olursa olsun herkes katılabilir, katılmalıdır da. Bu hizmeti sadece din görevlilerinin yapabileceğini zannetmek yanlıştır. Büyük katkıları olmakla beraber, inananların elbirliğiyle yapmalarında zarûret vardır. Bilhassa omuzlarına idari yükü almış olanlarımızın milletine gerçek hizmeti bu yönde olacaktır. Çünkü ülke çapında huzurlu yaşamamızda, yurdumuzun düşmanlardan korunmasında, vatana hizmette... dinî duygularımızın tesiri inkâr edilemez. Dinî duygusu gerçekten kuvvetli olan kişi, her işte toplum yararını önde tutar. Şehitlik ve gaziliğin çok yüksek değeri topluma ve Cenab-ı Hakk’ın dinine hizmetten ileri gelmektedir. Millet olarak geçmişteki büyük başarılarımızın, sırrı buradadır. Bazı kötü örnekler bizi aldatmamalıdır. Gelecekte büyük başarılar kazanmamız için de inançların sağlamlaştırılması, dinî ahlakın genelleştirilmesi şarttır. Cemiyete gerçek hizmet, bu yönde yapılan hizmettir. Çünkü bekası ile doğrudan doğruya ilgilidir.

İyi niyetle yapılan en küçük davranışları bile karşılıksız bırakmayan, Cenab-ı Hakk’ın, dinine ve kullarına hizmet edenleri karşılıksız bırakmayacağı tabiidir. Onlardan hoşnut olacağını ve sonsuz nimetleriyle taltif edeceğini va’detmiştir.

Çalışmak bizden, muvaffakiyet Allah’tandır.