Makale

İSLÂM, RUH SAĞLIĞININ TEMİNATIDIR

SAĞLIK HAFTASI DOLAYISİYLE

İSLÂM, RUH SAĞLIĞININ TEMİNATIDIR

Dr. Lûtfi DOĞAN

Dinimiz esasları ile dünya ve âhiret saadetini gaye edinmiştir. Şüp­hesiz insanın en büyük saadet âmili sağlığıdır. İslâm, bir taraftan sağ­lığı koruyucu tedbirleri tavsiye ederken, diğer taraftan aynı öğütleri, ibadetleri ile, tatbikatını yapmıştır. Sağlık dediğimiz zaman, ilk akla ge­len, beden sağlığıdır. Bunun yanında ruh sağlığı da insanın gerçek saade­tini tamamlayan en önemli mevzudur. Her ikisi de bir denge içinde in­sanı başarılı ve mutlu yaşatır, aralarında sıkı bir münasebet vardır.

Ruh sağlığı, özellikle çağımızda beden sağlığından daha önemli bir yer tutmaktadır. Nitekim, bütün dünyada her yıl, 7/Nisan Sağlık Günü olarak kutlanmakta ve sağlığın değeri işlenmektedir. Bu yıl, dünya sağ­lık günü konusu “Sağlığımızın bekçileri”dir. Biz bugünle başlayan haf­tayı ayrıca millî bir sağlık haftası olarak değerlendirmekteyiz. Hafta­mızın konusu gençliğimizin beden ve ruh sağlığı yönünden gelişmesidir. Bu münasebetle şimdi bu yazımızda dinimizin ruh sağlığını korumaktaki önemli yerinden söz edeceğiz.

Gelişen ve ilerleyen insanlık, tekniği en mükemmel hâle getirmiş­tir. Düşünmesi ve yorucu çalışmasıyla elde ettiği teknik sayesinde, da­ha önceki çağlarda hayal olan nice kolaylıklara ermiştir. Hayatın vasıta­lar bakımından bu kadar mükemmeliyete ermesine rağmen, insanların çoğu yine arzu ettiği saadete ve huzura kavuşamamıştır. Çünkü bütün uğraşmasına rağmen insan, kendi eseri olan tekniğin emrine girmiş, bu­nun sonucu ruhî bunalımlar, üzüntüler ve hastalıklar içinde, arzula­dığı saadete erememiştir. İnsanın maddî sahadaki gelişmesi, çoğu zaman, ruhî, manevî, insânî yaşayışının zararına olmuş, elde ettiklerim kendi hayrına kullanamamıştır. Bu durumda mes’ut olması ve huzurlu kal­ması için terbiyeye, ruh sağlığına büyük ihtiyacı vardır. Bu ihtiyacını karşılamada dînin yeri büyük olmuştur.

İnsanın ruh sağlığım, çevresine karşı davranışları ile münasebetleri ortaya çıkarır. Bu hususta, insanın maddî, ruhî, ihtiyaçları, iradesi ve akıl melekeleri çevresi üe denge sağlar. İnsan doğuştan bir takım sevk-i tabiîler (içgüdüler) ile birlikte doğar. Bunlar onun türlü İhtiyaçlarım ortaya çıkarır. Bunlar biyolojik mahiyette, fıtrîdir. Ve çok çeşitlidir. Kı­saca, insan doğuştan hiç bir zapt u rapta tâbi olmadan, içinden itilerek ister, ister... Gençlik dönemi bu içgüdülerin baskınlık ve hakimiyet ka­zandığı, açığa çıktığı bir devirdir. Gençliğe bu konuda yardımcı olmak, onun içgüdülerini, ruhî ve maddî isteklerini karşılamak, dış etkilerinin kuvvet bulduğu bu devrede, iradesini kuvvetlendirmek, melekelerini ge­liştirmek gerekir. Mânevi terbiyesine ve mes’elelerine anlayışla eğilmek, onların iç âlemlerinde meydana gelen fırtınaları, faydalı esintiler hâline getirmek zorundayız. Ona, iç yalnızlığında İlâhî esaslarla destek olmak, îman hayatının verdikleri ile kendinin ve toplumunun sorumluluğunu du­yurmak en Önemli bir konudur. Bu mânevi terbiye ve onun mes’eleleri ne anlayışla eğilmek, gençliği zararlı eğilimlerden, bunalımlardan kur­taracaktır. Doğuştan insanla birlikte olan bu iç güdüler sistemine, din dilinde nefs-i emmâre diyoruz. Bu nefsi, hevaî yaşayış ancak zamanla giderilir. Akıl melekelerinin ve iradenin tesiri ile kişilik kazanılır. Mey­dana gelen kişilik, ihtiyaçlarını kontrol edip onu iyi hâle sokar. Bu ira­deyi de toplumun yararına uygun bir yola sevkeden, dînimizin yol gös­terdiği güzel ahlâk prensipleridir. Böylece iyi bir yere oturtulan nefs-i levvâme mutmainne, râdiye ve merdıyye hâline gelirse insan mes’ut olur. Benlik sistemi içinde, benlik, benlik üstü ve ülküsü vardır. Kişiliğin meydana gelmesinde benlik üstü, yapıcı kuvvettir ve bu iradeyi teşkil eder. Kişiyi iyiye ve kötüye yöneltir, iyi yapmadın! Kötü davrandın! der. Benlik ülküsü de yapılması gerekli olanı öğretir. O halde kişiliğin mey­dana gelmesinde insanın nefsinin hevâsına karşı bu sözü edilen benli­ğin önemli yeri vardır. Benlik üstünü ve ülküsünü besleyen, mânevî değerlerdir, dindir, ahlâktır, kültürdür. Mânevî değerlerden kaynağım al­mamış nefisler, her zaman tehlike içindedir. Buna biz, dînimizde hevâi nefse uyma diyoruz. Bu insanın asıl ihtiyaçlarının nizamım bozar. Hal­buki bu isteklerimizin tabiî bir düzeni vardır. Ve bu, itidâli ve ölçülü ol­mayı gerektirir. Fakat insan, hevâ ve hevesin, iç güdülerin ağına düşer­se, bu tabiî düzen bozulur. Bu hevâ ve heveslerin ahlâk, din ve mâneviyatla beslenmiş kişilerde kontrolü kolaydır. Hevâ ve hevese ait istekle­ri, akim, düşüncenin ve îmanın idare etmesi gerekir.

Yüce Allah (C.C.), Mü’minûn Sûresinin 70 inci âyetinde şöyle buyu­ruyor: “Eğer ‘gerçek’ onların heveslerine uysaydı, gökler, yer ve onlar­da bulunanlar bozulup giderdi.”

Nefsin bu isteklerine uymak, bizi bu hayatın gerçeklerinden uzak­laştırır. İmanımıza göre yaşamaktan, aklımıza göre düşünmekten alıkor. Kur’ân-ı Kerîm, İlâhî çağrıya cevap vermiyenlerin nedenini, nefislerin hevâ ve heveslerine bağlamaktadır. Meâlen şöyle buyuruluyor: “Resûlüm, eğer sana cevap vermezlerse, onların sâdece nefislerine uyduklarını bil. Allah’dan bir yol gösterici olmadan hevesine uyandan daha sapık kim vardır? Allah zâlim milleti şüphesiz ki, doğru yola eriştirmez.” (Kasas: 50).

Çoğu zaman bu, çevreye intibakla ve ahlâkî, dîni, manevî, varlıklar­la gelişmesi gereken benliğin ve kişiliğin zayıflığından ortaya çıkar. Bu durumda insan tamamen içgüdülerin tesiri altında hareket eder. Kendi­sinden başkasını düşünmez. İçtimaî yaşayışım ve sorumluluklarını tanı­maz. Yalnız isteğinin ardından yürür, ona bağlanır. Kur’ân-ı Kerîm in­sanda bunun etkisini şöyle açıklıyor: “Doğrusu çoğunluk, hevâ ve he­veslerine uyarak bilmeden sapıtıyorlar. Aşırı gidenleri en iyi bilen Rabbındır” (En’am, 119).

İslâm, bu heveslere uymanın kötü v sonuçlarım anlatırken, tamamen nefsin isteklerinden insanı mahrum kılmamış, yalnız onu itidal yoluna getirerek salih (yararlı) bir kanala sokmuştur. Cinsel istekte gayri meş­ru münasebet, zinâ şiddetle reddedilmiş, onun karşılığında evlenme, ni­kâh İlâhî bir emir olmuştur. Tek kelime ile bu istekler ile dünyaya ge­len insanı, dünya nimetlerinden uzaklaştırmamış: “Yiyin, için israf et­meyin. Allah israf edenleri sevmez” (A’raf: 31) buyurarak orta yolu tavsiye etmiştir. Diğer yönden insanı en değerli yerine koymuş, yaratılı­şını açıklarken meâlen: “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” (Bakara: 30) buyurarak onu mükerrem kılmış, koyduğu ibadetleri ile ma­nevî isteklerini karşılamıştır. Kulunu sevmiş, başarısına gerekli olanı emretmiş, Rabb sıfatiyle keremi ve rahmeti ile çevrelemiştir. Onu dünya hayatında yalnız bırakmamış, her yerde her zaman kulunun yardımında olduğunu, rahmetinden, bağışından ümit kesilemiyeceğini ancak hevâsına uyan, yoldan sapanların umutsuz yaşayacağım buyurmuştur. İslâmın sevgi, ümit yaşayışı ve Allah’a sığınma emri, üzüntü içinde kıvranan, maddenin baskısında ezilmeye yüz tutan, isteklerinin şevki ile bunalan insana kurtuluş olmuştur.

Bu yönden mü’min, dinden aldıkları ve Kur’ân-ı Kerîm’den beslen­dikleri ile nefsinin isteklerim bir nizam içinde geliştirir, onu temizler, terbiye eder, onu kötülük yaptığında kötülüğünü söyleyen, levmeden, sonra itmînâne eren, Allah’ın verdiklerinden râzı, hoşnut bir hale geti­rir. Sonunda Rabb’ın: “Ey huzuru içinde olan nefis! Hoşnut etmiş ve edilmiş olarak Rabbı’na dön, iyi kullarımın arasına gir, cennetine gir.” (Fecir: 27-30) buyruğunun derecesine çıkar, dünyada da sonsuz yaşa­yışında da mutluluğa erer.

Dînimizin bize öğrettiği, insanı mes’ut eden yoldur. Bize düşen nef­simizi isteklerimiz üzerinde bir düzene kavuşturmak, onu İlâhî emirlerle arıtmak, ibadetlerle yüceltmek, terbiye ederek temiz, kâmil bir nefisle yaşamaktır. Böyle düşünce ile yaşayanlara ne mutlu!