Makale

Yakın tarih Perspektifi İçinde Türk Aydını ve.....

Prof. Dr. Ahmet Yaşar OCAK

Yakın tarih perspektifi içinde TÜRK AYDINI VE…

YÜZYILLARDIR Batı ile arasında açılmakta devam eden uçurumun bir türlü farkına varamıyan, vardığında ise, kendisini onun hâkimiyet pençesi altında görüveren ve ancak böyle uyanabilen; bu suretle yüz yıldır kendisini geliştirecek dinamikleri aradığından, bir türlü başarıya ulaşamıyan; kendi iç çekişmeleriyle birbirine düşüp suçu her zaman Batı’ya yükleyen; kısaca düşe kalka, yol almaya çalışan; birbirinden hayli farklılaşmış İslâm anlayışları içinde, gerçek İslâm’ın hamleci dinamiğini yitirmiş bir İslam dünyası...
Bu dünya içinde, bir zamanlar kendine hayat veren, ama zamanla statikleşen zengin tarih ve kültür mirasının altında, onu işlemesini bilemediği için ne yapacağını şaşırmış bir halde iyice ezilen ve parlak geçmişinin gururunu da elinden bırakmamakta direten bir Türkiye...
Ve bu Türkiye’de, bir kısmı, elinde olmadan kendini içinde bulduğu Müslüman-Türk kimliğine her gün lanet yağdıran ve bir an önce ondan kurtulmak isteyen; fakat bu defa da, takınmak istediği kimliğin gerçeğine akıl erdiremediği için, onunla, mirasçısı olduğu Müslüman-Türk kimliği arasında saat rakkası gibi gidip gelen; bir kısmı, taşıdığı bu kimliğin yalnızca birinci veya ikinci yüzünü tercih edip onu da katı ve dar kalıplar içine hap-sederek,başka kültürleri düşman ilan edip kapılarını sıkı sıkı kapatan ve nihayet bir kısmı, taşıdığı bu kimliğin bugünkü dünyada ne anlama geldiğini anlayıp ona göre bir yol çizmek için, onu sorgulamak ve kavramak zorunda olduğunun şuuru içinde, çağdaş dünyada kaybolmadan nasıl yaşanması gerektiğine kafa yoran ve bu kimliğe artık yeni bir güç kazandırmanın zamanı olduğuna inanan ve bunun için kafa patlatan farklı farklı aydın tipleri ve her kesimden bu aydınları bekleyen büyük meseleler...
Bu meselelerin en önemlisi,şüphesiz yakın tarihimizin perspektifinden, her vesileyle karşı karşıya bulunduğumuz, her geçen gün daha iyi beliren ’İslâm gerçeği’dir.
Aslında bu mesele, hepimizin son zamanlarda dikkatini çektiği gibi, 1979ı Iran İslam İhtilâli’nin hemen arkasından Amerika’sı, Sovyet Rusya’sı, Avrupa’sı, hattâ hiç ilgisi yok gibi gözüken Japonya dahil Uzak Doğu’su ile hemen bütün dünyanın gündemine giren bir meseledir. Aşağı yukarı on yıldır bütün dünya, İran ihtilâli’nin dürtmesiyle-tabii ki siyasî ve ekonomik endişelerle-İslam’a, sıyasi-sosyal-ekonomik ve kültürel yanlarıyla İslâm dünyasına gözünü dikmiş, büyük bir duyarlılıkla bu dünyadaki, ama özellikle de Batı’nın politik ve ekonomik yatırımlarının odak noktası gibi duran, Türkiye dahil, Orta Doğu’daki gelişmeleri takip etmektedir. Dünya üniversiteleri, araştırma enstitüleri, yaklaşık on yıldır ciltlerle yayınlar yapmakta, günümüz müslümanla-nnın İslam’ı nasıl algıladıklarını, bu algılayışın onların bugünkü hayatlarını ne ölçüde ve hangi yönde etkilediğini ve etkileyeceğini ve tabiî temelde bu etkinin kendi iç politikalarına, milletlerarası siyasî ve ekonomik ilişkilerine nasıl yansıyacağını anlamaya ve ona göre kendi stratejilerini oluşturmağa çalışmaktadırlar. Görebildiğimiz kadarıyla bu oluşumda, bizi ilgilen- ’ diren aşağı yukarı her meselede olduğu gibi, Türk BİLİM adamlarının katkıları yok. Türk BİLİM adamları, aydınları ve genelde Türkiye, sanki Orta Doğulu bir İslam ülkesi değilmişçesine, yaşamakta olduğumuz bu çok önemli ve hayatî sürecin dışında kendisini görüyor gibidir.
Oysa, kanaatimize göre, Türkiye’nin ikiyüz elli yıldan beridir içine girdiği.çağdaşlaşma adına batılılaşma çabalarının bir türlü başarıya ulaşamamasının temelinde hep bugüne kadar, göz kamaştıran teknolojisinin sağladığı konforlu günlük yaşantısının arkasındaki gerçek Batı’yı görememek olduğu söylenebilir. Bunun altında da, XV. yüzyılın ikinci yarısından itibaren hızlı bir merkezîleşme çabasının ürünü olarak İslâm’ı da kendi devlet anlayışı ve yapısıyla özdeşleştirip kontrol altına almış bir imparatorluğun nesli sıfatıyla İslâm’la hesaplaşmamak ve onu sağlıklı bir biçimde algılayamamak yatmaktadır. Batı dünyasındaki siyasî, sosyal, ekono-mik, bilimsel ve teknolojik gelişmelerin nihayet farkına varılması sonucu, belirmeye başlayan ve Cumhuriyefe kadar süren Osmanlıcılık, Batıcılık, İslamcılık ve nihayet Türkçülük gibi fikir akımlarının tartışma konularının temelini de yine bir bakıma İslâm’ın algılanış biçimi teşkil edi-yordu.
Bu farklı algılayış biçimleriyle Cumhuriyet devrine kadar gelindi.
Yönetici ve aydın kesimin önemli ve etkili kısmı, Osmanlı yönetiminin tepe noktasını teşkil eden halife-sultan tipinin temsil ettiği bir imparatorluk rejiminin yansıttığı din-devlet özdeşleşmesinden i-baret görüntünün tepkisi olarak, Osmanlı rejimi ile İslâm’ı özdeş görüyorlardı.
Cumhuriyet dönemine işte bu anlayışla girildi.
1950’lere, bilinen tarzda gelindi. Bu tarza göre yaşanan halk İslâmı, şiddetli bir tepkiyi de bağrında saklıyordu. Tabii ve sosyolojik olarak bu tepki, bilimsel ve güçlü fikri bir tabana oturmamış bu halk İslâmı, içinde sağlıksız, hoşgörüsüz, İslâm’ın hakikatından uzak bazı yapılanmalara da yol açtığı gibi, zaman zaman mistik eğilimler sergileyerek, İslâm’ı her türlü fikrî ve kültürel hamleden yoksun, yaşayan ve değişen dünyaya kapalı bazı yeni mistik yapılanmalara da sebebiyet verdi.
1950’lerden itibaren, Türkiye’nin değişmeye başlayan siyasî, sosyal ve ekonomik şartlarının şevkiyle gerek yukarda belirlediğimiz müslüman tabakanın sosyal ve ekonomik düzeyi, gerekse buna paralel olarak yükselmeye başlayan fikri ve kültürel seviyesi, İslam’ı algılamasında ve ondan beklentilerinde de değişmelere yol açtı. Kavuştuğu serbest dînî yaşantının yanında İslam’ın bilimsel ve kültürel muhtevasıyla da ilgilenmeye başladı. Bu talebin sonucu, devlete açtırılan orta ve yüksek dîni eğitim kurumları, bu ihtiyaç yüzünden yalnızca din görevi yapacak elemanlar yetiştiren kurumlar olarak devam etmedi ve bilimsel görevler yüklenmeye yöneldi.
Bu gelişme ve değişme, 1950’li yıllarda anti İslamist aydın ve bazı basın çevrelerinde şiddetli bir İslâm ve Müslümanlık aleyhtarı kampanyanın açılmasına müncer oldu. Bu kampanya, kısmen, mesleği edebiyat olan bir kısım aydınlar, kısmen de eski medreselerden yetişmiş Müslüman aydınlar tarafından karşılık gördü. Halk kesimi ve özellikle bir kısım gençlik tarafından hararetle desteklenen ve yöneticileri edebiyatçı aydınlar olduğu için, BİLİMSEL ve fikrî bir nitelik taşımaktan çok dînî-edebî bir romantizm sergileyen bu kampanya, zaman zaman eskiden olduğu gibi yine devletin müdahalesine konu oluyordu.
Böylece 1960’lara gelindi. Bu yıllar, Türkiye’de yeni rejimle birlikte, gerek anti İslamist, gerekse Müslüman aydın ve halk kesiminde yeni değişimlerin ortaya çıktığı yıllar oldu. Bir defa ihtilal sonrasında, bürokrat ve eski aydınlar tarafından temsil edilen anti İslamist cepheye, Marksist sol ideoloji mensubu aydınlar katıldı. Bunlar İslâm aleyhtarı yeni bir seri faaliyetin içine girdiler. Marksist sol aydınların, iki kesim arasındaki tartışmalara yeni bir muhteva kazandırdıkları görüldü. O zamana kadar İslam’ın yalnız iman ve ibadet cephesiyle uğraşan Müslüman aydınların önüne, daha önceleri farkına varmadıktan bir seri sosyal ve ekonomik meseleler sürdüler. Bu olay onların İslam’ın bir de bu yönleri olması gerektiğini düşünmeye itti. Tabii bu arada bir şeyin daha farkına vardılar: Kendilerinin bu meseleleri tartışacak, onlara çözüm getirecek hiç bir hazırlıkları yoktu.
Bu eksiklikleri, onları yeni bir yola itti. Bu yol, öteki İslam ülkelerinde söz konusu meselelere dair neler olduğuna bakmaktı. Böylece Müslüman aydınlar, ilk defa başlarını Türkiye haricindeki İslam ülkelerinde olup bitenlere çevirdiler. Bu ise, bir çeviri devrinin başlaması anlamına geliyordu. Bu devir Türkiye’de en azından bir kısım Müslüman aydın ve halkın İslâm’ı algılamasında yepyeni bir dönüm noktası teşkil eder. Burada Cumhuriyetin başından beri mevcut bir Diyanet İşleri Başkanlığı, 1952 yılından beri resmen faal olan bir ilahiyat fakültesi (A.Ü. ilahiyat Fakültesi) bulunmasına rağmen, Müslüman kesimin bahis konusu meselelerine yeterli bilimsel referansları oluşturması gereken çalışmaları niçin üretemediği, ilginç bir soru olarak hatıra gelmektedir.
işte 1960lı yıllarla başlayan bu çeviri dönemi, Müslüman Türk aydınlarının İslam’ı algılamalarında yeni kriterler ortaya çıkardı ve Batı sömürgeciliğinin maddi-manevî ıstıraplarını yıllarca fiilen yaşamış bu ülkelerdeki Müslüman aydınların fikir mahsullerini Türkiye’ye taşıdı. Ancak, fazla itinalı olmayan çevirilerle Türkçeye kazandırılan ve genellikle "İslâm’da diye başlayan başlıklar taşıyan bu eserlerin asıl önemi, bizce başka noktalarda toplanmaktadır. Bir defa, sömürgeciliğin sıkıntılarını yaşadıkları için, haklı olarak "Batı kültürü’nü "emperyalizmle özdeşleştiren bu aydınların bu kültüre hasmâne yaklaşım tavırları aynen Türkiye’ye de taşınmış oldu. Ayrıca bu eserlerin ele aldıkları meseleler, yazıldıkları ülkelerin tarihî geçmişlerinin ortaya çıkardığı meseleler olduğu için, bunların aynen Türkiye’de de geçerli olduğu inancının yerleş-mesine yol açıldı.
Böylece bu çeviri edebiyatının Türkiye’de İslam’ın algılanması açısından biri pratik, diğeri kültürel iki sonucu doğdu:
1) Çağdaş dünya içinde yaşamanın, üstelik bir Müslüman olarak yaşamanın nelere malolacağının, ne gibi külfetler, sorumluluklar getireceğinin anlaşılması,
2) İslâm’ın sosyal ve ekonomik meseleler hakkında ne gibi çözümler ihtiva ettiğine dair Türkiye’de de bilimsel bir çabanın başlatılması.
Bu sûrede, müslüman Türk aydınlarının bir kısmı, örnek aldıkları öteki müslüman ülkeler aydınlarının ileri sürdükleri sosyal, ekonomik ve siyasî çözümlerin farklı şartların ürünü olduğunu hesaba katmadan, benzer çözümleri uygulamak gerektiğine inandılar. Bu EĞİLİM, özellikle bilimsel bir İslâmî eğitim sürecinden geçmemiş aydınlar ve gençlik kesimi arasında cazip karşılandı ve hararetle desteklendi, işte kanaatimizce 19701i yıllardan itibaren Batılı ülkelerin literatüründe Radikal veya Fundamentals terimleriyle nitelenen İslamcı zümreler, kafa yormağa gerek göstermeyen bu hazır çözümler etrafında toplananlardır. Bu zümreler arasında da, bilhassa İslâmî rejim meselesi değişik yorumlar sebebiyle farklılaşmalara sebep oldu. 1979 İran ihtilâli, İslamî rejim meselesini bu radikal gruplar içinde yeniden gündemin ilk maddesine yükseltti. Ayrıca bu ihtilâlin bir Şîi ihtilâli değil, aslında tabiî İran’ın da bu konudaki propagandalarının etkisiyle bir İslâm ihtilâli olduğu fikri ağır basmağa başladı, ki hâlen tartışılan bir konudur. Böylece günümüze kadar gelindi.
Anti islamist kesime gelince, bu kesimde de günümüze gelinceye kadar ilgi çekici gelişme ve değişmelerin vuku bulduğunu gözlemek mümkün olmuştur. Bu kesim içindeki Marksist aydınlar, 1980’lere kadar acımasız bir biçimde saldırdıkları İslam’a ve Müslümanlara tama-miyle farklı bir yaklaşım içine girdiler. Hattâ Türkiye gibi bir ülkede kendilerini açıkça ’ateist’ olarak tanımlayabilecek bir rahat posizyonda gören bu aydınlardan bir kısmı İslâm’a ideolojik dağil, tersine, bilimsel ve sosyolojik, tarihî bir perspektifle yaklaşmağa yöneldiler; Müslüman aydınlarla diyalog içine girdiler; panellerde onlarla birlikte görülmeğe başladılar.
Geçtiğimiz şu on yıllık süre içinde, Türkiye içinde veya dışarıda yaşanan bazı olaylar Türkiye’de İslam gerçeğinin gerek anti İslamist, gerekse İslamcı kesime mensup çevrelerin genelinde-hâlâ sağlıklı, bilimsel ve sosyolojik bir yaklaşımla ve özellikle de tarih perspektifi içinden görülüp görülmediğini test etmemize büyük ölçüde imkân sağladı.
Bazı hassas olaylara yaklaşım tarzları, yorumları ve Türkiye açısından anlamları konusunda, anti İslâmist kesimin bir kısmının eski katı tavırlarını aynen devam ettirdikleri ortaya çıktı, içlerinde günlük gazetelere yazı yazan bazı üniversite mensubu bilim adamları da dahil olmak üzere, islâm’ın çağdışı ve gerici bir din olduğunu ispat sadedinde;
XIX. yüzyıldan beri yazıla yazıla eskimiş fikirleri yeniden meydana sürerek makaleler ve kitaplar yazdılar; hattâ bilimsel tavır kılığı içinde konferanslar verip paneller düzenlediler, işlenen konular genellikle "Dört kadınla evlenme",
"Kadının şahitliği ve miras hakkı" meselesi, "İslâm’ın kadını insan olarak görmediği" konusu vb. klasikleşmiş ve İslâm’ın başka yönlerini görmemeğe adetâ azmettirmiş meselelerdi.
Bahis konusu bu tavır, özellikle bazı basın organları aracılığıyla, islâm konusundaki bütün bilgisi, aile çevresindeki geleneksel, çoğu yanlış ve islâm’la hiç ilgisi bulunmayan şifahî kültürden, namaz ve oruçtan, mevlidden öteye hiç bir bilimsel mesaiye dayanmayan, iyi niyetli müslüman aydın ve halk kesimini de geniş ölçüde şartlandırıyordu. Bu tavrın bizce gözden kaçırdığı şu idi: Artık Türkiye’de müslüman aydınlar ve halk, eski gazetelerde çizilen karikatürlerden başı bereli, ayağı takunyalı tipten çok başka idi.
Türkiye’de gelişen bazı olaylar, Müslüman aydınlardan bir kısmının da yanlışlarının ortaya çıkmasına yol açtı. Onlar da, 1) İslâm’a tarih! ve sosyolojik bakış açısından hâlâ yoksundular. 2) Türkiye’de yeterli bilgi birikimi olmadığı İçin, hâlâ bütün meseleleri, öteki islâm ülkeleri aydınlarının gözlüğüyle görmeğe devam etmektedirler. 3) Iran Ihtilâli’nin yarattığı büyüleyici etki yüzünden, dikkatlerini yalnızca "İslâm! rejim" meselesine çevirdiklerinden, islâm’ın asıl ele alınması gereken, "Bugünün dünyasında kültürel ve sosyal yeri" gibi devâsâ bir problemi ihmal ettiler. 4) Batı medeniyetini, onun emperyalist yanıyla özdeşleştirmekte hâlâ direterek onu anlamağa yanaşmamaktadırlar.
Sonuç olarak söylemek gerekirse, bir kere daha anlaşılıyor ki, islâm gerçeği, inanan veya inanmayan Türk aydınının önünde bir mesele olarak durmakta, artık çok ciddî ve her türlü peşin hükümden, ideolojik kaygulardan arınmış bir şekilde, mutlaka tarih perspektifi içinde, sosyolojik bir realite olarak bilimsel bir metotla ele alınıp sonuca bağlanmak zorundadır. Son zamanların deyimiyle "kimlik krizi’nden, temelinde islâm’ın bulunduğu, gerçek kimliğimizi görmek suretiyle kendimizi bir an önce kurtarabilmek için bu işleme şiddetle ihtiyacımız vardır. Buna inanan bir Türk vatandaşı olarak, İslâm’a inanan-inanmayan bütün aydınlarımıza sesleniyorum: Geliniz, geçmişimizin ve geleceğimizin sırtımıza yüklediği, kaçmakla artık kurtulamıyacağımız bu ağır meseleyi birlikte çözelim!
Zira, inanıyorum ki, gelişmişlik sahiline yol almaya çalışan ve zaman zaman su alsa da oraya varacak olan, varmak zorunda olan Türkiye gemisinde birlikte kürek çekenler olarak bu işlem, belki de bizim gerçek ve öz rönesansımızın başlangıcı olacaktır.