Makale

İSLAM’DA ZAMAN-MEKAN KAVRAMI VE İNSAN ÜZERİNE

İSLAM’DA ZAMAN-MEKAN KAVRAMI VE İNSAN ÜZERİNE

Halil KARLIK
Milli Eğitim Bakanlığı
Din Öğretimi Genel Müdür Yardımcısı

Zaman ve mekân, insan hayatının önemli iki unsurudur. Zaman, dondurulamayan, durdurulamayan, depolanamayan ve sürekli akış halinde olan bir süreçtir. Bu sürecin her insan için başlangıcı bellidir. Ancak bunun ne zaman sona ereceği meçhuldür. Çok uzun gibi gelen bu zaman, ansızın bilinmeyen bir günde bitivermektedir. Mekân ise, insanın doğduğu, büyüdüğü, yaşadığı veya yaşamak zorunda kaldığı yerdir. Her ikisi de, Allah’ın biz insanlara lütfettiği ve değerlendirilmesi gereken nimetleridir. İnsan hayatında basan veya başarısızlık zamanla sınırlı olarak, zaman ve mekân boyutu içerisinde tezahür etmektedir. Yaşadığımız sürece de, bizden istenen vahyin ışığında inanıp faydalı ve güzel işler yapmaktır. Çünkü sürekli akış halinde olan zamanın, herkes kendisi için takdir edilen ömrün değerlendirilmeden geçirilen her anı büyük kayıp olur insan hayatında. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de bu konuya insanların dikkati şöyle çekilmektedir: "An-dolsun ki, insan hiç şüphesiz hüsran içinde (zararda) dır. Ancak inanıp yararlı iş işleyenler, birbirlerine hakkı, (gerçeği) tavsiye edenler ve sabırlı olmayı tavsiye edenler bunun dışındadır." (1)
Allah, insana akıl, algı gücü, kin, ihtiras, yaşama azmi, beden gücü gibi bir çok kabiliyetleri vermiş; bununla birlikte onu tabiatın içtimâi, iktisadî, teknolojik ve fazilet yönünden imarını yapmakla görevli kılmıştır. (2) Bu görevi de insanlar sahip olduklan bir zaman sürecinde ve mekân üzerinde yap-tıklan çalışmalar ile yerine getirmeye mecburdurlar. Başka bir deyişle, Allah’ın bize ihsanı olan ömrümüzü, bu dünyada yaşadığımız sürece en iyi şekilde değerlendirilmesinde, her insan sorumludur. Aslında zamanı değerli ve kutsal kılan, o zaman sürecinde meydana gelen olaylar ile bu konuda gösterilen gayretler, çalışmalar ve elde edilen sonuçlardır. Hele bu olaylar, var olma veya yok olma mücadelesine dayanıyor, o vatan parçasında yaşayan top yekun milleti ilgilendiriyorsa, bu uğurda gösterilen her gayret, yapılan her iş, hayırlı işler cümlesinden sayılır İslâm’da.
Yine hayatın akışı içerisinde belirli zaman dilimlerinde meydana gelen hadiseler, eğer bir milletin varlık, birlik ve beraberliği ile bağımsız ve hür yaşama azmini yok etmeye yönelik olursa bu konuda verilen mücadeleler, katlanılan sıkıntılar, çekilen ezâ ve cefalar ile elde edilen basanlar insan belleğinde unutulmaz izler bırakıyor. Bu iz, varlığımızın, birlik ve beraberliğimizin; aynı vatan üzerinde beraberce kederde ve sevinçte birlik halinde yaşamak zorunda olanların, ne büyük fedakârlıklara kat-landıklan, özveride bulunduklarının engin ve sarsılmaz izidir. Bu sebeple, milletçe kutlu sayılan, hep bir arada sevinç ve neşe içinde bayram olarak kutladığımız bazı günlerin değeri ve önemi çok büyüktür millî hayatımızda. Çünkü o günlerin önemi, tarihten gelmekte ve geleceğe uzanmaktadır. Böylece o tarihî günler, hem nesiller arası millî bağın devamlılığını, hem de bir çok olaylardan ders alarak yaşanılan zamanın (bugünün), millî birlik ve beraberlik içinde çalışarak en iyi şekilde değerlendirme dinamizminin güç kaynağı olmaktadır.
İnsan denilen varlık, doğar, büyür, takdir edilen bir süre yaşar ve sonra da ölür. Nitekim, "Her canlı ölümü tadacaktır." (3) ayeti bunun açık delilidir, ölüm, günlük hayatımızda da müşahede edilen bir olaydır. Demek oluyor ki insan hayatı geçicidir. Başka bir deyişle, insan hayatı fânidir. Ebed müddet olması gereken ve temenni edilen millet ve devletin mevcudiyetidir, öyle ise, haysiyetine sahip bir millet, istiklâl ve hükümranlığına yönelik taarruzlar nereden ve nasıl gelirse gelsin, fark gözetmeksizin millî varlığını müdafaa ve muhafaza etmek zorundadır. Bu, o milleti oluşturan fertlerin kutsal ve yüce bir görevidir. İnsan bu görevini yerine getirirken ölürse şehit, kalırsa gazi olur. Her ikisi de insanlar için mertebelerin en büyüğüdür. Savaşta düşmanlara karşı bütün milletçe elele, gönül gönüle vererek, tek vücud halinde çıkaran bu inanç ve ruhtur.
Kur’an-ı Kerim’de; "Sizinle savaşanlarla siz de savaşın." (4), "Müminler, Allah’a ve Resulüne inanan, sonra da tereddüte düşmeyen ve mallarıyla, canlarıyla Allah yolunda savaşanlardır.." (5) buyrulmaktadır.
Ancak, savaş, her şeyi yıkmak değildir. Mukaddes bir gaye uğruna yapılır. Onun da belirli kaideleri vardır. Onun içindir ki Peygamberimiz, savaşta yaşlılara, kadınlara ve çocuklara dokunulmamasını istemektedir.
Millet olarak şanlı tarihimiz, bir çok savaş ve zaferlerle doludur. Meselâ, 26 Ağustos 1071 Malazgirt Zarferi bunlardan biridir. Bu zafer, Bizanslılara karşı kazanılmıştır.
Büyük Selçuklu Sultanı Alparslan (1063 - 1072) ile Doğu Roma (Bizans) İmparatoru Romanos Diogenes (1068 - 1071) arasında cereyan eden bu savaşta, Alparslan savaşa girmeden önce, karşı tarafa sulh teklif etmiştir. Ancak, İmparatorun ordusu sayıca bizim ordumuzdan çok fazla olması, kendine güveni ve gururu sebebiyle yapılan her türlü sulh tekliflerini kabul etmemiştir. Çaresiz savaş kaçınılmaz olmuştu. 55.000 kişi olan Türk ordusu ile 200.000 kişi olan Bizans ordusu, Malazgirt Ovasında karşı karşıya gelerek çarpışacaklardı. Nitekim öyle oldu. Beklenen saat gelip iki ordu arasında yapılan çetin savaşlar sonunda Bizans ordusu yenilgiye uğrayarak perişan olmuştur. "Nice az bir topluluk vardır ki, Allah’ın izniyle kalabalık topluluklara galip gelmişlerdir." (6)
Malazgirt meydan muharebesi, Türk tarihinde yeni bir devrin başlangıcı sayılır. Çünkü bu zaferin sonunda Türk devletinin temeli atılmış ve bu güzel Anadolumuz, milletimizin sonsuza kadar sahip olacağı ve üzerinde yaşayacağı bir vatan olmuştur.
insanlar bu dünyada ayrı kavimler veya milletler halinde yaşamak üzere yaratılmıştır. Milletler de kendi inançları, duygu ve düşünceleri çerçevesinde kendilerine layık gördükleri bir düzen içinde yaşamaktadır ya da yaşamak durumundadırlar. Ancak, insan istek, ihtiyaç ve eğilimleri ile sınır tanımayan ihtiraslar, menfaat, hak, hukuk tanımama ve başkalarına hakimiyet kurma gibi davranışlar, insanları amansız bir mücadelenin içine itmektedir. Hatta bu mücadele aynı toplumda insanlar arası olduğu gibi, milletler arasında da savaşlara sebep olmaktadır, insanlık tarihinin çeşitli devrelerinde bunun örnekleri görülmektedir.
Yıl 1919. Acısı ve tatlısı ile akıp giden zaman süreci içerisinde millet olarak mücadeleler vererek ve bir çok zaferler elde ederek bu yıla geliyoruz. Yine aylardan sıcak bir ağustos ayı idi. Yunanlılar bu ayın 15’inde izmir’i işgal etmişti. Ancak bunlar, bir savaş sonu, düşmanı saydığı ülkeyi fetheden nizam ordusu değildi. Bilakis kalbi ve kafası haksız kinle örülü haydut sürüşüydü adetâ. Çünkü işgal, ilk anda birtakım facialarla başladı ve aynı şekilde devam etti. O günlerin karanlık ve korkunç durumunu millî şairimiz Mehmet Akif şöyle dile getiriyordu:
Müslüman mülkünü her yerde felâket vurdu.
Bir bu toprak kalıyor dinimizin son yurdu.
Bu da çiğnendi mi, çiğnendi demek şer’i mübin,
Hak sâr eyleme YA RAB, onu olsun. Amin

Bu mısralar, o tarihlerde İzmir’in işgali ile başlayan tehlikenin hangi boyutlara ulaştığını açık bir şekilde ifade etmektedir. Bununla birlikte aynı zamanda bütün millete millî ve manevî bir mesaj veriliyordu.
Ancak; zaman durmak bilmiyor, sürekli akış halinde takvim yapraklan hızla devrilirken, işgal ve felâket de aynı hızla devam ediyordu. Bu defa takvimler, 1920 yılını gösteriyordu. Millet olarak varlığımız, birliğimiz ve istiklâlimiz gerçekten büyük bir tehlike ile karşı karşıya kalmıştı. Var olmak; ancak, anlamı olmayan bir var oluş. Ya da yok olmak...
Böyle önemli olay ve olgularda millî iradenin tezahür edeceği
T. B. M. M. kürsüsünden, Bursa Mebusu Muhittin Baha Bey, Namık Kemal’in:
Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini
Yok mudur kurtaracak bahtı kara mâderini
Mısralarını okuyunca, Mustafa Kemal Paşa yerinden kalkmış ve büyük bir heyecan içerisinde;
Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini
Bulunur kurtaracak bahtı kara mâderini
Diyerek, düşmanların yurttan atılması ve vatanın kurtarılması konusundaki azim ve kararlılığını açık bir şekilde beyan etmiştir. Nitekim; bu kararını da, Başkumandan Mustafa Kemal Paşa, istilâ edilen vatan topraklarını düşmandan kurtarmak için Türk askerini
26 Ağustos sabahı harekete geçirmek suretiyle uygulamaya koydu. Nihayet bu hareketle iki ordu,
30 Ağustos’ta Dumlupınar’da karşılaştılar. Dumlupınar, çok çetin bir muharebeye sahne oldu. Burada Yunan ordusu her ne kadar sayı, silâh ve cephane bakımından Türk ordusundan kat kat fazla idiyse de, Türk askerinin "Ölürsem şehit, kalırsam gazi" inancı ile gösterdiği gayret, verdiği mücadele sonucu savaş, Yunan askerlerinin mağlubiyeti ile neticelendi. Yunan Başkomutanı Trikopis de bu ara esir düştü.
Bu zafer, Türk’ün gücü ve yenilmezliğini bir defa daha ortaya koymuştur. Çünkü Avrupa’nın devletimize "hasta adam" gözü ile baktığı sıralarda bile, düşmanların bizi yok etmek ve tarihten silmek üzere yaptıkları sinsi plân çerçevesindeki işgalleri, millî mücadelemizi, maddî imkânlarımızı hiçe sayarak bu ruh ve iman ile M. Kemal Paşanın etrafında bütün milletçe kenetlenerek başarılmıştır. Bu, hiç şüphesiz kolay olmamıştır. Nice canlar verilmiş ve nice kanlar akıtılmıştır bu vatan uğrunda. Her şey, baştan sonuna kadar yüksek bir iman, ahlâk ve vatanseverlik duygusu içerisinde cereyan etmiştir bütün milletçe. Böylece, hiç bir gücün, Türk’ün istiklâl ve hürriyetini elinden alamıyacağı; hür ve bağımsız olarak ülkesi ve milletiyle bölünmez bir halde kendi kurduğu devleti nesiller yoluyla ebediyete kadar devam ettirme azim ve kararlılığı ortaya çıkmıştır.
Sonuç olarak özetle diyebiliriz ki maddî imkân, yani ekonomik durum, hem seferde, hem de hazerde başarıya ulaşmak için hiç şüphesiz önemli bir vasıtadır. Ancak bu, her şey anlamına gelmez.. Bundan daha önemli olan şeyler vardır insan hayatında. Bunlar, insanları başarıya ulaştıran her türlü faaliyetin temelinde bulunur. Meselâ; gönül birliği, vatan sevgisi, iman ve ülkü birliği gibi. Bunlar, insanları birlik ve beraberlik şemsiyesi altında toplayan ve kutsal bir gaye uğruna insanı, canı pahasına bile olsa, harekete geçiren yüce duygulardır. Hele gaye vatan müdafaası, istiklâl ve hürriyet gibi millet hayatı ile ilgili olunca, bu duyguların önüne hiç bir güç direnemez. Çünkü böyle hallerde parola, "Ya İstiklâl, ya ölüm" olur.
***