Makale

HZ. PEYGAMBER (S.A.V.) ' I N KİSRÂ'YA GÖNDERDİĞİ MEKTUBUN ASLI

HZ. PEYGAMBER (S.A.V.) ’ I N KİSRÂ’YA GÖNDERDİĞİ MEKTUBUN ASLI

Yazan:

Prof. Dr. Muhammed HAMÎDULLAH

Çeviren: Muharrem ŞEN

İslam Peygamberi’nin İskende­riye Kıralı Mukavkis’e[1] gönderdiği mektup hakkında, Paris’te çıkan "Le Journal Asiaitique" (1854, sahife 482-518) daha önce bize malûmat vermişti; bu mektup Mısır’da bu­lunmuştu. İslam Peygamberi’nin Bahreyn Kıralı El-Münzir ibn-i Sa- va’ya gönderdiği mektubu, Berlin’­deki "La ZDMG" (1863, sahife: 385-6) ve Necâşî’ye gönderdiği mektubu da, Londra’daki "Le JRAS" (1940, sahife: 54-60) açıklamıştır; bunlar da Şam’da ele geçirilmişti. Nihayet işte yeni bir buluş: İran’ın büyük reisi Kisrâ’ya (Chosroes) yazılan mektubun aslı ele geçirildi.

Bu mevzuda yapılan bütün in­celemeleri bir araya getirerek şu neticeye vardım: Bâzı teşebbüslere rağmen, daha önce bulunmuş olan bu belgelerin uydurma nitelikte ol­dukları gösterilememiştir. Mukavkıs hakkında "Le Prophète de L’İslam" (Paris 1959, I, 212-6) adlı eserime, el-Münzîr hakkında aynı eserime (i, 253-7) ve Necâşî için de yine aynı eserime (I, 205-7) mü­racaat ediniz. Böylece yeni bulunan vesikanın incelenmesi, ön yargı ve komplekslerden kurtulmuş, serbest bir zihinle ele alınacaktır.

Mektubun Bulunmasının Hikâ­yesi:

1963 Mayısının 2. hafta başın­da, basın ajansları, Beyrut’ta çıkan günlük el-Mesâ gazetesinin bir ha­berine —öyle sanıyorum ki, bir if­şasına— dayanarak, Hz. Peygam­berin çağdaşı olan İran imparatoru Kisrâ’ya gönderdiği mektubun aslı­nın (Lübnan’ın eski Dışişleri Baka­nı) Mr. Henri Pharaon’un koleksi­yonları arasında olduğunu gazete­lerine haber verdiler; o sırada ben İstanbul’da bulunuyordum. Bu ha­berden birkaç ay önce Paris’teki Millî Kütüphane, tetkik etmek üze­re bu mektubun fotoğrafını getirt­miş ve ben de, Mr. Georges Vajda’nın lütufkârlığı sayesinde onu ora­da görmüştüm.

Bütün dünyanın İlgilendiği bu hâdiseyle Türkiye basını da ilgilen­di ve Kisrâ ile mektuplaşmanın hi­kâyesini anlatmak için bu mevzuda tafsilâtlı makaleler yayınlandı[2]. Bundan kısa bir müddet sonra Beyrut’­taki günlük el-Hayat gazetesi (27.12.1388 /H.22.5.1963 M., N. 5242, sah. 1 ve 7) de bize kâfi mik­tarda malûmat verdi ve belgenin fotoğrafını üç sütun üzerinde ya­yınladı. Burada bahis konusu olan, tanınmış âlimlerden Dr. Selâhattin el-Müneccid’in bir makalesidir; bu makalenin Arapça başlığı şöyledir: “Hz, Peygamber Muhammed İbn-İ Abdullâh’ın —Allâh’ın salâtı ve se­lâmı ona olsun— İran Kıralı İbreviz’e gönderdiği mektup."

Mr. Müneccid bu mes’eleyi paleografik bir nokta-i nazarla ya­pılmış daha teknik bir İnceleme içinde yeniden ele almak için söz veriyor. Mr. Müneccid’in bu vaadi­ni yerine getirmesini beklerken, bu vesikayı, bâzı müşahedelerle birlikte Batı’da neşretmekte herhangi bir sakınca yoktur. Belki de böylece, neşredilecek bu vesika, başka âlimleri de kendi zâviyelerine göre, bu mes’ele hakkında faydalı bilgiler vermeye teşvik edecektir.

Böyle bir incelemeye girişmek hususunda bizi her yönden, teşvik eden ve bize vesikanın büyük boy­da (40x30) harikulâde İki fotoğ­rafım vermek lûtfunda bulunan Mr. Henri Pharaon’a şahsımız ve bütün okuyucularımız adına burada minnet dolu teşekkürlerimizi sunarız.

"Vesikanın Mâzîsi":

Bu vesikanın Medine’den Medain’e gönderilişinden bu yana ge­çen 13 asır boyunca başından neler geçti, bu hususta henüz pek fazla bir şey bilinmiyor. Fakat günlük el-Hayat gazetesinin yukarıda zik­rettiğimiz sayısına göre, Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda, vesika­nın şimdiki sahibinin babası bu ve­sikayı Şam’da 150 altın (Türk?) li­rası karşılığında satın aldı. Bu tari­hî belgenin değerini ya bilmiyordu, ya da ifşa etmek istemiyordu; liya­katli vârisi olan oğlu Mr. Henri Phraon da bu vesikanın değerinden bihaberdi. Nihayet 1962 senesinin Kasım ayı sonlarına doğru bu vesi­kayı okuması için Mr. Müneccid’e verdi.

Mr. Müneccid, bu vesikanın, rengi (zamanla) değişmiş, doku­ması eskimiş yeşil bir kumaşla ya­pıştırılmış ve bir çerçeve (îtâr) İçine yerleştirilmiş bir raqq (Parşö­men) olduğunu söylüyor. Bu mu­hafaza camdan bir çerçeve ile ko­runduğu İçin, parşömen oraya ya­pışmış kalmıştır. Mr. Müneccid bu hususta şöyle devam ediyor:

1 — Eski ve yumuşak olan parşömen koyu kahverengi rengindedir; kenarları da bu yüzden si­yahlaşın ıştır. Boyu 28 cm., eni 21,5 cm.’dir.

2 — Parçanın boyu eninden uzun fakat üst kısım alt kısımdan daha geniştir,

3 — Uzunlukları yerine göre (yâni parşömendeki metne göre) 2,5 cm. ile 21,5 cm. arasında deği­şen 15 satır vardır.

4 — Satırların altında, 3 cm. çapında dairevî bir mühür izi mevcuttur.

5 — Yukarıdan aşağıya doğ­ru akmış olan su izlerine raslanır; bu izler bâzı yerlerde kelimeleri (veya harfleri) silmiş, bâzı yerler­de mürekkebi zayıflatmış ve müh­rün sağ tarafına doğru, ortasına ya­kın bir yerde bulunan muhtemelen Resul kelimesinin R harfi hariç, mühürdeki yazıyı silmiştir.

6 — Vesikanın yırtılmak is­tendiği de söylenebilir. Gerçekten yırtık 3 üncü satırın ortasına kadar gitmekte, sonra da 10 uncu satıra kadar düşey olarak İnmektedir; böylece yırtık izi ters bir L şeklini almaktadır.

7 — Bu yırtık, parşömenden daha sonraki zamana ait ve parşö­menden farklı olan ince bir deri ip­likle dikilmiştir.

8 — İslam devrinin en eski Arapça yazısının numuneleri ara­sında, önce, Medine’de bulunan Sal’ tepesindeki grafit kaya gelir; üzerinde Ebû Bekir, Ömer ve Ali’­nin isimleri vardır ve Hicrî 4. yıla tarihlenir[3]. Mr. Müneccid’in vesika hakkında elde ettiği malûmatın esası işte budur.

Mektuplaşmanın Arka Plânı:

Hz. Muhammed (S.A.V.) ’in, Allah (C.C.)’a itâat demek olan İslam Dîni’ne insanlığı davet etmek İçin, İlâhî bir görevle vazifelendiril­miş olduğunu i’lân etmesi. Milâdî 610 senesine tesâdüf eder. O za­manki beynelmilel haya oldukça gergindi. 613’te halkın İslamiyetin propagandasını yapma faaliyeti, Şam (Kutsal Haç’ı ile), Yeruşalim ve hattâ İskenderiye’nin fethi ile neticelenen İran taarruzu ile aynı tarihe raslar. Bu fetih, İran’ın en parlak devrini yaşadığını göster­mektedir.

İran İmparatoru ibreviz (Perviz)’in sefahati, dostlarını kendisi­ne düşman ettiği gibi, tâbîsi olan Hîre’nin hükümdarı ile aralarında âni bir savaşın çıkmasına sebep ol­du; bu savaş sırasında, Zûkâr ya­kınında İran Ordusu büyük bir za­yiat verdi.

El-Yakûbî’nin[4] naklettiğine gö­re, bu hâdise 624 senesinin Tem­muz ayında meydana gelmiştir. Ze­ki Velidi Togan’ın[5] belirttiğine gö­re, Türk Kralı Tung Yabgu (Salta­natı: 619-630) Rey ve İsfahan şe­hirlerini İranlılardan aynı devirde almış, sonra savaşta Heraklius’un bölüğüne katılmış ve İran’ı 623rîe büyük bir bozguna uğratmıştı. 627 de İran, Ninova mevkiinde kesin bir yenilgeye uğramıştı. Birkaç ay sonra Heraklius’un oğluna[6] yazmış olduğu mektuba göre 628’de İbreviz bir hain (parricide) tarafından öldürüldü. Bu kasıtlı cinayet neticesinde, müteakip seneler boyunca, Medâİn tahtında, insanı hayretler içinde bırakan bir kadın ve erkek silsilesi yer aldı.

Hz. Muhammed (S.A.V.)’in Mekke’li hemşehrileri, komşuları olan İran ve Bizanslılarda olup bi­tenlerden haberdardılar; bu. Kur’- ân-ı Kerîm’in 30, bölümünde "Rûm" (Bizanslılar) Sûresinde belirtilmek­te ve Hicret’ten Önceki devre tarihlenmektedir. Hz. Muhammed (S.A. V.) vaazlarına (hutbelerine) baş­larken şu formülü kullanıyordu; "Beni takip ediniz, Allah size Sezar ve Kisrâ’dan miraslar verecektir.’’[7] Hz, Muhammed (S.A.V.), Medine’­ye 622’de hicret etmiştir ve bu Hicret İran’ın tarihî mukadderatıy­la garip bir şekilde aynı tarihe ras­lamaktadır.. Birçok yazarlar[8] bize il­gi çekici bir hikâye anlatmaktadır­lar: Araplarla İranlılar arasında ya­pılan Zûkâr savaşı sırasında bedevi­lerin parolası (şi’âr), "Ey Muham­med!" idi; ve Hz, Peygamber Arap­ların zaferini öğrendiği zaman şöy­le haykırdı: "Bu nusirû" (Zaferi be­nim sâyemde kazandılar).

Ninova savaşının tarihi olan 628 yılında, Hz. Peygamber, Bedir, Uhud ve Hendek savaşlarını kazan­mış, Medine’de bir site devleti kurmuş ve bu devleti takviye et­miş durumdaydı; bu şehir devleti­ne yakın bölgeler de katılmaya başlamıştı. Hz. Peygamber o zaman Mekke’deki eski kâfir hemşehrileri ile barışa teşebbüs etti ve 628’de meşhur Hudeybiye anlaşmasını yaptı. Bu incelememizin konusu o­lan mektubu, Hz. Peygamber Kisrâ’ya bu devirde göndermiştir.

İslam’ın ilk kronoloji mes’eleleri:

Hicrî takvimi bugün kullan­maktayız; bu takvimin kendine has özelliklerini, ay senesinin başlan­gıç ve bitim ânını kesin olarak bili­yoruz. Fakat Hz. Peygamber’in ya­şadığı devirde durum aynı değildi. Bu takvimi, 638 yılında Halîfe Hz. Ömer (R.A.)’in tesbît ettiği bilinmektedir. Bu tarihten önce, zamanın tâyinini güçleştiren ve aynı a­yarda olan birçok zaman ayarlama usûlü vardı.

İslam’dan önceki Mekkelilerde Kamerî-Şemsî yıl revaçtaydı; ay­lar yeni ayın görünmesiyle başlı­yor ve haccın daima aynı mevsime raslaması için her üç senede bir bu aylara bir ay ilâve ediliyordu, 632’de vefat eden Hz. Peygamber, ve­fatından birkaç ay önce, Vedâ Haccı sırasında bu ilâve usûlünü kal­dırdı. Araplar zamanı, harb, kıtlık, sel baskını vs, gibi büyük hâdisele­re göre hesaplamak âdetinde ¡diler. İlk müslümanlar zamânı, Medîne’ye Hicret hâdisesinden evvel hesapla­mışlardır; İslam Hükümetinin bu zaman hesabını resmen kabûlün- den önce de, bunu tatbik ediyor­lardı; bu bizi hiç şaşırtmasın. El-Beyhakî bu hususta çok önemli bir hâdiseyi bize açıklamaktadır. Delâilü’n-Nübüvve[9] adlı eserinde, Sa­habelerin çok erken bir devirde zamânı Hz. Peygamber’in Hicretine göre hesap etmek i’tiyâdında olduklarını, fakat hesaplama metodunda uyuşmadıklarını bildirmektedir. Mu­harrem, an’anevî olarak senenin ilk ayı idi. O halde bir kısmı hesap­larına, Medîne’ye Hicrete müsâade eden Akabe Anlaşmasının yapıldı­ğı senenin Muharrem’inden i’tibâren başlıyorlardı. (Bu muahede 12. ayda olmuştu; fakat onun çağı bu aynı senenin İlk ayından i’tibâren başlatılıyor; bu, Hicretten önce bi­rinci yıldır.) Diğerleri ise, Hz. Pey­gamber’in bizzat Medîne’ye hicret ettiği senenin Muharrem’inde baş­lıyorlardı; Hz. Peygamber’in Hicreti bu senenin üçüncü ayındadır (Bu bilâhare tatbik edilmiştir). Ve yine bir başka kısmı hesaplarına, Hz. Peygamber’in Medîne’ye vâsıl olu­şundan sonraki ilk Muharrem’le başlıyorlardı; bu, Hicrî İkinci yıl­dır. El-Beyhakî’nin verdiği bu sarih bilgiler sâyesinde görüyoruz ki, ay­nı hâdise üç ayrı senede târihlendirilebilir. Meselâ: Benu’l-Mustalık’ların savaşı, Mûsâ İbn-i Ukba’ya gö­re[10] 4. Hicrî yılda, el-Vâkıdî’ye[11] (ve tâbi’leri İbn-i Sa’d, el-Belâzurî vs.) göre 5, Hicrî yılda ve ibn-i İshak’a[12] göre de 6. Hicrî yılda olmuştur. Gerçekten de burada hiçbir tezat mevcut değildir; sâdece, çeşitli râvîler bu hâdisenin târihini farklı olarak belirtmişlerdir. Hattâ, el-Vakıdî ve İbn-i Sa’d gibi, Hz. Peygam­ber’in bizzat Hicret ettiği Rebîülevvel (takvimin 3.) ayına göre hesap yapan fârihçiler de mevcuttur. Bu müeiliflerin eserlerinde râvî şöyle demektedir: Bu, "Hz. Peygamber’in Medîne’ye vâsıl oluşundan şu ka­dar ay sonra" olmuştur. Bu durum, hâdise hakkında ma’lûmâtı olmayan bir dinleyiciyi (veya okuyucuyu) yanıltabilir ve hâdiseden sonra (Post eventum) yapılacak olan bir hesap ile hazırlanan takvim arasın­da üç aylık bir farkın meydana gel­diği görülür. Dahası var: Şâyet her hangi biri tesâdüfen ilk Mekkelilerin Medine’ye Hicretini nazar-ı i’tibâra alacak otursa —fakat bu hu­susta kesin delillere sahip deği­lim— az evvel bahsettiğim üç se­ne bir tarafa, resmî takvimle dört aylık bir fark ortaya çıkacaktır.

Yine bir başka karışıklığı da belirtmeyi unutmayalım: ilâve ay usûlü, Mekke’de teknik ve âlimâ- ne bir işti; bu ilâvenin "meslekî sır­ları" takvim bakanı olan, Temîm kabilesinin Kalammas’ı tarafından kıskançlıkla saklanmaktaydı; her birkaç senede bir[13], 12. ayda, müteâkip ayın boş bir ay olacağını, se­nenin ilk ayı olan Muharrem’in ise bundan sonra başlayacağını kısa bir şekilde i’lan ediyor ve halk da bu i’lâna körükörüne riâyet ediyor­du. Hicret’ten sonra, İslamiyet’i kabûl eden Medîneliler Mekke’de bu­lunan Kâ’be’ye hacdan ardı ardına yedi sene süresince tamâmiyle men’ edilmişlerdi. O halde onlar, ay ilâ­vesini nazar-ı i’tibâra almamış ol­malıdırlar ve bu ay ilâvesinin 10. Hicrî senede Hz. Peygamber tara­fından kaldırılması sırasında, Mekke takvimini kabûl edenlerle etmeyen­ler arasında üç aylık bir zaman farkı olmuştur. İslamiyeti ancak sonraları, 6. Hicrî senede, Hudeybiye Anlaşmasında, hattâ bundan da daha sonra kabûl eden binlerce Arabi düşünelim. Bilâhare onlar, Hz. Peygamberle yaptıkları savaş­lara dâir bir şey anlatsalardı, bilme­den ve tam bir iyi niyetle, Medînelilerin ay ilâve edilmemiş hesapları ile seneye göre bir, iki veya üç ay­lık bir fark olan bir tarih gösterebilirlerdi. Hz. Peygamber’in Kisrâ’ya göndermiş olduğu mektubun târi­hinin de böyle bir zaman değiştir­menin kurbanı olması sebebiyle bu istidrâda cür’et ettim.

Mektubun Gönderilmesi:

Hz, Peygamber’in elinin boşat­ması ve nisbî bir huzûra kavuşması, Mekke site devleti ile Resûlullâh (S.A.V.) arasında yapılan Hudeybiye Muahedesinin bir sonuca bağ­lanması neticesinde mümkün ol­muştur. Hz. Peygamber o zaman faâliyet sâhasını genişletmeyi düşündü. Zaman, 6. Hicrî senenin 11. ayıdır. Hz, Peygamber 12. aydan i’tibâren Medine’ye dönmüş bulu­nuyordu.

(Devamı gelecek sayıda)



[1] "Mukavkıs" kelimesinin etimolojisi hakkında yeni bir faraziye yürütmek için, Le Prophete de l’lslam, I, S. 230 adlı eserime bakınız.

[2] Meselâ, İstanbul’da çıkan 10.5.1963 tarihli günlük Cumhuriyet gazetesi, 21 Haziran 1963 tarihli haftalık Yeni İstiklâl.

[3] Mr. Müneccid şüphesiz, İslamic Culture, Hyderabad-Detcan, Ekim 1939, S. 42-39’da çıkan "Some Arabıc Inscriptt» ons of Madinah of the Early Years of Hijrah" adlı makaleme istînad etmektedir. Mr. Müneccid iki kitabenin muhteviyatını birleştirmektedir; zîra birinde Ebû Bekir ve Ömer, diğerinde ise sadece Ali ismi vardır. Ben bunları 5. Hicrî yıl, yâni Hendek Savaşı devri olarak tarihlendirdim. Fırsattan İstifade ederek şunu da belirte­lim ki, yukarıda zikrettiğim makalemde (S. 436), orada neşrettiğim fotoğrafa istinad ederek, "Ali İbn-i Ebû Tâlib" yazıt­mış olduğunu teyid etmiştim. Fakat 1946’da aynı yeri tekrar ziyaretimde, ışığın kli­şeme bir oyun oynadığını ve kaya üzerine yazılan metnin, "Ali ibn-i Ebi Tâlib" olduğunu müşahede ettim

[4] Târih, II, 47.

[5] Umûmî Türk Târihine Giriş (İstanbul 1946), I, 70-71.

[6] Theophane, Gerland tarafından nakledilmiş, Die persische Feldzüge des Kaisers Heraklius.

[7] Bk. el-Balâzurî, Ansâb el-eşraf (Kahire bas. 1959), 1, 131-2; İbn Hişam, Siyer, s. 278-326; İbn Sa’d, Tabakât, cilt I, bölüm I, s. 134; es-Suhaylî, er-Ravd el-unuf. II, 6; et-Taberî, Annales, I, 1162, vs.

[8] İbn Habîb, el-Muhabbar, s. 360; el-Yakûbî, Târih, II, 47; et-Taberî, Annales, I, 1031.

[9] İstanbul, Köprülü (Kütüphanesi), No. 286, Bk. II, 127/b.

[10] El-Buhârî, Sahîh, 64/34.

[11] El-Mağazî (El yazması, British Museum, 99/A.

[12] İbn-i Hişâm tarafından Sîyer, S. 725’te zikredilmiştir. Bir tartışma için, Bk. el-Makrîzî, Imtâ el-Esmâ, I, 214-5.

[13] Bu hususta klâsik yazarlar ih­tilâf halindedirler. Belki de ileride bu hu­susa tekrar değineceğim. Şimdilik yeni kaynakları işaret ediyorum: Ebu Ubeyd, Garibü’I-Hadîs (Köprülü "Kütüphânesi", el yazması No. 378, S. No. 167/a-b); el-Makrîzî, İmâmu’l-Esmâ (henüz basılmamış olan kısım, Köprülü Kütüphanesi, el yaz­ması, N. 1004, S. N. 1726-B); el-Ezrakî, Ahbâr-ı Mekke, I, 118, 125-7; İbn-i Habib, el-Munammak (Luhow’da el yazması, S. 176-7); el-Berünî, el-Âsârü’l-Sâkiye, S. 12, 62-3; el-Mesûdi, et-Tenbîh ve’l İsrâf, S. 218; es-Suheyfî, er-Ravdü’l-Unuf, I, 42 ve 75, II, 254-5.