Yeryüzünde din fikri ne zaman ortaya çıkmıştır?
İlmî ve fikrî gelişmeler karşısında dînin durumu ne olabilecektir?
Dinin sosyal görevi nedir, psikolojik fonksiyonu ne olabilir?
Hangi noktaya kadar din fenomeni köklü ve eski bir fenomen olarak kabul edilebilir?
Maddî gelişmeler mi öncedir, yoksa dînî gelişmeler mi?
Fransız ihtilâlini gören on sekizinci yüzyıl aydınlarından bir kısmı dinlerin ve hukukun sonradan ortaya çıkmış kurumlar olduğunu ileri sürerler. Hattâ Voltaire; “İnsanlık dini ve rûhi konuları düşünmeden önce yüzyıllar boyunca katı bir materyalist hayat sürmüştür. Bu hayâtın temelleri tarım, heykeltraşlık, inşaatçılık, demircilik ve marangozluk olsa gerektir.” Der1.
Bir kısmı daha da ileri giderek: ’‘Dini ve mânevi duygulan kurnaz papazların ve din adamlarının uydurarak söylediklerini, her şeyi tasdik eden ahmakları bu yolla aldattıklarını" ileri sürmüşlerdir2.
Jean Jack Rousseau da kanunlara ve dînî kurumlara aynı gözle bakar ve “Sırf başkalarına tahakküm etmek gayesiyle konulmuş olmaktan başka değerleri olmadığını” söyler. Sonra bu sözünü şöyle yorumlar: “Bâzı arazi parçalarını ve yerleri ellerine geçirerek gözaçık davranan toprak sâhipleri itirazlarını daha da ilerleterek mallarını ellerinden kaçırmak istememişler ve bunu sağlayabilmek için kendi aralarında toplanarak adına ’’kanun ve nizam” dedikleri şeyleri koymuşlardır. Böylece fakirleri aldatmış ve kitleleri kandırmışlardır3.
Dinler ve yasalarla ilgili bu alaycı görüş yeni bir şey değil, sadece eski deliliğin tekrarıdır. Bunları Yunanlı sofistler çok önceden yapmışlardır. Dinler ve yasalarla eğlenmişler ve herkesi de onlara karşı gelmeye ve kuşkuyla karşılamaya teşvik etmişlerdi.
Antikçağ sofist filozoflar: “îlk insanın hiçbir yasanın koruyuculuğuna gerek duymadan yaşadığını, hiçbir ahlâk kuralına uymak zorunda bulunmadıklarını yalnızca kaba kuvvete boyun eğdiklerini’’ ileri sürüyor, sonrada şunu ekliyorlardı: "Sonra yasalar ve kurallar konmuş ve açıkça yapılan hareketler bu sefer gizilce yapılmaya başlamış, o zamandan beridir de gizlice işlenen suçlar yaygınlaşmıştır. Bâzı dahiler de kitleleri gökte ezeli bir gücün bulunduğuna ikna etmeye çalışmış, onun her şeyi görüp işittiğini ileri sürmüş, her şeye bir gece hâkim olduğunu savunmuşlardır.”4 Onlara göre dinler de yasalar da toplumun hastalıklarını çeşitli hile ve oyunlarla gizleyip örtmek için uydurulmuş ustaca oynanan politik oyunlardı.
Modern Avrupa’da bu görüşlerin yayılıp revaç bulmasını etkileyen iki önemli faktör vardır aslında:
a) Kilise mensuplarında birçoğunun dejenere olmuş ahlâk anlayışı,
b) İnsanlar tarafından konulan yasaların baskısı ve umumi gelir dağılımının düzensizliği
Bu iki faktör yüzünden kitleler her zaman ve her yerde dinlerin ve yasaların hep aynı şekilde olduğuna inanmalarını kolaylaştırmıştır.
” Ne var ki daha onsekizinci yüzyıl bitmeden bu görüşün yanlışlığı ortaya çıktı. Çünkü Kıta Avrupası’nm dışına geziler yapıldı, değişik inançlar, gelenek ve efsaneler ortaya çıkanlar bunlar arasında karşılaştırmalar yapıldı ve o zaman anlaşıldı ki din fikri en eski ve en köklü fikirdir. İlkel ve gelişmiş hiçbir toplum ondan yoksun yaşamamıştır. Ve böylece din fikrinin bütün maddî ve medenî fikirlerden önce ortaya çıktığını, din fikrinin temelinin kurnazların uydurması ve başa geçenlerin aldatmacası olmadığı, hiçbir geçici sebep, yahut özel şartlarla ortaya çıkmadığı anlaşıldı. İnsanlar arası ortak duyguları dile getirildiği kabuI edildi.
Elbette ki dinlerin hepsi bir toplumun bütün fertlerini kapsamaz. Toplum içerisinde her zaman hayâtın meşakkatleriyle başbaşa kalan, yüce gerçeklere göz atacak imkân ve vakti bulamayan aşırı yorgunlar ve bitkinler bulunacaktır. Bunların yanısıra yine her toplumda hayâtı ciddiye almayan, keyif ve eğlence olarak kabûl eden, dîni duyguları hurâfe ve evham olarak niteleyen, "müstehzi ve başıboş" kimseler bulunacaktır. Fakat bunlar her zaman ve her toplumda azınlıktadırlar. Çoğunlukla da hayatın acılarına rastgelmemiş, boyun eğmeyi ve tevazu öğretecek morluklarla yüzyüze gelmemiş neüdüğü belirsizler arasında bulunur bu tipler. Nereden geldiklerini ve tereye gideceklerini düşünemeyen beyinsizler arasında. Ancak bu gibi istisnalar kaideyi bozmaz ve din duygusunun genel anlamda insanın rûhunda ve fıtratında olunduğu fikrini çürütmez. Nitekim bütün canlıların ortak; olduğu cinsin devamını sağlama içgüdüsünü de bâzı kimselerin evlenmemesi veya çocuk yapmaması ortadan kaldırmaz.
Biz belirli inançların muayyen bir asırda ortaya çıkmış olabileceğini veya birtakım tapınma biçiminin özel bir nedenle vücut bulmuş muayyen şartların mahsulü olabileceğini inkâr etmiyoruz. Hattâ birçok ibâdetlerin böylece oluştuğunu aklen ve fiilen kabûl ediyoruz. Fakat özü itibariyle din fikrinin insanla birlikte ortaya çıkmamış ve ona sonradan iliştirilmiş bir şey olabileceğini doğrulayacak hiçbir delil yoktur.
Fransızca yayınlanan Grande Larousse: "Din duygusunun bütün insan cinsi arasında müşterek olduğunu, en ilkel ve vahşî kabilelerden tutun da en ileri cemiyetlere kadar hepsinde din fikrinin bulunduğunu, tabiat ötesine ve İlâhî bir güce inanmanın insanlığın âlemşumul ve ebedi bir içgüdüsü olduğunu" belirtmektedir5.
Bartelemi Sainte Hilaire der ki: “Kâinat ve insan nedir? Nereden gelmiştir? Kim yapmıştır? Kim idare etmektedir onu? Hedefi nedir gibi sorular hep aklımızı kurcalamaktadır. Dünya yüzünde yaşarken zihnimize hangi kurallar hâkim olmalıdır? Bu hayattan sonra nasıl bir gelecek bekliyor bizi? Sonsuz bir hayat mı, yoksa hemen bitiverecek bir ömür mü gibi sorulara her millet, her toplum, her kabile kendi anlayışına göre iyi veya kötü, makbul veya gülünç, değişen veya değişmeyen cevaplar vermiştir.6
Chachoin de der ki: “yaşadığımız yüzyılda ilmî, sınai, iktisâdi ve sosyal gelişmemiz nasıl olursa olsun, pratik hayatta ne büyük adımlar atmış olursak olalım, kendi geçimimizi ve bakmak zorunda olduğumuz kimselerin geçimini elde etmek için ne kadar yorulursak yorulalım bir an için dinlenip rahatlarsak -ister böbürlenelim ister tevâzu edelim, ister iyi olalım ister kötü- zihnimiz muhakkak şu ezeli suallere takılır: Biz ve bu kâinat nasıl ve niçin var olduk? ilk sebepler ve ikinci dereceden sebeplerin mahiyetiyle hak ve görevlerimiz nedir?7
Henrl Bergson ise; "İlimden, sanattan ve felsefeden yoksun insan toplulukları bulunmuştur ve bulunacaktır da. Ama dinsiz bir toplumun var olduğu hiç görülmemiştir.” demektedir8.
Ondokuzuncu asra gelindiğinde bu anlayış ruhlarda yer etmiş bulunuyordu. Hattâ bu hususta en küçük kuşkuya bile kimse cesaret edemiyordu. Karşısında ise yeni bir tez teşekkül etmişti. Buna göre dinler her ne kadar köklü kurumlar ise de zamanaşımına dayanamayıp eriyecekler ve bir müddet sonra yaşlanıp yıkılacaklardı. Hattâ dinin çöküp giderek mahvolduğuna dikkati çekiyorlardı.
Bu görüş sahiplerinden birisi de Auguste Comte’dır. Üç hal kanunu diye nitelendirilen Comte’nin görüşünce insan zihni üç safha geçirmiştir:
a) Teolojik safha,
b) Metafizik safha,
c) Pozitif safha.
Üçüncü dönem onca en son ye en gelişmiş dönemdir. İnsanlar önceleri tabiatta vuku bulan hâdiseleri tabiat dışı bir güç veya güçlerle izah ediyorlardı. Bir süre sonra bundan vazgeçerek tabi olayları fizikötesi umûmî anlamlar veya özel yapılarla açıklamaya başlamışlar, en sonunda da içten veya dıştan gelme her türlü îzah tarzından vazgeçerek olayları olduğu gibi kaydedip sebep ve sonuç alakası kurmuşlardı. Olayların neden ve nasıl ortaya çıktığını incelemişler ve ona göre bir izah tarzı koymuşlardu Bu anlayışa göre dini fikirlerin insanlığın çocukluk çağı denilebilecek iptidai devirlerinde ortay çıkmış bir düşüncenin temsilcisidir. Ama insanlık adı verilen bu çocuk büyüyünce üzerindeki eski elbiseyi atmış ve yerine delikanlılık çağına muvafık düşecek bir takım diktirmiştir. Bu dönemi de atlatıp erginlik çağına gelince pozitif bilgiler yoluyla en son ve mükemmel elbisesini giyinmiştir9.
Bu evrimci görüşün yanıldığı en bariz nokta şurasıdır: Bu görüşün taraftarları insanlık tarihinin üçte ikisini reddetmiş ve bir daha geri dönmemek kaydıyla o dönemleri arkasına atmış kısacası inkâr etmiştir. İnsanlığı bir daha o döneme ancak bir ergin insanın çocukluk ve gençlik çağına dönebilmesi kadar dönebileceğini ileri sürmüştür (!).
Pozitivistler eğer insanlık tarihini bir yuvarlak halka olarak kabûl edip bir zincirden sonra öbürüne geçileceğini ileri sürselerdi şüphesiz ki bu ifade tarzlarından çok daha az fena olurdu. Ama yine de gerçek olmayan bu teori olarak kalır ve hiçbir mesnede dayanmazdı. Yalnız mesnede dayanmaması da önemli değildi. Aynı zamanda tarihi gerçekleri tahrif etmekteydi. Her devirde ruhani şeylerle uğraşan, mânevi gerçeklerle ilgilenen ve âlemşümûl düşüncelerle meşgul olan insanlar bulunduğu gibi değersiz ve önemsiz şeylerle uğraşıp, cüzî konularla meşgul olan kimseler de bulunur. Bu iki grubu birbirinden ayıran çizgi hiçbir zaman için kesin olmamıştır. Söz gelimi birisinin tabiî gerçeklerle uğraştığını, oysa diğerinin bundan habersiz olduğunu söylemek mümkün değildir, Zira câhiller içinde mutaassıp birçok imansız bulunabileceği gibi, bilginler arasında da samimî pek çok mü’ minler bulunabilmektedir. İşte örnek olarak kendi çağımız olan yirminci yüzyılı göz önüne alalım. Günümüzde batı medeniyetinin merkezi olan Avrupa’nın göbeğinde birçok materyalist incelemeler bulunduğu gibi, tıp, felsefe ve fizik sahasında otorite olan birçok bilginin geniş ruhî incelemelerle meşgul olduklarını ve mânevi konularda çok ince ilmî metodlarla araştırma yaptıkları müşahede edilmektedir. Hepsi de gayet ilmî ölçülerle çalışarak tahlil ve hüküm taşıyan çalışmalardır. Mânevi konular üzerindeki yanlış değerlendirmeleri ve peşin hükümleri silecek çaptadır10.
Öyleyse Auguste Comte’un düşündüğü üç hal kanunu birbiri ardısıra gelen dönemleri değil her çağda ve her millette bulunabilecek gelip geçici arzu ve hevesleri ifade etmektedir. Elbette ki milletler hep aynı çizgide bulunacak değillerdir. Bir konuda gelişirken, başka bir konuda gerileyecektir.
Hattâ şöyle de diyebiliriz: Bu üç hal her ferdin günlük hayâtında yanyana yer almaktadır. İnsanlığın hayâtını normal seyri içinde sürdürmesi için birbirini tamamlayıcı rol oynamaktadır. Alelâde; bir vakayı doğrudan doğruya dahili veya hârici sebepleriyle açıklamaya çalıştığımız zaman meselâ deriz ki: “Falanca yaşlandığından veya şu hastalıktan ölmüştür. Yahut da bir darbe ile can vermiştir. ’’Bunun yanısıra birçoğumuz da olağan dışı meydana gelen bir olayı bilinmez sebeplerle izah etmeye çalışırız. Böylece Comte’un üç hal kanununda insanlığın birinci devri olarak gösterdiği teolojik devir her an vukubulmaktadır.
Daha da ileri giderek diyebiliriz ki positif safha insan hayatında en son olarak belirmektedir. Ve bıı safha insanın olgunluk döneminin ifadesidir. Çünkü pozitif izah tarzının sebebi günlük ihtiyaçlar ve âcil zorunluklardır. Aklın gereklerine değil duyuların gereklerine cevap verir.
Metafizik safha ise tecrid ve tâmim, tasavvur ve hüküm gibi akli melekeler gelişince ortaya çıkar. O zaman insan birbiriyle bağlantısı olan sebep ve sonuç zincirini gözönünde bulundurur ve bunları manevi bir alaka ile izaha çalışır.
Biz ısrarla diyoruz ki insanların elde ettikleri bilgiler yukarda zikrettiğimiz ikinci safhayı teşkil eden tamim ve tecrit süzgecinden geçmeden ilim adını alamaz. Buna göre bilgiler belli bir sahaya ait olanı altalta getirmek kaydıyla ortak bir başlık altında toplanarak tasnif edilir. Bu tasnif o ilimlerin cüz’iyâtını da ihtiva eden külli kanunlar halinde belirlenir. Tatbikî ilimlerde şimdi tamamen ortak prensipler tanzim edilmektedir. Ki ilmî deyimiyle “Scientifiqus monisme1 ilmi birlik sağlanmaya çalışılmaktadır. Bu hususta ilimler ister hedefe varsın ister varmasın ortak kurallar koyma ve ortak anlamlar çıkarma arzusu bütün pozitif ilim dallarında kendisini göstermektedir.
Dîni ve manevî fikirler insan ruhunda ancak fikrî ufku gelişince doğmaya başlar ve kâinâtın görünen ve görünmeyen kısımlarını aşarak daha ilerilere uzanır. Şu halde dînî duyguların hem alanı geniş, hem de gayesi büyüktür.
Böylece görülüyor ki filozof Comte’un düşündüğü fikirler tamamen ters yüz olmaktadır. Nasıl ki analoji veya causalité (sebep - sonuç ilgisi) prensibinin yıkılmaya doğru yüz tuttuğunu gösteren bir emareye rastlamak mümkün olmuyorsa, aynı şeklide yeryüzünde insan soyu tükenmeden önce din duygusunun yıkılacağım gösteren emareye de rastlamak mümkün değildir.
Salomon Rincach diyor ki: “Dinlerin önünde yalnız sınırsız bir gelecek değil aynı zamanda dinin ebediyyen kalacağını gösteren işaretler var. Zîrâ her zaman kâinatın bilinmeyen ve anlaşılmayan noktası bulunacaktır. Ve hiçbir zaman için ilim görevini tam olarak yerine getiremeyecektir.”11
Dr. Max Nordeau da der kî: ‘’Din duygusu çok köklü bîr duygudur. Gayr-i medenî insanlarda bulunduğu gibi en ileri fikir yapısına sâhip kimselerde de bulunmaktadır. İnsanlık oldukça din duygusu da olacaktır. Toplumun ulaştığı aklî seviyeye uygun olarak kültürel ihtiyaçlara cevap verecek ve gelişecektir.12
Ernest Renan da dinler târihinde der ki: ‘‘Her şeyin bir nisbette ortadan kalkması mümkündür. İlim, fikir ve sanat özgürlüğü yokedilebilir, ama dîn duygusunun silinip yok edilmesi mümkün değildir. İnsan ruhunda yer eden bu duygu materyalizmin iflâsını ilân eden bir delil olarak kalacaktır. Materyalizm insan hayâtını dünyanın sığ hudutları içine sıkıştırmak istemektedir.”13
Merhum üstad Ferid Vecdi de Ansiklopedisinin din maddesinde şöyle demektedir: “Evet din duygusunu ortadan kaldırmak imkânsızdır. Çünkü insanın sâhip olduğu duyguların en köklüsü ve en ulvîsidir... İnsanoğlu aklını başına aldığı sürece din duygusu insandan bir an bile ayrılmayacaktır. İnsanın aklî yapısı geliştikçe, güzel ve çirkin duygusu da gelîşecektlr.”14
Bu noktada biraz duralım. Zîrâ ilmin ilerleyip gelişmesi ile dînî duygunun gelişmesi arasında bir çelişki göze çarpar gibidir. Bilgi ile meçhule dayalı din arasında nasıl bir bağlantı söz konusu olabilir? Ancak biraz dikkatlice meseleye göz attığımız zaman görürüz ki din ile ilim arasında bir bağlantı vardır, Zîrâ bilgimiz ilerledikçe gerçekler bizi cehlimizi itirafa zorlar. Ve o zaman anlarız ki varlıklar içerisinde bilmediğimize kıyasla bildiklerimiz, büyük bir okyanus içinde damla, gibidir. Çünkü ilmin kâinat içerisinde araladığı her kapının ardından daha büyük ve daha korkunç bir istifham belirmekte ve önce bilinmeyen daha komplex problemler ortaya çıkmaktadır.
Örnek olarak kendi güneş sistemimizi ele alalım. Güneş sistemimiz içindeki gezegenlerin ancak birkaçı çıplak gözle görülebilir. Laplace’in zamanına kadar bu gezegenlerden ve onların çevresinde dolaşan uydulardan ancak kırk tanesi keşfedilmişti. Daha sonra yapılan gözlemler ise bu sayının bini geçtiğini belirtiyordu. En son yapılan araştırmalardan anlaşıldı ki bizim gezegenimiz gibi daha milyonlarca gezegen bulunmaktadır. Bunların da çevresinde uydular dönüp durmaktadır. Her birisinin kendisine has atmosferi, yaşı, hareket sistemi, yüzey oluşumu ve katı var. Onlarda hayâtın olup olmadığını henüz bilmiyoruz. Kesinlik ifade eden bir bilgiye sahip değiliz. Söylediklerimiz sadece kıyas ve tahminlere dayalı, ondan ötesi ise sonsuz bir boşluk. Hattâ yüksek ısı derecesine sahip bulutsu kümelerdeki satıhlarda gazların yoğuşmasını inceleyerek güneşin oluşumu hakkında bilgi edinsek bile bulutsu kümelerin nereden oluştuğu sorusu yine zihnimizden silinip gitmeyecektir.
Görülüyor ki bilgi alanımızın genişlemesiyle bilgisizlik alanımız da genişliyor. Zîrâ her yeni dairenin çemberi bir diğer dairenin çemberini hem içten hem de dıştan keser. İnsan aklı gözleyebildiği her noktanın ötesinde göremediği birçok noktaların bulunduğunu kabullenmekten başka bir şey yapamaz. Ortaya çıkan boyutların nihayetini ancak içi
dışına döndüğü zaman anlamak, sonradan olmuş fâninin ezeli ve bakiyi bilmesi halinde mümkün olur. Ne kadar doğru söylüyor: “Size bilgiden pek azı verilmiştir ancak” diyen Kur’an.
Şimdi büyük âlemden küçük âleme geçelim. İlmin maddenin iç dünyâsında keşfettiği gerçeklere göz attığımızda büyük âlemdekine çok benzeyen sonuçlarla karşılaşırız. İlim âlemi bir süre maddenin en küçük parçası olarak atomu kabûl etti. Atomun daha küçük parçalara ayrılmayacağını söyledi. Her türlü tabi güçlerin etkisi altında kütlesinden hiçbir şey kaybetmiyeceğini ileri sürdü. Nasıl bir kimyevî reaksiyona girecek olursa olsun kendi değerinden hiçbir şey yitirmeyeceği fikri hâkim oldu. Ama günümüzde maddenin en küçük parçası olarak kabûl edilen atom başlı başına girift bir dünya olarak çıkıyor karşımıza. Ortada sabit bir çekirdek var, çevresinde dönen elektron ve nötronlar yer alıyor. Tıpkı güneşin çevresinde dolaşan seyyareler gibi. Bir örtü gibi çekirdeğin etrafını saran bu artı ve eksi yönlü elektronlar yüksek ısı veya ışınlarla çekirdekten çekilip ayrılabilmektedir. Çok yakın zamanlara kadar atomun ortasında yer alan çekirdek sadece artı yüklü olarak kabûl ediliyordu ama son zamanlarda onun da pozitif ve negatif yüklü olduğu ve parçalanabileceği anlaşıldı. Çekirdek parçalanmasından elde edilen ışınlar ve enerjilerle yeryüzünün imarı veya imhası imkân dâhiline girdi15.
Şimdi bir nebze bu İlmi gelişmeler karsısında durup Kur’ân-ı Kerim’in: "Ve arşın suyun üstündedir" ifadesi üzerinde düşünelim. Gökler ve yeryüzü yaratılmazdan önce kainatın ana maddesi hidrojendi anlamı cıkarılamaz mı?
İşte tabiat böyle çıkarıyor üzerinden elbisesini. Maddenin yapısı gözler önüne seriliyor. Mücerret bir güç bir “enerji” olarak çıkıyor karşımıza. Ve bunun kaynağını parçalanan o maddi heykelin dışında aramak gerekir. O yıkılan putun dışında bir kaynak bulmamız îcâbeder. Böylece maddî âlem yavaş yavaş soyut âleme yaklaşıyor. En alt noktada nerede ise görülen âlem görülmeyen âleme bitişiyor. En üst noktada da böyle. Bu görülemeyen âleme ilim görmese de inanıyor. Çünkü neticesini duyuyor veya eliyle dokunuyor.
Evet gerçekten de bugün ilim varlıklar dünyâsında mücerred duyuların ulaşamadığı noktaların bulunduğuna inanıyor. Yalnız çıplak duyuların değil en kuvvetli elektromikroskoplarla dahi duyulamayacak, en ince vasıta ve âletlerle bile farkedilemeyecek güçlerin varlığını kabûl ediyor. Kısacası günümüzde ilini artık varlığın tek ölçüsü olarak duyulara dayalı deneyleri kabûl etmiyor, başka ölçeklerin de olabileceğini benimsiyor. Ve böylece kendi eliyle dinlerin temelini teşkil eden tuğlayı yapıya yerleştiriyor.
İlimlerden bir bölüm olan pozitif ilimler sadece pratik ilimlerin uygulamaya dayalı kısmını teşkil eder. Ki biz bunların en üst tarafından en alt tarafına kadar her noktasına uzandık ve her iki yanıyla maddeyi bir serap görücüm üne döndüren gururdan ve böbürlenmeden tevazua ve teslimiyete geçişini seyrettik. Aslında uygulamaya dayanan ilimler güzel sanatlara göre gerçek ilimlere daha yakındır. Çünkü özü bakımından ilim analiz ve sentez ameliyelerine bağlı olmaktan sok zihnî teoriler vç tasavvurlar üzerinde durur. Parçalardan bütünlere varan genel kaideler kor.
Ruhu tatmin eden ve aklı rahatlatan bir yorum getirir varlıklar âlemine, tecrübî ve uygulamalı ilimlerde bu hususlardan birisini bulmak mümkün müdür hiç? Varlık hakkında genel kavramlar getirebilir mi?
Ne yazık ki hayır.
Heyhat...
Hattâ gözleri kamaştıran bugünkü haliyle bile uygulamalı ve tecrübeye dayalı pozitif ilimler varlık kanunlarının ancak çok basit bir yanını keşfedebilmiştir, halbu ki onun keşfettiklerinin ötesinde hiçbir kanuna ve kaideye sığmayan keşfedilmemiş çok geniş bir alan vardır demekle yetinmeyeceğiz.
Hattâ sadece o dar sınırda olduğumuzu, madde âlemini açıp öteye geçince faktörlerin ve unsurların içiçe girdiğini, ilişkilerin ve müşküllerin karmakarışık bir vaziyet arzettiği noktada ilmin kanunlarının hepsinin incelik ve kesinliğini yitirdiğini, bir nevî ihtimallere dayalı yaklaşık tahminlerden ibaret kaldığını kabûl etmekle de iktifa etmeyeceğiz.
İşte biyoloji, fizyoloji, psikoloji ve sosyoloji ile uğraşanların bildiklerini ileri sürdükleri şeyin, kısaca ilimlerin ortaya attığı şeylerin mahiyeti bundan ibarettir deyip durmayacağız.
Tabiî ilimlerin diliyle bütün bunların ötesinde yeryüzünde kesin olarak deney metodunun dayandığı katiyet ifade eden genel bir kural bulunmadığını ve hiçbir zaman da bulunmayacağını haykıracağız. Çünkü deneyler ne kadar tekrarlanırsa tekrarlansın ve örnekler ne kadar çoğaltılırsa çoğaltılsın bütün bunların belirli zamandaki belirli olaylara dayandığı ve belirli mekân parçası içerisinde vuku bulduğu bir gerçektir. Ama bütün bunların arasında ve küllî mantık kuralları içerisinde “sonluluk" ile "sonsuzluğu” ayıran geniş bir aralık bulunmaktadır. İlim işte bu aralığı doldurmak işin her zaman “bir vasıta” ya başvurmaktadır. Bu yamayı dikerken ip olarak doğrudan doğruya zan ve tahmine dayanan zihni faraziyeleri kullanır. Birincisinde yâni sonlu olan şeyde fiilî deneylerde kullandığı işaretlerin arasına kısa ve uydurma köprüler, geçitler kurar. Ve önceden kabûl ederek gözlemlerin kaydedemediği bilinmeyen halkaları, gözlenen ve bilinen halkalar zinciri içerisine hayâlen yerleştirir. Elde edileni doğru bir çizginin uzantısı olarak kabûl eder. “İşte bu uzantı en azından doğruya en yakın olması muhtemel olan çizgidir” der. İkincisinde ise yâni sonsuz şeylerde bu doğru çizginin uzantısının ötesinde zaman ve mekân bakımından bilinmeyen bir aralıkk, bir boşluk, bir uzantı kalır. Bunu da ilim göremediği noktalan kısmen gördüğü noktalara benzer olarak farzeder. Ve olacakları olanların topuna benzeyebileceğini varsayar. Şüphesin ki vakıa ve olayları ancak bu kadar gözleyebilen ve kavrayan kanunlar -ki tabiî ilimlerdeki kanunlar hep böyledir- köksüz ve zayıftır. Doğrudan doğruya zihnen konulan varsayımlara dayanır. Kİ bu da duyular yoluyla yapılan gözlemlere zıt bir durumdur.
Şimdi ilim diliyle -bilgi ve düşünce kanunlarını belirleyen ilim- diyoruz ki: “Her neticeyi tabiî sebepleriyle yorumlamak ve izah etmek bizatihi acizliğinin ve eksikliğinin tohumlarını taşır. Ancak ve ancak düşünce prensipleri temelden kaldırılınca içaçıcı bir ikna noktasına ulaşılabilir. Zîrâ neticelerin meydana gelişi doğrudan doğruya sebeplerin bir sonucu olsaydı, neticelerin salt var oluşu, sebeplerin uzantısından ibaret olması gerekirdi. Ve her yönüyle sebep - sonuç arasında benzerlikler bulunmak gerekirdi. Sebep ile sonuç arasında gerek keyfiyet, gerekse kemiyet bakımından en ufak bir farklılığın bulunması tabiî yolla izahı çıkmaza sokar. Hattâ zaman ve mekân bakımından farklılığın mevcudiyeti zihinlere şu soruların takılmasına sebep olur: Niçin şu önce olmuştur da, öbürü sonra? Veya neden biri sağda olmuştur da, diğeri, sol da ? Bu sorular zincirini sonuna kadar götürdüğümüz takdirde varlığın bölünmez bir parça olduğu, yahut uzantısız tek bir noktadan ibaret bulunduğu fikrini benimsememiz gerekir ki o zaman kafamızdaki başkalık düşüncesini tamamen silip atmamız icâbeder. Zihnimizde sadece ayniyet kanununun kalması gerekir. Ama düşünce dediğimiz ameliye değişiklik ve farklılık halinde söz konusu edilebilir ancak. Çünkü tefekkür iki veya daha çok noktalar arasında hareket edip birisini benimsemek diğerini benimsememek ameliyesidir. Bu durumda tabiî izah tarzı iki ateş arasında kalır: Ya aczini ilân ederek iflâs ettiğini kabûllenecek, yahut da en üstün ve en mükemmele götürecek ki o zaman bizi yanlış çıkaracaktır. Ne var ki akim eksikliklerden ve çelişkilerden bütünüyle kurtulması katiyyen söz konusu değildir. Ancak mekanik îzah tarzını bırakarak her şeyi tabiata hamletmekten vazgeçerse, kesinlik ifade eden sebep sonuç zincirini kıracak olursa sebeplerle müsebbipler arasındaki seçim hürriyetini elde etmiş olur.
Görülüyor ki akla dayanan uygulamalı ve tabii ilimler eşyanın derinlemesine tahlilinin her zaman en sonunda görünmeyene, yâni gayba İmânın zaferiyle neticelendiğini itiraf etmek zorunda kalıyorlar. Bu ise dinlerin ebediyyen varlığım devam ettirmesi fikrine yol açmaktadır.
Niteliklerinden söz ettiğimiz tabiî ve tatbiki ilimler çemberin bir tarafına tırmanırken öbür tarafını reddetmekte ve arkalarını dönmektedirler. Mekanik ve materyalist yorumlar insan aklının ihtiyaçlarının yarısını karşılarken geriye kalan yarısını ihmal etmektedir. Zirâ İnsan zihni eşyanın başlangıç ve sebeplerini anlamaya çalışırken onun hedef ve neticelerini de araştırmak, maksat ve gâyesini bulmaya çalışmak zorundadır. Bir şeyin doğuşunu bilip de sonunda ne olacağım bilmemek bir şeyi tamı tamına kavramak olmaz. Olduğunu söyleyip de nasıl olduğunu izah etmeden bir şeyi bilmek tam bir bilgi değildir. İnsanın rûhunda yer etmiş bulunan bu derinlemesine bilmek iştiyâkı onun yapısında yer eden; kâinatta meydana gelen her olayın belli bir plân dâhilinde meydana geldiğini, her şeyi tanzim eden bir gücün belirli bir gâyeyi hedef aldığını ve kâinatta kör tesadüflerin eline terkedilmiş hiçbir şeyin bulunmadığını haykırmaz mı?
Şimdi günümüzdeki ilmin insanın ruh yapısında mevcut olan ve eşyanın gâyesini, maksadını bulmaya zorlayan aklî zarûretler karşısındaki durumunu görelim:
Bugünkü İlim elini eşyanın maksat ve gâyesini araştırmaktan çektiğini, o konulara kapılarını kapadığını, yalnızca olayların sebep ve sonuç ilişkileri üzerinde durduğunu söylemektedir. Onu eşyanın düzenindeki nizam ve intizam ilgilendirmemektedir. Bunların bir plân ve maksada mebni olup olmadığı husûsunun kendisini hiç de alâkadar etmediğini belirtmektedir. Aslında bu ilişkilerin hangi gâyeye mebni olduğunu ve bu gâyenin ne olduğunu açıklayacak gücü de yoktur. Bilgi problemini bütünüyle açıklamayacağını ve bu hususta yolun yarısından öteye geçemiyeceğini belirterek ilim insan aklının ezelden beri üzerinde düşündüğü ihtiyaçlarına karşılık vermek niyetinde olmadığını daha başlangıçta açıklamıştır. Ama ilim alemi daha uzun süre bu tarafsız tutumunu devam ettiremeyecektir. Çünkü tabiî ilimler uzun müddet akli ihtiyaçların bir yanını bütünüyle ihmal edemez. Bu sebepledir ki ilmin bulduğu ve birbiriyle ilişkili pek çok buluşların sonunda biz bu problemi görüyoruz. İster bunun adını koysun ister koymasın, yeni keşiflerin ardından ilim hep bir gizli neden araştırmaktadır. Meselâ en küçük organik yapı olan hücre tedkiklerinde, insan vücûdundaki her mekanizmanın faaliyetinde ve mekanizmaların organizma içerisindeki ortak çalışmalarında... Hep gizli bir el peşinde koşmaktadır. İlim bir zorlamaya girerek bu elin adını koyacağına, plânlı maksat ve gâyeyi belirteceğine organların fonksiyonel yapısından söz ederek kamufle etmeye çalışmaktadır. Görüleceği gibi biyoşimik ilimlerin başına geçirdiği maske sırf altındaki çehreyi gizlemek gayesine mebnidir. Şu kadar var ki isimler önemli değildir. Bizim için önemli olan sessizce de olsa bu itirafların gerçek yanıdır. Bütün bunlardan çok daha önemlisi de tabiî ilimlerin ciddi olarak attığı her adımda daha birkaç adım atar atmaz duraklayıp aczini itiraf etmesidir. Uzun hedefleri görmeyi önleyen, neticeleri kavramayı zorlaştıran kesif bir bulutun her yanı kapladığım görerek güçsüzlüğünü kabullenmesidir.
Bütün bu açıklamalardan sonra beşer ilminin gelinmesinin sonunda din duygusunun silinip gideceği iddiasının yersizliği, bilâkis ilmin din duygusunu güçlendirdiği bir gerçek olarak ortaya çıkıyor. Nitekim realist felsefenin kurucuları ve taraftarları bu gerçeği açıkça veya zımnen kabullenmişlerdir. Bu neticeye kendi tecrübeleri sonucu varmışlardır. Meselâ, ilmî gelişmelerin tabi sonucu olarak dinlerin ortadan kalkacağını ileri süren Auguste Comte, sonra bu düşüncelerinden vazgeçerek tuhaf bir mistisizme dalmış, yeni bir din kurmak için harekete geçmiş ve kuracağı dînin esaslarını Katolik kilisesinin dînî inanç ve kaidelerini örnek alarak kurmak istemiştir. Kısacası eski romanın bölümlerini aynı seklide tekrarlamış, sadece rol alan şahıslar değişmiştir.
Herbert Spencer de en sonunda "bilinmezlik” konusunda şunları söylemek zorunda kalmıştır: ‘’Bilinmezlik aklî kalıplara sığmayan bir güçtür. Hattâ bu, külli ve akli prensiptir. Varlıklar âlemindeki her şeyin doğduğu ana kaynaktır." Spencer’in tarif ettiği meçhul güç dinlerin söylediği gaybın aynısı değil mi? Sadece ilim diliyle söylenişi değişik.
Ünlü bilgin Littre, pozitif ilimlerde vardığı son noktayı anlatırken kendisini her yandan çepeçevre saran girift ve esrarengiz büyük bir okyanusta bulduğunu söyler. Bu uçsuz bucaksız deryânm derinliklerine açılacak bir vasıtaya sahip olmadığını, sonsuz okyanuslardaki yolculuk esnasında yön tâyinine yarayan bir pusulasının bulunmadığını belirtmek zorunda kalır... Littre bu sonsuzluklar karşısında bir şâir gibi veya kara sevdalı bir âşık gibi değil Allâh’a inanan duygulu ve inançlı bir bilgin olarak durur16.
(1) Voltaire, Essai Sur Les Moeurs, p. 14.
(2) İd, İbid, p. 133.
(3) Jean Jack Rousseau, Disgours Sur l’origine et la Fondement da l’inega’ parmi les hommes.
(4) La Boultaye, Ouvrage Cité 1, p. 17-18.
(5) Larousse du Xême Siecle, article: Religion.
(6) Bartelemi Sainte Hilaire, Mahomet et le Coran, p. 34.
(7) Chachoin, Evolution des idées Religieuse, p. 158. .
(8) Henri Bergson, Les Deux sources delà Morale et de la Religion, p. 105.
(9) Auguste Comte, Cours de Philosophie Positive.
(10) Bunlar arasında İngiliz filozof Lodge, Amerikalı filozof William James, Fransız bilgini Richet bulunmaktadır.
(11) Salomon Reinach, p. 35-36,
(12) Max Nordau Reponce au Mercure de Frence,
(13)Ernest Renan. Histoire de la Religione.
(14)Ferid Vecdi, Dairet-ül Maarif el İslamiyye.
(15) Atom alimleri diyorlar ki: "En hafif ve yapısı en basit olan atom hidrojen atomudur. Hidrojen atomunun bir protonu ve bir elektronu bulunmaktadır. En ağır atom ise uranyum atomudur. Atom sayısı 92 olan uranyumun 92 adet elektronu vardır. Deneyler göstermektedir ki; elemanter cisimlerin hepsinde hidrojen atomunun parçaları bulunmaktadır. Meselâ alüminyum atomu analiz edildiğinde yapısında hidrojen atomuna da rastlanır.”
(16) Sabatlere, Esquisse d’une Philosophie de la religton, p. 11-12.