Makale

AHMED ŞÂH VELİYYU’LLAH DEHLEVİ

AHMED ŞÂH VELİYYU’LLAH DEHLEVİ

H. 1110 — 1176 (M. 1699 — 1763)

(Hayâtı — Hizmetleri — Eserleri)

Osman KESKİOĞLU

Adı: Ahmet, lâkabı: Şah Veliyyu’llâh, künyesi: Ebû Abdi’l-Azîz’dir. 1699 veya 1703 yılında doğdu. Babası Sofiyye ulemâsından Şâh Abdü’r-Rahîm’dir Âlemgîr’in yaptırdığı Fetâvâ-yı Alemgîriyye’yi hazır­layan ulemâ arasında o da vardır. Şâh Veliyyu’llâh bahasından ders al­dı. Babası kendi adına nisbetle Medrese-i Râhîmiyye adını taşıyan bir medrese açmıştı. Şâh Veliyyu’llâh burada yetişti ve yirmi yaşma ge­lince babasının medresesinde talebe okutmağa ibaşladı. Bu medresede oniki yıl ders verdi. Sonra hem haccetmek, hem de İslâm ulemâsiyle gö­rüşüp bilgisini artırmak için Hicaz’a gitti. 1143 - 1145 H. yılları arasında Hicaz’da kaldı, Mekke ve Medine ulemâsıye görüştü. Sonra yine mem­leketine dönüp dîni öğretmeğe, halkı aydınlatmağa devam etti.

Şâh Veliyyu’llâh, son asırlarda yetişen ve üzerine dikkati çeken bir din âlimidir. Hindistan Müslümanlarının dînî ve siyâsî hayâtında mühim rol oynamıştır. O, bir din bilgini olduğu kadar büyük bir müte­fekkir de sayılır. O zamanda Hindistan’daki Müslümanlar koyu bir taklîdin esîri idiler. Zihinleri hurafeler, bid’atler, hatta vehimler bü­rümüştü. Şâh Veliyyu’llâh bu koyu taklid sislerini yırtıp hurâfeler çu­kurundan silkinmek için gayret gösterdi. İslâm düşüncesine bir can­lılık ve tâzelik vererek yeni bir hareket yarattı. O, İslâm’ın hareket ve yenilik dîni olduğuna inanmıştı. Milletine bütün samimiyetiyle kör taas­subu bırakıp İslâm’ı, bir hayat dîni olarak görmelerini ve hareketlerini ona göre ayarlamalarını söyledi. İslâm, beşerin hayrı için gelmiş bir ha­yat dîni idi.

O zaman Hind Müslümanlarının durumu hazîn bir manzara arzediyordu. Hinddeki son Moğol İmparatoru Âlemgîr’in zamanı kargaşa­lıklarla geçmişti. Bir taraftan Hindliler Müslümanlara saldırırken, di­ğer taraftan Müslümanlar da birbirine düşmüş, tâife, tarikat kavgaları içinde çalkalanıyorlardı. Âlemgîr’in Ölümünden sonra mahallî hâkimler kendi istiklâllerini i’lân ettiler. Birbirlerine saldırmağa başladılar. Bu­nun neticesi memleket kargaşalık içinde çalkandı durdu. 1739’da Nâdir Şâh Delhi’ye hücum ederek Moğol imparatorluğuma son verdi. Şâh Ve­liyyu’llâh bu olayların içinde yaşadı. Bu siyasî huzursuzlukların yanı sı­ra onu üzen diğer bir hal daha vardı. Hind’de Müslümanlık aşırı tasavvufî bir çehreye bürünmüştü. Müslüman olan Hindliler eski gelenekle­rinden, göreneklerinden bir takımını tasavvufî bir perde altında muha­faza ediyorlardı. Bu ise İslâm’ın gerçek çehresini değişik gösteriyordu. Bu yanlış tasavvufu düzeltmek, İslâm’ı asıl sâfiyeti üzere kabûl etmek lâzımdır. Şâh Veliyyu’llâh işte bunu yaptı. Kendisi tasavvuf muhiti için­de yetişmişti. Rûhunda tasavvufa bir meyil de vardı. Gerçek tasavvufu, yanlış tasavvufdan ayırd edecek bir durumda idi Bid’at düşmanı olan İbn-i Teymiye’yi okumuş ve beğenmişti. Hicaz’a, geldiğinde oradaki ule­mâ ile görüşmüştü. Bunların bir kısmı, Muhammed b. Abdü’l-Vehhab’ın bid’at aleyhdarlığı hâlinde ortaya çıkan hareketini benimseyen kişiler­di. Onların da Şâh Veliyyu’llâh üzerinde te’sîri oldu. Böylece tasavvu­fun ıslah edilmesi lüzûmuna kani oldu. O, tasavvufu kökünden redde­denlerden değildir. Tasavvufun bir iç olgunlaşması, kalb tasfiyesi, ruh yücelişi, gönül dalgalanışı olduğunu kabûl ediyordu. Gerçek zühd ve tasavvuf, rûha kuvvet, ma’neviyyâta destek olur. Nice büyük tasavvuf erbâbı yetişmişti. Hak erenler tandığımız bu zatlar velî mertebesine ermiş kişilerdir. Bunlar milletin ruh yapısını yükseltmişler, ma’neviyyât cephesini kuvvetlendirmişlerdir. Ancak tasavvuf nâmı altında sokulan bâzı hurafeler, bid’atler vardı. Bunları temizlemek, tarîkatleri şeyhle­rin istismarından kurtarmak gerekiyordu, işte Şâh Veliyyu’llâh bunu yaptı. Derûnî âlemin yüksek feyzine ermek için gerçek tesavvuf, onca en kestirme bir yoldur. İlâhî sırların keşfine kavuşan kul, ma’nevî hazzın en tatlısını tatmış olur, gerçek erenler bunlardır. Mi’raç’daki esrân kendine mahsus anlayışıyla ne güzel anlatıyor.

Şâh Veliyyu’llâh, İslâm’ı bütün gerçeğiyle kavramak için Kur’ân-ı Keıîm’i anlamanın ilk şart olduğuna kani’dir, Hindistan’da Farsça, ede­biyat dili hâlinde yaygındı. Kur’ân-ı Farsça’ya tercüme etmek İslâm’ı gerçek usulleriyle, temiz kaynağiyle anlatmak demekti. O zamana ka­dar, Kur’ân-ı Kerîm’i, derin Arapça tahsili yapan hoca efendilerin bü­yükleri anlayabilirdi. Hicaz’dan döndükten sonra 4 yıl uğraştı, Kur’ân-ı Kerîm’i Farsça’ya tercüme etti. Fakat bu tercüme işi, o zaman hoş kar­şılanmadı. Ona ve medresesine hücûm ettiler. Fakat o yılmadı. Allâh’ın inâyetiyle yine çalışmalarına devam etti. Onun zamanında Kur’ân’m tercümesi böyle karşılanırken, aradan 50 yıl geçtikten sonra onun oğul­ları Kur’ân-ı Kerîm’i Urdu diline terceme ettiler. Bu def’a onların bu işi takdirlerle çok iyi karşılandı. Veliyyu’llâh’ın emekleri boşa gitmemişti, çalışmaları meyva vermeğe bağlamıştı, fikirler yükselmişti. Birçok yer­lerde tercüme ilk önce böyle bir tepki yaratmış, sonra tercüme işi ilerlemiştir[1].

ESERLERİ :

Hüccetu’llâhi’l-Bâliga: Şah Veliyyu’llâh’ın en önemli eseridir. Onun görümlerini aksettirir.[2] Hikmet-i teşrîa dâir onun kadar derli toplu bir eser yoktur. Kendi sahasında İbn-i Haldun Mukaddimesi gibi başta gelen ana kitaplardandır.[3]

Fethü’r-Rahmân fî Tercemeti’l-Kur’ân: Yukarıda geçtiği üzere Kur’ân-ı Kerîm’in Farsça tercemesidir.

Mukaddeme fî Tefsîri’l-Kufâni’l-Mecid;

El-Fevzü’l-Kebir fî Usûli’t-Tefsîr;

Bunlar tefsire dâirdir. Mevzu’ hadîslere ve İsrailiyyâta yer veren tefsirleri çürütür.

Kitâbü’l-Erbaîn:

En-Nâdiru mine’l-Hadîs:

El-Îrşâd ilâ Ümmehâti’l-İsnâd:

Bu eserler hadîse dâirdir. O, imam Mâlik’in Muvatta’ı üzerine dik­katle eğildi. Ona Arapça, Farsça şerh yazdı. Muvatta’ı kıdemi bakı­mından Buhari ve Müslim’den daha önemli tuttu. O, hadis de dirâyet sahibidir. Hind’de hadîs ilmini ihyâ edenlerden sayılsa yeridir.

Şâh Veliyyu’llâh fetvâ ve fıkıh işleriyle pek meşgul olmadı. Bunun­la beraber fıkha âit görüşlerini ve tutumunu bu konuda kaleme aldığı iki eserinden anlamak mümkündür.

El-Însâf fî Beyâni Esbabi’l-İhtilâf: Bu eserinde İslâm fıkıh târihi boyunca sürüp gelen ihtilâfların sebeplerini meydana koymaktadır. Ona göre fıkıh mes’eleleri dâîmâ bir tekâmül arzedegelmiştir. Örf ve âdetler zaman zaman değiştiğinden, nassa değil de tmnlara dayanan mes’eleler de değişmiştir. Nassa dayanan mes’eleler ise değişmez. Mevrid-i nassda ictihâda mesâğ yoktur. Taklide dinde yer verilmemeli. İslâm’da ictihad kapısı açıktır. Ancak basit olan halkın, bir imama tâbi olması gerekir. Âlim ve fakîh olan, dilediği mezhebden dilediği kavli alır. Onlar için başkasına ittibâ’ etmek gerekmez. Dilerse doğrudan Resûlullah’dan alır. Hadîsin hükmüne uyar. Muayyen bir mezhebi iltizâm mecbûriyeti yok­tur. Din müsamaha dînidir. Şartlan hâiz olunca ictihad câızdir. Bu görüşlerini,

Lkdü’l-Cîyd fî Ahkâmi’l-İctihâdi ve’t-Takîd: adlı eserinde etraflıca anlatmaktadır.

El-Feysal fî Vahdeti’l-Vücûdi ve Vahdeti’ş-Şühûd: Bu eserinde sofiyye ile ulemâ arasındaki ihtilâfı kaldırmak için çaba sarfeder, Muhyi’d-Dîn-i Arabi’nin Vahdet-i Vücûd nazariyyesini ele alarak Vahdet-i Vücûd ve Vahdet-i Şühûd mes’elelerine o da dalmış ise de herkes gibi bu sâhada o da şaşırıp kaldı.

Onun görüşlerini aksettiren eserlerini sıralamış bulunuyoruz. O, İslâm’ın ilk safiyeti üzere alınmasını ve anlaşılmasını ister. Müslüman­lığı kabûl eden Hindûlann kendi millî âdetlerini bırakmamalanndan şi­kâyetçidir. Kocası ölen kadıların, Hind âdetince, ömürleri boyunca evlenmeyip dul olarak yaşamalarına karşıdır. Evlenmede mehirlerin yük­sek olmasına, düğünlerdeki isrâfa, cenâze alaylarına, ölünün 40’ını yap­ma âdetlerine muhalif di. Bu gibi içtimâi hastalıkların, hurâfe ve bid’at mahsûlü şeyler olduğunu söylerdi.

Ulemâ din ile meşgul olmalı, siyâseti devlet adamlarına bırakmalı, derdi. Ona göre adâletin bir çok yönü vardır: Kazanıp harcamada adâlet, iktisad nâmını alır. Vatanda adalet, hürriyeti doğurur. İctimâî düzen­de adâleti, dürüst siyâset sağlar. İnsanın insana karşı adâlet üzere iş gör­mesi de hüsn-i muâşeret icâbıdır. Üstün ahlâklı olgun insan, bu meziyet­leri taşıyandır.



[1] Muhammed Hamîdullah, El-Kur’ân fi külli lisân adlı eserinde (1947 tab’ı) Kur’ân-ı Kerîmin 67 dile yapılan tercemelerinden örnekler vermektedir. O zaman­dan bu yana, ise 100 den fazla dile terceme tesbit etmiştir. İngilizce 51, Almanca 43, Lâtince 36, Fransızca 31, İspanyolca 15, Rusça 11, İtalyanca 10, Portekizce 8, Hollanda dilinde 7, Sırp-Hırvatga 7, Macarca 6, İsveç dilinde 6 terceme vardır. Türkçe’­de 50 kadar terceme vardır.

[2] Âsım Köksal’ın ifâdesine göre, bu eserin birinci cildi, merhum Hasan Basrî Çantay tarafından terceme olunmuş, Diyanet İşleri Başkanlığına sunulmuş, Müşa­vere Kurulu’nda çeşitli kalemlerle bâzı tashihler yapılmış, fakat eser hâlâ basılmamıştır.

[3] Hind-Pakistan ulemâsı, İslâm âlemine çok değerli eserler kazandırmış­lardır. Kenzü’l-Ummâl, Keşşâfu Istılahâti’l-Fünûn, Izhâru’l-Hak ve Hüccetu’llâhl’i-Baliga bunların başında gelir. Osmanlı Türklerinde de Ebu’s-Suûd Tefsiri, Tarîkat-ı Muhammediyye, Keşfu’z-Zunûn böyledir.