Makale

İslamiyeti Nasıl anlıyoruz

Necdet AYDIN

İSLAMİYETİ NASIL ANLIYORUZ?

Dünden bugüne, bugünden yarına; tarih bir milletler mücadelesi ve yarışı şeklinde cereyan etmiş, ve edecektir. Milletleri yaratan, her şeyin yaratıcısı olan Yüce Allah’tır. Yarattığı her şey hikmetli bir yaratılış ve insan için bir ayet (delil) dir. Milletlerarası yarışlar, rekabetler, düşmanlıklar, dostluklar değişmeyi ve gelişmeyi sağlayan hadiselerdir.
Türk milleti tarih sahnesinde var olduğu andan itibaren bir mefkûrenin sahibi ve takipçisi olmuş, kendisini geleceğe taşıyacak değerler ile birlikte bu mefkûresini hayatına deruhte etmiştir.
Dünyada milletlerin istikbale yönelik faaliyetlerini şekillendiren unsurlar, milletlerin idealleri ve kültürleri olmuştur. Milletlerin ideallerini ve kültürlerini ise manevî değerleri şekillendirmekte ve oluşturmaktadır. Türk milletinin İslâmiyet’ten önce ideali olan cihana hakim olma ülküsü, İslamiyet’in kabulünden sonra, -ilâyı kelimetullah- Allah’ın adını, dinini, hükmünü cihana yayma, İslam Dini’ni tebliğ etme şekline dönüşmüştür. Devlet ve millet hayatında ise bu ideal, İslam Dini’ni fertten cemiyete bir bütün olarak yaşamak ve yaşatmak tarzında belirmiştir. Bu haliyle millet kendisinin ahlâkta, maneviyatta, İLİM ve teknikte örnek ve öncü millet olmak zaruretini benliğinde hissetmiş ve yaşamıştır. Mazisinde davranışlarını şekillendiren bu kültür anlayışı hakkında değişik fikirler ileri sürülmüş ve tartışılmıştır.
Antropoloji âlimi R. Linton davranışları yönlendiren kültür unsurlarını belirlerken; bir cemiyetteki insanların büyük çoğunluğunun paylaştığı davranış ve kültür birliğini üniversel unsurlar olarak isimlendirir. Bu üniversel unsurların kültürün özünü belirlediğini ve davranış normlarını şekillendirdiğini iddia eder. Kültürlerdeki davranış normlarının ayırt edici belirleyici özelliği olduğu aşikârdır. Bunlara bakarak kimin veya kimlerin bizim gibi olduğunu, kimin yahut kimlerin bizden farklı olduğunu ayırt ederiz.
Milletlerin sahip olduğu kültürün değerleri inanç ve norm sistemleri insanların zihninde yer eden ve ancak manevi varlığı olan şeylerdir. Bunları davranışlara akseden yönlerinin dışında doğrudan doğruya gözlemek ve değerlendirmek imkânsızdır. Zira hiç kimse bir başkasının zihninden nelerin geçtiğini göremez ve bilemez.
Türk Milletinin hayatına şekil veren, kendi kültürünün bir yönünü teşkil eden, inananı yaşama, İslamiyet’in davranışlara yansıyan görünen kısmı, cemiyet hayatında her kesimde yaşanan veya yaşanmayan şekli ile gündeme getirmeye çalışmaktayız. >
Neden böyle tartışmalı bir konuyu gündeme getirdik. Bu soruya şöyle cevap vermek mümkündür.
"Cenaze namazını uzaktan seyredenler, imanları ne kadar sağlam olursa olsun cemaatin yabancısı olurlar." Türk milletinin nüfus itibariyle yüzde yüze yakınının İslâm Dini’ne mensup Müslümanlar olduğu istatistiklerde belirtilir. Acaba bu Müslüman millet, davranışlarının özünü ve hatta tamamına yakınını yönlendirmesi gereken bu inanç sisteminin, öğrendiğinden ne kadarını davranışlarına aksettirdiğinin şuurunda? Veya başka yönü ile ele alır isek, din adına neyi, nerede, ne kadar öğreniyor; neyi, nerede, ne kadar yaşıyor?
Cemiyetin yarınını oluşturan öğrenci kesiminde din, dinin yaşanması, anlaşılması, öğrenilmesi konusunda neler söylenmekte veya toplumun çeşitli kesimlerinde bu konuda ne gibi düşünce ve davranışlar var?

ÖĞRETMEN GÖZÜYLE

Her yaştan, öğrencilerimizin cevaplarını okudunuz.
Doğumundan ölümüne kadar kişinin dinî bilgileri elde ettiği yerlere bakarsak, sırasıyla şunları görürüz:
Aile hayatında "İslâm fıtratı" üzere doğan her çocuğun, mükellef oluncaya kadarki eğitiminden ebeveyni sorumludur. Çocuk akledinceye kadar çevrede gördüğünü taklit ederek öğrenir. Aile \-çerisindeki ibadetler ve davranışlar İslâm dininin emir ve yasaklarına uygun yaşanmakta ise, çocuk bir alışkanlık halinde bunları kazanmak için müsait bir zemin bulmuş olur. Aile içerisinde veya çevrede bu tarz bir yaşayış ve davranış yok ise, çocuk gördüğünü ve yaşadığını öğrenir. Anneden, babadan veya çevreden, görünen şekil olarak abdest almayı, temizlik alışkanlığını, namaz kılmayı, oruç tutmayı, Kur’an-ı Kerim okumayı veya sahibolunan «maldan sadaka vermeyi, zekât vermeyi, insanlara iyilikle davranmayı görmüyorsa veya buna benzer davranışlarda bulunanlara karşı toplumda alınmaya çalışılan menfi tavrı görüyor ise, elbette ki kendisi için ilk ve en yakın örneği taklit edecek ve bu örneğe benzemeye çalışacaktır. Her iki halde de, yetişen nesil ya ailenin isteğine, yönlendirmesine bağlı olarak, okul öncesi veya okul çağına paralel eğitim için Kur*an kurslarına veya doğrudan ilkokula gönderilmektedir. İlkokul çağında her türlü telkine açık genç dimağ, verilen bilgileri bir teyp kasedi gibi kaydetmekte ve almaktadır. Bizde "Okul öncesi’ eğitim yaygın değildir.
Çocuk için asıl problem ilkokul çağında başlamaktadır. Okul içinde ilk üç sene boyunca sürekli pozitif bilime yönelik eğitim alan, daima ne, niçin, nasıl, gibi sorulara cevap bulmayı öğrenen çocuk, manevi konulara ede tutulur, gözle görülür cevap alamayınca, tereddüt içerisinde kalmaktadır. Dördüncü sınıftan itibaren dinin de ilmî bir yönü ve dana önemlisi, manevi bir ihtiyaç, Allaha karşı bir vazife, bir kulluk borcu olduğunu, bunun temel esasının da ’Gayba inanmak", iman esastan olduğunu, din dersinde öğrenince, artık çocuk için ya birini terketmek, diğerini kabul etmek veya tam tersini yapmak veyahut da bunlara yanaşmadan insanın ruh ve madde bütünü olarak bir arada olması gibi, ikisini bir arada bütünleştirmeyi öğrenecek ve yaşatacaktır. Çocuk ortaokul öğretiminin sonuna kadar çocuktur. Çocukluktan çıkıp, ergenliğe erişince, kendisi için bazı problemler başlamaktadır. Bu ise umumiyetle lise öğrenimi çağlarında kendisini göstermektedir. İlkokulda veya orta öğretimde verilmeye çalışılan din eğitim-öğretimi, bugünkü müfredat programı içerisinde, "uygulamaya" bağlı bilgileri yalnızca ilkokul 4 ve 5. sınıf ile ortaokulun birinci sınıfında vermekledir. Ortaokul ikinci sınıf dahil, lise öğreniminin bitimine kadar olan müfredat, öğrencinin "amelî" bilgi edinmesine yönelik değildir.
Orta öğretimde din dersi ile kültür derslerini bir arada alan öğrenci, fen grubu dediğimiz fizik, kimya, biyoloji gibi ilim dallarının sabit, değişmeyen konular olduğunu öğreniyor ama bunların yaratıcısının varlığını ve şuurunu aynı derslerde öğrenemiyor. Bunların kaynağı olarak sadece tabiat kanunları fikrini öğreniyor. Bu konudaki noksanlığını ise din dersi ile gideriyor, öğrenci dini eğitimi esnasında öğrendiklerini sağlam bir temel elde ederek kabul etmiş ve yaşamış ise, ikisinin bir arada olabileceğini idrak etmekte ve kendisi için bir problem oluşturmadan, dinî hayatını yaşamaktadır. Çocuğun idrakinin tam olarak gelişip yerleştiği orta öğretim çağında, din veya manevi sahada kendisine kazandırılmaya çalışılan bilgi, ileri eğitimin ikinci yansı diye adlandırdığımız lise dönemi eğitimindeki takviye ile güçlenecek, bu da bir şahsiyet güçlenmesi kazandıracaktır. Din öğretiminin zorunlu dersler arasına alınmasının kalıcı bir faydası budur. Asıl sağlıklı sonuç ise, ümit ediyoruz ki, uzun vadede alınacaktır.
Elmas ERDEM

UZMAN GÖZÜYLE

Çeşitli meslek dallarından, yetişkin insanlarımızın cevaplarını okudunuz.
Dinî hayat bakımından mükellef olan; cemiyet hayatı bakımından belli yerlere gelmiş, bulunan aile, iş ve çevre sahibi insanımız dinini nasıl yaşıyor?
Doğumundan ölümüne kadar kendisine bir nimet olarak bahşedilmiş bu dünya üzerinde ömrünü nasıl tüketmekte; nasıl yaşamaktadır veya çevresinde yaşananları nasıl değerlendirmektedir? Neyi, nerede, ne kadar, nasıl öğrenmektedir; öğrendiklerini kendi hayatında nasıl uygulamaktadır? İnsanımız özel bir eğitim almamış ise dinî bilgilerini aile, çevre, Kur’an kurstan veya ilk ve orta öğretimde kazanmaktadır. Alışkanlık veya davranış haline dönüşebilen ve "Hüsn-ü kabul gerektiren dinî hayat hakkında, buralarda elde ettiği bilgiler hayatının ileri dönemlerinde kendine rehber olmakta; ya ’mutmain" olmuş, itminane erişmiş nefs halini kazanmakta veya hüsrana uğramaktadır. İnsanın doğumundan itibaren muhatap olduğu ilk müessese aile müessesesidir. İnsan burada gördüğü, alıştığı ve teneffüs ettiği havayı, hayatının her döneminde, çevresinde ve kendinde görmek, yaşamak istemektedir. Kuran kurslarında veya okul dönemi eğitiminde elde ettiği bilgilerin, fiili davranış halini kazanan kısmını ailesinde ve çevresinde görünce, bunları kendi davranışı şeklinde algılamaktadır. Fakat bunları bir davranış halinde ailede veya çevrede göremeyince ise, yanlış olanın kendi yaşayışı mı yoksa müşahede ettiği aile veya çevrenin yaşayış şekli mi olduğu noktasında tereddüde kapılmaktadır. Hangi meslek dalında olursa olsun, cemiyet hayatında bir yer edinen her insan, öncelikle kendini cemiyete kabul ettirmeyi hedef olarak seçmektedir. Bu şekilde daha fazla insan ile muhatap olacağı, hayatının daha düzenli olacağı kanaatine sahip olmaktadır. Bunun ise ya çevreye uyum sağlamakla veya çevreye örnek olup, onların kendisine uyum sağlamasını temin etmekle mümkün- olduğunu bilmektedir. İnsan için en kolay olan bu metod ve yol, günümüzde hemen herkes tarafından tercih edilmektedir. Bu tercihin sebebi nedir? İnsanın davranışlarını yönlendiren temel iki husus vardır: 1- Allah sevgisi ve korkusu ile davranmak, yaşayışını ona göre tanzim etmek.
2- İçinde yaşadığı çevrenin istediği gibi davranmak; onlardan utanmamak için, davranışlarını ona göre tanzim etmek... Bu ölçüyü cemiyet hayatında tetkik edersek, şunu görürüz: insanların büyük çoğunluğu için din! hayatta iman ve tatbiki yaşayışın kaynağı, ailede ve çevrede görülen yaşayış tarzıdır. Annem, babam, arkadaşlarım ne der veya ebeveynim, çevrem, dost ve arkadaşlarım böyle yapıyor, ben de yapsam ne olur ki tarzında bir savunma mekanizması ile hareket edilmektedir. Bu tarz hareket, dinî hayatı yaşama veya yaşamama konusunda en çok rastlanılan yoldur. Halbuki her ınüslümanda olması gereken asıl davranış saiki, ’Allah sevgisi ve kon\usu" olmalıdır.
Her müslümanın inananın ve ibadetinin niçin yapıldığının veya yapılması gerektiğinin şuur ve idraki içerisinde olması gerekir. Sadece ibadet etmiş olmak için veya ibadet olarak sadece namaz, oruç, hac, zekât gibi belli İbadetleri yapmanın yeterli olmayacağı açıktır.
Müslüman kişi, hem ruh! manevî âlemi, hem de maddî dünyevi âlemi bir arada idrak ederek, ahenkli bir hayat yaşamak zorundadır.
Yani dünyayı ahirete, ahireti dünyaya, feda etmemek zorundadır. Halbuki cemiyet hayatında iki yönlü tenakuz yaşıyoruz: Dünyayı reddedip, ondan uzaklaşmak; veya dünyevî maddî hayatı tercih etmek..
Sağlıklı dinî hayat, dünya ve ahireti dengede tutmaktır.

Necdet Aydın