Makale

Duvardaki Çatlak

Duvardaki Çatlak

Abdulbaki İŞCAN

Sıkı bir harçla, sert taşlarla örülmüş binamızı yıkmak için hangi yolları denemediler, hangi çarelere baş vurmadılar ki. Ufak tefek çakıl taşları attılar önce duvarlarımıza, avuçlarına doldurdular, var güçleri ile fırlattılar. Mancınıklarla taarruza geçtiler. Okları mızrakları denediler, topla, tüfekle geldiler, beceremediler. Birbirlerine sağlam bir harçla kenetlenmiş bu binanın duvarlarını yıkamadılar. Emellerine ulaşmak için başka yolları deneyerek, başka çareler aradılar. Ve içimizden pazara çıkmış bir kaç ruhu satın aldılar. Onlara cennetler vaad ettiler, yalancı cennetler. Rüyalarının, hayallerinin gerçekleşebileceği dünyaları anlattılar onlara; kirli paralar ile inşa edilmiş, karanlık düşüncelerle imar edilmiş karanlık dünyaları. Ve bu dünyalarına insanları çekebilmek için içki, uyuşturucu ve fuhuştan oluşan üç basamaklı bir merdiven kurdular, şeytanla arkadaş oldular. Bu dünyaya götürecek imkanları onlara, yakut ve elmaslarla süslü gümüş tepsiler içerisinde sundular.
Parayı her değerin üzerinde tutanlar, beyaz zehir tüccarları, uyuşturucu tacirleri, çirkin suratları ile, ellerinde esrar paketleri, şırıngaları, İçki şişeri ve kağıt desteleri ile, bedenimizi, beynimizi, ruhumuzu ve geleceğimsi esir almak için kuşatıp duruyorlar dört bir yanımızı.
Fikirleri körelmiş, aklı, mantığı dumura uğramış, hisleri uyuşmuş bir toplum istiyorlar.
Her devirde olduğu gibi zamanımızda da karanlıklardan hoşlanan yarasalara eş, karanlıklarda yaşayan, karanlık düşünen, ışığa ve aydınlığa tahammülü olmayan karanlık ruhlar var. İnsanların aydınlık taraflarını söndürmeye, köreltmeye; karanlık dünyalarını, tehdit eden düşüncelere ve sahiplerine kan kusturmaya yemin etmiş satılmış, karanlık ruhlar var.
Satılmış ruhlar, sokaklarda, okul önlerinde, karanlık caddelerin kuytu köşelerinde av ararken, belirledikleri mekanlara ağlarını kurarken, sahipleri saraylarında maddenin gücüne alkış tuttular. İşte oluyor dediler, işte oluyor. Duvarlar çatlamaya başlıyor..
Geçmişte olduğu gibi bugün de alkol ve uyuşturucu tüketimi tehlikesi İnsanlığı tehdit ediyor. Gelecekte’de bu tehdit önümüze bir uçurum gibi çıkacağa benziyor.
Geçmişten farklı olarak, utanma ve günah kavramlarının meydana getirdiği bir ezikliğin, bir vicdan sızısının eşliğinde değil, bir umursamazlıkla, müthiş bir pervasızlık ve vicdan rahatlığı İle bu tüketim her geçen gün artmakta.
Sıkı bir harçla, sert taşlarla örmüştük biz binamızı. Duvarlarımızı yıkmak için hangi yolu denemediler ki...
Dini inançları sarhoş edici maddeleri haram kılan bir toplumda bu akıl almaz tüketim nasıl izah edilebilir? Uyuşturucu madde ve alkol tuzağına düşen gençlerimizin durumu nasıl yorumlanabilir? Okulların bahçelerine kadar girmiş bu canavar nasıl durdurulabilir? Bir yerlerde gece yarıları nöbeti tutmuş bir uyuşturucu madde mübtelasının çektiği acıya ve onun felç olmuş hayatına sebep olanlar, çoluk çocuğunun rızkını içki ve kumar masalarında bırakan insanların bu duruma düşmelerine neden olanlar, insanlığı süründürenler, tutsak alanlar, öldürenler, kelimelerin hangisi ile vasıflandırılabilir?
Cana düşman, mala düşman, hayata düşmanlar. İnsanlığa düşman, güzelliğe düşman, huzura düşmanlar...
Biz şefkati ve merhameti o yüce dinden öğrenmiş, ahlakımızı da Peygamber ahlakına benzetmek için çalışmış durmuştuk. Biz insanları Yaratıcının bir emaneti olarak görmüş, emanete ihanet etmeyecek şekilde asırlara hükmetmiştik. Ve biz çocukları, gençleri anne duygusu ile sevmiş, Allah korkusu İle kollayıp bağrımıza basmıştık.
Ey nice düşmanlarını altetmiş pehlivan yapılı kahraman! Nedir halindeki bu bitkinlik, nedir bu zayıf düşme?
Ey karanlık gecelerin katran- karası zindanlarına ışık tutmuş Yusuf edalı güzel çehre! Yüzündeki bu hüzün, bu gölge de ne?
Biz seninle aynı dünyada yaşıyoruz. Aynı nehirlerin aynı sularını içiyor, aynı yağmurların altında, aynı oranda ıslanıyoruz.
Biz seninle aynı havayı teneffüs ediyoruz. Aynı ormanların, aynı güllerin kokularını, aynı duygularla içimize çekiyoruz.
Biz seninle aynı tarlanın aynı mahsulünü topluyoruz. Aynı başakların olgun tanelerini, değirmen taşı ile öğütüp, aynı ateşin pişirdiği ekmeği yiyoruz.
Nedir öyleyse bu ayrılık, bu başka kişilik. Bu zamansız ve anlamsız bağ bozumu niye!
Çocukken okuduğum hikayeleri, masalları şimdi daha iyi anlıyorum. İnsanları kötü niyetlerine alet etmek için kazanlarını çeşit çeşit tuzaklarla doldurup, esaret iksiri hazırlayan cadıları, avuçlarına düşürdükleri insanlarla zar gibi oynayan falcıları şimdi iyice yerli yerine oturtuyorum.
Cadılar kazanlarını kaynatıyor, falcılar zarlarını atıyor.. Sonra insan avına çıkıyorlar. Tuzaklarına düşürdükleri insanları ya kendilerine benzetiyorlar, ya mahvediyorlar. Çoluk çocuk demeden iliklerini emiyorlar.
Sadi’nin akbaba ile çaylak masalını hatırlıyorum.
Bir akbaba bir çaylağa,
Uzağı benden daha iyi görebilen hiçbir insan, hiçbir kuş yoktur, dedi.
Çaylak,
Öyleyse söyle bakalım, şu ovanın etrafında neler görüyorsun.
Dağın tepesinden aşağılara bakan akbaba.
Şu ovanın ucunda bir tanecik buğday gördüm.
Çaylak,
İnelim bakalım doğrumudur, dedi.
Bir tuzağın üzerine konulan buğday tanesini alırken akbaba tuzağa düştü. Çaylak, tuzağı görmedikten sonra, taneyi görmüşsün ne çıkar, dedi.
Çok mu tepelerden baktık olaylara. Keskin gözlerimize güvenerek uzakları görürken, yanımızda olan bitenden haberimiz olmadı mı? Oldu da önemsemedik mi? Yoksa görmezlikten mi geldik? Ayrık otlarının sadece başkalarının bahçelerinde biteceğini mi sandık?
Sıkı bir harçla, sert taşlarla örmüştük biz binamızı... Şahince bakan gözlerimiz vardı. Yusuf yüzlü çehremiz, Hamza edalı cüssemiz vardı...
Artık yaralarımızı öyle sarmalı ki, bir daha yaralanmamalı, duvarlarımızı öyle bir onarmalı ki, artık çatlamamalı.
Ve Sadi’ye yeniden okumalı, akbabanın akıbetini bir kez daha düşünmeli.