Makale

YAŞAMA SAVAŞI MI, ? VİCDAN SÖMÜRÜSÜ MÜ?

YAŞAMA SAVAŞI MI, ?
VİCDAN
SÖMÜRÜSÜ MÜ?

Mustafa Yeşilyurt

İNSAN, yeryüzünün halifesi olarak yaratılmıştır. Büyük bir izzet ve şerefe layık olmuş, herşey onun emrine ve hizmetine verilmiştir.
İnsanlar arasında fakirlik ve yoksulluk problemini çok hassas ve sağlam ölçülerle çözen, cemiyette mahzun gönülleri, ızdıraplı kalpleri en mükemmel şekilde gideren dinimiz İslâm kadar, insanlara benliğini, izzet-i nefsini, şerefini muhafaza yollarını öğreten hiçbir ahlâkî ve içtimaî teşekkül yoktur. İslâm nazarında milletin istiklâli, cemiyetin şerefi ne kadar mukaddes ise, şahsın itibarı da o derecede mukaddestir.
Her kötü alışkanlık, insanın benliğinden bazı şeyleri alıp götürür. El açmak, boyun bükmek, insanın üzerinde taşıdığı itibarını küçük düşürmekten, onu toplum içerisinde hor ve hakir göstermekten başka bir şey değildir.
İşte bunun için dinimiz, insanların ihtiyacı olmaksızın el açmasını, dilenmesini kesinlikle yasaklamıştır.
Peygamber Efendimiz bir Hadis-i Şeriflerinde: "Hayatım yed’i kudretinde olan Cenab-ı Hakka yemin ederim ki, sizden birinizin, urganını alıp arkasına dağdan odun yüklenerek getirmesi ve satıp geçinmesi, bir zengine gelip de sadaka istemesinden çok hayırlıdır. Kimbilir o da ya verir, minneti altına girersin; Yahut da vermez, zillet ve mahrumiyet içinde kalırsın" buyurmaktadır. (Tecrid-i Sarih Ter. C-V, Had.No:731)
Demek ki dilenmek, insan hayatının minnet, ya da zillet veya mahrumiyet içinde geçmesi şeklinde açıklanmaktadır.
NEDEN DİLENİYORLAR?
Özellikle büyük şehirlerde dilenen insanlara çok sık rastlamaktayız. Kimi çocuk, kimi yaşlı, kimi sakat, kimi de hasta bir şekilde el açıp sadaka istiyorlar.
Konuyu biraz güncelleştirmek, onların dillerinden niçin dilendiklerini öğrenmek için, şehir içerisinde küçük bir araştırma yapmak istedik.
Bir hastahanenin önünden geçerken; "Abi, bir sadaka" sözü kulağımı tırmaladı. Bu sözle-re zaten yabancı değiliz. İşyerlerinin önünde, çarşıda-pazarda, cami avlularında devamlı bu sözleri tekrarlayan insanlarla karşılaşırız.
Sesin geldiği tarafa baktığımda, ayakları gerçekten sakat bir adam yerde oturmuş, önün-de mendil, yardım istiyordu. Benim durduğumu görünce o meşhur sözü yine tekrarladı: "Abi, Allah rızası için bir sadaka."
Yanına yaklaştım, sohbet etmek istediğimi, dilenmekle ilgili bir yazı hazırlamakta olduğumu, bunun, dilencileri hor ve hakir göstermek değil, toplumumuzun belki de kanayan bir yarasına parmak basmak olacağını söyledim. Kabul etti.
İsminin Ş.....olduğunu, yıllar önce büyük şehre geldiğini ve hayatta hiç kimsesinin olmadığını, onun için de bu işi yaptığını anlatmaya başladı. Ayaklarının sakat oluşu, anne-babasını çok küçük yaşta kaybetmesi ve hiç kimsenin de kendisine sahip çıkmamasından dolayı, mecburen dilendiğini söyleyerek konuşmasına; "Hiç kimse bizim gibi insanlara sahip çıkmadı. Sakat halimle yıllarca iş aradım. Ne yazık ki dilenmekten başka bir iş bulamadım. Bizim gibi insanlar sadece karnımız doysun, yatacağımız sıcak bir yerimiz olsun istiyoruz. Çünkü sadece bugünü yaşıyoruz. Yarın ne olacak diye bir düşüncemiz yok. Hem niye olsun ki, çünkü hayattan beklediğimiz bir şey yok" diye devam etti.
Kendisine vakıfları hatırlattım. Ülkemizde bulunan hayır kurumlarının varlığından, kendisi gibi sakatlara, güçsüzlere, kimsesizlere yardım ellerini uzattıklarını söyledim. Nerede? diye sordu. Belli ki böyle yerlerle hiç tanışmamış. Sözlerini; "Bizlere hiç imkân verilmiyor. Eğer imkân verilmiş olsa bu işi kimse yapmaz" diye tamamladı.
Kendisine benimle sohbet ettiği için, teşekkür ettikten sonra yanından ayrıldım.
Daha sonra yaşlı bir kadına rastladım. O da aynı sözlerle yolumu kesti. Elinde tuttuğu naylon kılıflı kağıt dosyaların üzeri bozuk para ile doluydu. Biraz dikkatli baktığımda naylon kılıf içinde kağıtların, hastahaneden alınmış bir poliklinik muayene fişi ile, kimliğini gösterir bir belge olduğunu gördüm. Kadının yüzü tamamen peçe ile kaplıydı. Bir elinde de baston olduğu halde yürümekte bayağı zorlanıyordu.
Ona da aynı soruyu tekrarladım. "Niçin dileniyorsun?" Kısık ve çaresiz bir sesle; "Kocam öldü. Bir oğlum var, o da sağır ve dilsiz. Kimsem yok. Şu ihtiyar halimle dilenmekten başka ne iş yapabilirim? Biz de bu şekilde geçinmeye çalışıyoruz" diye cevap verdi.
Devlete, hayır kurumlarına başvurup-vurmadığını sorduğumda ise, nereye gideceğini, ne yapacağını bilmediğini söylemekle yetindi. Benimle daha fazla konuşmak istemediğini, günlük nafaka peşinde koştuğunu söyleyerek yanımdan ayrıldı.
Bunlara benzer misalleri çoğaltmak mümkündür. Anlattıklarının doğru veya yanlış olduğuna karar vermek durumunda değiliz. Bu konuda dinimizin emirlerine kulak verdiğimiz, inançlarımızı gereği gibi nefsimizde yaşadığımız, dinimizi çok iyi anlattığımız zaman, böyle meselelerin kendiliğinden çözüldüğünü görürüz. Hemen aklımıza şu soru geliyor. Acaba diyoruz, bu kadar çok insanın dilenmesi, dinimizin emri ve İslâmın beş şartından biri olan zekât müessesesini gereği gibi yerine getiremeyişimizin neticesi mi? Ve Ömer b. Abdülaziz’in yaşadığı devirde zekât verilecek hiçbir fakirin bulunmamasını, kendi zamanımızla kıyaslamaya çalışıyoruz.
Konuyu, Peygamber Efendimizin başka bir hadisi ile noktalamak istiyorum: "İstemek yalnız şu üç sınıf insanlardan herhangi birisi için helâldir. 1- Bir cemaate veya ferde kefil olarak borçlanan kimseye, kefaleti yerine getirene kadar helâl olur. Fakat aldığı sadaka ile kefil olduğu borcu ödedikten sonra, istemekten kaçınır. 2- Serveti bir âfete uğrayıp helak olan kimse de, hayat ve geçimde zaruri olan ihtiyaçlarını temin için isteyebilir. 3- Zengin iken, fakr-ü ihtiyaca düşmüş olan kimsenin de istemesi mubahtır... Bu üç sınıf insanlardan başkasının istemesi haramdır. O dilenci, dilendiği parayı haram olarak yer." (Tecrid-i Sarih Ter. C-V, sahife: 93-94)
İşte bizim ölçümüz, işte bizim hayat yolumuz.