Makale

PEYGAMBER EFENDİMİZİN EŞSİZ TEVAZUSU

PEYGAMBER EFENDİMİZİN
EŞSİZ TEVAZUSU

Dr. Durak Pusmaz
Haseki Eğitim Merkezi Müdürü

Şair bir beytinde insanın kadrinin yücelmesi mütevazı olması gerektiğine işaret ederek: şöyle der:

İrtifâ-ı kadr için lazım tevazu âdeme
Şemsi gör kim sâyesin salmış ayaklar altına

Yüce dinimiz İslamiyet ahlâkî güzellikler manzumesidir. Sevgili Peygamberimiz bir hadis-i şeriflerinde peygamber olarak gönderiliş gayesinin güzel ahlakı tamamlamak olduğunu beyan etmiştir. (1) Dinimizin emretmiş olduğu güzel ahlak esaslarından biri de tevazudur. Nedir tevazu? Tevazu kibrin zıttıdır. Kibir; insanın kendisini layık olduğundan büyük görmesi, başkalarını kendinden küçük görerek gururlanmasıdır. Tevazu ise alçak gönüllülük, kendini olduğundan daha aşağı göstermektir. Alçak gönüllü olan kimseye mmütevazı, kibirli kimseye mütekebbir denir. Bunlar birbirine zıttır. Tevazuuıı olduğu yerde kibir, kibrin olduğu yerde ise tevazu olmaz. Tevazuun kıtlığına tekebbür/büyüklenme, aşırı derecesine de yaltaklanma denir. Dinimizde her ikisi de makbul değildir. Dinimizin emrettiği tevazudur, alçak gönüllü olmaktır.

Allah Yükseltir
Peygamber efendimiz bir hadis-i şeriflerinde: “Allah’ın kullarına karşı tevazu göstereni Allah yükseltir. Büyüklük taslayanı ise zelil kılar" buyurmuştur. (2) Peygamber efendimizin bu ve benzer hadis-i şeriflerinden ilham alan edib ve şâirlerimiz tevazuun güzelliğine, kibrin/büyüklenmenin kötülüğüne dikkatimizi çekmişlerdir. Bunlardan Muallim Nâ- ci: ‘‘Hak, tevazu edenin kadrini terfi eyler” demiştir. Bir şairimiz, bitki tohumunun yere düşmeyince Hakkın feyzine mazhar olmayacağını, mütevazı olanı Allah ’in rahmetinin büyüteceğini belirterek:
Mazharı feyz olamaz düşmeyecek hâke nebât
Mütevâzı olanı rahmet-i Rahman büyütür.
derken, başka bir şairimiz, mütevazı olanlara âlemde herkesin başeğeceğini, nitekim yerde serili olan seccade üzerine herkesin secde ettiğini belirterek şöyle der:
Tevazu ehline âlemde herkes serfurû ’eder
Durur seccadede yerde lîk halkın secdagâhıdır.
(3)
Toprak tevazu sembolüdür. Onunu için Hz. Mev- lana: “Tevazuda toprak müsamahada deniz gibi ol” demiştir. İran’ın ünlü düşünürü Şeyh Sa’dî der ki:
“Ey insan! Cenabı Hak seni topraktan yaratmıştır. Toprak gibi gönülsüz mütevazı ol. Madem ki topraktan yaratıldın, ateş gibi haris, cihanı yakıcı, inatçı olma. Korkunç ateş başçekti, yükseldi, sivrildi. Toprak ise tevazu gösterdi. Ateş yükseldiği (kibirlendiği) için ondan şeytan yaratıldı. Toprak tevazu gösterdiği için ondan Adem yaratıldı. (4) Bunu şair şöyle belirtir:
Taş yeşermez gelmiş olsa nevbahar
Toprak ol da bak nasıl güller açar.
Abdullah Vâsıf ise bunu şöyle ifade eder:
Her âcize şefkat et, şefi’ol
Mahluka tevazu et refi’ol. (5)
Alçak gönüllü olmak bir fazilettir, olgunluğun, güzel ahlakın alametidir, insanı yüceltir, kemale erdirir. Cenab-ı Hakkın ve halkın sevgisini celbeder. Mütevazi insanları Allah da sever, insanlar da sever. Büyüklenmek ise insanı alçaltır, aşağıların aşağısına çeker. Makam, mevki veya servet sahibi olup da mütevâzi olanlar pek azdır. Genellikle insanları makam, mevki, servet şımartır. Özellikle geçmişte saltanat sahibi olup devlete hükmedenler içerisinde tevazu sıfatına sahip olanlar yok denecek kadar azdır.

Hz. Peygamber’irı Tevazusu
Yüce Peygamberimiz alışılmış olan bu hale iltifat etmemiş, daima kibir ve büyüklenmeden uzak durmuş, tevazuun en güzel örneklerini vermiştir. Tevazu/alçak gönüllülük onun en belirgin sıfatlarından biriydi.
Kendisi peygamber olup duası makbul olduğu halde ashabından kendisi için dua etmelerini isterdi. Hz.Ömer (r.a.) dan şöyle rivayet edilmiştir: “Resûlullah (s.a.v.)den umre için izin istedim. Bana izin verdi ve :
“-Kardeşciğim, bizi de duadan unutma." buyurdu. Bana öyle bir söz söylemiş oldu ki onun yerine bütün dünya benim olsa o kadar sevinmezdim.” (6)
Peygamber efendimiz kral peygamber olmakla kul peygamber olmak arasında serbest bırakılmış, O, kul peygamber olmayı tercih etmişti. Bunun üzerine İsrafil (a.s.)ona: “Şüphesiz ki Allah tevazu gösterdiğin şeyi de sana verdi. Kıyamet günü ademoğ- lunun efendisi sensin. Yerin kendisi için yarılıp kabrinden ilk çıkacak ve ilk şefaat edecek olan da sensin.” demiştir. (7)
Peygamber efendimiz heybetli, yani korku ve saygı uyandıran bir görünüşe sahipti. Onu ilk defa görenler mehabetinden dolayı titrerlerdi. Bir adam, Mekke’nin fethi gününde titreyerek Resûlullah (s.a.v.)’in yanma geldi. Onun titrediğini gören Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “ Sâkin ve rahat ol. Ben kral değilim. Kavut yiyen Kureyş’li bir kadının oğluyum." (8)
Resûlullah (s.a.v.) genellikle kendi işlerini kendi görmeye çalışır, kimseye yük olmak istemezdi. Ayakkabısını kendi tamir eder, elbisesini yamar, ev işlerinde ailesine yardım ederdi.
Hiç şüphesiz ki Resûlullah ’in bu tevazusu, şefkat ve merhametinin eseri idi. Şefkat ve merhametten yoksun olanlar, teva- zudan da mahrumdurlar. Onun için Kur’an-ı Kerimde Peygamber efendimize hitaben: “Müminlere şefkat kanadını indir." (9) “Müminlerden sana tabi olanlara şefkat kanadını indir.” (10) buyurmuştur.
Kendisi İçin Ayağa Kalkılmasını İstemezdi
Resûlullah (s.a.v.) hayatında son derece mütevazi idi. Bunu onun her hareketinde görmek mümkündür. Bir meclise girildiğinde başköşeye geçmez, orada boş olan yer neresi ise oraya otururdu. Kendisi için ayağa kalkıp tazim edilmesini istemezdi. Bu konuda Ebû Umâme el- Bâhili (r.a.)’dan şöyle rivayet edilmiştir.
“Birgün Resûlullah(s.a.v.) âsâsına dayanarak yanımıza geldi. Biz kendisi için ayağa kalktık. Bunun üzerine şöyle buyurdu:
“Acemlerin bir kısmının diğerlerine ta’zim edip ayağa kalktığı gibi ayağa kalkmayınız." (11)
Hz. Peygamber’in ashabı, Peygamber’imizi o kadar çok severlerdi ki, onların gözünde ve gönlünde hiçbir şahıs onun kadar yer işgal etmezdi. Buna rağmen, onu gördükleri zaman, hoşlanmadığını bildikleri için, ayağa kalkmazlardı. Oysa büyükler için, ilim ve fazilet sahibi kimseler için ayağa kalkmak caizdir, bu, dinin ruhuna ters düşmez. Nitekim Peygamber efendimiz Ensar’ın büyüklerinden biri olan Sa’db. Muaz gelirken onlara: “Efendiniz için ayağa kalkınız.”(12) buyurmuştur. Hz. Aişe validemizden gelen rivayetten öğrendiğimize göre, kızı Hz. Fatıma validemiz yanma geldiği zaman Peygamber efendimiz ayağa kalkar, elinden tutar, alnından öper ve kendi yerine oturturdu. Peygamber efendimiz kızı Fatıma validemizin yanına geldiği zaman da Fatıma validemiz kalkar, elinden tutup öper ve kendi yerine oturturdu.”(13)
Övülmekten Hoşlanmazdı
İnsan yaratılışı icabı övülmekten, başkalarının kendisini methetmesinden, alkışlanmaktan hoşlanır. Ama Peygamber efendimiz öyle değildi. O, ashabının, kendisini methetmelerinden, aşırı derecede övmelerinden hoşlanmazdı buna mani olmaya çalışırdı. O, ashabına şöyle derdi: “Hristiyanların îsâ’yı övmede aşırı gittikleri gibi siz de beni övmede aşırı gitmeyiniz. Ben sadece bir kulum. Benim için Allah’ın kulu ve Resulü deyin." (14)
Yahûdiler ve Hristiyanlar peygamberlerini övmede aşırı gitmişler, hatta peygamberlerine Allah’ın oğlu diyerek şirke saplanmışlar, tevhid inancından uzaklaşmışlardır. Kur’an-ı Kerim’de onların bu batıl inançları şöyle ifade edilir: “Yahu- diler, "Uzeyr Allah’ın oğludur,” dediler. Hıristiyanlar da “ Mesih Allah’ın oğludur"dediler. Bu, daha önce inkar edenlerin sözlerine benzeterek ağızlarında geveledikleri sözleridir. Allah onları kahretsin! Nasıl da uyduruyorlar; Onlar Allah ’ı bırakıp hahamlarını,papazlarını ve Meryem oğlu Mesih’i rab- ler edindiler. Oysa kendilerine, tek ilah olan Allah’a kulluk etmeleri emredilmişti. Ondan başka ilah yoktur. Allah, onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir. ”(15)
Sahâbe-i kiramdan en çok hadis rivayet eden Ebû Hüreyre (r.a.) şahit olduğu bir olayı şöyle anlatıyor: Müslümanlardan biri ile Yahudilerden biri aralarında münakaşa edip birbirlerine kötü söylediler. Müslüman:
“-Muhammed (s.a.v.)’i âlemlere üstün kılan/herkesten üstün yaratan Allah ’a yemin ederim ki” dedi. Yahudi de:
"-Mûsâ’yı âlemlere üstün kılan Allaha yemin ederim ki” dedi.
Müslüman bunu Hz. Muhammed’e bir hakaret kabul ederek Yahûdiye bir tokat vurdu. Yahudi hemen Hz. Peygambere giderek miisliimanla aralarında geçen durumu anlattı. Bunun üzerine Peygamber efendimiz: “Beni Musa’ya üstün tutmayınız." buyurdu. (16)
Peygamber efendimizin oğlu İbrahim vefat ettiği zaman güneş tutulmuştu. Bunu gören halk: "Güneş İbrahim öldüğü için tutuldu, Resûlullah’ın matemine o bile iştirak ediyor." diye konuşmaya başlamışlardı. Bunu işiten Resûlullah onlara hemen şöyle hitabetmiştir:
“Güneş ile ay Allah’ın kudretini gösteren alâmetlerdendir. Bir kimsenin doğumu veya ölümü yüzünden tutulmazlar. Böyle bir durumu gördüğünüz vakti açılıncaya kadar Allah’a dua ediniz ve namaz kılınız.” (17)
Muavviz bAfrâ’nın kızı Rubeyyi’ (r.a.) anlatıyor: Ben evlenince zifafa girdiğimiz akşamın sabahında Resûlullah (s.a.v.) geldi, kilimimin üzerine oturdu. O esnada kız çocukları def çalıyorlar ve babalarımızdan Bedir gazvesinde şehit olanlarla ilgili şiirler okuyorlardı. Onlardan biri: “Aramızda yarın ne olacağını bilen bir Peygamber vardır." mısraını da okudu. Bunu hoş karşılamayan Peygamber Efendimiz: “ Onu bırak, daha önce okuduğun gibi okumaya devam et." buyurdu. (18)
Ashabının Durumlarıyla İlgilenirdi
Peygamber efendimiz bütün insanlara büyük değer verir, hür ve köle kim olursa olsun herkesin davetine icabet eder, insanlar arasında ayrım yapmazdı. Bundan dolayı da herkes tarafından sevilir, sayılırdı.
Sahabilerden öğrendiğimize göre “Peygamber Efendimiz müslümanların zayıflarının yanına gider, onları ziyaret eder, hastalarıyla ilgilenir ve cenazelerinde de hazır bulunurdu." (19)
“Ensarı ziyaret eder, çocuklarına selam verir ve başlarını sıvazlardı.’’ (20)
Beşerî münasebetlerde nezaket kurallarına son derece dikkat ederdi. Bir ihtiyacı için kendisine gelerek oturup derdini anlatan kimse kalkıp gitmedikçe Resulallah (s.a.v.) kalkıp gitmezdi. Onu dikkatle dinler, mümkünse ihtiyacını yerine getirmeye çalışırdı.
Çocuklarla, kadınlarla ilgilenir, ihtiyaçlarını gidermeye çalışırdı. Tay kabilesinin reisi olarak meşhur sahabi Adiy b. Hâtiın der ki: “Hz. Peygamber’in yanında akraba kadın ve çocukların bulunduğunu gördüğüm zaman anladım ki onda ne İran kisrasının ne de Rum kayserinin saltanatı vardır.
Resûlullah (s.a.v.) benimle beraber evine giderken zayıf ve yaşlı bir kadına rastladı. Kadının yanında küçük bir çocuk bulunuyordu. Kadın Resûlullah (s.a.v.)’in durmasını istedi. O da durdu. Kadın:
“- Bizim senden bir isteğimiz var.” dedi. Resûlullah (s.a.v.) onların işini uzun uzun konuştu. Kendileriyle birlikte gidip işlerini gördükten sonra geldi. İçimden kendi kendime:
Vallahi bu zat hükümdar değildir.” dedim. (21)
Peygamber efendimize Medine hayatı boyunca hizmet etme şerefine mazhar olen Enes b. Mâlik’ten şöyle rivayet edilmiştir: Bir kadın Resûlullah (s.a.v)’e geldi ve:
“-Yâ Resûlellah! Benim size gizlice arzolunacak bir ihtiyacım var." dedi. Resûlullah (s.a.v.) ona:
Sen Medine sokaklarından hangisini dilersen otur, ben seninle oturur (ihtiyacını görür)üm.” buyurdu. (22)

Onlardan Biri Gibi
Peygamber efendimiz arkadaşları arasında imtiyazlı olmaktan hoşlanmazdı, onlardan biri gibi davranırdı. Bir sefer sırasında ashabına bir koyun kesip pişirmelerini emretmişti. Ashabdan biri:
“- Ya Resûlellah! Kesmesi benden” dedi. Diğeri:
“- Yüzmesi benden” dedi. Bir diğeri:
Pişirmesi de benden” dedi.
Peygamber efendimiz baktı ki herkes bir şey yapmak istiyor, kendisi bir köşede oturup beklemeyi doğru görmedi ve:
Öyle ise odun toplaması da benden” buyurdu. Sahabiler:
“- Yâ Resûlellah! Biz yaparız, senin çalışmana gerek yok.’ deyince Peygamber efendimiz:
“- Sizin herşeyi yapacağınıza gönülden inanıyorum. Şu var ki, sizlere karşı imtiyazlı bir durumda bulunmaktan hoşlanmıyorum. Çünkü Allah kulunu arkadaşları içerisinde imtiyazlı bir durumda görmekten hoşlanmaz." buyurdu. (23)

Ümmetini de Tevazuya Davet Ederdi
Yukarıdaki misallerden gayet açık anlaşılacağı üzere Peygamber efendimiz son derece mütevazi idi. Yaşayışıyla ümmetine tevazünün en güzel örneklerini sunmuştur. Bununla yetinmeyip sözleriyle de ümmetini kibirden, gururdan uzak olmaya, tevazuya devat etmiştir. Çünkü Peygamberimizin hedeflerinden biri de zamanında bütün dünyada yaygın olan büyüklenme, kibirlenme, gururlanma duygusunu yıkmaktı. Ashabına nasihat ederken çok defa şöyle derdi: “ Lâ tekûnü zâhiden hattâ tekû- ne mütevâzıan: Mütevazi olmadıkça gerçek zâhid olamazsın.” (24) “Kalbinde zerre kadar kibir olan kimse cennete giremeyecektir.” (25)
Peygamber efendimizin ashabı da son derece mütevazi idi. Tevazünün en güzel örneklerini Peygamber efendimizin yaşayışından öğrenmişlerdi. Kibirden, büyüklenmekten hiç hoşlanmazlardı. Nitekim Peygamber efendimizin amcası Abbas’a:
“- Hazreti Peygamber mi daha büyük (ekber), yoksa sen mi? ” diye sorduklarında:
Ben ondan daha yaşlıyım, fakat O benden büyüktür." cevabını vermiştir.” (26)
Peygamber efendimiz bir defa, kendisinden oldukça yaşlı olup Mekke’nin fethine tekaddüm eden günlerde müslüman olan Saîd b. Yerbû ismindeki sahabiye:
Hangimiz daha büyüğüz?" diye sorduğunda,
Yâ Resûlellah, sen benden daha büyük ve hayırlısın; ben ise sizden daha yaşlıyım.” cevabını vermişti. (27)
Tevazünün ölçüsünü iyi ayarlamak gerekir. Tevazuyu emreden yüce dinimiz, insanın haysiyet, şeref ve vakarının korunmasını da emreder. İnsan, makam ve mevkiinin gereklerini korumalı.

Malik, Muvatta. Husnii’l-huluk, 8.
Müslim, Birr, 69; Tirmizi, Birr,82.
Serfurû’eder: Baş eğer; Lîk: Lâkin.
Şeyh Sa’dî, Gülistan (trc. Kilisli Rıfat Bilge), 1st.,197], s. 160.
Şefi’ol; Şefaatçi ol; Refî’ol: Yüksel, kadrin yükselsin.
Ebû Dâvûd, Vitr, 23.
Kadı Iyad, Şifa, 1, 262.
Kadı İyad, Şifa, 1, 266.
Hicr Sûresi: 15/88.
Şuara Sûresi: 26/215.
Ahmed b. Hambel, Müsned, V, 253.
Ebû Dâvûd. Edeb, 144.
Ebû Dâvûd. Edeb, 144.
Ahmed b. Hambel. Müsned. I, 23.
Tevbe Sûresi: 9/30-31.
Buhârî, Enbiyâ. 15.
Buhâri. Küsûf, 15.
Ebû Dâvûd. Edeb. 51.
en-Nebhânî, el-Fethu’l-kebîr, 11, 211.
en-Nebhânî, el-Fethu’l-kebîr, II, 218.
M. Asım Köksal, tslam Tarihi, XI, 469.
Muhammed, Râif Efendi. Muhtasar-ı Şemail-i Şerif Tercemesi. lst.j. 228.
Ali Yıldırım. Peygamberimizin Şemaili. 1st. 1997. s. 406-407.
en-Nebhânî. el-Fethu’l-kebîr, II, 562.
Müslim, iman, 149.
Ali Yıldırım, age., s. 406.
Ali Yıldırım, age., s. 406.

HZ. PEYGAMBER’İN YAŞAYIŞI GAYET SADE İDİ

İslamiyet’in ilk yıllarında müslümanlar, Mekke’de dinlerini serbestçe ya- şayamıyorlardı. Mekke müşriklerinin ileri gelenleri, Hz. Muhammed (s.a.v.)’in getirmiş olduğu yeni dine kendileri inanmamakla kalmıyor, inananlara da müdahale ediyor, onların da kendileri gibi inanmalarını, kendileri gibi düşünmelerini ve kendileri gibi yaşamalarını istiyorlardı. Bunu gerçekleştirmek için müslümanlara her türlü baskıyı, eza ve cefayı yapıyorlardı. Bu akıl almaz zulüm ve baskıya daha fazla dayanamayan müslümanlar, dinleri uğrunda mallarını mülklerini terkederek önce Habeşistan’a, sonra da Medine’ye hicret etmişlerdi. Böylece Mekke müş-riklerinin zulmünden ve baskısından kurtulmuşlardı, artık dinlerini serbestçe yaşayabiliyorlardı. Bu bakımdan rahata kavuşmuşlardı, ama bir başka sıkıntıları vardı. O da fakirlik, yoksulluk, açlık sıkıntısı idi. Başlangıçta Medine’de çok sıkıntı çekmişlerdi. Peygamber efendimiz de ashabını bu sıkıntılara katlanmaya davet etmişti. İnsanlara öğüt vermek, nasihatta bulunmak kolay. Asıl zor olan şey, başkalarına öğüt veren kimsenin söylediklerini önce kendisinin uygulaması, kendisinin yaşamasıdır. Bu zordur ama Allah’ın rızasını kazanmanın ve başkaları üzerinde etkili olmanın yolu da budur. İşte kainatın Efendisinin büyüklüğünü burada görüyoruz. O Allah’tan aldığı hükümleri önce kendisi yaşar, hayatına uygular, sonra ashabına emrederdi. Bunun gibi ashabına sıkıntıya katlanmalarını emretmeden önce kendisi katlanır, hatta kendisi daha çok sıkıntı ve ızdırap çekerdi. Bununla ilgili bazı hususlara temas etmek istiyoruz.

Rasûlullah’ın Hane-i
Saadetleri
Peygamber efendimizin yaşayışı gayet sade ve mütevazi idi. Peygamber efendimiz kerpiçten yapılmış, üzeri hurma dallarıyla örtülmüş basit, sade bir evde oturuyordu. Tabiînin büyüklerinden Haşan Basrî (ö.l 10/728) hazretleri demiştir ki; Resûlullah’ın evi Emevî hükümdarlarından Abdülmelik’in oğlu Velid zamanında onun emriyle yıkılarak mescide ilhak edildi. Bu durumu gören insanlar ağlamaya başladılar. O gün yine tabiînin büyük alimlerinden Saîd b.Müseyyeb (ö.94/713) şöyle dedi: Vallahi arzu ederdim ki Resûlullah’ın evini olduğu hal üzere bıraksalar da Medine ahalisi neşveyâp olsalar ve Medine dışında olanlar da gelip Resûlullah’ın hayatında ne ile iktifa buyurduğunu görseler de zühd dersi alsalardı.(l)
Allah Resûlü’nün hane-i saadetlerinde yiyecek bulunmadığı günler olur- du.Yiyecek geldiğinde de Resûlullah onun bir kısmını ailesi için alır, bir kısmını da ehl-i suffeye gönderirdi.
Hz. Aişe validemiz Resûlullah’ın ve ailesinin yaşayışını şöyle ifade etmiştir: “Resûlullah Medine’ye hicretinden vefatı zamanına kadar onun ailesi üç gün arka arkaya buğday ekmeğinden kamım doyurmadı .”(2)
Hz. Peygamber mescidden sabahleyin eve gelir, yiyecek bir şey var mı, diye sorardı. Bazen evde yiyecek bir şey bulunmaz ve kendisine: “Yok yâ Resû- lellah!” diye cevap verilirdi. Resûlullah da” öyle ise ben oruçluyum”derdi.(3) Evde yiyecek bir şey olmadığından dolayı üzülmez, hanımlarına da kızmaz, aksine bunu oruç tutmak için bir fırsat kabul ederek hemen oruç tutmaya niyet ederdi. Böylece hem Allah’ın nzasını kazanıyor ve hem de ashabına ve kıyamete kadar gelecek olan insanlara örnek oluyordu.
Hz. Peygamber’in açlıktan kamına taş bağladığı olurdu. Şair bu hususu bir beytinde şöyle ifade eder:
Taş bağladı meca’ ile batn-ı pâkine Dünyaya rağbet eylemedi seyyü- dü’l-beşer.
Anlamı şöyledir: Kâinatın efendisi açlıktan dolayı pâk kamına taş bağladı, dünyaya rağbet eylemedi.
Ünlü divan şâiri Hâkânî, Peygamber efendimizin şekil ve şemailinden bahsettiği meşhur eseri ‘Hilye-i Hakâ- ni’sinde Efendimizin bu hususunu ne güzel belirtir:
Yoksulluğu ihtiyar ederdi Yokluk ile iftihar ederdi.
Görüldüğü gibi Allah’ın elçisi ve sevgili kulu olan yüce Peygamberimizin evinde bazen yiyecek birşey bulunamıyordu. O istese krallar gibi yaşayabilirdi. Ashabı onu çok seviyordu. Herşeyle- rini ona feda etmek istiyorlardı. Peygamber efendimiz istese Allah da ken- desine enva-i çeşit nimetler lütfederdi. Fakat Resûlullah, ashabı sıkıntı içerisinde iken kendisi nimet içerisinde yaşamayı istemiyor, onların yaşadığı gibi sıkıntılı bir hayatı tercih ediyordu. Nitekim Ebû Ümâme (r.a.) Peygamber efendimizin şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: “Rabbim bana benim için Mekke dağlarını altın yapmayı teklif etti. Ben: “ Hayır, yâ Rabbi dedim. Bir gün tok, bir gün aç kalayım, aç kaldığım zaman sana niyazda bulunurum, seni anarım. Doyduğum zaman ise sana şükreder, hamdederim” dedim. (4)

Hz. Ömer’i Ağlatan Manzara
Adaletiyle cihana ün salan Hz. Ömer (r.a.) şöyle anlatıyor: Bir defa Re- sûllullah’ın huzuruna girdim. Bir hasır üzerinde yatıyordu. Üzerine izarını çekti. Üstünde başka bir şey yoktu. Hasır böğründe iz yapmıştı. Resüllullah’ın odasına şöyle bir göz gezdirip baktım; bir avuç arpa, odanın bir tarafında o miktarda (deri tabaklamada kullanılan) karaz yaprağı, başucunda da henüz tabaklanması tamamlanmamış bir pösteki asılmış duruyordu. Bu vaziyet karşısında gözlerimi tutamayıp ağlamaya başladım. Hz. Peygamber (s.a.v.):
“-Seni ağlatan nedir, ey Hattab oğlu?” buyurdu. Ben de:
“- Ey Allah’ın Peygamberi! Ben niye ağlamıyayım. Şu hasır senin böğründe izler yapmış, işte şu da hüzün yerin olan odacığın. Orada şu görmekte olduğum şeylerden başka bir şey göremiyorum. Halbuki Kayser ile Kisra meyveler ve nimet nehirleri içerisinde yüzmektedirler. Sen ise Allah’ın Resûlü ve seçilmiş kulu olduğun halde işte şu küçücük hüzün yeri olan odacığın!” dedim. Resûllullah: “-Yâ Ömer! Dünya nimetleri onların, ahiret saadeti de bizim olmasına razı değilmisin?” buyurdu. (5)
Bu ve benzeri misallerde görüldüğü gibi Hz. Peygamber geçici dünya malına önem vermez, ahiret saadetini dünyanın geçici zevklerine tercih ederdi.

Hanımlarının Dünyalık İstemeleri
Hz. Peygamber’in hanımları kendisinden daha fazla dünyalık, daha fazla yiyecek, giyecek ve zinet eşyası, daha fazla refah ve konfor istemişlerdi. Çünkü
onlar kıralların ve emirlerin hanımlarının gayet lüks bir hayat sürdüklerini, her türlü nimet ve imkan içerisinde ol- dukTarını,refâh_veböl1utriçerisirıdeyüzdrtiklerimbtHy«)r- lardı. Hz. Muhammed (s.a.v.) de mü’minlerin hem peygamberi, hem de liderleri idi. Öyle ise Hz. Peygamber’in hanımlarının da böyle bir hayat sürmeleri gerekmez miydi? Her halde böyle düşüncelerle onlardan kimisi Hz. Pey- gamber’den elbise, kimisi zinet eşyası, kimisi de daha başka şeyler istemişlerdi.
Bu istekler, ömrü boyunca sade bir hayat yaşamış, fâ- nî dünyanın zinetine,geçici güzelliklerine değer vermeyen yüce Peygamberimizi rahatsız etmişti. Peygamber efendimiz yaşayışının ve hayat standartının toplumun hayat standartının üstünde olmasını istemiyor, onlardan biri gibi yaşamak, hatta onlardan daha fazla sıkıntıya katlanmak istiyordu.
İşte hanımlarının bu gibi talepleri üzerine Ahzab sûresinin 28 ve 29 uncu âyetleri inmiştir. Anlamı şöyledir:
“Ey Peygamber! Hanımlarına şöyle de: Eğer dünya hayatını ve süsünü istiyorsanız gelin, boşanma bedellerinizi verip hepinizi güzellikle salıvereyim. Eğer Allah’ı, peygamberini ve ahiret yurdunu istiyorsanız, iyi bilin ki Allah, içinizden iyilikte bulunanlar için, büyük bir mükafat hazırlamıştır.”
İnen bu âyetlerden açıkça anlaşılıyor ki Hz. Peygamber’in hanımları için iki seçenek vardı:
1-Ya Allah ve Resûlünü seçip içerisinde bulundukları hayat tarzına razı olacaklar ve sıkıntılara katlanacaklar,
2-Ya da dünyalık, lüks ve konfor istiyorlarsa Resûlullah’tan ayrılıp istedikleri gibi hayat süreceklerdi.
Bu âyet inince Hz. Peygamber (s.a.v.) işe Hz. Aişe validemizden başlamış ve:
“-Kuşkusuz sana bir emir hatırlatıyor ve arzu ediyorum ki anne ve babana danışmadan bu konuda acele etmezsin.” buyurmuştur. Hz. Aişe:
“- Ey Allah’ın elçisi! Nedir, o emir? deyince, Hz. Peygamber ona bu ayeti okudu. Hz. Aişe:
“- Anne ve babama bu konuda mı danışacağım. Hayır, ben Allah’ı, Peygamberini ve ahiret yurdunu tercih ediyorum dedi.” Ardından diğer hanımları da hiç tereddüt etmeden aynı tercihte bulundular. (6)
Hz. Aişe validemizden rivayet edildiğine göre Peygamber efendimiz bu fâni dünyadan ebedi âleme göç ettiği zaman zırhı Medine’li bir Yahudi tüccar yanında 30 sa’( yaklaşık 90 kg.) arpa karşılığında rehin olarak bulunuyordu. (7) Bazı rivayetlerde bu arpayı aile halkının yemesi için aldığı belirtilir.
Hz. Muhammed (s.a.v.) hem Peygamber, hem de devlet başkanı. Düşünün bir kere bir devlet başkanmm ailesi buğday ekmeği yerine arpa ekmeği yiyor. Hatta arpa ekmeğini de bulamadığı günler oluyor, zırhını yahudiye rehin olarak veriyor ondan arpa alıyor.
Hz. Peygamber hiçbir zaman krallar gibi muhteşem bir hayat sürmemiştir. O bu durumunu şöyle belirtiyor:
“Kölenin yediği gibi yerim, kölenin oturduğu gibi otururum. Çünkü ben bir kuldan başka bir şey değilim.” (8)
İşte kulluk örneği, işte tevazu örneği... Bunları anlatmak kolay, mühim olan yaşamak. Hz. Peygamber (s.a.v.) önce bizzat kendisinin yaşamadığı hiçbir şeyi ümmetinden istemedi, kendisinin yapmadığı hiçbir şeyi ümmetine anlatmadı. İşte onun büyüklüğü burada... İşte onun başarısının sırrı burada.

Ashabın Durumu
Hz. Muhammed’in medresesinden yetişen ashabı da onun yolunu tutmuştu. Onun gibi sade ve mütevazi yaşarlar, etraflarındaki insanların durumlarıyla ilgilenirlerdi. Bunun için bir misal arzet- mek istiyoruz.
Hz .Ömer’in hilafeti döneminde Arabistan’da kıtlık olmuştu. Halk açlık ve sıkıntı içerisinde idi. Yiyecek sıkıntısı vardı. Hz. Ömer halife idi. Herşeyi bulabilirdi. Fakat o da halk gibi sıkıntılara katlanmış ve: “Ey Rabbim, benim kusurlarım yüzünden ümmet-i Muham- med’i mahvetme!” diye dua etmiştir. (9) Hz. Ömer halkın açlık ve sıkıntı içerisinde olmasından dolayı çok üzülüyordu. Kölesi Eşlem onun bu durumunu şöyle ifade etmektedir:” Kıtlığın şiddeti azalmamış olsaydı Ömer, fakirlerin halinden dolayı duyduğu teessürden mutlaka ölürdü.” (10)

1-M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, VI, 452-3.
2-Tecrîd-i Sarih Tercemesi, XII, 190; Buhârî, Et’ıme. 23.
3-Müslim, Siyam, 169.
4-Tirmizî, Zühd, 35, (IV, 575).
5-Müslim, Talak, 30.
6-İbn Kesir, Tefsir, III, 480.
7-Buhârî, Cihad, 89; İbn Sa’d, Tabakât, II, 169; IV, 132-133.
8- en-Nebhânî, el-Fethu’l-kebîr, I, 25.
9-Mevlânâ Şiblî, Asr-ı Saadet, İst., 1974, IV,450.
10- Mevlânâ Şiblî, age., IV, 450.