Makale

İLMİ GELİŞMELER DÎNİ DUYGULARI ZAYIFLATIYOR MU, GÜÇLENDİRİYOR MU?

İLMİ
GELİŞMELER
DÎNİ
DUYGULARI ZAYIFLATIYOR MU, GÜÇLENDİRİYOR MU?

Yazan:
Prof. Dr. M. Abdullah DRAZ
Çeviren:
Bekir KARLIĞA

Yeryüzünde din fikri ne za­man ortaya çıkmıştır?

İlmî ve fikrî gelişmeler karşısında dînin durumu ne olabile­cektir?

Dinin sosyal görevi nedir, psikolojik fonksiyonu ne olabilir?

Hangi noktaya kadar din fe­nomeni köklü ve eski bir feno­men olarak kabul edilebilir?

Maddî gelişmeler mi öncedir, yoksa dînî gelişmeler mi?

Fransız ihtilâlini gören on sekizinci yüzyıl aydınlarından bir kısmı dinlerin ve hukukun son­radan ortaya çıkmış kurumlar olduğunu ileri sürerler. Hattâ Voltaire; “İnsanlık dini ve rûhi konuları düşünmeden önce yüz­yıllar boyunca katı bir materya­list hayat sürmüştür. Bu hayâtın temelleri tarım, heykeltraşlık, in­şaatçılık, demircilik ve maran­gozluk olsa gerektir.” Der1.

Bir kısmı daha da ileri gi­derek: ’‘Dini ve mânevi duygu­lan kurnaz papazların ve din adamlarının uydurarak söyledik­lerini, her şeyi tasdik eden ahmak­ları bu yolla aldattıklarını" ileri sürmüşlerdir2.

Jean Jack Rousseau da ka­nunlara ve dînî kurumlara aynı gözle bakar ve “Sırf başkalarına tahakküm etmek gayesiyle konul­muş olmaktan başka değerleri olmadığını” söyler. Sonra bu sö­zünü şöyle yorumlar: “Bâzı arazi parçalarını ve yerleri ellerine ge­çirerek gözaçık davranan toprak sâhipleri itirazlarını daha da iler­leterek mallarını ellerinden ka­çırmak istememişler ve bunu sağlayabilmek için kendi arala­rında toplanarak adına ’’kanun ve nizam” dedikleri şeyleri koy­muşlardır. Böylece fakirleri al­datmış ve kitleleri kandırmışlar­dır3.

Dinler ve yasalarla ilgili bu alaycı görüş yeni bir şey değil, sadece eski deliliğin tekrarıdır. Bunları Yunanlı sofistler çok ön­ceden yapmışlardır. Dinler ve ya­salarla eğlenmişler ve herkesi de onlara karşı gelmeye ve kuşkuy­la karşılamaya teşvik etmişlerdi.

Antikçağ sofist filozoflar: “îlk insanın hiçbir yasanın koruyuculuğuna gerek duymadan yaşadığını, hiçbir ahlâk kuralına uymak zorunda bulunmadıklarını yalnızca kaba kuvvete boyun eğdiklerini’’ ileri sürüyor, sonrada şunu ekliyorlardı: "Sonra yasalar ve kurallar konmuş ve açıkça yapılan hareketler bu sefer gizilce yapılmaya başlamış, o zamandan beridir de gizlice işlenen suçlar yaygınlaşmıştır. Bâzı dahiler de kitleleri gökte ezeli bir gücün bulunduğuna ikna etmeye çalışmış, onun her şeyi görüp işittiğini ileri sürmüş, her şeye bir gece hâkim olduğunu savunmuşlardır.”4 Onlara göre dinler de yasalar da toplumun hastalıklarını çeşitli hile ve oyunlarla gizleyip örtmek için uydurulmuş ustaca oynanan politik oyunlardı.

Modern Avrupa’da bu görüşlerin yayılıp revaç bulmasını etkileyen iki önemli faktör vardır aslında:

a) Kilise mensuplarında birçoğunun dejenere olmuş ahlâk anlayışı,

b) İnsanlar tarafından konulan yasaların baskısı ve umumi gelir dağılımının düzensizliği

Bu iki faktör yüzünden kitleler her zaman ve her yerde dinlerin ve yasaların hep aynı şekilde olduğuna inanmalarını kolaylaştırmıştır.

” Ne var ki daha onsekizinci yüzyıl bitmeden bu görüşün yanlışlığı ortaya çıktı. Çünkü Kıta Avrupası’nm dışına geziler yapıldı, değişik inançlar, gelenek ve efsaneler ortaya çıkanlar bunlar arasında karşılaştırmalar yapıldı ve o zaman anlaşıldı ki din fikri en eski ve en köklü fikirdir. İlkel ve gelişmiş hiçbir toplum ondan yoksun yaşamamıştır. Ve böylece din fikrinin bütün maddî ve medenî fikirler­den önce ortaya çıktığını, din fikrinin temelinin kurnazların uydurması ve başa geçenlerin aldatmacası olmadığı, hiçbir geçici sebep, yahut özel şartlarla ortaya çıkmadığı anlaşıldı. İnsanlar arası ortak duyguları dile getirildiği kabuI edildi.

Elbette ki dinlerin hepsi bir toplumun bütün fertlerini kapsamaz. Toplum içerisinde her za­man hayâtın meşakkatleriyle başbaşa kalan, yüce gerçeklere göz atacak imkân ve vakti bulamayan aşırı yorgunlar ve bitkinler bulunacaktır. Bunların yanısıra yine her toplumda hayâtı ciddiye almayan, keyif ve eğlence olarak kabûl eden, dîni duyguları hurâfe ve evham olarak nitele­yen, "müstehzi ve başıboş" kimseler bulunacaktır. Fakat bunlar her zaman ve her toplumda azınlıktadırlar. Çoğunlukla da hayatın acılarına rastgelmemiş, boyun eğmeyi ve tevazu öğretecek morluklarla yüzyüze gelmemiş neüdüğü belirsizler arasında bulunur bu tipler. Nereden geldiklerini ve tereye gideceklerini düşünemeyen beyinsizler arasında. Ancak bu gibi istisnalar kaideyi bozmaz ve din duygusunun genel anlamda insanın rûhunda ve fıtratında olunduğu fikrini çürütmez. Nit­ekim bütün canlıların ortak; olduğu cinsin devamını sağlama içgüdüsünü de bâzı kimselerin evlenmemesi veya çocuk yapmaması ortadan kaldırmaz.

Biz belirli inançların muayyen bir asırda ortaya çıkmış olabileceğini veya birtakım tapınma biçiminin özel bir nedenle vücut bulmuş muayyen şartların mah­sulü olabileceğini inkâr etmiyo­ruz. Hattâ birçok ibâdetlerin böylece oluştuğunu aklen ve fii­len kabûl ediyoruz. Fakat özü iti­bariyle din fikrinin insanla bir­likte ortaya çıkmamış ve ona sonradan iliştirilmiş bir şey ola­bileceğini doğrulayacak hiçbir delil yoktur.

Fransızca yayınlanan Grande Larousse: "Din duygusunun bü­tün insan cinsi arasında müşterek olduğunu, en ilkel ve vahşî ka­bilelerden tutun da en ileri ce­miyetlere kadar hepsinde din fik­rinin bulunduğunu, tabiat ötesi­ne ve İlâhî bir güce inanmanın insanlığın âlemşumul ve ebedi bir içgüdüsü olduğunu" belirtmekte­dir5.

Bartelemi Sainte Hilaire der ki: “Kâinat ve insan nedir? Ne­reden gelmiştir? Kim yapmıştır? Kim idare etmektedir onu? He­defi nedir gibi sorular hep ak­lımızı kurcalamaktadır. Dünya yüzünde yaşarken zihnimize han­gi kurallar hâkim olmalıdır? Bu hayattan sonra nasıl bir gelecek bekliyor bizi? Sonsuz bir hayat mı, yoksa hemen bitiverecek bir ömür mü gibi sorulara her mil­let, her toplum, her kabile kendi anlayışına göre iyi veya kötü, makbul veya gülünç, değişen ve­ya değişmeyen cevaplar vermiştir.6

Chachoin de der ki: “yaşa­dığımız yüzyılda ilmî, sınai, ikti­sâdi ve sosyal gelişmemiz nasıl olursa olsun, pratik hayatta ne büyük adımlar atmış olursak ola­lım, kendi geçimimizi ve bakmak zorunda olduğumuz kimselerin geçimini elde etmek için ne kadar yorulursak yorulalım bir an için dinlenip rahatlarsak -ister böbürlenelim ister tevâzu edelim, ister iyi olalım ister kötü- zih­nimiz muhakkak şu ezeli sualle­re takılır: Biz ve bu kâinat na­sıl ve niçin var olduk? ilk se­bepler ve ikinci dereceden sebep­lerin mahiyetiyle hak ve görev­lerimiz nedir?7

Henrl Bergson ise; "İlimden, sanattan ve felsefeden yoksun in­san toplulukları bulunmuştur ve bulunacaktır da. Ama dinsiz bir toplumun var olduğu hiç görül­memiştir.” demektedir8.

Ondokuzuncu asra gelindi­ğinde bu anlayış ruhlarda yer et­miş bulunuyordu. Hattâ bu hususta en küçük kuşkuya bile kimse cesaret edemiyordu. Kar­şısında ise yeni bir tez teşekkül etmişti. Buna göre dinler her ne kadar köklü kurumlar ise de za­manaşımına dayanamayıp eriye­cekler ve bir müddet sonra yaş­lanıp yıkılacaklardı. Hattâ dinin çöküp giderek mahvolduğuna dik­kati çekiyorlardı.

Bu görüş sahiplerinden biri­si de Auguste Comte’dır. Üç hal kanunu diye nitelendirilen Comte’nin görüşünce insan zihni üç safha geçirmiştir:

a) Teolojik safha,

b) Metafizik safha,

c) Pozitif safha.

Üçüncü dönem onca en son ye en gelişmiş dönemdir. İnsanlar önceleri tabiatta vuku bulan hâ­diseleri tabiat dışı bir güç veya güçlerle izah ediyorlardı. Bir süre sonra bundan vazgeçerek tabi olayları fizikötesi umûmî anlamlar veya özel yapılarla açıklamaya başlamışlar, en sonunda da içten veya dıştan gelme her türlü îzah tarzından vazgeçerek olayları olduğu gibi kaydedip sebep ve sonuç alakası kurmuşlardı. Olayların neden ve nasıl ortaya çıktığını incelemişler ve ona göre bir izah tarzı koymuşlardu Bu anlayışa göre dini fikirlerin insanlığın çocukluk çağı denilebilecek iptidai devirlerinde ortay çıkmış bir düşüncenin temsilcisidir. Ama insanlık adı verilen bu çocuk büyüyünce üzerindeki eski elbiseyi atmış ve yerine delikanlılık çağına muvafık düşecek bir takım diktirmiştir. Bu dönemi de atlatıp erginlik çağına gelince pozitif bilgiler yoluyla en son ve mükemmel elbisesini giyinmiştir9.

Bu evrimci görüşün yanıldığı en bariz nokta şurasıdır: Bu görüşün taraftarları insanlık tarihinin üçte ikisini reddetmiş ve bir daha geri dönmemek kaydıyla o dönemleri arkasına atmış kısacası inkâr etmiştir. İnsanlığı bir daha o döneme ancak bir ergin insanın çocukluk ve gençlik çağına dönebilmesi kadar dönebileceğini ileri sürmüştür (!).

Pozitivistler eğer insanlık tarihini bir yuvarlak halka olarak kabûl edip bir zincirden sonra öbürüne geçileceğini ileri sürselerdi şüphesiz ki bu ifade tarzlarından çok daha az fena olurdu. Ama yine de gerçek olmayan bu teori olarak kalır ve hiçbir mesnede dayanmazdı. Yalnız mesnede dayanmaması da önemli değildi. Aynı zamanda tarihi gerçekleri tahrif etmekteydi. Her devirde ruhani şeylerle uğraşan, mânevi gerçeklerle ilgilenen ve âlemşümûl düşüncelerle meşgul olan insanlar bulunduğu gibi değersiz ve önemsiz şeylerle uğra­şıp, cüzî konularla meşgul olan kimseler de bulunur. Bu iki grubu birbirinden ayıran çizgi hiçbir zaman için kesin olmamıştır. Söz gelimi birisinin tabiî gerçeklerle uğraştığını, oysa diğerinin bun­dan habersiz olduğunu söylemek mümkün değildir, Zira câhiller içinde mutaassıp birçok imansız bulunabileceği gibi, bilginler ara­sında da samimî pek çok mü’ minler bulunabilmektedir. İşte ör­nek olarak kendi çağımız olan yirminci yüzyılı göz önüne ala­lım. Günümüzde batı medeniye­tinin merkezi olan Avrupa’nın gö­beğinde birçok materyalist incelemeler bulunduğu gibi, tıp, fel­sefe ve fizik sahasında otorite olan birçok bilginin geniş ruhî in­celemelerle meşgul olduklarını ve mânevi konularda çok ince ilmî metodlarla araştırma yaptıkları müşahede edilmektedir. Hepsi de gayet ilmî ölçülerle çalışarak tahlil ve hüküm taşıyan çalışma­lardır. Mânevi konular üzerinde­ki yanlış değerlendirmeleri ve pe­şin hükümleri silecek çaptadır10.

Öyleyse Auguste Comte’un düşündüğü üç hal kanunu birbiri ardısıra gelen dönemleri değil her çağda ve her millette bulu­nabilecek gelip geçici arzu ve he­vesleri ifade etmektedir. Elbette ki milletler hep aynı çizgide bu­lunacak değillerdir. Bir konuda gelişirken, başka bir konuda ge­rileyecektir.

Hattâ şöyle de diyebiliriz: Bu üç hal her ferdin günlük ha­yâtında yanyana yer almaktadır. İnsanlığın hayâtını normal seyri içinde sürdürmesi için birbirini tamamlayıcı rol oynamaktadır. Alelâde; bir vakayı doğrudan doğ­ruya dahili veya hârici sebeple­riyle açıklamaya çalıştığımız za­man meselâ deriz ki: “Falanca yaşlandığından veya şu hasta­lıktan ölmüştür. Yahut da bir darbe ile can vermiştir. ’’Bunun yanısıra birçoğumuz da olağan dışı meydana gelen bir olayı bi­linmez sebeplerle izah etmeye çalışırız. Böylece Comte’un üç hal kanununda insanlığın birinci devri olarak gösterdiği teolojik devir her an vukubulmaktadır.

Daha da ileri giderek diyebi­liriz ki positif safha insan haya­tında en son olarak belirmekte­dir. Ve bıı safha insanın olgunluk döneminin ifadesidir. Çünkü po­zitif izah tarzının sebebi günlük ihtiyaçlar ve âcil zorunluklardır. Aklın gereklerine değil duyuların gereklerine cevap verir.

Metafizik safha ise tecrid ve tâmim, tasavvur ve hüküm gibi akli melekeler gelişince ortaya çıkar. O zaman insan birbiriyle bağlantısı olan sebep ve sonuç zincirini gözönünde bulundurur ve bunları manevi bir alaka ile izaha çalışır.

Biz ısrarla diyoruz ki insan­ların elde ettikleri bilgiler yukar­da zikrettiğimiz ikinci safhayı teşkil eden tamim ve tecrit süz­gecinden geçmeden ilim adını alamaz. Buna göre bilgiler belli bir sahaya ait olanı altalta getir­mek kaydıyla ortak bir başlık al­tında toplanarak tasnif edilir. Bu tasnif o ilimlerin cüz’iyâtını da ihtiva eden külli kanunlar halinde belirlenir. Tatbikî ilimlerde şimdi tamamen ortak prensipler tanzim edilmektedir. Ki ilmî deyimiyle “Scientifiqus monisme1 ilmi birlik sağlanmaya çalışıl­maktadır. Bu hususta ilimler ister hedefe varsın ister varmasın ortak kurallar koyma ve ortak anlamlar çıkarma arzusu bütün pozitif ilim dallarında kendisini göstermektedir.

Dîni ve manevî fikirler insan ruhunda ancak fikrî ufku gelişin­ce doğmaya başlar ve kâinâtın görünen ve görünmeyen kısımlarını aşarak daha ilerilere uzanır. Şu halde dînî duyguların hem alanı geniş, hem de gayesi büyüktür.

Böylece görülüyor ki filozof Comte’un düşündüğü fikirler ta­mamen ters yüz olmaktadır. Na­sıl ki analoji veya causalité (se­bep - sonuç ilgisi) prensibinin yı­kılmaya doğru yüz tuttuğunu gösteren bir emareye rastlamak mümkün olmuyorsa, aynı şeklide yeryüzünde insan soyu tükenme­den önce din duygusunun yıkıla­cağım gösteren emareye de rast­lamak mümkün değildir.

Salomon Rincach diyor ki: “Dinlerin önünde yalnız sınırsız bir gelecek değil aynı zamanda dinin ebediyyen kalacağını göste­ren işaretler var. Zîrâ her zaman kâinatın bilinmeyen ve anlaşıl­mayan noktası bulunacaktır. Ve hiçbir zaman için ilim görevini tam olarak yerine getiremeyecektir.”11

Dr. Max Nordeau da der kî: ‘’Din duygusu çok köklü bîr duy­gudur. Gayr-i medenî insanlarda bulunduğu gibi en ileri fikir ya­pısına sâhip kimselerde de bulun­maktadır. İnsanlık oldukça din duygusu da olacaktır. Toplumun ulaştığı aklî seviyeye uygun olarak kültürel ihtiyaçlara cevap verecek ve gelişecektir.12

Ernest Renan da dinler tâ­rihinde der ki: ‘‘Her şeyin bir nisbette ortadan kalkması mümkündür. İlim, fikir ve sanat öz­gürlüğü yokedilebilir, ama dîn duygusunun silinip yok edilmesi mümkün değildir. İnsan ruhunda yer eden bu duygu materyalizmin iflâsını ilân eden bir delil olarak kalacaktır. Materyalizm insan ha­yâtını dünyanın sığ hudutları içi­ne sıkıştırmak istemektedir.”13

Merhum üstad Ferid Vecdi de Ansiklopedisinin din maddesin­de şöyle demektedir: “Evet din duygusunu ortadan kaldırmak imkânsızdır. Çünkü insanın sâhip olduğu duyguların en köklüsü ve en ulvîsidir... İnsanoğlu aklını ba­şına aldığı sürece din duygusu insandan bir an bile ayrılmaya­caktır. İnsanın aklî yapısı geliş­tikçe, güzel ve çirkin duygusu da gelîşecektlr.”14

Bu noktada biraz duralım. Zîrâ ilmin ilerleyip gelişmesi ile dînî duygunun gelişmesi arasın­da bir çelişki göze çarpar gibidir. Bilgi ile meçhule dayalı din ara­sında nasıl bir bağlantı söz konu­su olabilir? Ancak biraz dikkatli­ce meseleye göz attığımız zaman görürüz ki din ile ilim arasında bir bağlantı vardır, Zîrâ bilgimiz ilerledikçe gerçekler bizi cehlimi­zi itirafa zorlar. Ve o zaman an­larız ki varlıklar içerisinde bil­mediğimize kıyasla bildiklerimiz, büyük bir okyanus içinde damla, gibidir. Çünkü ilmin kâinat içe­risinde araladığı her kapının ardından daha büyük ve daha kor­kunç bir istifham belirmekte ve önce bilinmeyen daha komplex problemler ortaya çıkmaktadır.

Örnek olarak kendi güneş sistemimizi ele alalım. Güneş sis­temimiz içindeki gezegenlerin ancak birkaçı çıplak gözle görü­lebilir. Laplace’in zamanına kadar bu gezegenlerden ve onların çev­resinde dolaşan uydulardan ancak kırk tanesi keşfedilmişti. Daha sonra yapılan gözlemler ise bu sayının bini geçtiğini belirtiyordu. En son yapılan araştırmalar­dan anlaşıldı ki bizim gezegeni­miz gibi daha milyonlarca geze­gen bulunmaktadır. Bunların da çevresinde uydular dönüp dur­maktadır. Her birisinin kendisine has atmosferi, yaşı, hareket sis­temi, yüzey oluşumu ve katı var. Onlarda hayâtın olup olmadığını henüz bilmiyoruz. Kesinlik ifade eden bir bilgiye sahip değiliz. Söylediklerimiz sadece kıyas ve tahminlere dayalı, ondan ötesi ise sonsuz bir boşluk. Hattâ yüksek ısı derecesine sahip bulutsu kü­melerdeki satıhlarda gazların yo­ğuşmasını inceleyerek güneşin oluşumu hakkında bilgi edinsek bile bulutsu kümelerin nereden oluştuğu sorusu yine zihnimizden silinip gitmeyecektir.

Görülüyor ki bilgi alanımızın genişlemesiyle bilgisizlik alanı­mız da genişliyor. Zîrâ her yeni dairenin çemberi bir diğer daire­nin çemberini hem içten hem de dıştan keser. İnsan aklı gözleye­bildiği her noktanın ötesinde gö­remediği birçok noktaların bu­lunduğunu kabullenmekten başka bir şey yapamaz. Ortaya çıkan boyutların nihayetini ancak içi

dışına döndüğü zaman anlamak, sonradan olmuş fâninin ezeli ve bakiyi bilmesi halinde mümkün olur. Ne kadar doğru söylüyor: “Size bilgiden pek azı verilmiştir ancak diyen Kur’an.

Şimdi büyük âlemden küçük âleme geçelim. İlmin maddenin iç dünyâsında keşfettiği gerçeklere göz attığımızda büyük âlemdekine çok benzeyen sonuçlarla karşılaşırız. İlim âlemi bir süre maddenin en küçük parçası ola­rak atomu kabûl etti. Atomun daha küçük parçalara ayrılma­yacağını söyledi. Her türlü tabi güçlerin etkisi altında kütlesin­den hiçbir şey kaybetmiyeceğini ileri sürdü. Nasıl bir kimyevî reaksiyona girecek olursa olsun kendi değerinden hiçbir şey yitir­meyeceği fikri hâkim oldu. Ama günümüzde maddenin en küçük parçası olarak kabûl edilen atom başlı başına girift bir dünya olarak çıkıyor karşımıza. Ortada sabit bir çekirdek var, çevresin­de dönen elektron ve nötronlar yer alıyor. Tıpkı güneşin çevresinde dolaşan seyyareler gibi. Bir örtü gibi çekirdeğin etrafını saran bu artı ve eksi yönlü elek­tronlar yüksek ısı veya ışınlarla çekirdekten çekilip ayrılabilmek­tedir. Çok yakın zamanlara ka­dar atomun ortasında yer alan çekirdek sadece artı yüklü olarak kabûl ediliyordu ama son zaman­larda onun da pozitif ve negatif yüklü olduğu ve parçalanabile­ceği anlaşıldı. Çekirdek parça­lanmasından elde edilen ışınlar ve enerjilerle yeryüzünün imarı ve­ya imhası imkân dâhiline girdi15.

Şimdi bir nebze bu İlmi gelişmeler karsısında durup Kur’ân-ı Kerim’in: "Ve arşın suyun üstündedir" ifadesi üzerinde düşünelim. Gökler ve yeryüzü yaratılmazdan önce kainatın ana maddesi hidrojendi anlamı cıkarılamaz mı?

İşte tabiat böyle çıkarıyor üzerinden elbisesini. Maddenin yapısı gözler önüne seriliyor. Mü­cerret bir güç bir “enerji” olarak çıkıyor karşımıza. Ve bunun kay­nağını parçalanan o maddi hey­kelin dışında aramak gerekir. O yıkılan putun dışında bir kaynak bulmamız îcâbeder. Böylece mad­dî âlem yavaş yavaş soyut âleme yaklaşıyor. En alt noktada nere­de ise görülen âlem görülmeyen âleme bitişiyor. En üst noktada da böyle. Bu görülemeyen âleme ilim görmese de inanıyor. Çünkü neticesini duyuyor veya eliyle dokunuyor.

Evet gerçekten de bugün ilim varlıklar dünyâsında mücerred duyuların ulaşamadığı noktaların bulunduğuna inanıyor. Yalnız çıplak duyuların değil en kuvvetli elektromikroskoplarla dahi duyulamayacak, en ince va­sıta ve âletlerle bile farkedilemeyecek güçlerin varlığını kabûl edi­yor. Kısacası günümüzde ilini ar­tık varlığın tek ölçüsü olarak duyulara dayalı deneyleri kabûl et­miyor, başka ölçeklerin de ola­bileceğini benimsiyor. Ve böylece kendi eliyle dinlerin temelini teş­kil eden tuğlayı yapıya yerleşti­riyor.

İlimlerden bir bölüm olan po­zitif ilimler sadece pratik ilimle­rin uygulamaya dayalı kısmını teşkil eder. Ki biz bunların en üst tarafından en alt tarafına ka­dar her noktasına uzandık ve her iki yanıyla maddeyi bir serap gö­rücüm üne döndüren gururdan ve böbürlenmeden tevazua ve tesli­miyete geçişini seyrettik. Aslında uygulamaya dayanan ilimler gü­zel sanatlara göre gerçek ilimlere daha yakındır. Çünkü özü bakı­mından ilim analiz ve sentez ameliyelerine bağlı olmaktan sok zihnî teoriler vç tasavvurlar üzerinde durur. Parçalardan bü­tünlere varan genel kaideler kor.

Ruhu tatmin eden ve aklı rahat­latan bir yorum getirir varlıklar âlemine, tecrübî ve uygulamalı ilimlerde bu hususlardan birisini bulmak mümkün müdür hiç? Varlık hakkında genel kavramlar getirebilir mi?

Ne yazık ki hayır.

Heyhat...

Hattâ gözleri kamaştıran bu­günkü haliyle bile uygulamalı ve tecrübeye dayalı pozitif ilimler varlık kanunlarının ancak çok basit bir yanını keşfedebilmiştir, halbu ki onun keşfettiklerinin öte­sinde hiçbir kanuna ve kaideye sığmayan keşfedilmemiş çok ge­niş bir alan vardır demekle ye­tinmeyeceğiz.

Hattâ sadece o dar sınırda olduğumuzu, madde âlemini açıp öteye geçince faktörlerin ve un­surların içiçe girdiğini, ilişkilerin ve müşküllerin karmakarışık bir vaziyet arzettiği noktada ilmin kanunlarının hepsinin incelik ve kesinliğini yitirdiğini, bir nevî ih­timallere dayalı yaklaşık tahmin­lerden ibaret kaldığını kabûl etmekle de iktifa etmeyeceğiz.

İşte biyoloji, fizyoloji, psiko­loji ve sosyoloji ile uğraşanların bildiklerini ileri sürdükleri şeyin, kısaca ilimlerin ortaya attığı şey­lerin mahiyeti bundan ibarettir deyip durmayacağız.

Tabiî ilimlerin diliyle bütün bunların ötesinde yeryüzünde ke­sin olarak deney metodunun da­yandığı katiyet ifade eden genel bir kural bulunmadığını ve hiçbir zaman da bulunmayacağını hay­kıracağız. Çünkü deneyler ne ka­dar tekrarlanırsa tekrarlansın ve örnekler ne kadar çoğaltılırsa ço­ğaltılsın bütün bunların belirli zamandaki belirli olaylara dayan­dığı ve belirli mekân parçası içe­risinde vuku bulduğu bir gerçektir. Ama bütün bunların arasında ve küllî mantık kuralları içerisin­de “sonluluk" ile "sonsuzluğu” ayıran geniş bir aralık bulun­maktadır. İlim işte bu aralığı doldurmak işin her zaman “bir vasıta” ya başvurmaktadır. Bu yamayı dikerken ip olarak doğ­rudan doğruya zan ve tahmine dayanan zihni faraziyeleri kulla­nır. Birincisinde yâni sonlu olan şeyde fiilî deneylerde kullandığı işaretlerin arasına kısa ve uy­durma köprüler, geçitler kurar. Ve önceden kabûl ederek gözlemlerin kaydedemediği bilinmeyen halkaları, gözlenen ve bilinen hal­kalar zinciri içerisine hayâlen yerleştirir. Elde edileni doğru bir çizginin uzantısı olarak kabûl eder. “İşte bu uzantı en azından doğruya en yakın olması muhte­mel olan çizgidir” der. İkincisin­de ise yâni sonsuz şeylerde bu doğru çizginin uzantısının ötesinde zaman ve mekân bakımından bilinmeyen bir aralıkk, bir boşluk, bir uzantı kalır. Bunu da ilim gö­remediği noktalan kısmen gördü­ğü noktalara benzer olarak farzeder. Ve olacakları olanların to­puna benzeyebileceğini varsayar. Şüphesin ki vakıa ve olayları ancak bu kadar gözleyebilen ve kavrayan kanunlar -ki tabiî ilimlerdeki kanunlar hep böyledir- köksüz ve zayıftır. Doğru­dan doğruya zihnen konulan var­sayımlara dayanır. Kİ bu da du­yular yoluyla yapılan gözlemlere zıt bir durumdur.

Şimdi ilim diliyle -bilgi ve düşünce kanunlarını belirleyen ilim- diyoruz ki: “Her neticeyi tabiî sebepleriyle yorumlamak ve izah etmek bizatihi acizliğinin ve eksikliğinin tohumlarını taşır. An­cak ve ancak düşünce prensiple­ri temelden kaldırılınca içaçıcı bir ikna noktasına ulaşılabilir. Zîrâ neticelerin meydana gelişi doğrudan doğruya sebeplerin bir sonucu olsaydı, neticelerin salt var oluşu, sebeplerin uzantısından ibaret olması gerekirdi. Ve her yönüyle sebep - sonuç arasında benzerlikler bulunmak gerekirdi. Sebep ile sonuç arasında gerek keyfiyet, gerekse kemiyet bakı­mından en ufak bir farklılığın bulunması tabiî yolla izahı çıkmaza sokar. Hattâ zaman ve me­kân bakımından farklılığın mevcudiyeti zihinlere şu soruların ta­kılmasına sebep olur: Niçin şu önce olmuştur da, öbürü sonra? Veya neden biri sağda olmuştur da, diğeri, sol da ? Bu sorular zin­cirini sonuna kadar götürdüğü­müz takdirde varlığın bölünmez bir parça olduğu, yahut uzantısız tek bir noktadan ibaret bulundu­ğu fikrini benimsememiz gerekir ki o zaman kafamızdaki baş­kalık düşüncesini tamamen silip atmamız icâbeder. Zihnimizde sadece ayniyet kanununun kalması gerekir. Ama düşünce dediğimiz ameliye değişiklik ve farklılık halinde söz konusu edilebilir an­cak. Çünkü tefekkür iki veya da­ha çok noktalar arasında hareket edip birisini benimsemek diğeri­ni benimsememek ameliyesidir. Bu durumda tabiî izah tarzı iki ateş arasında kalır: Ya aczini ilân ederek iflâs ettiğini kabûllenecek, yahut da en üstün ve en mükem­mele götürecek ki o zaman bizi yanlış çıkaracaktır. Ne var ki ak­im eksikliklerden ve çelişkilerden bütünüyle kurtulması katiyyen söz konusu değildir. Ancak meka­nik îzah tarzını bırakarak her şe­yi tabiata hamletmekten vazge­çerse, kesinlik ifade eden sebep sonuç zincirini kıracak olursa se­beplerle müsebbipler arasındaki seçim hürriyetini elde etmiş olur.

Görülüyor ki akla dayanan uygulamalı ve tabii ilimler eşya­nın derinlemesine tahlilinin her zaman en sonunda görünmeyene, yâni gayba İmânın zaferiyle neticelendiğini itiraf etmek zorunda kalıyorlar. Bu ise dinlerin ebediyyen varlığım devam ettirmesi fikrine yol açmaktadır.

Niteliklerinden söz ettiğimiz tabiî ve tatbiki ilimler çemberin bir tarafına tırmanırken öbür tarafını reddetmekte ve arkalarını dönmektedirler. Mekanik ve ma­teryalist yorumlar insan aklının ihtiyaçlarının yarısını karşılarken geriye kalan yarısını ihmal et­mektedir. Zirâ İnsan zihni eşya­nın başlangıç ve sebeplerini an­lamaya çalışırken onun hedef ve neticelerini de araştırmak, mak­sat ve gâyesini bulmaya çalış­mak zorundadır. Bir şeyin doğu­şunu bilip de sonunda ne olaca­ğım bilmemek bir şeyi tamı ta­mına kavramak olmaz. Olduğunu söyleyip de nasıl olduğunu izah etmeden bir şeyi bilmek tam bir bilgi değildir. İnsanın rûhunda yer etmiş bulunan bu derinleme­sine bilmek iştiyâkı onun yapısın­da yer eden; kâinatta meydana gelen her olayın belli bir plân dâ­hilinde meydana geldiğini, her şeyi tanzim eden bir gücün belir­li bir gâyeyi hedef aldığını ve kâinatta kör tesadüflerin eline terkedilmiş hiçbir şeyin bulunmadığını haykırmaz mı?

Şimdi günümüzdeki ilmin in­sanın ruh yapısında mevcut olan ve eşyanın gâyesini, maksadını bulmaya zorlayan aklî zarûretler karşısındaki durumunu görelim:

Bugünkü İlim elini eşyanın maksat ve gâyesini araştırmak­tan çektiğini, o konulara kapıla­rını kapadığını, yalnızca olayların sebep ve sonuç ilişkileri üzerinde durduğunu söylemektedir. Onu eşyanın düzenindeki nizam ve in­tizam ilgilendirmemektedir. Bun­ların bir plân ve maksada mebni olup olmadığı husûsunun kendisi­ni hiç de alâkadar etmediğini be­lirtmektedir. Aslında bu ilişkile­rin hangi gâyeye mebni olduğunu ve bu gâyenin ne olduğunu açıklayacak gücü de yoktur. Bilgi problemini bütünüyle açıklamayacağını ve bu hususta yolun ya­rısından öteye geçemiyeceğini be­lirterek ilim insan aklının ezel­den beri üzerinde düşündüğü ihtiyaçlarına karşılık vermek ni­yetinde olmadığını daha başlan­gıçta açıklamıştır. Ama ilim ale­mi daha uzun süre bu tarafsız tu­tumunu devam ettiremeyecektir. Çünkü tabiî ilimler uzun müddet akli ihtiyaçların bir yanını bütü­nüyle ihmal edemez. Bu sebepledir ki ilmin bulduğu ve birbiriyle ilişkili pek çok buluşların so­nunda biz bu problemi görüyoruz. İster bunun adını koysun ister koymasın, yeni keşiflerin ardın­dan ilim hep bir gizli neden araş­tırmaktadır. Meselâ en küçük or­ganik yapı olan hücre tedkiklerinde, insan vücûdundaki her mekanizmanın faaliyetinde ve mekanizmaların organizma içeri­sindeki ortak çalışmalarında... Hep gizli bir el peşinde koşmak­tadır. İlim bir zorlamaya girerek bu elin adını koyacağına, plânlı maksat ve gâyeyi belirteceğine organların fonksiyonel yapısından söz ederek kamufle etmeye çalış­maktadır. Görüleceği gibi biyoşimik ilimlerin başına geçirdiği maske sırf altındaki çehreyi giz­lemek gayesine mebnidir. Şu ka­dar var ki isimler önemli değildir. Bizim için önemli olan sessizce de olsa bu itirafların gerçek yanıdır. Bütün bunlardan çok daha önem­lisi de tabiî ilimlerin ciddi olarak attığı her adımda daha birkaç adım atar atmaz duraklayıp ac­zini itiraf etmesidir. Uzun hedef­leri görmeyi önleyen, neticeleri kavramayı zorlaştıran kesif bir bulutun her yanı kapladığım gö­rerek güçsüzlüğünü kabullenme­sidir.

Bütün bu açıklamalardan sonra beşer ilminin gelinmesinin sonunda din duygusunun silinip gideceği iddiasının yersizliği, bi­lâkis ilmin din duygusunu güç­lendirdiği bir gerçek olarak or­taya çıkıyor. Nitekim realist fel­sefenin kurucuları ve taraftarları bu gerçeği açıkça veya zımnen kabullenmişlerdir. Bu neticeye kendi tecrübeleri sonucu varmışlardır. Meselâ, ilmî gelişmelerin tabi sonucu olarak dinlerin ortadan kalkacağını ileri süren Auguste Comte, sonra bu düşüncelerinden vazgeçerek tuhaf bir mistisizme dalmış, yeni bir din kurmak için harekete geçmiş ve kuracağı dînin esaslarını Katolik kilisesinin dînî inanç ve kaidele­rini örnek alarak kurmak istemiş­tir. Kısacası eski romanın bölüm­lerini aynı seklide tekrarlamış, sa­dece rol alan şahıslar değişmiştir.

Herbert Spencer de en so­nunda "bilinmezlik” konusunda şunları söylemek zorunda kalmış­tır: ‘’Bilinmezlik aklî kalıplara sığmayan bir güçtür. Hattâ bu, külli ve akli prensiptir. Varlıklar âlemindeki her şeyin doğduğu ana kaynaktır." Spencer’in tarif ettiği meçhul güç dinlerin söyle­diği gaybın aynısı değil mi? Sa­dece ilim diliyle söylenişi değişik.

Ünlü bilgin Littre, pozi­tif ilimlerde vardığı son nok­tayı anlatırken kendisini her yandan çepeçevre saran gi­rift ve esrarengiz büyük bir okyanusta bulduğunu söyler. Bu uçsuz bucaksız deryânm de­rinliklerine açılacak bir vasıtaya sahip olmadığını, sonsuz okyanuslardaki yolculuk esnasında yön tâyinine yarayan bir pusula­sının bulunmadığını belirtmek zorunda kalır... Littre bu sonsuz­luklar karşısında bir şâir gibi veya kara sevdalı bir âşık gibi değil Allâh’a inanan duygulu ve inançlı bir bilgin olarak durur16.

(1) Voltaire, Essai Sur Les Moeurs, p. 14.

(2) İd, İbid, p. 133.

(3) Jean Jack Rousseau, Disgours Sur l’origine et la Fondement da l’inega’ parmi les hommes.

(4) La Boultaye, Ouvrage Cité 1, p. 17-18.

(5) Larousse du Xême Siecle, article: Religion.

(6) Bartelemi Sainte Hilaire, Mahomet et le Coran, p. 34.

(7) Chachoin, Evolution des idées Religieuse, p. 158. .

(8) Henri Bergson, Les Deux sources delà Morale et de la Religion, p. 105.

(9) Auguste Comte, Cours de Philosophie Positive.

(10) Bunlar arasında İngiliz filozof Lodge, Amerikalı filozof William James, Fransız bilgini Richet bulunmaktadır.

(11) Salomon Reinach, p. 35-36,

(12) Max Nordau Reponce au Mercure de Frence,

(13)Ernest Renan. Histoire de la Religione.

(14)Ferid Vecdi, Dairet-ül Maarif el İslamiyye.

(15) Atom alimleri diyorlar ki: "En hafif ve yapısı en basit olan atom hidrojen atomudur. Hidrojen atomunun bir protonu ve bir elektronu bulunmaktadır. En ağır atom ise uranyum atomudur. Atom sayısı 92 olan uranyumun 92 adet elektronu vardır. Deneyler göstermektedir ki; elemanter cisimlerin hepsinde hidrojen atomunun parçaları bulunmaktadır. Meselâ alüminyum atomu analiz edildiğinde yapısında hidrojen atomuna da rastlanır.”

(16) Sabatlere, Esquisse d’une Philosophie de la religton, p. 11-12.