Makale

KUR’AN-I KERİM’DE İ’CAZ

KUR’AN-I KERİM’DE İ’CAZ

Yazan: Sadeddin RASLAN Çeviren: Süleyman ATEŞ

“Bu kutlu Kitab’ı sana indirdik ki, âyetlerini düşünsünler ve öz akıl sâhipleri öğüt alsınlar. ” (Kur’ân-ı Kerim: 29/38).

Kur’ân-ı Kerîm, Hâtemü’n-nebiyyîn olan Muhammed Aleyhi’s-selâm’ın ebedi bir mucizesidir. Ne şiir, ne nesirdir; Allah’tan gelen apaçık âyetler ve muci­zelerdir. 114 sûre, 6236 âyet ve 77439 kelimeden müteşekkil bir nûr kaynağıdır. Kendisi gibi bir sûre getirmeleri için Araplara ferman okumuş; “Eğer kulumuza indirdiğimizden şüphede iseniz, siz de onun gibi bîr sûre getirin, (bu hususta) Al­lah’tan başka bütün şahitlerinizi (putlarınızı) da çağınn eğer doğru söylüyorsanız. Şayet yapamadınızsa, ki, elbette yapanuyacaksmız, o halde yakıtı insanlar ve taşlar olan, kâfirler için hazırlanmış o ateşten korkun.” (Bakara: 23-24) dedikten sonra insanlar ve cinler toplansa dahi bunun bir eşini getiremiyeceklerini bildir- iniştir: “De ki: İnsanlar ve cinler bu Kur’ân’ın bir mislini meydana getirmek için bir araya gelseler, birbirine arka (yardımcı) olsalar dahi yine bunun mislini getiremezler,” (İsrâ: 88).

O zamandan bu zam âna Kur’ân-ı Kerim hücceti, belâgati, fesâhati, mâzîye, hâle ve istikbâle âit haberleri, insanlığın yararına olan ahkâm ve teşriatiyle bil­ginleri âciz bırakmıştır. Bunlar yanında kâinâtın esrârından perdeleri kaldıran âyetler vardır. Bu âyetlerin sayısı 750 den aşağı değildir. Bu âyetlerden bâzıları öyle ince ilmi gerçekler taşır ki bu Kitâbın, Kâinâtın Yaratıcısından indiğinde as­la şüphe bırakmaz. İlim, ilerledikçe bu mânâlar anlaşılmakta ve Kur’ân’ın i’câzı (mu’cizeliği) meydana çıkmaktadır.

Bu mu’cizevî ilim çağında Kur’ân-ı Kerim’in bâzı atom gerçeklerinden bah­settiğine tesâdüf etmekteyiz. Hattâ atomun istikbâlinden dahi, hiçbir kitapta rastlanmıyacak ilmi bir incelikle haber vermektedir.

ATOMUN PARÇALANMASI

Cenâb-ı Hak kıyâmetten ve onun alâmetlerinden bahsederken, ânîden gele­ceğini bir an dahi sürmiyeceğini, LEMH-İ BASAR (göz açıp yumma) dan daha sür’atli olacağını haber vermektedir:

“Göklerin ve yerin gaybini Allah bilir. Kıyâmet işi ancak göz açıp yumma veya daha az (bir süre) gibidir.” (Nahl Sûresi: 77).

“Bizim emrimiz (kıyâmeti koparmamız) bir göz açıp yumjna gibidir.” (Ka­mer Sûresi: 50),

“Soruyor: Nerede kıyâmet günü? Gözün kamaştığı, Ay’ın tutulduğu, Güneş ve Ay’ın bir araya getirildiği zaman, işte o gün insan: (Kaçacak yer nerede?) der.” (Kıyâmet Sûresi: 6-10).

Bu âyetler, kıyâmetin süratini bildirmektedir. Kıyâmetin alâmetlerine gelin­ce: Semâ ateş kesilecektir. Çünkü apaçık bir dumanın geleceği âyetle sâbittir:

“Göğün, insanları bürüyecek ve gözle görülecek bir duman çıkaracağı günü gözetle; işte bu, can yakan bir azaptır.” (Duhan Sûresi: 10-11).

“Göle yarılıp da gül gibi kızardığı, yağ gibi eridiği zaman (hâliniz nice olur?)” (Rahmân Sûresi: 37).

“Gök, o gün erimiş maden gibi olur. Dağlar da atılmış pamuğa döner.” (Maâric Sûresi: 8-9).

“Hayır, olmaz... Orada deriyi soyup kavuran alevli ateş vardır.” (Maâric Sû­resi: 15-16).

Yine şu âyetlerin nassiyle denizler kaynayıp sular ateş olacaktır;

“Kaynatılmış denize andolsun ki Rabbının azâbı elbette gelecektir.” (Tur Sûresi: 6-7), “Denizler kaynatıldığı zaman...” (Tekvîr Sûresi: 6),

“Denizler kaynaştığı zaman.” (İnfitar Sûresi; 3).

Bu atom çağına değin bunların temsil kabilinden oldukları zannediliyordu. İlim gösterdi ki, dünyânın hayatına son verecek ihtimaller bunlardır. İlim ne diyor?

İlim diyor ki: Dünyânın sonu, yâni canlıları korkutan ve âlimleri meşgul eden kıyâmetin kopması konusunda çeşitli görüşler ortaya atılmıştır.

Önceleri dünyanın sonu hakkında en doğru kabul edilen görüş şu idi: Gü­neş zamanla harâretini kaybetmektedir. Bir gün gelecek ki, güneşin harâreti ta­mamen sona erecek, bitki ve bayat ortamları yok olacağından dolayı dünyâ öle­cektir. Sonradan anlaşıldı ki, güneş, kendi kendine harâretini tazelemektedir. Hiç değilse daha milyonlarca sene dünyâ yaşıyabilir.

Sonra bilginler dediler ki: Dünyâ güneş üzerine düşüp yanabilir. Fakat astro­nomi ilmi, yerküresinin güneş sistemindeki diğer gezegenler gibi güneş etrafında dönmektedir ve bu hareket, dünyânın güneş üzerine düşmesine engel olmaktadır. Daha sonra ortaya yeni bir görüş atıldı: Fezâda bulunan bu milyarlarca yıldız arasında elbet bir çarpma olabilir. Böyle bir çarpma hâlinde dünyânm mahvola­cağı muhakkaktır. Fakat âlimler, aklın tasavvur edemiyeceği kadar geniş olan şu fezâda seyreden milyarlarca yıldızın dönmesinde hâkim olan câzibe kanununun, böyle bir çarpışmayı ihtimal dışında bıraktığını anladılar. Meselâ James Geans diyor ki: “Dünyâ, fezadan sayılamıyacak derecede küçük bir sisteme mensuptur. Dünyâ küremiz, şu boşlukta sâdece bir zerreden ibârettir.”

Fezânın genişliği hakkında Embry şöyle diyor: “Nasıl akıllarımız ezelin baş­langıcından ve ebedin sonundan âciz ise, mekânın evvelini ve sonunu idrakten de öyle âcizdir. Dört ciheti kaplıyan mekânda her yüksekliğin üstünde bir yük­seklik ve her alçaltın altında bîr alt vardır.” Binâenaleyh bu genişlik böyle bir çarpışmaya müsâit değildir. Okyanusta birbirine paralel olarak aynı yöne aynı hızla giden iki geminin çarpışması ihtimâli ne kadarsa gökteki yıldızlann çarpış­ma ihtimâli de o kadardır.

Şu modern çağda ilim, ışın elemanları bulmağa ve tunlarla atomu parçala­mağa muvaffak oldu. Bu parçalanmadan yıkıcı bir güç doğmakta ve bâzı Niotronlar serbest kalmaktadır. Parçalanmadan açığa çıkan bu Niotronlar, diğer atom­ları bomba gibi parçalama rolünü oynıyan elektriklerdir, öteki atomlardan do­ğacak niotronlar da başka atomları parçalar ki, bu olaya bilginler (ZİNCİRLEME PARÇALANMA) diyorlar. Atom bombasının yapıldığı Uranium elemanında bunun tecrübesi mümkün olmuştur.

Malûmdur ki, atom, pozitif elektrik yüklü proton adı verilen bir çekirdek ile bunun etrafında dolaşan negatif yüklü elektronlardan müteşekkildir. Elektronlar hem sayı, hem de elektrik yükü bakımından protonlara denktir. Atomda bir de niotron isimli bir kısım vardır.

İlim çevreleri, 20 Ekim 1955’te, 25 yıldanberi bilginleri korkutan atomik gü­cün sırrını Eamest Lowrance’in keşfettiğini ilân ettiler. Eamest bu tecrübeyi Kalifornia Üniversitesi Atom Lâboratuvannda yapmıştı. Bilginler çoktanberi bu kuvveti keşfe çalışmakta idiler. Çünkü bunun varlığım hissediyorlar, fakat ken­disini göremiyorlardı. İşte bu keşif, atomun negative proton adlı kısmını ortaya çıkardı. Bu, her türlü maddeyi tamâmen imha kudretine sâhipti. Negative proton, yüksek hava tabakalarında mevcuttur. Ama ömrü çok kısa, ancak sâniyenin mil­yarda biri kadardır. Bilginler bu yeni keşfin önemini açıkladılar.

Atom Gücü Komisyonu’nun raporuna göre, şimdiye kadar positive proton adiyle bilinen atom çekirdeğini parçalamak sûretiyle atom gücünü açığa çıkarma usûlü, atomun taşıdığı gücün ancak binde birini meydana çıkarmaktadır. Halbuki yeni keşfedilen bu negative protonu atoma saldırtmak suretiyle positive proton yok edil iyor. Bu yok etme ameliyesi atomun taşıdığı imhâ kudretinin binde 990 ını açığa çıkarıyor. Tabiata aykırı bu elektronların mevcûdiyeti beşer aklının idrâk edemiyeceği kadar tehlikelidir.

Buna göre uranium yerine birçok maddelerin terkibine giren önemli bir ele­manın atomlarından biri yanlışlıkla veya kasden parçalansa bundan zincirleme parçalanma doğar. Bütün maddelerin terkibine giren su hidrojen ve oksijen ele­manlarına ayrılsa ve bu elemanlardan bir atom parçalansa netice ne olur? Hid­rojen alevle yanan bir gazdır. Oksijen de yakıcı bir gazdır.

Su, 2 hidrojen 1 oksijen atomunun birleşmesinden meydana gelmiştir, hidro­jen atomları çeşitlidir. Hidrojen atomlarından bâzdan ağır, bâzdan da bunlann yan ağırlığında hafif atomlardır. Bu hafif atomlar oksijen atomlariyle birleşince canlıların kullandığı suyu teşkil ederler. Eğer ağır hidrojen atomlan oksijenle bir­leşse, canldar için zehirleyici bir tesiri olan ağır su meydana gelir. Bitkiler bu su ile sulansa yetişmez, beşikteki çocuklar ölür. Denizlerin ortasında bu ağır su ile beraber bulunan fıidrojen ve müstakar olmıyan elemanlar vardır. Yanıcı gaz olan hidrojenin serbest atomlan bir elektrik basıncının, meselâ bir yıldırımın tesirin­de, ya da kuvvetli bir ısı tesirinde kalsalar ve bu atomlardan biri parçalansa suyu teşkil eden cüzlerin atomlarını da parçalar. Bu olay LEMH-İ BASAR (göz açıp yumma) dan daha az bir zaman içinde meydana gelir. O takdirde okyanuslarda, nehirlerde, kanallarda bulunan bütün sular ateş kesilir, alevlerle kaynar, fışkırır. Hidrojen ve atom bombalarını sun‘i olarak patlatırken de böyle bir hal vukua gelir. Bunun neticesinde gökte, yerde veya denizde bulunan atomlar parçalanır. Bu suretle gök duman, deniz ateş kesilir ve bu, göz açıp yummadan daha kısa bir zamanda meydana gelir. Ayet-i kerîmeler de böyle söylemiyor mu?

“Kaynatılmış denize andolsun ki. Rabbinin azâbı elbette gelecektir.” (Tûr Sûresi: 6-7).

“Denizler kaynatıldığı zaman...” (Tekvîr Sûresi: 6),

“Göğün, insanları bürüyecek ve gözle görülecek bir duman çıkaracağı günü gözetle: işte bu, can yakan bir azaptır.” (Duhan Sûresi: 10-11).

İki hidrojen atomu birleştiği zaman HELlUM meydana gelir. Bundan bü­tün kâinatı saran yanıcı Eton doğar. O zaman gök, ilerde zikrettiğimiz âyetlerin nassiyle ateş olur:

“Gök yarılıp da gül gibi kızardığı, yağ gibi eridiği zaman (Hâliniz nice olur?)” (Rahmân Sûresi: 37),

“O gün gök erimiş maden gibi olur, dağlar da atılmış pamuğa dener.” (Maâric Sûresi: 8-9).

Şayet şu veya bu sebepten ötürü gökte herhangi bir negative proton diğer bir atomdaki positive protonla birleşirse, bunun bütün kâinâtı nasıl âniden yıka­cağını, insan, hayvan, bitki, su. yer, gök her şeyi kâmilen nasıl mahvedeceğini tasavvur edebilmemize imkân yoktur. Kur’ân-ı Kerim bu hâli şu âyetlerle vasfetmektedir:

“Gök yanldığı zaman, yıldızlar dağıldığı zaman, denizler kaynaştığı zaman... (İnfitar Sûresi: 1-3),

“Gök yarılıp Rabbına boyun eğdiği zaman - ki gök boyun eğecektir -, yer dü­zeltilip içinde olanları dışarı atarak boşaldığı zaman ve yer Rabbına boyun eğ­diği zaman - ki yer boyun eğecektir - herkes yaptığının karşılığını görecektir.” (İnşikak Sûresi: 1-5),

“Sûra üfürüş üfürüldüğü, yer ve dağlar kaldınlıp bir vuruşla birbirine çar­pıldığı zaman, işte o gün, olacak olur, kıyâmet kopar.” (El-Hâkka Sûresi: 13-15).

“Kıyâmet günü nerede, diye, soruyor. Gözün kamaştığı, ay’ın tutulduğu, güneş ve ay’ın bir araya getirildiği zaman, işte o gün insan, kaçacak yer nerede, der.” (Kıyâmet Sûresi: 6-10).

“Yıldızların ışığı giderildiği zaman, gök yarıldığı zaman, dağlar pamuk gibi atıldığı zaman...” (El-Mürselât Sûresi: 8-10).

Şâyânı hayrettir ki, ilim de Kur’ân-ı Kerim’de sayılan bu iîıtimallerin dün­yaya son vereceğini söylemektedir. Bilginler, dünyânın hayâtı çok kısa bir za­manda sona erecektir. Zîrâ yıkım, gökte, yerde ve bu arada bulunan atomlardan meydana gelecektir. Kur’ân-ı Kerîm de kıyâmetin Lemh-i Basar’da vukua gele­ceğini söylemekle bu görüşü te’yîd ediyor ve diyor ki: “Bizim işimiz bir göz açıp yumma kadardır.” (Kamer: 50), “Kıyâmet işi, bir göz açıp yumma kadar veya daba az bir zaman sürecektir.” (Nâhl Sûresi; 77).

Bilginler her ne kadar nazariyelerini insan gücünün yetebileceği nisbetinde doğru izaha çalışmışlarsa da Kur’ân-ı Kerim kadar açıklıkla İzaha muktedir ola­mamışlardır:

“Ey insanlar, Rabbinizden sakının; doğrusu kıyâmet saatinin sarsıntısı bü­yük bir şeydir! Kıyâmeti gören her emzikli kadın emzirdiği (çocuğu) nu unutur, her hâmile kadın çocuğunu düşürür. İnsanları sarhoş gibi görürsün, oysa sarhoş değildirler, fakat bu, sâdece Allâh’ın azâbının çetin olmasındandır.” (Hacc Sû­resi: 1),

“O gün kişi kardeşinden, annesinden, babasından, eşinden ve oğullarından kaçar. O gün onlardan her birinin başından aşkın bir işi vardır.” (Abese: 33-37).

Allâh’ın murâd ettiği azâp miktânm da şu âyetler tavsif ediyor:

“... Suçlu kimse o günün azâbından kurtulmak için oğullarını, eşini, karde­şini, kendisini barındırmış olan sülâlesini ve yeryüzünde bulunan herkesi fedâ etmek ve böylece kendisini kurtarmak ister.” (Maâric Sûresi: 11-14).

Bilginler bu azâbın şiddetini Kur’ân-ı Kerim kadar beliğ tavsif edebilir mi? O azâp ki, o yüzden insan, annesinden, babasından, eşinden, oğullarından kaça­cak, hattâ ondan kurtulmak için bunları fidye vermek istiyecek!

Bu âyetler şeksiz ve şüphesiz Kur’ân-ı Keıim’in ilmî bir mûcize olduğuna ve Allah’tan geldiğine delildir.

Kur’ân-ı Kerim, ilmî gerçekleri şüpheye mahâl hırakmıyacak bir açıklıkla söylemiştir. Fakat Kur’ân ilmi bir gerçeği ifâde ederken tafsilâta girişmez, sadece bunlara işâret etmekle ilme sebkat eder, müslümanlan bu gerçekleri bulmak için tetkik ve araştırmalara sevk etmek ister.

Kur’ân’ın bu ilmi hakikatleri, ilimden yüzlerce yıl önce ifâde etmekle par­lak bir icaz yönü taşıdığını göstermiştir, O parlayan nûr doğru sözdür. Kendi­sini iptal edecek bir söz gelmiyecek. O’na şek ve şüphe ârız olmıyacaktır.

Hâlâ Allâh’ ın insanlık yararına Kelâm-ı Kadim’inde ifâde etmiş bulunduğu ilim ve hikmetleri yeniden tefsir etmemizin zamânı gelmedi mi? İlmin söylediği şey, Kur’ân’ın söylediğinin aynı değil midir?

“Bu kutlu Kitab’ı sana indirdik ki, âyetlerini düşünsünler ve öz akıl sâhipleri öğüt alsınlar.” (Sâd Sûresi: 29).