Makale

İslam Dünyasının Geri Kalışı Üzerine

İslam Dünyasının Geri Kalışı Üzerine

Prof. Dr. Abdurrahman Küçük


GÜNÜMÜZDE İslâm’ın meselelerinden bahsediliyorsa, İslâm sorgulanıyorsa, bunun temelinde; Müslüman ülkelerin geri kalmışlığı, gelişmiş ülkelerden yardım beklemesi ve dertlerine onlarca çare bulunması isteği yatmaktadır. 4-5 yüzyıl önce, Hristiyan Batı Dünyası’nda tartışılan benzeri hususların bugün tartışılmaması, kalkınmış olmalarına bağlanmaktadır. 3-4 yüzyıl öncesine kadar bazı Batılı ülkeler, İslâm Dünyasındaki çizgiye ulaşmayı hedefliyor ve bunun için de Hristiyanlığın ilmî ve aklî ölçüleri kabul etmesini istiyorlardı. Bunun altında da "Hristiyanlığı anlama" yatıyordu. Ruhban sınıfının, "Kilise"nin takdim ettiği Hristiyanlıkla, düşünen kimselerin anladığı Hristiyanlık, biribirinden farklıydı. Şimdi, Batı’da bu mânâda bir mesele yok ise; ilim ve teknik bakımından ileri olmalarındandır. Bu ilim ve teknik bakımdan ilerilik, kalkınmışlık, akıllılıkla aynileştirilmektedir. Bundan dolayı gelişmiş ülkeler, geri kalmış veya gelişmekte olan ülkelere akıl hocalığı yapmakta ve geri kalmış ülkeler, kendi iç meselelerinin çözümünü bile gelişmiş-ilerlemiş ülkelerden beklemektedir. Halbuki, daha iki asır öncesine kadar, İslâm Dünyası nın temsilcisi Türkler, "dünyaya düzen" veriyor ve Batı ülkelerinin kendi aralarındaki anlaşmazlıklara çözüm buluyorlardı. Bugün herşey tersine dönmüştür. Geri kalmış ülkelerin büyük çoğunluğu Müslümandır ve model arayaşı içindedir. Batı ise "model üreten"dir. Bu durum, iki anlayışın, İslâm ve Hristiyanlık gibi iki dinin, iki blokun mukayesesine yol açmaktadır. Gelişmiş ülkelerin Hristiyan veya başka dinden, geri kalmış veya gelişme yolunda olan ülkelerin ise Müslüman olması; "İslâm’ı sorgulama" noktasına getirmiştir. Kasıtlı olarak Müslümanların geriliğini İslâm’a, Batının geliş-mişliğini Hristiyanlığa bağlama gayretine girilmiştir. Bu anlayış, Hristiyan misyonerlerince de kullanılmış ve kullanılmaktadır. Bunun için Müslüman ülkelere şu veya bu şekilde, kalkınmaları için İslâm’ı bırakmaları telkinleri yapılmış ve yapılmaktadır. Halbuki yeryüzünde mevcut dinler içerisinde, açıkça ilmi teşvik eden, ilim yapmayı farz sayan İslâm’dan başka bir din yoktur.
Hristiyanlık-Kilise, ilim ve düşünceyi baskı altında tuttuğu sırada İslâm, bir "Güneş" gibi doğmuştur. Araplar arasında ilmî faaliyet artmış,
Abbasiler ve arkasından Türklerle zirveye ulaşmıştır. Me’mun, Bağdat’ta Beytu’l Hikme’yi kurdurarak tercüme ve inceleme faaliyetlerini başlatmıştır. Bunun arkasından Daru’l Ulûm ve XI. yüzyılda, Büyük Türk Hükümdarı Alparslan’ın veziri Nizamül Mülk tarafından açılan Nizamiye medreselerinde, ilmî faaliyetler büyük bir şevkle sürdürülmüş ve çeşitli sahalarda Müslüman Türk, Arap ve diğer milletlerden çok sayıda bilgin şöhrete ulaşmıştır.
İslâm Dünyasında ilim ve felsefe sahasında faaliyetler devam ederken, Batı’da Hris-tiyanlık "dogma"ları tartışılıyordu IX - XII. yüzyılda olgunlaşan İslâm ilim ve felsefesi, Sicilya ve Endülüs yoluyla Batıyı etkilemiş, böylece Batıda ilim ve aklî düşünce yolu açılmıştır. Bu gelişme, Papalığın afarozuyla karşılaşmıştır. Ancak Batıda, Müslümanlığın yaktığı ilim ateşi büyüyerek devam etmiş, kiliseyle düşünürleri karşı karşıya getirmiştir. Bu çatışmada düşünürler, ilim adamları galip gelmiştir. Bundan sonra Kilise, onların doğrultusuna girmiş, istemeyerek ilmî gelişmeleri onaylamıştır. İslâm’da böyle bir çekişme olmamıştır. Çünkü islâm; Yahudilikteki dünya, Hristiyanlıktaki ahiret anlayışına karşı, dünya ahiret dengesini getirmiş, ilim tahsilini dinin emri saymış ve çalışma şartına bağlamıştır. Çalışmanın olduğu, ilmî gayretin görüldüğü dönemde ilerleme; tembelliğin, dinin özünün tam kavranamadığı, rehavetin ağır bastığı dönemlerde gerileme olmuştur. Bunun sebebi İslâm değil, islâmı iyi anlamayan Müslüman âlimler, aydınlardır.
Batı, XVIII. yüzyıldan itibaren üstünlüğü ele geçirmiş ve İslâm Dünyasını geride bı-rakmıştır. Bu başarıyı Batı, mevcut Hristiyanlık anlayışına rağmen elde edince, Müslümanlara da, ilerleme için İslâm’dan uzaklaşma tavsiyesinde bulunmuştur. Bazı aydınlar, Batının geçirdiği merhaleyi bilmeden, islâm’la Hristiyanlığı karşılaştırmadan, Batı’yı bütün müessese-leriyle aynen taklit etmeyi benimsemiştir. Halbuki onlar, sıkıntının kaynağının İslâm değil de Müslüman geçinenler olduğunu fark edememişlerdir. Çünkü İslâm Dünyası Türk hakimiyetinde zirveye varmıştır. Varılan bu zirvenin rehaveti ağır basmaya başlamış, bazı iç ve dış tesirler, entrikalar bünyeyi zayıflatmış, tembellik dönemine girilmiş ve sebep olarak da İslâm görülmüştür. Bu anlayış İslâm’ın yetersizliğini iddia edip, Batı’yı her şeyiyle taklid edelim diyen, "her şeyiyle Batılılar gibi olalım" diyen aydınlar ortaya çıkarmıştır. Dinden ve değerlerden kopuk bu zümrenin takdim ettiği reçeteler hastalığı iyi edememiş ve yarayı daha da derinleştirmiştir. Bunu son dönem Osmanlı sadrazamlarından Said Halim Paşa, İslâm Dünyası’nm geri kalmasını ve Osmanlı Devletinin başına gelen felaketleri, son dönem devlet adamlarına ve onların yanlış teşhislerine bağlamaktadır. O İslâm Âlemi’nin geri kalmasını ve buhranlarının sebeplerini; İslâm’ın yanlış anlaşılması ve yanlış tatbik edilmesinde, Batı ile aradaki amansız düşmanlık ve savaşlarda, halk ile aydın arasındaki uçurumda görmektedir. Said
Halim Paşa, halk ile aydın arasındaki uçurumu açıklarken halkın, aydına güvenmediğini ve tehlikeli bir unsur gördüğünü; aydının da, kendini halka kabul ettirmek için çeşitli metodlara başvurduğunu ve neticede sürtüşmenin doğduğunu belirtmektedir. Bu hal devam ettiği müddetçe, aydın grup hiçbir şey getirmeden mevcudu yıkmakla uğraşmış, ilerleme sonuçsuz kalmıştır. Mütefekkir tabakanın milletine karşı olan vazifelerinde yanlış kanaatler beslemesi, Müslüman ülkelerin geri kalması sebeplerinden sayılmıştır. (Said Halim Paşa, Buhranlarımız, 63,91-92, 177-185).
Mehmet Akif de, Müslüman milletlerin geri kalmışlığını halka yol gösterecek âlimlerin yokluğunda, ilim ve fen eksikliğinde görmektedir. (Fatih Kürsüsünde)
İlmi teşvik eden yüzlerce âyete ve hadise rağmen Müslüman ülkeler geri kalmışsa, yeniden silkinilmeli, Batı ile aradaki açık kısa zamanda kapatılmalıdır. Bunda da görev, öncelikle ilim adamlarına, "din adamlarına, "İslâm bilginlerine düşmektedir. Batı’nın meto-dundan, tekniğinden ve ilminden istifade edilerek, ona kendi damgamız vurularak, yeni üretimler, icatlar yapılarak, 300 yıllık açık kapatılmalıdır.
Merhum Erol Güngör’ün, benim de katıldığım şu tesbiti, bunun çözümü olmalıdır: "İslâm davasının asıl yükü fikir adamlarının omuzlarına yükleniyor. Müslüman aydınlar ve din adamları, âlimler, mütefekkirler, sanatkârlar bu sorumluluğun şuuruna ermek zorundadırlar. Medeniyeti politikacılar meydana getiremez. Medeniyet, âlimlerle sanatkârların işidir. Yeni bir İslâm medeniyeti de elbette ilim, fikir ve sanatta öncülük edenlerin omuzlarında yükselecektir. Eğer onların gayretleriyle Müslümanlar arasında bir silkinme ve katlanma olursa, siyasî hedef-ler kendiliğinden ele geçecektir.
Bu gayeye ulaşmak için, İslâm aydınlarının kendilerini yıpratan, enerjilerini büyük ölçüde boşa çıkaran siyaset çekişmelerinden mümkün olduğu kadar uzakta kalmaları, günlük hadiselere tepeden bakarak kalıcı, köklü çözümler üzerinde kafa yormaları gerekiyor. (E. Güngör, İslâm’ın Bugünkü Meseleleri, sf. 248-249)