Makale

Büyük Şâir MEHMED ÂKİF

Vefatının 30. yıldönümü dolayısiyle:

Büyük Şâir

MEHMED ÂKİF

Nihat Sami BANARLI

İSTİKLAL MARŞIMIZIN MANASI

Menmed Âkif gibi, demir, iradeli, sağlam kar ali terli, geniş kültürlü, büyük bir îman adamı yetiştirmiş olmamızı çekemiyenler çoktur, Akif, eğer Bülbül şiirini, Çanakkale Şehitleri ni, hele İstiklâl Mani’m söylememiş olsaydı, bugünkü mua­rızlan, ona hücumu belki de lüzumsuz görürlerdi.

Fakat büyük bir milletin millî ve dinî İmanını edebiyyen ayakta tutacak kudretteki böyle şiirlerdir ki, Akif’in üzerine sürekli şimşek çeken dil, sanat ve İman âbideleri olmuştur.

Milli ve dinî terbiyesini fen kültürüyle bütünlemiş; iki Doğu, bir de Batı dilini anadili ölçüsünde öğrenmiş ve bu sağlam vasıtalarla geniş bir kültür ve te­fekkür seviyesine varmış bu yıkılmaz şâire atılan kayaların asıl hedefi budur.

Gerçi Akif’e doğru birbirini iterek koşan kin ve garez dalgalan onun, sanat ve îman dünyamıza dikilmiş mânevi heykelinin dizlerine bile çıkmış değildir. Çünkü iri kayalar, kendilerine saldıran dalgalan, bulanık ve köpürmüş de olsalar, söndürür ve yine temiz kalırlar.

Milletleri millet yapan büyük adamları, o milletin genç nesillerinin gözünden düşürmek, maddi ve mânevi ihtilâllerin eski ve eskimiş taktiğidir. Bu taktik hemen her memlekette ergeç mağlûp olduğu halde yine de düştüğü yerde yangın çıkarmasını bilir.

İstiklâl Marşı’nın her fırsatta, her milli heyecan ânında çoşkunlukla söylenir ölümsüzlüğü, Akif düşmanlarını mağlûp eden hâdisedir. Onun, üzerine en çok şimşek çeken şiiri, bu marş manzumesidir. Millî vicdana yerleşmiş bu tarihî man­zumeyi ne yapıp yapıp değiştirmek isteyişlerin de asıl sebebi budur: İstiklâl Marşı’nın, milletine ve milli vicdana çok yakışması...

Çünkü İstiklâl Marşı güzeldir. Bu güzellik önce, onun sağlam ve yüksek mânasındadır; bu mânanın, ber bakımdan çok incelmiş, çok yüksekmiş, güzel sesli, erkek sesli bir türkçe ile haykırılmış olmasındadır.

İşte, hatırlayanlar olacaktır ki, 1950 senesinde İstiklâl Marşı’na bir hücum kampanyası açılmıştı. Bu marşın bilhassa ilk iki mısraı, mânasızlık ve mantıksız­lıkla suçlanıyordu:

Bir millî marşın başında, Türk milletine nasıl olur da “Korkma!” denebilirdi? Bu millet, esasen korku bilmez milletti. Hele, şafaklarda yüzmek, şafak vakti gi­bi, gittikçe ağarması, aydınlanması mukadder bir doğuş zamanını, sönme korkusu ile birleştirmek ne büyük mantıksızlıktı?

Hücumlar, gün geçtikçe tam bir saygısızlık ölçüsü alıyordu. Bu marşı çok se­ven onu anlayan, yıllar yılı onunla heyecanlanmış, hattâ onunla istiklâl kazan­mış bir milletin çocuklarına bu marş jurnal ediliyordu.

28 Ocak 1950’de Hürriyet gazetesinde bir yazı çıktı. Adı: İstiklâl Marşı’nın Mânası idi. Bu yazı, bayır diyordu, yanılıyorsunuz. Bu marş sizin sandığınız mânada veya mânasızlıkta değildir. Aksine, türkçenin bütün inceliklerini bilen bir şair tarafından, tam bir lisan sağlamlığı içinde söylenmiştir.

Aynı yazıda bu “karşı iddia” isbat ediliyor, bunun için de kelimelerin bilin­mesi zaruri mânaları veriliyordu.

Bu yazı, büyük kampanyayı uzun müddet susturdu. Fakat aradan 16 sene geçti. Zaman, gene yıkıcı emellerin kafasınca işledi. Bu zaman içinde ne şiddetle yıkılan âbide Türkçe oldu. Yıkıcı ve uydurma dil akımı, Türkçenin yalnız kelime­sini yalnız cümlesini değil, bütün mantığını tartakladı. Bu arada İstiklâl Marşı da bir başka dille söylenmiş gibi, günün yıkık Türkçesinden uzakta kaldı. Bugün bu âbide marşın en mühim mısralarının mânâsını tekrar yazmak, hem de daha izahlı yazmak mühim vazife oldu.

Bu yazı, şimdi o vazifeyi yerine getiriyor:

Her dilin, birtakım söz ve söyleyiş incelikleri vardır; dilin dehâsından ve asırlarca işlenmesinden doğan ifade sırlan vardır. Dillerde anahtar kelimeler var­dır ki mânası nice iz ana kapalı cümlelerin ve mısraların hâzinesini açar. Bu­nun için o dildeki umumi uslûbu, dilin yapısını, etimle ve mısra mimarisini; kelimelerin tarihini, kısaca o dili iyi bilmek gerekir. Böyle bir bilgi, bilhassa dili öğ­renme yaşında ve durumunda olanlara hususi bir okuma metodu ile öğretilir. Me­todun ilk şartı kelimeleri bilmek ve onlara büyük kıymet vererek yetişmektir. Dil­ler, asırlarca, en çok ses bakımından güzelleşip tekâmül ettikleri için de okumanın diğer büyük bir şartı, kelimelerden yükselen sesi duymaktır. Böyle bir görüş ve an­layışla okunduğu takdirde, İstiklâl Marşı’nın, kapalı, hattâ mânâsız sanılan nice mısraları, güneş ışığında parıldar. Bir mektepte okumadıkları halde, Türk saz şiirinden, mâni, koşma, destan ve türkülerden yükselen sesi duymaya alışık ol­dukları için, okumamış Türk halkının böyle sözlerdeki mânayı sezmeleri çok de­fa okumuşlardan daha sağlam bir irfan temeline dayanır.

İstiklâl Marşı, 1921 yılında yazılmıştır. Bu tarihte Anadolu’nun nice şehri düşman işgalindeydi. Muazzam bir imparatorluğu dört yılda kaybeden Türk mil­letinin istiklâli tehlikedeydi. Yunanlılar, Batı Anadolu’da ancak Yunan ordusuna yakışır, vahşî bir üslûpla ilerliyorlardı. Türk orduları henüz derlenip toparlanmış değildi.

Bu hengâme içinde geleceğe ümitle bakmak çok zordu. Buna rağmen Mehmed Akif, Türk milletinin geleceğinden ve Türk imanının zaferinden ümidini kesmeyen, sağ bir duygu içindeydi. İstiklâl Marşı’nda söylediği:

Garb’in afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar,

Benim îman dolu göğsüm gibi serhaddim var!

inancıyla doluydu. Türk askerindeki bu millî ve dini imanı, o, daha Çanakkale Şehitleri için söylediği Abide Şiir’in duygularivle dolup taştığı zamanlarda gör­müştü.

İstiklâl Harbi başlayınca, belki de en müslümanımız olduğu halde Akif, Ha­lifenin emrini, şeyhülislâmın fetvâsını dinlemiyerek Anadolu’ya koştu, İstanbul’­dan Ankara’ya kadar hemen hemen yürüyerek gitti. Giderken de inandığı mil­letini daha yakından gördü ve her yerde onu coşturacak sözler söyledi, vaazlar verdi.

Aynı günlerde vatan topraklarını adım adım dolaşmaktan doğan tir cesarette bu topraklara:

Ey benim her taşı bir mâbed-i îman yurdum,

Seni ergeç bana bir gün verecek mâbûdum!

diye seslenen O’ydu.

Sonra, Bursa şehri düşünce, Bülbül şiirini yazdı. O kadar ruhanî bir fetih ve kuruluş şehrinin; bir camiler ve türbeler diyarının düşman eline geçmesi yü­rekler acısıydı. Üstelik, bir Yunan subayı, Bursa’da Sultan Osman’ın türbesi kubbesine çıkarak Osmanlı Devleti’nin kurucusuna hakaret savurmuştu.

Böyle bir ıstıraptan doğan Bülbül şiirinde yalnız ıstırabın ve şiirin yüceliği değil, aynı zamanda Türkçenin sırlan vardır. Bu şiirde Türk dilinin, canlı varlık­mış gibi, ıstıraptan inleyen sesi duyuluyordu. Şiirin;

Eşin var, âşiyânın var, bahârın var ki beklerdin,

Kıyametler koparmak neydi, ey bülbül, nedir derdin?

O zümrüd tahta kondun, bir semâvî saltanat kurdun,

Cihânın yurdu hep çiğnense, çiğnenmez senin yurdun/

Bugün bir yemyeşil vâdî, yarın bir kıpkızıl gülşen,

Gezersin, hânümânın şen, için sen, kâinatın şen.

Neden öyleyse mâtemlerle eyyâmın perişandır,

Niçin bir katracık göğsünde bir umman hurûşandır?

gibi mısralarından yükselen sesleri fark edenler hemen duyarlar ki, bu şiirde ke­limeler ağlıyor.,. Bu ağlayış, Bülbül şiirini meydana getiren kelimelerin nice he­celerinde ısrarla tekrarlanan ın, ın, un, in, in, ın seslerinin ahengindedir.

Türkçenin sırlarından biri olan böyle aliterasyonların yine böyle şiirlere bilerek değil de kendiliğinden gelip sıralanması, ancak dilin dehasını kavramış büyük şairlerin eserlerinde görülen mazhariyettir.

İşte, Türkçeyi, bir şehrimizin kaybı için böylesine inleten büyük şair, bir gün, bu milletin ve bu vatanın istiklâli için şiir söylerse, bu şiir elbette o ulvî heye­cana yakışacaktı.

Nitekim öyle oldu:

O günlerin ıstırabı sonsuzdu. Millet kan ağlıyordu. Bakışlar, nerde bir al görseler, şiddetle ürperiyor, her alı bayrak sanıp onun, geleceğinden endişe edi­yordu. Acaba bütün Balkanlar’da, Kafkaslar’da ve dünkü yurdun daha nice ülke­lerinde ve adalarında olduğu gibi, bu bayrak, anavatan’da da bir gün sönecek miydi?

Bir milletin bütün gönülleri bu en büyük azap içinde iken, yurtta yine ak­şamlar oluyordu. Yine ufuklarda bayrak renkleri yanıyor ve sonra sönüyordu. Bir gurub ufkuna bakan gözler; önce hiç sönmeyecek sanılan bu al renk tufanları kısa zamanda yok olup da yerini karanlıklar sarınca, ister istemez, aynı sızıyı du­yuyordu:

— Acaba al bayrağın sonu da böylece sönmek midir?

İşte Mehmed Akif’in İstiklâl Marşı’nda yükselen erkek sesi, vatan semala­rında böyle zamanda gürledi:

Korkma! Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak!

Neden?

Çünkü korkmak, her zaman ödü patlamak mânasında değildir. Korkmak, ço­ğu zaman, asîl bir his, bir endişedir: “Çocuğun, çok ateşi var, doktor, korkuyo­rum!” diyen bir annenin asil korkusu gibi...

Bir tren istasyonunda, bir uçak alanında tren veya uçak gelmeyip de yollan kar, ufukları karanlıklar sarınca: — “Geciktiler, yolda kalmalarından, bir kaza­ya uğramalarından korkuyorum!” diyenler, hiçbir zaman bu sözü can korkusuyla söylemiş değillerdir.

Demek ki korku, her zaman ödleklik değil, çok zaman fazilet, bir asil his, bir endişedir.

İstiklâl Marşı şairi ise, büyük milletine seslenerek, şunu söylüyor:

— “Senin için bu endişe de yoktur. Batı ufuklarını kaplayan bu al renk sönebilir. Hattâ sönecektir. Çünkü onun ardında, bu rengin sönmemesi için, ka­nının son damlasını vermekten çekinmeyen, büyült bir millet yoktur. Rengi, şafak renginde alevlenen al sancak ise sönmezi Çünkü onun sönmesi için bu yurdun üzerinde tek bir tüter ocak kalmaması; tek bir aile, tek bir Türk kalıncaya kadar, Türk milletinin millet halinde ölmesi lâzım gelir.

Bu da mümkün değildir.

Ancak, İstiklâl Marşı’nın daha ilk mısralarında böyle bir mâna olduğunu anlamak için bu mısralardaki kelimelerin, mânasını iyi bilmek lâzımdır. Çünkü Marş’ın ilk mısraındaki şafak kelimesi, orada, bugünkü yaygın mânasında değil­dir. Orada şafak, kendi hakikî mânasında kullanılmıştır. Buna göre şafak, “Gün doğmadan önce Doğu ufkunda beliren kızıl aydınlık” değil; bunun tam aksine, “Güneş battıktan sonra Batı ufkunda kalan al aydınlık” demektir. Kısaca, şafak, bu mısrada sabah değil, akşamdır; güneşin doğuşunu değil, batışını anlatır.

Bunun, içindir ki, güneş doğarken endişeye kapılmayan gönüller, o ıstırap yıllarında güneş batarken bu endişeyi bütün şiddetiyle duymuşlardır. Demek ki, mesele, herşeyden önce kelimenin mânasındadır.

Bize, burada kelimenin akşam ve gurub mânasını düşündüren diğer “anah­tar kelime” sönmek sözüdür: Çünkü ancak akşam şafağı’dır ki, gittikçe söner, Sabah şafağı ise, gittikçe sönmek şöyle dursun, gittikçe aydınlanır. O halde bu­rada sönmesinden korkulan şafak, yerini karanlıklar alan, yani sonen şafaktır. Düşünmek lâzımdır ki, Mehmed Âkif gibi, dilin ruhuna, mantığına kuvvetle nü­fuz etmiş bir büyük şair, böyle ciddi ve mütekâsif bir söyleyişte boş ve manasız bir kelime kullanamaz. Hattâ yüzmek sözünü bile. Çünkü yüzmek fiilinin Türkçedeki mânalarından biri, su üstünde durmak’sa, diğer bir mânası da bir bolluk ifadesidir. Filân kimse servet içinde yüzüyor, diyenlerin söylemek istedikleri, ser­vetin bolluğudur.

İstiklâl Marşı’nda Akif, bu kelime ile, akşam ufkunda duran al rengin bol­luğunu belirtmiş, şiirinde zengin bir gurab tablosu çizmiştir.

Şafak kelimesinin, Türkçede gurub mânasında yani ufuktaki akşam kızıllığı için hiç kullanılmadığı iddiası yanlıştır. Evvelce bir yazımızda dalia belirtliğimiz gibi, (Şafak Sözüne Dair, Hürriyet, 6 Şubat 1960) bu kelime öteden beri Türkçeden akşam kızıllığı mânasında kullanılmıştır. Şair Bâki’nin bir Ramazan ayının ilk görünüşü için söylediği kasidenin:

Dehr bir şâh-ı sepend urdu felek micmerine

Meh-i nev sanma şafakdâ görünen zar ü nizâr

beytinde yahut Şeyh Galib’in:

Çeşm-i sevdâ zedeye eşkim edüb hûn-ı şafak

Rengine şâm-ı gamın ben de boyandım bu gece

söyleyişinde şafak, akşam kızıllığıdır.

İstiklâl Marşı’nın her kıtası üzerinde durmak, sözü fazla uzatmak olur. Fakat bir şiirin zevkine varmak için sesinin bilinmesi ne kadar lüzumludur. Meselâ İs­tiklâl Marşı’nın şu dördüncü mısraı:

O benimdir, o benim miííeíimindir ancak!

nasıl okunacak? Bilhassa “benim milletimindir” sözü nasıl söylenecek? O “be­nim milletimindir” mi? Yoksa, o benim “milletimindir”’ mi? Bir çokları bunu ikinci sesle söylüyor ki, doğrusu birinci söyleyiştir. Neden? Bunu o tarzda birkaç defa söyleyince sebebi de, mânası da çok iyi anlaşılır.

Burada ehemmiyetle belirtmek ve tekrarlamak yerinde otur ki, Türk İstiklâl Marşı, gerek söz, gerek şiir kalitesi bakımından yeryüzündeki millî marşların hiç­birisiyle ölçülemiyecek kadar üstün ve zengin nıânalı bir şiirdir. Bu marşı, Türk milleti gibi, hükümran olmak için yaratılmış bir milletin bir gün İstiklâl Harbi yapmasındaki büyük tezadı çok iyi kavramış bir şair söylemiştir.

Bu marşın:

Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki fedâ?

Şühedâ fışkıracak, toprağı sıksan, şühedâ!

gibi mısraları, şiir ve mısra haline konulmuş, dokuz asırlık, bütün bir Türk ta­rihi ve bütün bir Türkiye toprağıdır. Bu kadar büyük bir tarihî ve bu kadar mu­kaddes bir vatanı bu derece kuvvetli iki mısra içine sığdıran bir şair, milleti ta­rafından ne ölçüde sevilse ve övülse lâyıktır.

Aynı marşın:

Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım!

Hangi çılgın bana zencir vuracakmış? Şaşarım!

Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım,

Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım?

mısraları, bir tedâî güzelliğiyle de olsa, Ergenekon Türkleri’ni hatırlatır; tarihte dağ yırtmış bir millet olmanın hâtırasını ve gururunu tazeler. Yine aynı şiirin:

Ulusun, korkma, nasıl böyle bir îmanı boğar,

Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar?

mısraları da çok zaman hem yanlış anlaşılıyor, hem de yanlış okunuyor. Bir kere, buradaki “ulusun” kelimesi, “yücesin, büyüksün” mânasında değildir. Bu söz: “Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar (bırak) ulusun (dursun)! Merak etme, o tek dişi kalmış canavar böyle bir imanı boğamaz” mânasındadır.

Akif’in burada, medeniyet’e hücum etmesini ileri sürerek, onu bir medeniyet düşmanı göstermeğe kalkanlara gelince, bunlar eğer çok cahil değillerse ne yap­tıklarını bile bile kötü iş yapanlardır.

Bunlar, o yıllarda İngiliz, Fransız, İtalyan, hele Yunan İşgali altındaki Türk illerinin yaşadığı ıstırabı bir an bile duymamış olanlardır. Hele, Yunanlıların: “Biz Anadolu’ya medeniyet götürüyoruz” diye dünya ölçüsünde kopardıkları yay­garayı ne dışarıdan, ne de içlerinde duymamışlardır.[1]

Çanakkale’de dize getiremedikleri Türk kudretini, müttefiklerimizin mağlûp olmalariyle, yendiklerini sanan İşgal Kuvvetlerinin medeniyetleri kadar, Anado­lu’da yapmadık zulüm bırakmayan “Yunan Medeniyeti” (!) için de Mehmed Âkif, hakikatte çok nazik bir lisan kullanmıştır.

İstiklâl Marşı’nın ilk mısraında şafak, akşam kızıllığı mânasında ise de bu kelime, aynı marşın son kıt’asında, bu sefer, sabah pembeliği ve gittikçe ağaran şafak mânasındadır.

Böylelikle şair, İstiklâl Harbi’nin başlangıcında al rengin gurubu ihtimaliyle mustarip gönüllere cesaret verir: ikinci kullanışta ise, onun bir sabah şafağı gibi parlayışındaki neşeyi bir müjde gibi söyler. Şu demek ki, bu şiir, büyük bir îma­nın kıt’a kıt’a kuvvetlenmesi ve en kuvvetli kıt’ayla sona ermesi şeklinde, yüksek bir kompozisyondur:

Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilal!

Olsun artık dökülen kanlarımın, hepsi helâl.

Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlal,

Hakkıdır hür yaşamış bayrağımın hürriyet,

Hakkıdır Hakk’a tapan, milletimin istiklâl!

sözleri, onun, istiklâl bir ümitken bile buna ne çok ve ne haklı olarak inandığını gösterir. Şairin burada kullandığı ırkıma sözü de ayrıca mânalıdır. Çünkü baş­langıçta İslâmî bir ümmet şairi vazifesini yüklenen Mehmed Âkif, giderek, İslâ­mî Türk milliyetçiliği diyebileceğimiz bir İmânın yegâne büyük şairi olmuştu.

(Hayat Tarih Mecmuası, Sayı: 12, Ocak 1967)

İSTİKLAL MARŞI

Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;

Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.

O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;

O benimdir, o benim milletimindir ancak.

Çatma, kurban olayım çehreni ey nazlı hilâl!

Kahraman ırkıma bir gül… ne bu şiddet bu celâl?

Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helâl,

Hakkıdır, Hakk’a tapan, milletimin istiklâl.

Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.

Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!

Kükremiş sel gibiyim; bendimi çiğner, aşarım;

Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.

Garb’ın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar;

Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.

Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir îmânı boğar,

"Medeniyet!" dediğin tek dişi kalmış canavar?

Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma sakın;

Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın.

Doğacaktır sana va’dettiği günler Hakk’ın…

Kim bilir, belki yarın… belki yarından da yakın.

Bastığın yerleri "toprak!" diyerek geçme, tanı!

Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.

Sen şehîd oğlusun, incitme, yazıktır atanı;

Verme, dünyâları alsan da, bu cennet vatanı.

Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki fedâ?

Şühedâ fışkıracak, toprağı sıksan şühedâ!

Cânı, cânânı, bütün varımı alsın da Hudâ,

Etmesin tek vatanımdan beni dünyâda cüdâ.

Ruhumun senden, İlâhî, şudur ancak emeli:

Değmesin ma’bedimin göğsüne nâ-mahrem eli!

Bu ezanlar-ki şehâdetleri dînin temeli

Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli

O zaman vecd ile bin secde eder –varsa- taşım;

Her cerîhamdan, İlâhî, boşanıp kanlı yaşım,

Fışkırır rûh-i mücerred gibi yerden na’şım;

O zaman yükselerek Arş’a değer, belki başım.

Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl;

Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl.

Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl:

Hakkıdır, hür yaşamış bayrağımın hürriyet;

Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklâl!

Mehmet ÂKİF



[1] Bunu duymak ve öğrenmek için şimdi, şu esere bakılmalıdır: Yahya Kemal, Eğil Dağlar, Yahya Kemal Enstitüsü neşriyatı, İst, 1966.