Makale

Müminin Nihai Hedefi Allah Rızası

Müminin Nihaî Hedefi
Allah Rızası

Doç. Dr. Halil Altuntaş
Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi

Dinin esasını Allah-kul ilişkileri oluşturur. Kul, kendisini ve her şeyi yaratan Allah’ı bilecek, onun iradesi doğrultusunda hareket edecek; Allah da kula her iki dünyada mutlu bir hayat bahşedecektir. Kulun bu sonucu elde etmesi için tek şart, Allah’ın rızasını/hoşnutluğunu kazanmış olmasıdır.

Allah rızasını kazanmanın en kestirme yolu, hayata bütünü ile O’nun istediği biçimi vermektir. O’nun boyası bütün yapılıp edilenlerde hâkim renk olmalıdır. Böyle bir tabloyu oluşturmanın “teknik talimname”si Kur’an ve sünnettir. Kur’an, insanı en doğru olan yola götürür ve iyi işler yapanlara büyük mükâfatı müjdeler, aykırı gidenleri ise akıbetleri hakkında uyarır. (İsra, 9) Hz. Muhammed (s.a.s.) de bu yoldaki en güzel kılavuz ve örnektir. (Mümtehine, 6) Kur’an’ın sunduğu pek çok cennet tasviri, ebedî hayatın üstünlüklerini dile getiren anlatımlar Allah rızasını kazanma yolunda sunulmuş teşviklerdir.
Ancak, yücelmiş ruhlar için bu tür teşviklerin taşıdığı değer “ikinci plânda”dır. Çünkü onlar bilirler ki asıl hedef, asıl mükâfat “cemal”i müşahede etmektir. İşte bundan sonra Yunus’u dinlemek anlamlı olacaktır: “Sûfilere sohbet gerek / Ahîlere ahret gerek / Mecnunlara Leylî gerek / Bana seni gerek seni.” (Yunus Emre, Divan, F.K. Timurtaş, s.153)

İslâm ahlâkı Allah rızasını bütün eylem ve davranışların hedef ve amacı, Allah’a hesap verileceği gerçeğini de ahlâkî yaptırımın kaynağı olmasını ister. Kur’an öğretilerinin tamamı bu amaca hizmet eden bir yapıya sahiptir. Hz. Aişe anlatıyor: “Bir gece Resülullah’ı secde hâlinde gördüm, şöyle dua ediyordu:

“Allahım! Gazabından rızana, cezalandırmandan affına, senden yine sana sığınırım. Seni gereği gibi övemem. Sen kendini övdüğün gibisin!” (Müslim, Salât, 223)

Kur’an’ın getirdiği, “Allah iman edenlerin dostudur.” (Bakara, 257; Al-i İmran, 68) yargısı Yaratıcı-kul ilişkilerinin çok özel bir niteliğine vurgu yapıyor: “Dostluk.” Bu, özellikle Allah cihetinden kula doğru bir yönelişi ifade eden bir dostluktur. Dostluk, tarafların karşılıklı hoşnutluk halinde olmalarını gerektiriyor. Mümin cihetinden bu ilâhî iltifata verilecek karşılık, kulluk bilincini her yönü ile ortaya çıkaracak bir tutum ve tavır olmalıdır. Kul, Allah’ın hükümlerinin doğru olduğunu gönülden kabul edip bunlara boyun eğecek, ilâhî tedbir ve tasarrufların yerinde ve mutlaka bir hikmete dayalı olduğunu bilecektir. Kendinin zayıf bir varlık olduğu, ilâhî yardıma her bakımdan muhtaç bulunduğu bilinci de bu süreci tamamlayan önemli bir unsurdur. Sonuçta kalbin mutlak kudret sahibi Allah’a teslimiyet hali gerçekleşir. Kalbin ulaşacağı bu yüksek manevî yapı, hayatın sayısız zorluklarını “kolay” kılar, “salih ameller”in önündeki maddî ve manevî engeller böylece aşılır. Bu gerçekleşince ilâhî rıza tecelli edecektir. Bu bakımdan Allah’ın rızasına kavuşmanın ön şartı; kulun, Allah’ın tasarruflarına razı ve teslim olmasıdır diyebiliriz. Böyle bir “ortam”da geçekleşecek “salih ameller” (Allah’ın iradesi yönündeki tüm davranışlar) Allah’ın rızasını getirecektir.

Kur’an salih amel kavramını çok geniş bir kapsamla sunarsa da, hayata “Allah’ın boyasını vuracak” belli başlı ameller çeşitli vesilelerle ön plâna çıkarılır. Salih ameller, başta şekli din tarafından belirlenmiş namaz, oruç, hac ve zekât gibi muayyen ibadetler ile sabretmek, …gaibi ahlâkî davranışlar bunların başında gelir. ”Onlar, Rablerinin rızasına ermek için sabreden, namazı dosdoğru kılan, kendilerine verdiğimiz rızıklardan gizli olarak ve açıktan Allah için harcayan ve kötülüğü iyilikle ortadan kaldıranlardır. İşte bunlar için dünya yurdunun iyi sonucu vardır” ayetinde bunun örneklerini görüyoruz. (Ra’d, 22) Ancak Allah rızası kavramı ile bir arada en çok zikredilen salih amel “infak”tır. Başta zekât olmak üzere, bütün “sadaka” türlerini içine alan infak kavramı, müminin dünyaya ve dünyalığa bakış açısını tanımlayan bir kıstas niteliğindedir. “Hayır olarak ne harcarsanız, kendiniz içindir. Zaten siz ancak Allah’ın rızasını kazanmak için harcarsınız. Hayır olarak her ne harcarsanız -hiç hakkınız yenmeden- karşılığı size tastamam ödenir.” (Bakara, 272) Hz. Peygamber konuyu daha elle tutulur hale getiriyor: “Eşinin ağzına koyduğun lokmaya varıncaya kadar, Allah’ın rızasını kazanmak amacı ile yaptığın her harcama sebebi ile mükâfatlandırılacaksın.” (Buhârî, Menakıbu’l-Ensar, 49) Akrabaya, yoksula ve yolcuya hakkını vermek, Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak isteyenlerin gözetmeleri gereken görevlerdir. (Rum, 38) “Allah’ın rızası babanın rızasındadır.” (Tirmizi, Birr, 3) hadisi daha da özele inerek, babanın rızası kazanılmadan Allah’ın rızasının kazanılamayacağına işaret ediyor. Cennetin annelerin ayakları altında olduğunu ifade eden hadis de (Nesâî, Cihad, 6) aynı gerçeği anne-çocuk ilişkileri açısından ortaya koymaktadır.

Salih amellerin Allah rızasını kazanmaya vesile olmasının kaçınılmaz şartı ihlâstır. İhlâs, yapılan işi “halis”/katkısız kılmak demektir. İster özel anlam ile ibadetler olsun, ister gündelik hayatımız gereği yaptığımız yararlı işler olsun, bizi amellere yönelten temel etken Allah’ın rızasını kazanma niyet ve arzusu olmalıdır. Şeklen ne kadar mükemmel olursa olsun, arka plânında başka amaçlar bulunan işler Allah katında hiçbir fayda sağlamayacaktır. Zira “Ameller ancak niyetlere göre değerlendirilir.” (Buhari, İman, 1) Dinin hayata aktarılması sürecinde niyetin Allah rızasına yönelik olması halini Kur’an, “dinin Allah’a has kılınması” olarak niteliyor: “Şüphesiz, sana bu Kitabı hak ile indirdik; öyleyse sen de dini yalnızca O’na halis kılarak Allah’a ibadet et. (Zümer, 2) Yaptıklarınla Allah’ın rızasını ararken Kur’an rehberin olsun. Çünkü “Allah onunla rızası peşinde olanları selâmet yollarına iletir.” (Maide, 16)

İslâm’ın altın nesli olan sahabiler Kur’an’ın bütün öğretilerini gönülden benimsemişler, bu öğretileri Allah rızasını hak etme uğurunda olanca içtenlikleri ile uygulamaya çalışmışlardı. Ancak İslâm karşıtları savaşla, baskı ve işkence ile olduğu kadar, psikolojik savaş yolu ile de onları durdurmaya çalışıyorlardı. Rivayete göre, Hz. Ebubekir, Bilâl-i Habeşî’yi efendisinden satın alıp hürriyetine kavuşturunca müşrikler, “Ebubekir Bilâl’den gördüğü bir iyilik karşılığında onu azat etti” diyerek bu büyük sahabinin yaptıklarında samimi olmadığını söylemek istemişlerdi. Bunun üzerine şu ayetler inmiştir:

“O, hiç kimseye karşılık bekleyerek iyilik yapmaz. (Yaptığı iyiliği) ancak yüce Rabbinin rızasını istediği için (yapar). Elbette kendisi de hoşnut olacaktır.” (Leyl, 19-20)

Aynı temel yaklaşımın, tüm müminlerin ortak tutumu olması gerektiğini ifade etmek üzere yine onlar üzerinden buyruluyor ki: “(Onlar yedirdikleri kimselere şöyle derler:) “Biz size sırf Allah rızası için yediriyoruz. Sizden bir karşılık ve bir teşekkür beklemiyoruz.” (İnsan, 9)

Bir savaşta Hz. Ali (r.a.) savaşta bir müşriği altına almış onu öldürmek üzere idi. Tam bu sırada müşrik Hz. Ali’nin yüzüne tükürdü. Müşrik bunu Hz. Ali öfkelensin ve kendisini daha çabuk öldürsün diye yapmıştı. Ancak müşriğin beklediği olmadı. Hz. Ali onu öldürmekten vaz geçti.

Şaşkınlık içinde bunun sebebini soran müşriğin aldığı cevap şu:

“Ben burada Allah rızası için çarpışıyorum. Sen yüzüme tükürdüğün zaman içimde sana karşı bir nefret hissi belirdi, seni öldürmüş olsa idim Allah için değil de nefsime yapılan hakaretten dolayı öldürmüş olacaktım. Bundan dolayı seni öldürmekten vazgeçtim.”

Müşrik Müslüman olmuştu... (Mevlânâ Celâleddin, Mesnevi, Beyit, 3734)

Olayın tarihi gerçekliği sabit olmasa da, verdiği mesaj İslâm ahlâkının öğrettiği hassas ölçülere işaret etmesi bakımından önemlidir. Abdülbaki Gölpınarlı Şiî kaynaklarına dayanarak olayın vaki olduğunu, anacak Hz. Ali’nin müşriği öldürdüğünü, Mevlânâ’nın ise hikâyenin sonunu farklı şekilde bitirdiği yazar. (Mesnevi ve Şerhi, Maarif Vekâleti yay. I-VI, ist. 1985, I, 631-642)

Unutmayalım ki insan zaaflarla yüklüdür. Bu zaafları telâfi edebilmesi, hemcinslerinin desteğini almasına bağlıdır. Bu hedef yolunda başkalarının takdirini toplayacak tavırlar sergilemeye, onları memnun etmeye çalışır. Bunu yaparken Allah’ın rızasını kazanmaya değil, geçici yararlar uğruna insanları razı etmeye çalışır. Hâlbuki kendisinden beklenen tersini yapmaktır. Muaviye b. Ebi Süyfan Hz. Aişe’ye mektup yazarak “Bana bir nasihat mektubu yaz, uzun olmasın” demişti. Hz. Aişe’nin verdiği cevap şu oldu: “Allah’ın selâmı üzerine olsun. İmdi: Ben, Resülullah (s.a.s.)’ın şöyle dediğini işittim: “Kim insanları kızdırmak pahasına Allah’ın rızana ulaşmak isterse Allah onu insanların vereceklerine muhtaç etmez. Kim de Allah’ı öfkelendirecek bir şey yaparak insanların hoşnutluğunu kazanmaya çalışırsa, Allah onu insanlara terk eder. Allah’ın selâmı üzerine olsun.” (Tirmizi, Zühd, 65)

Gerçek mümin Allah’ın rızasını en ön plânda tutarak bu niteliğini ortaya koymalıdır. Aksi yöndeki tutumlar, söz ve davranışlar arası tutarsızlığın göstergesidir. Münafıklar mümin oldukları konusunda müminleri ikna edip onların hoşnutluğunu güvenini kazanmak için her yola başvuruyorlardı. Gözden kaçırılan nokta ise, Allah’ın her şeyden haberdar olması idi. İşte bu noktada Kur’an devreye girerek gerçeği ve olması gerekeni ortaya koyuyordu:

“Sizi razı etmek için, Allah’a yemin ederler. Eğer gerçekten mümin iseler (bilsinler ki), Allah ve Resulü’nü razı etmeleri daha önceliklidir.” (Tevbe, 62)

Bir hadiste Müslümanlara; yükselecekleri, yücelecekleri, yardım görecekleri ve yeryüzünde sağlam tutunacakları müjdesi verildiği bildirilmektedir. (Beyhaki, Ahmed b. Hüseyin, Şu’abu’l-İman, I-VII, Dâru’l-Kütübi’l- İlmiye, Birinci Baskı, Beyrut, 1410/1990, VII, 2) Ancak bu müjde “Din samimiyettir.” (Buharî, İman, 42) ilkesine uyulması şartı ile kayıtlıdır. Bunu söz konusu hadisin sonun yer alan şu ifadeden anlıyoruz: “Onlardan kim ahiret işini dünya menfaati için yaparsa onun ahirette hiçbir nasibi yoktur.” (Beyhaki, Şu’abu’l-İman, VII, 2)

İslâm büyükleri gerek yaşayışları ile gerekse nasihat ve söylemleri ile ebedi mutluluğun anahtarı olan Allah rızasını kazandıracak bir hayat tarzını tavsiye etmişlerdir.

Hâtem el-Esam (v. 237/851) diyor ki: “Dört konuda müstakim olan kişi Allah’ın rızasına gark olur: Allah’a güvenmek, tevekkül, ihlâs ve marifet. Bunların hepsi Allah’ı bilip tanımak (marifet) ile tamam olur. (Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliya, (I-X, Dâru’l-Kütübil İlmiye, Birinci Baskı, Beyrut,1418/1997, VIII, 78)

Hamdûn Kassâr’a (271/884) sorulur:
“Selef’in sözü neden bizim sözümüzden daha faydalı oluyor?”

“Çünkü onlar İslâm’ın şerefi/izzeti, nefislerin kurtuluşu ve Rahman’ın rızası için konuşmuşlardı. Biz ise nefsimizin izzeti, dünyalık elde etmek ve halktan kabul görmek için konuşuyoruz.” (Beyhaki, Şuabü’l-İman, V, 348)

Allah rızasını kazanmak, temelinde samimiyet ve dürüstlüğün yer aldığı salih ameller örgüsüdür. “Dosta giden kişinin doğruluktur çaresi” (Yunus Emre) sözü bize bu gerçeği anlatıyor.

Müminin nihaî amacı Fecr suresinin 29. ayetindeki şu hitaba hak kazanabilmektir:
“Sen O’ndan razı, O da senden razı olarak Rabbine dön!”