Makale

MAL VE BÖLÜMLERİ

MAL VE BÖLÜMLERİ

Yazan: Dr. Muhammed Yusuf MUSA.

Çeviren: Dr. M. Esad KILIÇER

Mal’ın Târifi:

İnsan öyle yaradılmıştır ki, kendi kendine yetinerek yalnız bağına yaşayamaz. Faydalanacağı ve kendisinin de içinde faydalı olacağı bir ce­miyete muhtaçtır. Fert cemiyetin tesiri altında kaldığı gibi, cemiyete de tesir eder. Kendisine muallim-i evvel denilen Aristo, bu konuda, “Yalnız kendi kendine yaşayan ya hayvandır ya da ilâhdır.” demiştir.

Böyle olunca, muameleler ve tasarruflar mutlaka cemiyetin fertleri arasında cereyan edecektir. Cemiyetin büyük veya küçük olması fark et­mez. Satış, kira, vasiyet ve başka muamelelerde olduğu gibi bu muame­lelerin ekserisinin konusunu “mal” teşkil etmektedir. Bundan dolayı —bu bölümde tetkik konumuz İslam’daki muamelâtın kaideleri olduğundan— mal kelimesinden kastedilen mânânın ne olduğunu açıklamak gerekmek­tedir.

İslam Fıkhında muamelâtın konusu "mal" olduğuna göre, Borçlar Hukukunun, borçlar (şahsi haklar) ve aynî haklar bölümlerinin de mev­zuunu teşkil etmektedir. Bunlar ise mâli yönden kıymeti olan haklardır.[1]

Muhtâru’s-Sıhâh sâhibinin dediği gibi “mal”, bilinen bir şeydir. Malı çok olan kimseye “…” denir. Malın mânâsı bilinir, sözünde şaşı­lacak bir taraf yoktur, Zîrâ bir kimseye, “Başkasının malına tecâvüz etmemelisin” denilince, bu kelimeden ne kastedildiğini sormaz, onu açık­ça anlar. Resûlullâh (S.A.V.) Efendimiz:

“Her müslümanın birbirine kam, malı ve ırzı haramdır.” buyurduk­larında, mal, kan ve ırz kelimelerinden ne kastedildiğini —onların tefsiri yapılmaksızın— anlıyoruz.

El-Kâmusu’l-Muhît yazan bu konuda daha geniş açıklamada bulunu­yor ve şöyle söylüyor: “Senin mâlik olduğun her şey mal’dır. Çoğulu (emvâl)’dir.” Daha sonra, “En-Nihâye fi Garîbî’l-Hadîs” adlı kitabın sahi­bi İbnu’l-Esîr’in, mal kelimesinin mânâsım daha çok açıklayarak şöyle söylediğini görüyoruz: Aslında “mal" diye insanın altın ve gümüşten mâ­lik olduğu şeye denir.

Sonra insanın elde edip mâlik olduğu şeylere bu isim verildi. Araplar indinde mal denince daha çok “deve” anlaşılır, çünkü deve onların mallarının çoğunluğunu teşkil etmektedir. Mal sahibi oldu. Başkası onu mal sahibi kıldı, demektir.

Fakat Fıkıh âlimleri, birçok kelimelere, kendi aralarında ittifak et­tikleri mânâları vermişlerdir. Bu mânalar o kelimelerin dildeki anlamla­rından çok veya az farklı olabilir. Fakîhlerin verdiği mânâlara ıstılâhî mânâlar denilir ki, mal lâfzı da bunlardandır.

Fakîhler, malı, ’‘İnsanın mâlik olduğu ve kendisinden âdete uygun olarak faydalandığı her şey” diye târif etmişlerdir. İmâm-ı Şâfıî şöyle diyor: “Mal ismi, ancak, alırnp satılan bir kıymeti olan ve telef edenin de o kıymeti tazmin etme yükümlülüğü bulunan şeylerle, insanın atmayıp muhafaza ettiği küçük madenî para ve benzeri şeylere verilir.”[2]

Öyle ise, arâzi, emtia, hayvan, para ve benzeri şeylerden mâlik oldu­ğumuz her şey mal olduğu gibi, bilfiil henüz mâliki olmadığımız fakat mal olabilecek ve âdet üzere faydalanılabilecek şeyler de maldır. Deniz­deki balık, havadaki kuş ve vahşî hayvanlar bu cümledendir. Buradan anlıyoruz ki güneşin ışığı ve ısısı ve hava[3] gibi fiilen bir yerde toplanamayan şeyler —büyük faydalan olmasına rağmen— mal addolunmazlar.

Evlerde oturulması (süknâ) ve otomobillere binilmesi gibi menfaat­ler fiilen bir yere toplanamadığından Hanefilerce mal olarak kabûl edil­memiştir, Fakat Şâfiî ve Hanbelî fatihleri menfaatleri “mal” olarak ka­bûl etmişlerdir. Çünkü bu menfaatlerin kaynaklan —evler ve otomobil­ler— fiilen mütekavvim mal bulunmaktadırlar. Doğru olan görüş işte budur. Zîrâ malların bizzat maddeleri değil, onların faydalan aranmak­tadır. Örf ve insanların muameleleri de bu yoldadır. Teşriî organın ka­bûl ettiği kanun da bu görüşe temayül etmiş ve onu hükme bağlamıştır.

Malın Bölümleri:

Malların birçok çeşitleri olup, her birinin de fıkıh ilminde husûsî hü­kümleri îcâbettiren mümeyyiz vasıflan ve özellikleri vardır. Nitekim ka­nunda da böyledir. Malın akâr ve menkûl olanları bulunduğu gibi, mislî ve kıyemî olanları, mütekavvim ve gayr-i mütekavvim olanları da vardır.

Akâr, nakli mümkün olmayan sabit mallardır. Menkûller ise bir yer­den başka bir yere taşınma imkâm olan mallardır. Birincisi araziden iba­rettir, İkinciler ise, arâzî üzerindeki ekinler, ağaçlar, binalar, hayvanlar ve mallardır. Ancak İmâm-ı Mâlik İbn-i Enes, binalar ve ağaçlan da akâr’dan saymaktadır. Çünkü ona göre, menkul, “Bulunduğu şekli muhafaza edilmek sûretiyle bir yerden başka bir yere taşınabilen şeyler” olup, bunla­rın dışındakiler akâr’a dâhildir. Şüphe yoktur ki, bina yıkıldıktan sonra enkaz haline gelmekte, ağaçlar da kesilince odun halini almaktadır. Bu görüş, yeni Borçlar Kanunu’nun kabûl ettiği görüşe uymaktadır. Adı ge­çen kanunun 82 nci maddesinin 1 inci fıkrası şöyledir: “Kendi yerinde müstakir ve sabit olup telef edilmeksizin nakledilmesi mümkün olmayan her şey akardır. Bunların dışındaki şeylerin hepsi menkûl mallardır.”

Mal kırın “akâr” ve “menkûl” diye taksam edilmesinden şu faydalar meydana çıkmaktadır:

a) Akârın satışında şuf’a cereyan ettiği halde, menkullerde şuf’a hakkı cereyan etmez. İlerde görüleceği üzere, bâzı fakîhlerin görüşüne göre menkûl mallar, akâr’a tabi’ olarak satılacak olursa, onlarda da şuf’a cereyan etmiş olur.

b) Vasi, vesayeti altındaki “kasır”ın mâlik olduğu akârı —borç ödemek veya zarûrî bir ihtiyâca gidermek gibi haklı bir sebep olmaksı­zın— satamaz. Fakat, kâsır’ın menkul mallarından, satışından fayda gör­düklerini satabilir.

c) Akâr’ın kabzedilmeden Önce satışı caiz olduğu halde, menkulle­rin kabze dilmeden önce satışları caiz değüdir.

d) Akâr’ın vakfedilmesinin cevazı hakkında ihtilâf yoktur, halbuki menkul malların vakfedilmesi konusunda ihtilâf ve çeşitli görüşler vardır.

e) Borçlunun borcunu ödemek için, önce onun mâlik olduğu men­kul mallan satılır, eğer bunlar kâfi gelmezse daha sonra, onun gayri­menkul (akâr) malları satılır.

f) Borçlar Kanununa göre, akâr’ın mülkiyeti ancak “tescil” ile bir kimseden diğerine intikal eder, ipotek muamelesi ve irtifak haklan da sadece akarda câri olur.

Mislî mallar, çarşıda tıpkı benzeri olan veya tüccarın ve muâmele yapanların hoş görecekleri kadar az farklı benzeri bulunan mallardır. Mekîlât (ölçü ile satılan), mevzûnât (tartı ile satılan) ve ma’dûdât (sayı ile satılan mallar) ve bir kitabın aynı tâbında basılan müteaddit nüshaları mıslî mallardandır. Kıyemî mallar ise, çarşıda benzerini bulamadığı­mız veya ticaret ve muamelâtta nazar-ı i’tibâra alınması gereken büyük bir farkla benzeri bulunabilen mallardır. Bunlar, deve, sığır, davar ve başka hayvanlar, bir kitabın muhafaza edilen nüshaları, ziraat yapılan arazi ve binalardır.

Bu taksimin faydalarını şöylece sıralayabiliriz:

a) Bir kimse, başka bir kimsenin mislî bir malını telef edecek olur­sa, —tazminin kâmil olması için— telef ettiği şeyi aynısı ile ödemesi gerekir, Kıyemî mallarda ise, böyle bir durumda, misli olmadığı için o malın kıymetini öder.

b) Mislî olan mallara birkaç kişi birden mâlik bulunuyorlarsa, her­kesin hissesini alabilmesi için “mecburî bölüşme” yoluna gidilir. Halbuki kıyemî mallarda bu yola gidilemez.

c) Mislî bir mal —tamamen belirli olduğu için— satış akdinde se­men olabilir. Halbuki kıyemî mallar semen olamaz.

Mütekavvim ve gayrimütekavvim mallar:

Mütekavvim olan mal, fiilen muhrez olan bir mal olup, istenildiği za­man ondan faydalanmak caizdir. Akârât, menkul mallar ve —haram olanlar hariç olmak üzere— çeşitli yiyecek maddeleri mütekavvim mal­lardandır. Gayrimütekavvim mallar ise fiilen muhrez olmayan veya za­ruret hali olmadıkça faydalanılması mubah olmayan şeylerdir. Birincile­re, su içindeki balıkları ve havadaki kuşları misâl verebiliriz. İkincilere ise, şarap ve domuzu misâl verebiliriz. Tabii bu, müslümana göredir. Müslüman olmayana göre şarap ve domuz mütekavvim mallardandır.

Lâkin, İmâm-ı Şâfiî ve Ebû Sevr[4] ve tbnu Hazm ez-Zâhirî gibi bir kısım fakîhler, bu haram, şeylerin, gayrimüslimler indinde bile mütekav­vim mal olmadığı görüşündedirler.[5]

Malların mütekavvim olup olmamak bakımından taksimi, onların çe­şitli hükümlerinde şu neticeyi meydana koymaktadır:

a) Mütekavvim malı telef eden kimse, eğer o mal mislî ise mâliki­ne misli ile tazmin eder, mal kıyemî ise onun kıymetini öder. Halbuki te­lef edilen mal, mütekavvim değilse onu telef edene tazmin etmek gerek­mez, Eğer bir kimse bir müslümanm şarabım dökse veya domuzunu te­lef etse, yaptığı şeyleri tazmin etmez. Fakat bu iki şey, bir gayrimüsli­min ise, o şahıs telef ettiği şeyi tazmin eder. Zîrâ bu iki şey, fakîhlerin çoğunluğuna göre, gayrimüslimler indinde mütekavvim mal olarak kabûl edilmiştir. Onlara mâlik olmayı ve onlardan faydalanmayı gayrimüslim­ler için helâl görmüşlerdir.

b) Mütekavvim mal, satış, hibe, vasiyet ve diğer mâlî muamelelere konu teşkil eder. Gayrimütekavvim mallar, satış ve diğer muamelâta mev­zu olamaz. Mütekavvim olmayan bir şey satılırsa, o akit bâtıl olup hü­kümsüzdür.



[1] Dr. Şefik Şahâta, Şerhu’l-Kanuni’i-Medenî, s. 2, Dr. îsmall Ganim, el-Emvâl, s. 22.

[2] Celâluddin es-Süyûti, el-Eşbâh ve’n-Nâzir, s. 197.

[3] Hava tazyik edilip tüpler içine doldurulursa mal olur.

[4] İsmi, İbrahim ibnu Hâlid el-Yemân el-Kelbî el-Bağdâdî olup, 240 veya 246 hicrî yılında vefat etmiştir.

[5] Bakınız: İbnu Hazm, el-Muhaüâ, cilt 8, s, 147-148; et-Taberî, İhtilâfu’l-Fukahâ, s. 160-161; es-Serahsî, el-Mebsût, cilt 11, s. 102-105.