Makale

TÜRK DÜNYASINDA SUFÎ KÜLTÜRÜNÜN YENİDEN GÜNCELLEŞMESİ

PROF. DR. AHMET YAŞAR OCAK
Hacettepe Üniv. Öğretim Üyesi

TÜRK DÜNYASINDA SUFÎ KÜLTÜRÜNÜN YENİDEN GÜNCELLEŞMESİ


Bilindiği gibi dünyamız son on yılda çok hızlı ve beklenmedik ’ değişmelere sahne oldu. XIX. yüzyılla birlikte başlayan tarihin hızlanması süreci, 1980 li yıllarda doruğuna ulaştı. Sonuçta, pek çok olay arasında biri var ki bizim açımızdan özellikle zikre değer: Bu olay siyasi bağımsızlıkların gerçekleşmesinin ardından kaçınılmaz bir şekilde gündeme gelen "kültürel kimlik kazanma" çabaları, yani bir anlamda, "toplum- ların eski kültürlerini yeniden keşfetme hadisesi" idi. Bu hadisenin eskiden Sovyetler camiası içinde yaşayan çeşitli Türk toplumlarında da görülmesi şaşırtıcı değildir. İşte Ahmed-i Yesevî ve Yesevîlik, bu tâbii hadisenin bir sonucu olarak ortak kültür kökenlerinden biri hüviyetiyle gündeme geldi, bu, yüzyılıni önce Orta Aya’da Müslüman Türk kültürünün temelini atmış olan bir sufî sistemin, tarihin dayatmasıyla güncelleşmesinden başka bir şey değildir. İşte biz burada bu sufî kültürün İncelenmeğe değer pek çok cephesinden yalnız birini, Ahmed- i Yesevî ve Yesevîlik kültürünün yayılma alanını ve sürecini kısaca ele almak istiyoruz.
Orta Asya’da Türk topluluklarj arasında X. yüzyılın ikinci yarısına doğru başlayan İslâmlaşma ve dolayısıyla yeni bir kültür ortaya çıkarma süreci,
XII. yüzyılda Ahmed-i Yesevi ile yepyeni bir ivme kazandı. Bu büyük tarihî şahsiyet, Islâm’dan önce Budist, Şamanist, Maniheist mistik kültürleri tanımış ve özümsemiş Türk toplumları- nın Islâm’a geçişinin, yine mistik bir yolla olacağını keşfetti. Yesevîlik kültürü işte böyle başladı ve bu mistik zemin üzerinde gelişti. Ahmed-i Yese- vî’nin fedakâr halifeleri, daha XII. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Yesevi- lik’i Maveraünnehir ve Fergana havalisinde, yani bugünkü Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan ve kısmen Türkmenistan ve Tacikistan bölgelerinde yaymaya başladılar. Buralarda Yesevîlik sımsıkı tutundu. Buralarda Yesevîlik Islâm’ın adetâ kendisi oldu. Kalabalık kitleler Islâm’ı Yesevîlik kanalıyla tanıdılar.
Bu arada, XII. yüzyıl başlarında Orta Asya’da meydana gelen yepyeni ve karşı konulmaz bir siyasi hadise Yesevîlik’in yayılma alanını alabildiğince uzaklara götürdü. 1218’lerde başlayan Moğol istilası, Yesevi dervişlerini önüne kattı. İstilanın tahribatından kaçan Yesevî şeyh ve dervişleri kurtuluşu, istilacıların ulaşamayacaklarını sandıkları bu uzak mıntıkalara akın etmekte buldular. Bir yandan Harezm, Horasan ve Azerbaycan üzerinden Anadolu’ya girdiler, diğer yandan da Hindistan’a yöneldiler. O halde Ahmed-i Yesevî ve Yesevîlik kültürünün bugün için başlıca üç ana coğrafi bölgede yayıldığını ve günümüze kadar devam ettiğini söyleyebiliriz:
1) Bugünkü Kazakistan, Özbekistan, kısmen Türkmenistan ve Tacikistan’ı ve Volga boylarını içine alan Orta Asya ağırlıklı saha,
2) Hindistan sahası,
3) Anadolu sahası.
Bugün için Türkiye tarih araştırıcılığı Fuad Köprülü’nün araştırmaları sayesinde, birinci sahada Yesevî kültürünün yayılışının tarihini ancak klasik dönem için bilmektedir. Fakat bu sahanın Nakşibendilik sonrası, yani XV. yüzyıldan bugüne kadar olan durumu, Türkiye tarih araştırıcılığının hemen hemen meçhulüdür denilebilir. Ekim 1917 Rus Ihtilali’nden sonraki durum, Alexandre Bennigsen, Chantal Lemercier - Quelquejay gibi Fransız araştırıcıların çalışmaları vasıtasıyla, teferruatlı olmasa bile yine az çok takibedilebilmektedir. Ama bu bilgiler de kesinlikle yeterli değildir. Dolayısıyla XV. yüzyıldan günümüze kadar Orta Asya’daki Ahmed-i Yesevî ve Yesevîlik kültürü, Türkiye tarihçilerinin en kısa zamanda tanımaları gereken bir alan olarak karşımızda duruyor.
Doğrusunu söylemek gerekirse, Ahmed-i Yesevî’nin Orta Asya’da asıl mühim rol oynadığı saha, işte bu birinci saha, yani bizzat kendisinin ve Yesevîliğin doğduğu Türkistan sahası oldu. XIV. yüzyılın ikinci yarısında Muhammed Bahaü’d- Din-i Nakşi- bend (Öl. 1389)’in kurduğu Nakşibendilik tarih sahnesine çıkarken, buralarda şöhreti çok yaygın ve saygın bir evliya hüviyetiyle yaşamakta olan Ahmed-i Yesevî’nin hatıralarından geniş ölçüde yararlandı.
Bir yandan Ahmed-i Yesevî’nin eski imajı giderek Nakşibendiliğin doktrin yapısına uygun bir manzara kazanırken, diğer yandan onun Divann Hikmet’i aynı doğrultuda zaman içinde revizyona tabi tutuldu. İçine aynı tarzda söylenmiş başka hikmetler karıştı ve böylece zamanımıza kadar geldi. İşte bugün elimizde bulunan çeşitli Divan-ı Hikmet nüshaları, tıpkı bizde Yunus Emre Divam’nın uğradığı maceranın bir benzerinin sonucu olarak oluştu. Bu yüzden bugün Ah- med-i Yesevî’nin ağzından çıkan hikmetleri toplayan bir Divan-ı Hikmet nüshasına sahip değiliz.
Bu değişim ve uyarlanma süreci sonunda muhtemelen bir Melameti- Kalenderi şeyhi olan Arslan Baba’nın en ileri gelen halifesi Ahmed-i Yese- vî, Nakşibendiliğin oluşmasında katkısı bulunan ve Hâcegan diye anılan silsilenin bir üyesi olarak takdis olunmağa başlandı ki, Hâce unvanını alışı bu sebepledir. Bundan sonra o artık hep Hace Ahmed-i Yesevî diye günümüze kadar anılagelecektir. Böylece Ahmed-i Yesevî ile Nakşibendiliğin özdeşleşmesi süreci tamamlanmış oluyordu. Fakat bu, Yesevîlik’in Nakşibendilik dışında mevcudiyetini sürdürmediği anlamına alınmamalıdır. Aksine, Yesevilik, Nakşibendiliğin çıkışından sonra da eskisi kadar olmasa bile- yine hayatiyetini sürdürdü. Bu arada ünlü İranlı sufi Necmüddin-i Kübra’nın (Öİ.1221) kurduğu Kübrevi- lik tarikatı da Orta Asya’da yayılıyordu. XIV. ve XV. yüzyıl bu büyük coğrafi sahada, bu üç tarikatın bir rekabet ortamı içinde yayıldıkları bir dönemi simgeler. Şurası bir gerçektir ki Nakşibendilik bu rekabetten kazançlı çıkmıştır.
Ahmed-i Yesevî ve Yesevîlik kültürünün etkileri o kadar köklü idi ki, bu etkiler yalnız Nakşibendilik içerisine nüfuz etmekle kalmadı, Orta Asya’da Nakşibendilik’in rakibi olan Kübrevilik tarikatı içine de nüfuz etti. Başka bir ifadeyle, Orta Asya sufiliğinin temeli Ahmed-i Yesevi ve Yesevilik tarafından o kadar güçlü bir şekilde atılmıştı ki, sonraki her sufi cereyan mutlaka kendisini bu temele oturtmak zorunda olduğunu gördü. Mesela, Kübrevilik tarikatının bir kolu olan Zehebilik’in ileri gelen şeyhlerinden Abdülvahhab Hoca, kendisini Ahmed-i Yesevî’nin halifelerinden Zengi Ata’nın halifesi Sadr Ata’ya dayandırıyordu. Kübrevilik ve Nakşibendilik’in silsilelerinin içinde Ahmed-i Yesevi ve halifelerinin yer alması, Ahmed-i Yesevi’nin Orta Asya Sufilik geleneğindeki köklü etkisinin bir başka göstergesidir.
Her halükârda Ahmed-i Yesevî ve Yesevilik kültürü artık XV. yüzyıldan itibaren çeşitli Orta Asya Türk ülkelerinde -ve özellikle bugünkü Kazakistan’da - İslâmiyet’in, özellikle de halk İslâmlığının ayrılmaz bir parçası haline gelmiş ve adeta İslâmiyet’le özdeş sayılır olmuştur.
İkinci saha yani Hindistan sahası ise, bizim için hemen hemen tama- miyle meçhuldür. Hind sufiliği tarihiyle uğraşan batılı ve Hind kökenli Müslüman araştırıcılar ise, Hind sufiliğin- de yer alan çeşitli tarikatlardaki Türk etkisinin ya farkına varamamışlar veya önemsememişlerdir. Bu gerçeği farkeden ilk batılı araştırmacılardan biri Simon Digby olmuşsa da, o çalışmalarında meseleyi gerektiği ölçüde vurgulamamıştır. Türk araştırıcılardan merhume Emel Esin ise yaklaşık on yıl önce yayınladığı bir makalesinde, kuvvetli bir Yesevilik etkisi taşıyan Haydari dervişlerinin Hindistan’daki faaliyetlerini kısaca özetlemiştir. Nitekim XIV. yüzyıl ortalarında ünlü Tan- calı seyyah Ibn Batuta da, Hindistan’da dolaştığı pek çok yerde Haydari dervişlerinden ve onların tekkelerinden bahseder.
Üçüncü saha olan Anadolu mıntıkasına gelince, buradaki Ahmed-i Yesevi ve Yesevilik kültürü tabiatıyla en iyi yine Fuad Köprülü tarafından ortaya konulmuş, Haydarilik ve özellikle Bektaşilik’le bağlantısı üzerinde durulmuştur. Yesevilik’in Anadolu’ya girişi de Moğol istilası akabinde, yani XIII. yüzyılın ilk çeyreği içinde olmuştur.
XIII. yüzyılın ilk çeyreğinde merhum Köprülü’nün gösterdiği üzere, Anadoluya bu hüviyeti temsilen gelen Yesevi ve Haydari dervişleri, Ahmed-i Yesevi’nin vefatından sonra, geçen yarım yüzyıllık bir süre içinde oluşan onunla ilgili bütün yazılı ve sözlü gelenekleri olduğu gibi buraya taşıdılar. Ahmed-i Yesevi her iki tarikatın da ortak evliyası oldu. Hatta bu devirde Ahmed-i Yesevi’nin menkabelerini anlatan bir de Menâkıb-ı Hace Ahmed-i Yesevj isimli bir eserin kaleme alındığını biliyoruz. Nakşibendi kaynakları dışında ve onlardan daha eski metinler olmaları dolayısıyla bizim için çok değerlidirler.
Bugün Orta Asya’da ise, Ahmed-i Yesevi adı, daha önce de söylendiği gibi, Islâm’la özdeşleşmiş olup temel öğelerden biri durumundadır. O çoktandır burada tarihi hüviyetinden farklılaşmış, efsaneleşmiş bir şahsiyet olarak Altaylar’dan Volga boylarına kadar Piri-i Türkistan, Hazret-i Türkistan, Hoca Ahmed-i Yesevî, Ata Yesevi olmuştur.
Sonuç
Görüldüğü gibi Ahmed-i Yesevfnin etkileri ve Yesevilik kültürü, aradan geçen yüzyıllara rağmen giderek kaybolmak şöyle dursun, daha da güçlenerek özellikle Orta Asya’da günümüze kadar canlı bir şekilde gelmiş, Orta Asya halk müslümanlığıyla özdeşleşerek bir yandan Nakşibendilik ve Kübrevîlik içinde, bir yandan kendi başına varlığını sürdürmüş, hatta kendine mahsus bir folklor oluşturmuştur. Öte yandan Hindistan ve Anadolu süfliliğini de geniş ölçüde etkilemiş, buralarda yeni tasavvufi yapılanmaların oluşmasına katkıda bulunmuştur.
O halde günümüzde yapılması gereken şey, Ahmed-i Yesevi etrafında oluşan bu büyük sufi geleneğin, Anadolu’dan Asya içlerine kadar yayılan geniş alanda meydana getirdiği kültürü bütün yönleriyle, mevcut bütün malzemeyi toplayarak çok iyi bir analiz ve değerlendirmeye tabi tutmak, bugünün Türk dünyasındaki anlamını ve fonksiyonunu tesbite çalışmaktır. Böyle bir mesai başlıca şu safhalardan oluşmalıdır:
A) Önce, hangi devirden olursa olsun, Yesevî kültürü ile ilgili mevcut bütün yazılı metinler toplanıp, tasnif edilip yayınlanmalıdır. Divan-ı Hikmet koleksiyonlarının sistematik neşri de buna dahildir.
B) Nakşibendilik içindeki etkileri dahil, Yesevilik’in bir sufi tarikatı olarak bugün mevcut durumu çok iyi bir şekilde tesbit edilmelidir.
C) Halk müslümanlığı içinde aldığı folklorik görünümler, uygulamalar, şifahi rivayetler ve ikonografik malzeme ses ve görüntü olarak zapta geçirilip muhafaza altına alınmalı, ayrıca bilimsel tahlile tabi tutulmalı ve sonuçları yayınlanmalıdır. Mutlaka bir Ahmed-i Yesevi ve Yesevilik Bibliyografyası oluşturulmalıdır.
D) Bütün bu mesaiyi gerçekleştirecek Türkiyeli ve Orta Asya’lı bilim adamlarını bir işbirliği çerçevesinde bir araya getirecek ve gerekli finansmanı sağlayacak ortak bir araştırma kurumu tesis edilmelidir.
E) Bu araştırma kurumu, bütün bu mesaiyi iyi bir planlama sonucu, en fazla beş senede gerçekleştirebilir. Bu sürenin sonunda da Türk dünyasında Ahmed-i Yesevî ve Yesevilik kültürü’nü muhtelif cepheleriyle tanıtan, bilimsel ve popüler nitelikli iki versiyon halinde, sistematik bir plan çerçevesinde ortak sentetik araştırma eserleri yayınlamanın yollarını araştırmalıdır. İşte Ahmed-i Yesevi’nin Türk dünyasındaki gerçek rolü ve etkisi, bu yolla ancak ciddi bir şekilde meydana konulmuş olur.