Makale

Alevilik ve Bektaşilik tartışmaları Üzerine

Prof. Dr. E. RUHİ FlĞLALI
Muğla Üniversitesi Rektörü

Alevîlik-Bektaşîlik Tartışmaları Üzerine

.
Alevîlik, esas itibariyle, Türklerin İslâmî tanımaya başladığı dönemlere kadar uzanan ve o dönemlerden bu güne tarihî, İçtimaî, İktisadî, coğrafî ve kültürel şartların biçimlendirdiği bir kültür ve inanç olgusudur. Herşeyden önce Islâma bakış, İslâmî yorumla- yış ve yaşayış itibariyle, Islâm tasavvufunun ve Islâm öncesi inanç ve kültürlerin biçimlendirdiği bir yaşama tarzıdır. Yoksa, özellikle son dönemlerde, Türkiye’nin 10-15 yıllık geçmişinde görüldüğü gibi, bir ezilmişlik veya başkaldırı edebiyatının istismar konusu değil. Herşeyden önce, Islâm düşünce tarihi araştırıcısı için, fevkâlade renkli ve zengin bir kültür mirasıdır.
Böylesine dolu bir konunun, 1400 yıllık tarih süreci içerisinde ele alınması, takdir buyu-rursunuz ki, bir makalenin, hudutlarını hayli zorlar. Ancak şunu ifade etmek gerekir ki, Alevîlik herşeyden önce, Türklerin İslâmî tanımaya başlamalarının, bir bakıma nasıl anladıklarının bize ipuçlarını da verir. Biraz geçmişe gider ve o zamanlar Türklerin İslâmî nasıl tanımaya başladıklarını, nasıl tanımış olduklarını hatırlayacak olursak, ki bunların herbiri tarihin ve İlmî vesikâların şaşmaz ölçüleriyle günümüze intikâl etmiştir, o zaman Türkler ile Islâm arasındaki ilk temaslar Hz. Ömer döneminde başlamış olmakla beraber, Emeviler döneminde daha fazla temas durumunda olduklarını görürüz.
Emeviler döneminde, Ara- bın dışındaki bütün kavimlere karşı girişilmiş olan gayri âdil ve zorba idare düzeninin, o insanlar üzerinde, bu yönetime karşı ciddî bir tepki doğurduğu izahtan vârestedir. Islâm hukukunun açık-seçik beyanlarına rağmen, Emevîlerin mevâliyi ikinci sınıf vatandaş görmeleri, Türkler gibi, varoluşlarından itibaren kendi benliklerini ve şahsiyetlerini daima önplânda tutmuş ve üstüne titremiş olan bir kavmi rahatsız etmemesi, tedirgin etmemesi, tepki doğurmaması mümkün değildi. Zorla dahi olsa müslümanlığı kabul et-miş görünen bir takım ilk Oğuz topluluklarında, Kartuklarda, Yabgularda ve Yağmalarda bu kavme karşı ciddî bir muhalefetin varlığı söz konusudur. Ancak bu durumda bile Hz. Peygamber sevgisi etrafında hâlelenen ve onun soyuna karşı bağlılığın önplânda tutulduğu bir anlayışın şevkle benimsendiği de görülür. Bunun tabiî neticesi olmak üzere, toptan İslâmî kabul etme durumunda bulunan Kara- hanlılar döneminden itibaren, özellikle Satuk Buğra Han’dan itibaren, Islâm kültüründe artık Emevî idaresine karşı, Ehl-i Beyti savunan ve Ehl-i Beyt’in haklarını daima ön plânda tutan ve onun muhabbeti etrafında hâlelenen bir genişlik ve gelişmede, Is- lâmın kabul görmeye başladığı müşahade edilir.
"Ehl-i Beyt sevgisi" dediğimiz andan itibaren, Türk İslamlığı bir mânada başlar. Bu tarz ifadeler, yani Islâmiyetin bu şekilde sanki etnik bir ayırım içerisinde mütâlaa edilmesi yadırgatıcı görünebilir; ama, dinler tarihi araştırmaları veya o saha ile ilgili kişilerin çok yakînen bildikleri gibi, antropolojik ve sosyolojik bir takım gerçekler, her kavmin, İslâmî kendine mahsus bir yorumlama - bu mesele yalnız Islâm için değil, diğer dinler için de geçerlidir- dinleri kendilerine mahsus bir biçimde anlama ve ifade etme alışkanlığını benimsediklerini ve bu hususu devam ettirdiklerini gösterir. Ehl-i Beyt sevgisi, Hz. Ali’nin Allah’ın arslanı sıfatıyla daima baştacı edilmesi, öylesine köklü bir gelenek halinde bizim kültürümüzde mevcuttur ki, Türklerin, Islâm oluşlarını remzeden ilk destanları, Satuk Buğra Han destanında da, aynı hassasiyetle, Hz. Ali’nin 40 arkadaşı 40 avı vs. gibi, bugün günümüzde bile, Türkmen kültürü içerisinde yaşayan örneklerini, o dönemden bugüne görmek mümkündür.
İslamiyet’in kabulüyle beraber, çok câlibi dikkattir, bizim kültürümüzde yepyeni bir te-rim ortaya çıkar: Müslümanlığı kabul eden Türklere, Oğuz Türklerine Yabgulara, Kartuklara ve mağmalara, tarihlerimizde ki Divân-ı Lügat’it- Türk’de de buna rastlanır- "Türkmen" ismi verilmeye başlanır. Türkmen kelimesi müslümanlaşmış, müslümanlığı kabul etmiş olan Türk boylarını, henüz müslüman olmayan diğer Türk boylarından ayıran bir alemdir, bir işarettir. Türkmen, artık o tarihten günümüze kadar, bir bakıma Islâmiyetin saf ve samimi şekliyle, ama belki kitabî şekliyle değil, yaşayan ve yaşatmayı daima prensip ittihaz etmiş olan insan topluluklarına verilmiş olan isimdir.
Yerleşmemiş olan o toplulukların, henüz yerleşik hayata geçmemiş bulunan bu büyük Türk boylarının, geniş Türk boylarının, eski Türk inanışlarından ve kültürlerinden gelen bir alışkanlıkla, kutsallık meselesini, kendi kaamları gibi, kendilerine hitab eden Türkmen babalarının ve dedelerinin elinden aldığı da bir gerçektir. Kültürün bu tarzda babalar ve dedeler eliyle intikali, bu toplulukların "kitabî kültür" den uzak, "şifahî kültür" geleneği içerisinde yetişmelerini ve bugüne kadar ulaşmalarını da sağlamıştır.
Yerleşmiş olan aynı boydaki insanların, henüz şehirleşmemiş, dağlarda, kırsal kesimde veya şehirlerden uzak merkezlerde yaşayan ve İslâmî, fıkhın kılıkırk yaran ölçüleri içerisinde değil, kendi kültür geleneklerinin, sadece İslâmî bir cilâyla boyanmış şeklinde yaşatılmasını ön planda tutan bu insanları, o tarihlerden itibaren, sanki kendilerinden ayrıymış gibi mütalaa etmeleri gerçeğini de görmezden gelemeyiz.
Yerleşik kültürün insanı, bugün örgün eğitim dediğimiz, kitabî kültürün nimetlerinden açık açık istifade etmiştir. Ama kitabî kültürden uzak kalan bu topluluklar, herşeyden önce kendi kültür kaynaklarını oluşturan, bu dedeler kültürünü, bu babalar kültürünü tıpkı kaam kültüründe olduğu gibi, nesilden nesile ismen ve bazen büyük ölçüde değiştirerek günümüze intikal ettirmişlerdir. İşte bugün, biz bu topluluklara, "Alevîler" diyoruz, "Bektaşîler" diyoruz. Esasen Alevî dediğimiz anda, soya bağlı bir toplulukla karşı karşıya kalmakla beraber, Bektaşî kültür ve edebiyatının hâkim olduğu bir İslâmî inanışı, Islâm tasavvufunun bir yorumunu görürüz.
Bektaşîlik dediğimiz andan itibaren de, Hacı Bektaş-ı Velî’nin, Melâmilik geleneği içerisindeki Islâm tasavvufunu, 13. y.yılın Türk dünyasının şartları içerisinde, yeniden meczederek ortaya koyması ve netice itibariyle, Islâm tasavvufunun, o günkü özünü ve yaşayış şeklini yine eski Türk kültür ve inanışlarıyla meczetmek suretiyle bir senteze götürmesinin ismini telaffuz ederiz.
Görülüyor ki, her iki kelime bile bize, sonuçta Islâm tasavvufunun, eski Türk kültür ve inanışlarıyla bir sentezini ortaya koyar. O halde, hâdiseyi değerlendirirken, meseleye bakarken, bu gözlüğü, ilmin gözlüğü olarak dâima önplanda tutmak zorundayız. Burada bir "sünnîlik meselesi" söz konusu değildir, veya başlıbaşına farklı bir bakış açısı da söz konusu değildir. Sa-dece Melâmîliğin hâkim olduğu bir Islâm tasavvufunun, eski Türk kültür ve inanışlarıyla ortaya konması meselesi mevzubahistir. Fevkalâde uzun ve teferruatlı olan bu meseleleri, bir iddia içinde değil ama, bir kişi olarak, çünkü bir kişiyi aşan, bir kişinin gücünü aşan, pek çok mesaiyi gerektiren bir çalışma olmasına rağmen, çeyrek asrı aşan bir çalışmanın ürünü olmak üzere, "Türkiye’de Alevîlik ve Bektaşîlik" kitabımızda, uzun uzun tartıştık. Orada ulaştığımız sonuç şu oldu: Günümüzde dahi, Alevî ve Bektaşî dediğimiz zümreler, kim ne derse desin, kim hangi yöne çekmek isterse istesin, yüzdeyüz Islâm kültürü içerisinde, Türk kültürünün eski gelenek ve göreneklerimizde oluşturulmuş zümresidir.
Bugün Ahmet Yesevî’yi baştacı edeceksiniz, Alaeddin Kirmânî için medhiyeler düze-ceksiniz, Yunus Emre’yi yine önder olarak göreceksiniz, Mevlâna Celâleddin için, benim kültürümün vazgeçilmez ismidir diyeceksiniz, Aşık Veysel’ini, Kul Himmet’ini, Kaygusuz’unu, Pir Sultan Abdal’ını ve daha yüzlercesini aynı şekilde değerlendireceksiniz, ama bu değerlendirmelerin sonucunda, bu kitleye yan gözle bakacaksınız, bunu insafla ele almak mümkün değildir.
Makalenin başlığı ’Günümüzde Alevîlik Bektaşîlik’ olduğu için, bu biraz önceki ifadelerimi teyid etmek üzere bir hususa da tahammül göstermenizi istirham edeceğim.
Dikkat buyurursanız, Alevî- Bektaşî kültürünün şifahî bir kültür olarak, kitabî değil, söz-lü geleneğe dayalı bir kültür olarak bugüne kadar intikalinden söz ettim. Buna biz "dedeler / babalar kültürü" diyoruz. Eğer dedelerimiz, Alevî dedemiz, iyi yetişmiş ise, bu kültüre, İslâm’ın, biraz önce söylediğim ve ısrarla üstünde durduğum, İslam tasavvufunun hassasiyetine sahip olarak, Islâm kültürünün, Kur’anî kültürün özüne de sâhip olarak iyi yetişmişse, o takdirde o dedeye bağlı olan ocakların mensuplarının hiç bir endişesi ve korkusu olmaz. Amma, dedemiz, babamız, dede-babamız, bu mânâda yeterli kültüre sâhip değil ise ve dede geleneği sadece mahiyetini düşünmeden, hurafelerin ve nasıl geliştiği veya nasıl oluştuğuna aldırmak- sızın, kendisine intikal etmiş olan tortu bilgilerle yaşatmaya çalışıyorsa, o zaman tehlike başlar; çünkü bu kültürde, tıpkı Kaam kültüründe, Şamanî kültürdeki Kaamlarda olduğu gibi, dedenin dokunulmazlığı veya yanılmazlığı sözkonusu- dur, çünkü dedeye itaat şarttır. O zaman ilâhlaştırılmış veya kutsallık kazandırılmış bir dereceye yükseltilmiş dedenin mensuplarının akibetini düşününüz. O zaman tek kişiye dayalı bu toplulukta, o tek kişinin yanılmazlığına dayalı toplulukta, bir takım yanılmalar, bir takım yanlış anlaşılmalar ve yanlış anlamalar da söz konusu olabilir. Bu bakımdan benim temennim, otuz yılı aşan bir zamandan beri, Ege bölgesi, Orta Anadolu, Trakya -maalesef Tunceli bölgesi hakkında fazla bilgim yoktur- Çorum ve Sivas bölgesi dahil olmak üzere, yaptığım çalış-malarda, bir araya getirilemeyecek derecede, çeşitli gelenekle karşı karşıya kaldım. Bunu bir araştırıcı sıfatıyla söylüyorum. O halde bu geleneklerin, asgari müştereklerde tertip edilerek bizzat, Alevî-Bektaşî zümreleri tarafından bir düzene sokulması ve sözlü geleneğin, süratle kitabî kültüre geçirilmek suretiyle, bunun devamlılığının nesillere intikali şarttır.