Makale

Bilgi-Ahlâk-Dindarlık

Doç. Dr. Mustafa Öztürk
Çukurova Üniv. Ilâhiyat Fak.

Bilgi-Ahlâk- Dindarlık

Dindarlık ne salt bilgi, ne salt duygu ve ne de salt davranıştan ibarettir. Bunlardan sadece biri üzerine ikame edilmiş dindarlık tecrübesinin patolojik sonuçlar doğurması mukadderdir. Olması gereken şekliyle dindarlıkta iman duygusu bilgiyle tahkim edilmeli, bilgi de ahlâkı’ davranışlarla donatılmış bir hayat tarzına dönüşmelidir.
Dindarlık, pratik dinî tecrübenin öznel dünyasında ifadesini bulan görece bir kavramdır. Bu nedenle dindarlık kavramının dinin nasıl algılandığıyla çok yakından ilgili olması ve tanımlama düzeyinde belli bir sınırlılığa hapsolması kaçınılmazdır. Dindarlığın gündelik hayattaki tezahürlerinden elde edilen veriler, bu konuda operasyo- nel bir tanım yapılmasına ilişkin birtakım güçlükler yaratır. Dahası, onca çeşnisine rağmen insanların dinî yaşayışlarına ilişkin kategoriler oluşturmak yahut dinî tecrübeye ilişkin birtakım parametrelerden genel-geçer dindarlık kalıpları üretmek hem zor hem de sıkıntılıdır.
Hâl böyle iken akademik ve entelektüel şablonu Batı’ya ait olan kimi çalışmalarda dindarlık pekâlâ ölçülebilmekte, araştırmacının kişisel ve akademik perspektifine bağlı olarak yeni bir dindarlık kalıbı üretilmekte, hatta bireyin ne düzeyde dindar olduğuna/olabileceğine dair iddialı tespitlerde bulunulabilmektedir.
Yine bu tür çalışmalarda bireyin dinî ilgi ve duyarlılıklarının bir dökümü yapılmakta ve onun dindarlık düzeyini kestirmeye yönelik bulgular rakamsal değerlerle ifade edilmektedir. (Bu konuda daha geniş değerlendirme için bkz. Necdet Subaşı, "Türk(iye) Dindarlığı: Yeni Tipolojiler", Islâmiyât, cilt: 5, sayı: 4, 2002, s. 17-26; Asım Yapıcı, Ruh Sağlığı ve Din, Adana 2007, 20-40)
Bizi burada ilgilendiren husus, düzeyi ve yoğunluğu pekâlâ ölçülebilir, rakamsal değerlerle gösterilebilir olduğu varsayılan bir dindarlık kavramı değil, Islâm ve Müslümanlık çerçevesinde dindarlığın içeriğinde mutlaka bulunması gerektiğine inandığımız iki temel unsurdur. Bunlardan ilki bilgi, diğeri ahlâktır. Bilgi, Kur’an terminolojisinde ilm (ilim) kelimesiyle ifade edilir ve bu kelime muhtelif türevleriyle birlikte yedi yüz küsur ayette geçer. Bu sayı bilginin ve bilme ediminin, Kur’an mesajı bakımından ne denli önemli olduğuna işaret eder. (İlim kavramı hakkında daha geniş bilgi için bkz. Ilhan Kutluer, "İlim", DİA, İstanbul 2000, XXII, 109110)
Kuşkusuz bir Müslüman için erdemli/ahlâklı bir hayatın nasıl gerçekleştirileceği konusunda başvurulacak temel bilgi kaynağı Kur’an’dır. Bu bağlamda Kur’an’ın insana bilgi yönünden kılavuzluk etme özelliği hatırlanmalıdır. Vahiy, muhatabı olan insanı düşünme ve bilme melekeleriyle donanmış bir varlık olarak tasvir ettiğine göre, bilme faaliyetini de yönlendiriyor demektir. Vahyedilmiş bilgi, insanın bilme faaliyetini artık gereksiz kılan bilgiye değil, bu faaliyeti iyiye, doğruya, güzele ve daha mükemmele sevk eden nihaî ve mutlak bir karaktere sahip olan ilke ve hükümleri ifade eder. Bu vahiy kaynaklı bilgiler karşısında insanın yine Kur’an’da açıkça belirtilen bilgi vasıtalarını kullanması da ısrarla istenir. (Necip Taylan, "Bilgi", DİA, İstanbul 1992, VI. 158)
Bu talep, gerek bir inancı özümseme ve temellendirme- de gerekse o inancın gereklerini yerine getirmede bilginin ehemmiyetine delâlet eder. Birçok ayette özellikle müşriklerin inkârcı tutum ve davranışlarına yönelik temel nitelemenin bilgisizlik, dolayısıyla birtakım tahmin ve varsayımlara (zan), keyfî arzu ve isteklere (heva) uymak şeklinde ifade edilmesi pek manidardır. Keza, müşriklerin İslam davetine icabet etmek yerine, atalarından tevarüs ettikleri inanç ve uygulamalardan asla vazgeçmeyeceklerini söylemelerine karşılık Allah’ın, "Peki ya ataları hak ve hakikate dair hiçbir şey bilmeyen kimseler idiyseler!..." (Mâi- de, 104) buyurmuş olması, hakikati kabule yanaşmama tavrını besleyen ana damarlardan birini bilgisizlik olarak teşhis etmesi hasebiyle son derece dikkat çekicidir.
Bu ve benzeri içerikteki birçok ayetin de işaret ettiği gibi, din ve dindarlık konusundaki en temel sorunlardan biri bilgisizlik, körü körüne taklitçilik ve dolayısıyla bağnazlıktır. Burada esefle itiraf etmek gerekir ki, taklitçilik ve bağnazlık sorunu gerek geçmişte, gerekse günümüzde çeşitli örneklerine rastlandığı üzere Islâm dünyasında da mevcuttur.
Kuşkusuz bir insanın Islâm’a giriş kapısı imandır; iman ise nesnel ve deneysel bir bilgiden öte sübjektif bir bilgi, hatta bir güven duygusu ve keşiftir. Bu noktada bilginin çok önemli bir yer işgal etmediği söylenebilir;
ancak bunun bir adım ötesinde bilgi zorunlu bir ihtiyaç hâline gelmekte, diğer bir deyişle, neye, niçin inanıldığının bilgi temelli sağlamasının yapılması ve böylece imanın taklitten tahkike dönüştürülmesi gerekmektedir.
Kanaatimizce, İslâmî çerçevede muteber dindarlığın temel unsurlarından biri, rasyonel düşünce ve eleştirel bakış açısıyla sürekli tazelenen bilgi olmalıdır. Ancak bu bilginin davranış düzeyinde de yansıması bulunmalıdır. Bu yansıma bilginin eyleme dönüştürülmesidir. Nitekim Hz. Peygam- ber’in, ilim-amel ilişkisiyle ilgili birçok hadisinde bilginin, insanı ahlâkî yönden daha yüksek seviyelere taşıması gerektiği, tutum ve davranış düzeyinde somutlaşmayan bilginin, insan için bir yarar içermediği belirtilmektedir. (İlgili hadisler için bkz. Ibn Mace, Mukaddime)
Sırası gelmişken şunu da belirtmek gerekir ki, dinî düşünce ve davranışlarda dar kalıplara sıkışmışlık, bağnazlık, anlayışsızlık ve dolayısıyla cahillikten kaynaklanan cüretkârlık gibi ciddi problemlerin çözümünde, bilgi çok önemli bir faktördür. Gerçi teknik anlamda bilgi insanı yorar; ama aynı zamanda farklı fikir ve düşüncelere karşı tahammüllü, tole- sanslı, hoşgörülü ve dolayısıyla engin gönüllü de kılar.
Bugün eğer dindarlıkla ilgili olarak toleranssızlık ve tahammülsüzlük gibi sorunlardan müşteki olunuyorsa, bunun temel nedenlerinden biri, ön kabuller, kalıp yargılar ve kişisel kanaatlerin kesin bilgiye dayanan mutlak hakikatler gibi algılanıyor olmasıdır. Bu algılama biçimi insanın bilgi yönünden her zaman eksik ve sınırlı bir varlık olduğunu, dolayısıyla birçok şeyi bilmediğini bilmemenin bir sonucu olarak kendini gösteren taassup ya da bağnazlığın temelini oluşturur.
Diğer taraftan bilgi kimi zaman da sahibi tarafından kibir ve kurum satmaya vesile kılınır. Oysa Müslüman bir bireyde bilgi arttıkça hoşgörü ve tevazu da artmalıdır. Daha açıkçası, Müslüman bir âlim ve/veya aydının gönül dünyasında kibir- tekebbür (büyüklük duygusu), ucb (kendini beğenme), ihtiyal (büyüklenme), fahr-tefahür (böbürlenme) gibi hasletlere yer olmamalıdır. Eğer bu tür kötü hasletler ilim sahibi bir Müslümanın iç dünyasında kendine yer bulabiliyorsa, ortada çok ciddi bir ahlâk sorunu var demektir.
Dindarlık bağlamında ahlâktan söz edildiğinde akla ilk olarak kibir, ucb, yalan, iftira, gıybet gibi kötü hasletlerden arınarak tam anlamıyla dürüst, alçak gönüllü, hoşgörülü, affedici olmak gibi hususlar gelir. Kuşkusuz bütün bu fazilet ve reziletler pratik ahlâkın cüzleridir; ancak İslâmî anlamda dindarlık kavramını içeriklendiren diğer bazı hasletler daha vardır ki, bunlar özellikle Müslüman birey ve toplumun salahı için hayati önemi haizdirler. Meselâ, adalet ve hakkaniyet sahibi olmak, ne pahasına olursa olsun adaletten şaşmamak (Nisâ, 128; Mâide 8), emaneti yani görev, yetki ve sorumluluğu ehline vermek (Nisâ, 58), bütün antlaşmalara ve sözleşmelere riayet etmek, verilen söze mutlak surette sadakat göstermek gibi hususlar (Mâide, 1; Müminûrı, 8), ahlâk temelli dindarlığın olmazsa olmazlarıdır.
Kur’an’a atfen zikrettiğimiz bu birkaç hususa riayet edilmesi hâlinde bile, toplumdaki ahlâkî arızaların büyük ölçüde giderilmesi mümkündür. Öte yandan, yine Kur’an’da belirtildiği üzere, erdem ve fazilet sahibi olmayı başkalarına öğütlerken, kendi "ben"ini bundan
Dindarlık bağlamında ahlâktan söz edildiğinde akla ilk olarak kibir, ucb, yalan, iftira, gıybet gibi kötü hasletlerden arınarak tam anlamıyla dürüst, alçak gönüllü, hoşgörülü, affedici olmak gibi hususlar gelir.
muaf tutmak (Bakara, 44), gerçekten sahip olmadığı erdemlere sahip biriymiş gibi anılmaktan haz duymak (Âl-i Imrân, 188), hayatında reel karşılığı bulunmayan güzelliklerin salt edebiyatını yapmak (Saf, 2) gibi hasletler de ciddi bir ahlâk sorununun tezahürleri olarak kaydedilmelidir.
Peki, ahlâk nedir? Bu bağlamda ahlâk insanın başta Allah’la ilişkisi olmak üzere gerek kendisiyle, gerek diğer insanlarla ilişkilerini olması gerektiği şekliyle tanzim eden kaide ve kuralların, pratik hayat düzeyinde somutlaşması şeklinde tarif edilebilir. Allah’a karşı ahlâklı olmak, her şeyden önce O’na karşı kulluk görevlerini içtenlikle yerine getirmeye çalışmak ya da kısaca şükür ve ihsan sahibi olmaktır. Kendisini yaratan ve onca nimetle donatan Allah’a kulluk etmeyi kibrine yedirememek, bir insan için en büyük ahlâksızlık olsa gerektir!
Ahlâk aynı zamanda tabiattaki börtü böceğin hukukunu da gözetmektir. Müslüman bir birey Allah, insan ve toplumla ilişkisinde olduğu kadar, tabiattaki diğer bütün canlılarla ilişkisinde de ahlâklı davranmak zorundadır. Şu halde ahlâk salt toplumsal/kamusal alanla ilgili bir kavram değildir. Ahlâkı kamusal alana hasretmek, onun vicdanla bağını kesmek demektir. Bu bağlamda, "Bir kimse iyilik yaptığında sevinç, kötülük yaptığında üzüntü duyabiliyorsa artık o gerçekten mümindir." (Ahmed b. Hanbel, Müsned, ı. 398) şeklindeki hadisi hatırlamakta fayda vardır. Zira bu hadis vicdan ile ahlâk arasındaki sıkı ilişkiye işaret etmesi bakımından çok anlamlıdır. (Daha geniş bilgi ve değerlendirme için bkz. Mustafa Çağrıcı, İslam Düşüncesinde Ahlâk, İstanbul 2000, 26-30)
Sonuç olarak, dindarlığın içeriğinde bilgi kadar ahlâk da bulunmalıdır. Ama burada aslolan, toplum veya yasa gibi harici unsurlara ait müeyyidelerden korkulduğu için değil, vicdandaki yasakçının talimatıyla ahlâklı davranmaktır. Ahlâk ve ahlâkîlikte muteber olan, samimiyettir. Müslüman birey mutlaka bilgili olmalı, ama daha da önemlisi her hâlükârda ahlâklı davranmalıdır. Ahlâkî boyutu ilga edilmiş veya en azından örselenmiş bir dindarlık tecrübesi, dinî vecibelerdeki şekil şartlarına riayetten ve dolayısıyla samimiyetsizlikten başka bir şey olmasa gerektir. Bu vesileyle bilgisizliğin de dindarlık adına çoğu zaman bağnazlık/taassup ürettiği belirtilmelidir.
Sözün özü, Müslümanca dindarlıkta bilgi, duygu ve davranış arasında diyalektik bir ilişki bulunmalıdır. Çünkü dindarlık ne salt bilgi, ne salt duygu ve ne de salt davranıştan ibarettir. Bunlardan sadece biri üzerine ikame edilmiş dindarlık tecrübesinin patolojik sonuçlar doğurması mukadderdir. Olması gereken şekliyle dindarlıkta iman duygusu bilgiyle tahkim edilmeli, bilgi de ahlâkî davranışlarla donatılmış bir hayat tarzına dönüşmelidir. Yani ideal dindarlığın gerçekleşmesi için bu üç unsur bir arada bulunmalı ve birbirleriyle tam bir uyum içinde olmalıdır. Nitekim İslâmî dindarlık tipolojisi de öteden beri itikat, ibadet ve ahlâk boyutunda ele alınmış ve ideal dindarlığın bu üç boyutun tutarlı bileşiminden hâsıl olacağına inanılmıştır.