Makale

İSLAM

İSLAM

Manisa’lı Feyzullah USLU

İslam, beşerin hilkatine, mevcut kaabiliyetlerine en uygun ve onları iyi­ye, iyiliğe inkişaf ettiren, selim alda, temiz fikre, insan irâde ve ihtirârına son derece kıymet veren ezeli ve ebedî en doğru yol, fıtri dîndir.

İnsan, hak ve vazife sahibi, akıllı ve iradeli İçtimaî bir mahlûktur. O, çe­şitli menfaatlerin çarpıştığı bir topluluk içinde yaşamak zorunda olduğundan bu ortamda kendi hayatını koruyucu, refah ve saadetini, kemâlini sağlayıcı bir yol bulup seçmeğe, bir takım nizam ve kaidelere tâbi ’olmağa mecburdur. İnsan, fıtratı, hilkati itibariyle tek başına, başıboş, kayıtsız ve şartsız yaşıyamaz, yaşanamamıştır da.[1]

«İnsan, akıntısını toprak ve tabiatın tâyin ettiği nehir, tâbiat kanunlarına uyarak büyüyen ve yetişen bir bitki, sevk-i tabiî ve garizî ile yaşıyan hayvan değildir.» İnsan, alal ve irâdesi, fikir ve vicdânı olan, düşünen, gücü yettiği kadar güzellik ve çirkinliği hayır ve şerri ayırt eden, topluluk içinde hayatını tanzim etmek zaruretini, hak ve hakikati araştırmak, yükselmek ve kemâle ulaşmak ihtiyacını duyan maksatlı ve gayeli bir mahlûktur. Binaena­leyh o inişli, yokuşlu hayat içinde düzenli, tedbirli, emniyetli bir yol bulup seçmek ile mükellef ve bu duygu ile yaratılmış bir yaratıktır. Nitekim tarihi boyunca böyle yapmış, yaratıldığı günden itibaren fıtrat ve mizacına uygun yol aramış, iyi veya kötü, hak ve bâtıl bir takım nizam ve kaidelere tâbi ola­rak yaşayagelmişiir.

İşte, Din de beşer hayatını nizamlayan kaide ve hükümleri, zabıta ve müeyyideleri kapsayan, zıt menfaatleri birleştirmek gayesini güden bir yol­dur, bir nizamdır.

Din lügatte, itaat, kulluk, şan ve şevket, ceza, yani mükâfat ve mücazat, yol ve nizam mânâlarına gelir. Lügat mânâsına göre doğru yola da eğri yo­la da Dîn denilir.

Şeriat dilinde İse dîn, kavim, ırk, memleket düşünce ve sınırlarının üs­tünde ve dışında her zaman ve her yerde beşeriyetin dünya ve âhiret sa­adet ve selâmetini sağlayıcı İlâhî bir yol, insanları kendi irâde ve ihtiyarla­rını iyi kullanmak sûretiyle hayra sevk edici kalbî ve amelî düzen ve kural­ları kapsayan İlâhî bir kanundur.

Beşeriyetin muhtaç olduğu yolların en doğrusu, hak olanı İslâm’dır. Al­lah katında hak dîn, İslâm’dır[2]. İslâm, kullar’ın bulduğu bir hayat yolu, zıt menfaatler, çeşitli tesirler altında şaşırıp bocalayan, muhteris nefsin baskısından kendisini kurtaramayan aklın bulduğu hayat yolu değil, hakim, alîm, mutlak kaadir olan Allah’ın gönderdiği lütûf ve ihsan ettiği beşeriyeti», saadet ve tekâmülünü tamamen mütekeffil, apaçık, düpedüz, dosdoğru ilâhi bir yol ve nizamdır.

Kul, âciz akliyle bulduğunu sandığı hayat yollarından biriyle, her türlü kusur ve noksanlardan münezzeh Mutlak Kaadir’in gönderdiği yoldan birini seçmekte muhtar ve serbesttir, irâde ve ihtiyârile seçtiği yolun sonuçlarından da ancak kendisi sorumludur.[3]

İslâm, beşerin hilkatinde mevcut kaabiliyetlerine en uygun ve onları, iyiye, iyiliğe doğru inkişaf ettiren, selîm akla, temiz fikre, insan irâde ve ihtîyârına son derece kıymet veren ezelî ve ebedî en doğru yol, fıtri Dîn’dır.

İslâm nakil ve vahy, akıl ve re’y Dînidir. O’nun mefkuresi nazar ve istidlâle dayanan tevhid ve îman, ruhu da istikamet ve ihsandır.

Sırf nakil, yani akla kıymet vermiyen nakil, körü körüne îtikadı, zincir­leme taklidi gerektirir ki, aklı hapis ve hacr eder. Zihni durdurur. Bu surelerle insan, çobanının ses Ve işaretleriyle hareket eden hayvan sürüsünden ve­ya sâhibi tarafından kurulmuş bir makinadan farksız olur. Bu hâl insan hil­katine, fıtratına tamamen aykırıdır. Hakikatte insan, düşünen, güzel ve çir­kini ayırt etmeğe çalışan, beş hassası ile aldıklarını imâl ederek hak ve ha­kikati bulmak ihtiyacım duyan, zevki ve sezişi olan bir yaratıktır. İnsan ta­biatına ve fıtratına uygun olan hayat yolu, kendisinde mevcut kaabiliyetle­ri yok eden sırf naklin çizdiği, tesbit ve tâyin ettiği yol değildir.

Sırf akıl, sahih nakilden, yâni vahiy nûrundan yoksun olan akıl da ken­di başına tam ve kâmil bir hayat yolu çizemez. Akıl insanın en önemli ve en iyi bir idrâk âleti olmakla beraber beşeriyetin hayatını noksansız bir çe- kilde düzenleyici, ihtisas ve irâdeleri bir noktada toplayıcı, içtimâî bir vicdan yaratıcı mükemmel bir yolu tâyin ve tesbite yeterli değildir.

Çünkü;

1 — Akıl beş hassa ile hariçten aldıklarını zihnen işliyerek bilgi dediğimiz şeyi yapar. Halbuki bu hassalar ekseriya aldanır ve bizi de aldatır. Diğer taraftan her aldığını da doğru imâl edemez.

2 — Akıl eşyanın özüne ve künhüne nüfuz edemez. Ancak zâhirlerini, hâdiseleri kavrıyabilir. Müsbet ilim sahasında dûn hakikatin kendisi sanılan, nazariye ve kuralların bugün değişip yerlerine yenilerinin konulmuş olması, hâlâ arz câzibesinin cisimler arasındaki imtizacın mâhiyetinin bilinmemiş olması akıldaki aczin bir delîli değil midir?

3 — Akıl ekseriya muhitin, hâricin, ihtisasların ve nefsin tesiri altında­dır. Bunların baskısından sıyrılıp bünyesindeki özelliği ile hak ve hakikati’ araştıranı az. Güzel ve çirkini kusursuz olarak ayırt edemez. O vehim ve hayallarin, heva ve hevesin tesirlerinden kendisini kurtaramaz. Kibir ve gurur, hasaet, garaz ihtiras, benlikçilik aklın basiret gözünü perdeler, buğulandırır. Sebatsız olan nefsânî melekelerimiz yüzünden çok kere akıl şaşırır, doğruyu bulamaz.

4 — Beşerin aklı derece derecedir. Bunun neticesi olarak mebde’ ve maâd, ahlâk hakkında çeşitli meslekler, mektepler meydana gelmiş ve beşer bunlardan hangisine uymak icap ettiğinde tereddüt ve hayretlere düşmüştür. Bunlardan hiç biri diğerleri üzerinde bir üstünlük kuramamış, içtimaî bir vicdanın doğmasını sağlıyamamıştır.

5 — Nihayet akıl, dîn ve dünya mesâlihini bilmek için bir âlettir. O Samedânî tevfîka mazhar olmadıkça ma’rifeti elde etmekte ve hidâyette kifa­yet etmez. Zîra âlet hadd-i zâtında âciz olduğundan fâilin muaveneti olma­dıkça matlup olan fiili vücûda getiremez. Binâenaleyh mükellefine ahkâm-ı şer’iyyeyi icap, ibadı sırât-ı müstakime hidâyet eyleyen akıl değil, ancak akıl vâsıtasiyle Allahü Teâlâ hazretleridir.

İşte açıklanan sebeplerle âciz olduğu belirtilen akıl Allah’ın varlığını ve birliğini idrâk edebilirse de, zâtını, sıfâtını, ef’âlini idrâk edemiyeceği gibi gayp âlemini bilemez, bir şey-i vacip veya haram kılamaz. Akıl hâkim de­ğil sâdece nâkıs bir idrâk âletidir. Sahih nakil ile nurlanan bir delil, İlâhî bir hüccettir. Meselâ akıl, Allah’ın nimetlerine karşı şükrün en beliğ ifâdesi demek olan namazın güzelliğini İdrâk ederse de, farziyyetme hüküm veremiyeceği gibi tafsilâtını da idrâk edemez. Sabah namazının farzı neden iki rek’âttir de dört rek’at değildir. Bundaki ilâhı hikmeti akıl kavrıyamaz. Fakat akıl bunları, yani doğrudan doğruya idrâk edemediklerini telkinle, tebliğle hak ve mümkün olduklarını idrâk ederek kabâl ve tasdik eder. Akl-ı âmil (akl’i fa’al) mütefekkir olmak hasebiyle mahduttur. Akl-ı kaabil (akl-ı mün-feil) ise, hitab-ı hakkı anlayıp kabul edici olması hasebiyle hudutsuz ve son­suzdur.

Hülâsa; sırf nakil aklı dondurucu, sırf akıl insanı şaşırtıcı ve bunaltıcıdır. Sahih nakil ile selîm akıl hak ve hakikatin iki dayanağı şer’in hüccetidir.

İslâm ne sırf nakil ve ne de sırf akıl Dînidir, İslâm nakil ve vahiy, akıl "ve re’y Dînidir. Allah yanında hak Dîn İslâmdır.

İlâhi, bizleri doğru yoldan ayırma. Bizleri en güzel biçimde yarattığın yaratıkların sallarından alıp aşağıların aşağısına çevirdiğin kişiler arasına "katma Ya Rabbî...



[1] İnsan başı boş bırakılacağını mı zanneder?» (Kıyâmet sûresi, âyet 36).

[2] Âl-i İmran sûresi, âyet 19.

[3] «Her nefis ancak kendi yaptığının cezasını çeker» (Fâtır sûresi, âyet 18).