“İslâm toplumunu teşkil eden fertlerin her biri iyi bir müslüman, hattâ kabilse, müslümanların en iyisi olmaktan başka bir şeyi ülkü edinmemelidir.”
-Prens Said Halim Paşa-
Bir önceki yazımızda “Dünya hayâtına karşı müslümanların tutumunu araştırmıştık. Bu kez müslümanların hayat gâyesinin ne olduğunu, —öncelikle— kişisel plânda bu gâyenin gerçekleşme yollarını tesbite çalışacağız.
Gerçek şudur ki evrende her varlık, kendine özgü bir hayâtın sâhibi ve bu hayâta, bağlı bir sonun hazırlayıcısıdır. Bitki hayvan ikilisi, sonuç yönünden önem arzetmemektedir. İnsan bu konuda da ötekilerden ayrılmakta, hazırladığı sonu yaşamak mahkûmiyetinde bulunmaktadır.
Bu mahkûmiyet; Yaratıcının, elçileri aracılığı ile gerçeği ve yalanı, mutluluğu ve mutsuzluğu, hak ve vazifeyi gerekçeli olarak insanlara bildirmiş olmasından ve kişilerin de isteklerince harekete güçlü kılındıklarından doğmaktadır.
Son elçi, örnek kul, yüce RasuI Hz. Muhammed (s.a.s.) İlâhi gerçeği daha bir mükemmeliyet ve anlam örgüsü içinde son defa insanlığa duyurmuştur.
Hz. Muhammed (s.a.s.)’in zamanından günümüze kadar, hayat ve sonunu; Yaratıcı’nın istediği biçimde değerlendirmeyi gerekli bulanlar, zamanlarının genellik kazanmış hatalı tutum, anlayış, tavsiye ve zorlamalarına aldırış etmeden mutlu bir sonun mimarı ve yaşayıcısı olmak için büyük bir irade ve azimle hak bildikleri yolda yürümüşlerdir. İnançlarından fedakârlık pahasına hayata uymak ve çevrenin bâtıl adına yadırgamasından kurtulmak yolunu tutmamışlar, aksine; bayatlarını hakka uydurmaya çalışmışlardır. Devirlere adlarını yazdıranlar da bu iman şahsiyetini günlük hayâta kabûl ettirenlerdir.
Bugün bu güç, fakat önemli davranış, müslümanlar için zorunluluk halini almıştır. Müslümanların yaşantısına bakıp İslâm’ı mahkum etmek gayretini yoğun bir şekilde sürdürmekte olan asrın idrâkine verilecek en kesin cevap ancak; mevcut müslümanların hayatlarını hakka uydurma gayretleriyle mümkün olacaktır.
ZAMANA UYMAK
MÜSLÜMANLARIN GAYESİ HAYATI HAKKA UYDURMAK
M MÜSLÜMANLARIN L GAYESİ MÜSLÜMANLARIN L GAÜSLÜMANLARIN L GAYEAsrın akışına kendini kaptırmış, öteki bağlar gibi İslâmî hayat prensiplerinin de artık devri geçmiş (!) olduğuna inanmış ya da inanmak isteyen kişilerin, dostlarımızın zaman zaman “asra uyun!” tavsiyelerine muhatap oluruz. Bugünkü günde birtakım dîni kayıtlar tanımanın mantıksızlığını dinleriz. Üç günlük dünyâda rahat etmek için zamana uymak zorunda olduğumuzu, aksi halde “medeni İnsan” olamama tehlikesiyle başbaşa bulunduğumuzu öğreniriz, Bu arada dostlarımızın acıma ve merhamet duygularının üzerimizde —bizim çıkarlarımız için— dolaştığını hissederiz.
Yegâne Yaratıcı’nm ihsan ettiği acıma ve merhamet hissini bâtıl adına; hakka bağlı kalmak, İslâm esasları uyarınca yaşamak isteyenler için kullananlar ve bunu bir dostluk görevi sanan gafil ya da hain iradesizlerin propagandaları giderek etkili olmaya, hayâta uyma meylini geliştirmeye muvaffak olmaktadır. Her gün müslümanlar biraz daha İslâm dışı hayat biçimine kendilerini kaptırmakta, anormallere “normal” yargısıyla kucak açmakta, bu yalancı merhamete kurban olmaktadırlar.
Yapılan asrîlik propagandaları yanında, müslümanları bu inanç dışı hayat tipine zorlayıcı sosyo-ekonomik müesseselerin bol miktarda kurulmuş ve kurulmakta olduğu gerçeği bu konudaki tehlikenin büyüklüğünü en açık ve acı şekliyle gözler önüne sermektedir.
Bu noktada bugünkü müslümanları iki netice beklemektedir:
1 — Zamanın akışında erimek, sonsuz son’u kaybetmek,
2 — Zamanın akışına soylu ve kanun içi bir karşı çıkışla hayâtını hakka uydurmak ve sonsuz son’u kazanmak.
GERÇEK MÜSLÜMAN
Bu iki zıt neticenin hangisini tercih etmemiz gerektiğini tesbit etmek için bu yol ayrımında bir müddet durup Muhammed ikbâl’in müslüman tarifini gözden geçirelim:
"Müslüman, dalgalarla sürüklenmek ve insanlık kervanının her yöneldiği ve yürüdüğü yöne gitmek için yaratılmıştır. Çünkü o, risâlet ve gerçek ilmin sahibidir. DÜNYANIN GİDİŞAT VE İSTİKAMETİNDEN O SORUMLUDUR. O’nun makamı taklid etmek ve uydu olmak derekesi değildir. Onun gerdek mevkii; yön vermek, irşad etmek, liderlik yapmak, iyilikle emretmek vb kötülükten nehyetmektir. Zaman değişir, toplum isyan ederek doğru yoldan dönerse, zilleti kabûl ederek silâhlarını bırakmak suretiyle boyun eğip, devre teslim olmamalıdır. Mü’mine düşen şey, Allah’ın hümü tecelli edinceye kadar, onunla mübareze etmek, tek başına da olsa onunla mücadele etmek, savaşmaktır. Güç durumda kalır kalmaz hemen boyun eğmek, kaza ve kaderi mazeret göstermek, zayıf ve bayağı kişilerin işidir. Gerçek mü’min, bizatihi Allâh’ın galip kazası ve değişmeyen kaderidir.1
Şimdi tesbitimizi yapabiliriz. “Müslüman nerede bulunursa bulunsun, hangi şartlar altında olursa olsun, hayâtını hakka uydurma görevini ihmâl etmeyecektir. İkmâl edemese bile yapabildiği kadarıyla yapacak fakat aslâ bu guur ve gayretten uzak kalmıyacaktır. Zirâ müslüman varlığının isbatı buna bağlıdır. Sadece buna...
KİŞiSEL HAYATIN ÖZELLİKLERİ
Hakka uydurmak gayesinde olduğumuz kişisel hayâtımız, öncelikle zorunlu bir hayattır. Hayâta son verme yetkisi ancak Allah’a aittir. Müslüman dilediği an "artık yaşamak istemiyorum" deyip hayâtına son vermeye kalkışamaz. İntihar haramdır. Allâh’m takdir ettiği âna kadar mecburen yaşayacaktır, Bu gerçek Kur’ân-ı Kerim’ de şöyle dile getirilmektedir:
‘Allâh’ın izni (emri ve kazâsı) olmadıkça hiçbir kimseye ölmek yoktur.
O, vâdesiyle yazılmış bir yazıdır.”2
Allâh’ın bu açık emrine zıt bir davranışla kendi hayâtını sona erdiren kişinin, âhirette; intihar ettiği âletle azab olunacağı Hz. Muhammed (s.a.s.) tarafından haber verilmiştir3.
Öte yandan hayâta kasdetmenin cezası, ancak yine kendi cinsinden bir hayatla ödenebilmektedir. “Kısas” cezası bunun açık ve kesin ifadesidir.
Kişisel hayâtın önemini ifadeye; “kendi cinsinden ödenebilir" olması yeter.
Bu iki özellik göstermektedir ki, İslâm; müslümanın alnına sanki “sen ölmeyeceksin” cümlesini yazmış, sonsuz mutlu bir hayâta aday kılmakla da bu ölmezlik hükmünü tasdik etmiştir.
Şiddetli olduğu kadar adâletli ve toplum hayâtı için gerekli nitelikte müeyyidelerle korunmuş ve kendisine sonsuz bir hayat eklenmiş bulunan kişi hayâtının gayesi nedir?
’‘Allâh’ın halîfesi”4 sıfatıyla yaşanan bu hayatın amacı da elbette değeriyle mütenâsip, ulvi ve mütekâmildir, Bu, tek kelime ile; KULLUK’tur5. Kulluk ise; hayâtı Allah emirlerine uydurmak demektir.
Diğer taraftan hayat ihsanının, ölüm fermanının gerekçesini Allah Teâlâ şöyle açıklamıştır:
“O (Allah), hanginizin daha güzel amel (ve hareket) edeceğini imtihan etmek için ölümü de dirimi de takdir eden ve yaratandır.”6
SONUÇ
İmtihan sahnesinde bulunduğumuz, KULLUK görevi ile yükümlü olduğumuz, yaşanması zorunlu, tecâvüzden korunmuş, sonsuz bir hayâta hâmile, sonlu bir hayâta sâhipliğimiz düşünülecek ve değerlendirilecek olursa; başarı beratımızı hayâta uymakla değil, hayâtımızı hakka uydurmakla alabileceğimiz kesinlikle ortaya çıkacaktır, Bu ise, iki ayrı yolla gerçekleştirilebilir:
1 — Tahkik Yolu,
2 — Taklid Yolu.
1 _ Tahkik Yolu iki yönlü bir uygulamayı gerektirir:
A) Eylem Yönü,
B) Söz (Propaganda) Yönü.
Eylem Yönü, üç basamaktan teşekkül eder:
a) Sorumluluk Duygusu (Proje, Hazırlık Safhası),
b) Doğruluk Düsturu (Uygulama, Aksiyon Safhası),
c) Havf ve Reca ilkesi - Korku ve Ümit tikesi (Kontrol, Muhasebe Safhası).
Söz Yönü; iki tür uygulamayı gerektirir;
a) İslâm’ı anlatmak (aktif propaganda),
b) Susmak (pasif propaganda).
2 — Taklid Yolu, tek basamaklıdır. Tek ifadelidir. Sünnete Uymak, Hakka uydurulmuş tek hayat, hiç kuşkusuz örnek kul, yüce Rasûl Hz. Muhammed (s.a.s.)’in hayâtı mübarekleridir. O’nun sünnetine uymak, O’nun yaşama tarzına yaklaşmak demektir. Bu ise, kişiyi fazla düşünce ve tedbire muhtaç etmeden hayâtını hakka uydurma imkânlarına kavuşturucu en kesin ve en kısa yoldur.
Aslında "Tahkik Yolu” basamaklarını aşmak; sünnete uymakla neticelenir. Böylece iki yönlü gözüken uygulama, neticede birleşir.
Şimdi bu iki yolun basamaklarını tanımaya ve tırmanmaya çalışalım.
TAHKİK YOLU BASAMAKLARI
A) EYLEM YÖNÜ
a — SORUMLULUK DUYGUSU
Toplumlunuzun mevcut görünüm, tutum ve anlayışları içerisinde "hayâtı hakka uydurma" amacımızın gerçekleşmesi; her şeyden önce büyük, güçlü ve yılmaz bir irade İstemektedir. Bunu doğuracak kaynak, saf bir imâna dayalı bilinçli bir sorumluluk duygusudur.
Büyük gayeleri, kendi içlerinde kendileriyle anlaşmış insanlar gerçekleştirebilir, Müslüman; iç güçlerinin hareket yetenek ve imkânlarım sağlayacak olan inançlarıyla anlaşmış; onların değer ve kurtarıcılığına kesinlikle inanmış olmak zorundadır.
Bu noktadan sonradır ki, “sorumlu davranışlar“ görülecek, hayâtı hakka uydurma gayesi lif lif örülecek, o mutlu son, nokta nokta belirecek, İslâmî hayat adım adım gerçekleşecektir,
MÜSLÜMANIN SORUMLULUĞU
İnanç esaslarımıza göre; müslüman öncelikle ve yalnız kendi duygu, niyet ve hareketlerinden sorumludur. Ne babadan, atadan kalma bir suçla itham edilebilir, ne de bir başkası yerine sorumlu tutulabilir:
"Kimse kimsenin günâhını yüklenmez.”7
"Herkes işledikleri karşılığında bir rehindir.”8
“İhsan, ancak çalıştığının karşılığını görür. Onun çalışması şüphesiz yakında görülecektir. Sonra ona karşılığı eksiksiz verilecektir.”9
“Hepiniz çobansınız ve hepiniz (sadece) güttüklerinizden sorumlusunuz.”10
Müslümanın sorumluluğunda rakamla ifade edilebilecek taban - tavan haddi de yoktur:
“Kim zerre ağırlığınca bir hayır yaparsa onun mükafatını görecek. Kim de zerre miktarı şer yaparsa onun cezasını görecek.”11
Bu sorumluluğu hiçbir dünyevî kıymet, mal, evlât, makam vb. hattâ Hz. Peygamber (s.â.s.) ’e yakınlık bile kaldıramaz:
"Sizi, bize yaklaştıracak olan ne mallarınız ve ne de çocuklannızdır. Yalnız iman edip yararlı işler yapanlar işte onların yaptıklarına karşılık mükafat kat kattır.”12
“Ey, Muhammed kızı Fatıma! Ey Abdulmuttalip kızı halam Safiyye! Ey Abdulmuttalip Oğulları ! Kendi malımdan arzu ettiğinizi benden isteyin vereyim. Fakat ben sizi Allah’ın azabından kurtaramam. Kendinizi ateşten koruyunuz.”13
Baba-oğul, karı-koca, ana-kız ve benzeri yakınlıkların sorumluluk noktasından hesap anında olumlu bir etkisi olamayacağı, herkesin kendi başı derdine düşeceği, birbirinden kaçacağı14 âyetle kesinlik kazanmış gerçeklerdendir.
Müslüman kişi gibi müslüman toplum da sadece kendi durumundan sorumludur. Öteki toplumların hareketlerinin sorumluluğunu taşımamaktadır. Kendi sorumluluğunu da başka toplumlara yükleme imkân ve iktidarına sahip değildir.
"Onlar vaktiyle gelmiş geçmiş ümmetlerdi. Onların yaptıkları onlara, sizin yaptığınız da size attir. Siz onların yaptıklarından mesul olacak değilsiniz.”15
ÖZEL HAYAT YOKLUĞU
Şahsen sorumlu olan müslümanın Allah’ından uzak kalabileceği kendine âit tek saniyesi yoktur:
"Nerede olursanız olunuz Allah sizinle beraberdir.”16
“Nerede olursanız olun, Allah’tan sakının ”17
“İmânın en faziletlisi (yararlı işler yapmaya en elverişlisi), nerede olursan ol, Allah’ın seninle birlikte olduğunu bilmendir.”18
"Sen O’nu görmüyorsan da O, seni mutlaka görüyor.”19
Müslüman, sadece kendi işlerinden sorumlu olmasına rağmen; sorumsuz davranışları nedeniyle mensup olduğu milletin de sorumsuzluğa, rağbet etmesini ve neticede de önceki mutlu hayat düzenini kaybetmesini fiilen sağlamış olacağı için toplumun sorumluluğunu da yüklenmektedir. Böylece müslüman, giderek büyüyen sorumluluk daireleri içerisinde İkbâl’in dediği gibi “dünyânın gidişatından sorumlu” olmaktadır.
BU AÇIDAN DURUM
Derin bir dikkat ve sürekli bir gayreti zorunlu kılan adı geçen esasların ışığı altında günlük yaşantımızı inceleyecek olursak; gerçekten bozuk bir hayat düzeni ve seyri içerisinde olduğumuzu görürüz. Bu bozuk düzen çarklarının fert ve toplumun hayat biçimini daha bir yozlaştırmaya, İslâmî motiflerden biraz daha uzaklaştırmaya çalıştığı da bir gerçektir.
Bu çalışmaların neticesidir ki, müslüman fertlerde, müslüman ailelerde, hayâta uyma yününde yeni birtakım duygular gelişmeye; hakka yaklaştırıcı eski güzel duygular, hayâta bağlayıcı çirkin yenileriyle yer değiştirmeye başlamıştır. Böylece günlerin eleme yapmaksızın getirdiklerine yine seçme yapmaksızın kucak açmak, rıza göstermek "medeni davranış” olarak yaygınlaşmıştır.
Bu halin iç etkenlerinin bayında sorumsuzluk; dış etkenlerinin önünde ise; sosyal ve iktisâdi kurumlar, bir kısım kısıtlayıcı ideler ve bunların günlük hayâta yansıyan beyin yıkayıcı uygulamaları gelmektedir.
"Hayâtı Hakka Uydurma.” gâyesi açısından mağlûp ve perişan bir görünüm arzeden günümüz müslümanları, bu acı sona dış etkenlerden önce, kendi iç dünyaları tarafından itilmişlerdir.
Zîrâ Alllah Teâlâ bir millete verdiği dirlik, düzen ve nimetlerini ancak; o millet fertlerinin iç dünyalarım, sorumluluk duygularını, sorumlu davranışlarını bozmaları halinde değiştireceğini20 bildirmiştir.
Kendi içinde sorumluluk duygusundan uzak kalmış insan, günlük yaşantısında dış etkenlerin etki ve yetki alanına girmeyen işlerde de meselesiz ve gayesizler gibi davranacaktır. Bu tip davranış ise, hiç kuşkusuz, müslümanı daha ilk elde hakka uyma imkân ve idealinden uzaklaştıracaktır.
PROJE
“İyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız. Çünkü Allah’a inanıyorsunuz.”21 gerekçesiyle Allah Teâlâ, Ümmet-i Muhammedi insanlığa "hayırlı, faydalı Ümmet” olarak takdim etmektedir. Bu takdim, “hayırlı” sıfatının devamı için hareketlerin temelinde imâna dayalı bir sorumluluk duygusunun bulunması şerefini tescil etmektedir.
Derin ve bilinçli bir sorumluluk duygusu; “hayâtı hakka uydurma” teşebbüsünün "Proje safhasıdır. Bu duygu, tasavvuf ehlinin “râbıta”sıdır.
Geniş tetkik, kesin tercih ve ince hesaplara dayalı mükemmel bir proje’ ye sâhip olmak şimdilik, hayâtını hakka uydurma mahkûmiyetinde olan Din Görevlilerine ve öteki müslümanlara düşen ilk ve önemli bir görevdir.
Hayâtı hakka uydurma davamız, meslek ve iş kollarına, yaşama ve yerleşme ortamlarına göre, değişik proje ve uygulamaları gerektirebilir. İşte bu değişik ve farklı fakat mutlaka gerekli hareketleri takdir ve icra edecek olan en büyük ve yegâne güç; yine sorumluluk duygusudur.
‘‘Sorumsuzluk” ve “sorumsuz davranışlarda bulunmak” gerekçeleriyle birtakım sosyal ve siyâsi kuruluşların, üyelerini safları dışında bıraktıklarına sık sık şahit olmaktayız. Sorumluluk duygusundan ve sorumlu davranışlardan uzak kaldığımız takdirde, nerede ve hangi şartlar altında bulunursak bulunalım, “hayâtı hakka uydurma" mutluluğuna ermişlerin safları dışında kalmaktan, onlara uzaklardan bakmaktan kendimizi kurtaramayız.
Dünyâda “dârü’l-İslam’ın, âhirette “daru’s-Selâm’ın inşası, sorumluluk duygusu ile başlar, doğruluk düsturuna riâyetle icra safhasına atlar.
b — doğruluk düsturu
"Hayâtı Hakka uydurma.” amacının uygulama safhasında hâkim ilke doğruluktur. Bu düstur, müslümanların haysiyyet belirtisi olduğu kadar başkalarından onları ayıran özellikleridir de...
Bu, sanıldığı kadar kolay korunabilir bir sıfat ve rahatlıkla uygulanabilir bir sanat değildir. Güçlü bir azm, sürekli bir irâde, derin bir ihlâs ve büyük bir feragat işidir.
Müslümanın hal dili doğruluğudur. "Hayâtı hakka uydurmak”tan anladığımız da; “hak gereklerince yaşamak”tır. O halde doğru olabilen amaca ulaşmış demektir.
“Sorumluluk Projesi”, ancak doğruluk uygulaması ile değerlendirilebilir. Doğruluk, temelde sorumluluk duygusunu; sorumluluk duygusu amelde ve harekette doğruluk düsturunu gerektirir. Birinin yokluğu; ötekinin yokluğuna yeter sebeptir.
Müslümanlar, giderek daha büyük güçlükleri göğüslemek zorunda kalmaktadırlar. Süratle gelişen haktan uzaklaşma, bâtıla kucak açma meyli en ücra köylere kadar sirayet imkânını maâlesef bulmuştur... Şimdi hemen herkes rahat ve kolay yaşamayı düşünmektedir. Hayâtını kolaylaştıran, zevkine zevk katan her şey mukaddes, bu konuda kendisine yardımcı olan herkes dost ve kardeştir.
Bu anlayışın yaygınlaştığı bir toplum içinde İslâm’ı tanıtma görevinde bulunanların etkisizliği, toplumun olduğu kadar bizzat ya kendilerinin doğruluk düsturuna uymamalarından ya da uyamamalarından ileri gelmektedir, îş, ilme; dil, kalbe; söz, öz’e; zikir, fikre uyma imkânını bulamazsa, toplum, hakka bağlılık adına hiçbir şey va’detmez, Çünkü dâva güdücüsü, muhataplarından en az bir üst derecede olmak zorundadır. "Dokuz köyden kovulma" pahasına da olsa, doğru davranılırsa, toplumdan geç de olsa ilgi görmek mümkündür. Ancak “içlerinden biri” olmaktan öte gidememiş, fakat sözleriyle bir şeyler ifade etmek isteyen kişiye, hayret ve dedikodu sınırını aşmış olumlu bir ilgi duyulmaz. Bu ihtiyacı hiç kimse hissetmez.
DÎNDE DOĞRULUK
Hak gereklerince yaşamaktan, doğru hareketten ayrılmış bâtıl ve yanlış yollara sapmış milletlerin irşâdı, istikameti için “din“ göndermek sünnet-i İlâhîdir. Bu kural bile isbat eder ki; din doğruluk için gönderilir. O halde doğruluk dinin varlık nedenlerinden biridir. Böyle olunca dindara da imkânlarını zorlama pahasına da olsa doğru davranmak yaraşır,
Örnek kul, yüce Rasûl Hz. Muhammed (s.a.v.); "Emrolunduğun gibi dosdoğru hareket et!" anlamındaki âyetten dolayı, “Beni Sûre-i Hud kocattı.”22 buyurmuş, doğru olabilmenin pek zorlu bir iş olduğunu kendisinin, yoluna gönül vermiş olanlara duyurmuştur.
Doğruluk, doğru davranmak, inanç kadar önemli ve toplumda eseri görülebilen bir mefhumdur. İnsan, İslâm esaslarına inanmayınca müslüman olamadığı gibi, doğru olmadıkça da imânın isbat imkânını bulamaz. Bunun içindir ki, örnek kul, yüce Rasûl Hz. Muhammed (s.a.v.)’î “Ya Rasülullah, bana İslâm’ı öylesine tanıt ki, senden başka birine daha sorma ihtiyacı duymayayım ” diyen sahâbiye;
“Allâh’a inandım de, sonra da. doğru ol"23 cümlesiyle İslâm’ı tanıtmış; doğruluğun İmân’ın tezâhürü ve korunması için gerekli zarfı olduğunu hatırlatmıştır.
Hayâtım doğruluk düsturu uyarınca yaşayabilenlerin mutlu sonunu da Allah Teâlâ şöyle garantilemiştir;
“Rabbimiz Allah’dır, deyip de sonra hayatlarında doğruluktan ayrılmayanlara, âhirette hiçbir korku yoktur. Dünyâdan ayrılırken onlar mahzun da olmayacaklardır. Onlar, Cennetin yaranıdırlar. İşlemekte devam edegeldikleri iyi amel ve doğru hareketlerine mükâfat olmak üzere orada ebedî kalıcıdırlar.”24
Yalan, yalan şâhitliği, büyük günah; sözün öze, ya da işe uymaması alâmet-i nifak; aldatmak, ihanet; İslâm toplumundan dışta kalmaktır25,
Anglikan Kilisesi’nin; “Dâru’l-Hikmeti’l-İslâmiyye"ye sorduğu "İslâm hayâta ne vermiştir?” sorusuna, bir İslâm âlimi tek kelime ile cevap veriyor ve ‘İSTİKAMET!” diyordu.
Müslüman kişinin yaşantısının temeli, İslâm toplum hayâtının biricik özelliği doğruluktan ayrılmak için can tehlikesinden başka hiçbir şey mâzeret niteliğini taşımaz. Kârdan zarar düşüncesi; ya da başka bir iş tutma imkânı varken, “ne yapalım başlamış bulunduk, değiştirenleyiz, şu böyle der, öteki şöyle konuşur”; veya “firma böyle istiyor’ gibi birtakım sözde gerekçeler, doğruluk esasının çiğnenmesi için yeter sebep olmaktan çok uzaktır. Bu gibi küçük hesaplarla İslâm dışı az da olsa peşin çıkar sağlayıcı işler çevirmeyi tercih edenleri Yüce Allah;
“Ayetlerimi az bir baha ile değişmeyin! Zarar etmekten, müslümanca davrandığınız takdirde kayba uğramaktan değil, ancak Ben’den korkun Ben’den!”26 diye tevbih ve tenbih etmektedir,
İslâm anlayışında, Allah’a giden yolun adı: Sırât-ı müstakim, yâni dosdoğru yol’dur. Bu yolun yolcusunun îmandan sonra en mühim sıfatı da doğruluktur. Mü’minin doğruluğunun sınırı yoktur, öz nefsi aleyhinde de olsa, doğru konuşmak, doğru olmak, gerçeği doğru şekliyle ortaya koymak zorundadır.
FERAGAT KANUNU
"Hayâtı Hakka Uydurma" amacının uygulamasının doğrulukla yürütülebileceğini kabûl etmek; bunun büyük ölçüde bir feragat işi olduğunu da kabule zorlar kişiyi.„ Çünkü feragat hayat kanunudur, Feragatsiz yücelik, güzellik ve iyilik olamaz27.
Birçok kişiler, dünyevi görevlerini yapabilmek için konfora, eğlenceye, servete hattâ hayâta veda etmek zorunda kalmışlardır. Feragat sadece kahraman ve velilere ait bir meziyet değildir. Hak bir gâyenin gerçekleşmesi, tüm müslümanların gerçek çeşmesinden âb-ı hayat içmesi, hayatın hakka yaraşır bir biçime girmesi elbette büyük fedakarlıkların eseri olacaktır.
“Doğruların yardımcısının’’ cemiyet değil ’‘Allah olduğuna tereddütsüz inanılabilirse, hak adına feragat olayları görülür. Şâirin dediği gibi; “Bir darb-ı meseldi dillerde evvel, ‘sen doğru ol. Eğri belâsın bulur. Tersinedir şimdi o darb-ı mesel; ’Sen eğri ol, Doğru belasın bnlur’ zihniyeti geçerli görülür ve uygulanırsa, bu kez, maddi çıkarlar adına dînî kişilikten vazgeçmeler, doğruluktan kaçıp eğrilikte yer seçmeler görülür.
Şunu da hemen belirtelim ki; müslüman için doğruluk dinî bir görevdir. Aslında feragat niteliği taşımaz. Ancak gönümüz şartları; bu görevin yerine getirilebilmesinde feragat faziletinin de eklenmesine sebep olmuştur.
“Hayâtı Hakka Uydurma” amacının uygulama safhası olduğu kadar propaganda aracı da doğruluktur. Propaganda ve telkinin en etkili vasıtası inanmış ve inancını yaşamakta olan insandır. Mevcut müslümanlar, inançtan doğrultusunda doğru davranışlarıyla hayatlarını sürdürme gayreti güderlerse, fazlaca bir zorlama ve sürtüşme olmadan sessiz ve fakat kestirme yoldan hakka uyma amacının gerçekleştiğini ve saflarının arttığını görmekte gecikmiyeceklerdir.
’Hayâtı Hakka Uydurma” uygulamasının kontrolü; korku ve ümit ilkesinin anlam ve görev sınırları içinde kalmaktadır.
c — KORKU VE ÜMlT İLKESİ
Sorumluluk Projesi ve doğruluk uygulamasıyla inşasına başladığımız “Hayâtı Hakka Uydurma” teşebbüsünün gelişme hızım, destekleyici ve köstekleyici unsurları kontrol etmek; başarıdan şımarmamak; başarısızlıktan, ümitsizliğe düşmemek olgunluğunu bize “Korku ve Ümit İlkesi” dini ifadesiyle "Havf ve Reca” esası sağlayacaktır.
Teşebbüs; cihan çapında olumlu bir netice, ciddiyet ve anlam arzetmektedir. Bu yüzden kontrolünün sürekli ve müsamahasız yapılması gerekmektedir.
Ümit ve Korku; müslüman hayâtının ( + ) ve (—) kutuplarıdır. “Hayat” olayının devamı için müslüman bu kutupları korumak zorundadır. Ye’s halinde ümit kutbu; itminan ve emniyet anlarında da korku kutbu müslümanı ’itidâl noktasında ve harekât sahasında” tutar. Hayâtı Hakka Uydurma çabalarımızın içten ya da dıştan engelle karşılaştığı zaman ümitsizliğe düşerek teşebbüsü yarıda bırakmaya ümit mânidir. Başarı ile yürüdüğümüzü görünce; “bu hep böyle gider” diye aşın bir ümide kapılıp tedbir ve teşebbüsü terketmeye de korku karşı çıkar.. Sürekli bir “teyakkuz” hali; etrafı büyük ve ciddî düşmanla sarılmış olan küçük askeri kuvvet için hayâti yönden ne ka
dar önemli İse; bugünkü ortamda İnanarak hayâtı hakka uydurma düşünce ve eyleminde bulunan müaliimanlar için de aynı ölçUde gereklidir.
DİNDE KORKU VE ÜMİT
Dini İfadesiyle Havf ve Reca; âbidin, Allâh’ın azabından emin; günahkârın Allâh’ın rahmetinden ümitsiz
olmamasını prensipleştirir.
İnsan olması dolayısıyla müslüman; hata da işler sevap da,. Hata, rahmeti; sevab, azabı önleyici kesin sebep olmaktan uzaktır. Bu yüzden Allah Teâlâ: “Allâh’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Çünkü Allah şirk hariç bütün günahları bağışlar.’28
“Allâh’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Zîrâ Allâh’ın rahmetinden ancak kafirler ümit keser.”29 buyurur.
Bir hadîs-i kudside de; "Rahmetinin, gazabından azabından aşkın olduğunu”30 duyurur.
"Gerçekten Rabbin; zulümlerine rağmen, insanlar için mağfiret sâhibidir.”31 Bu konuda melekleri de insanların yanında görmekteyiz: ‘’Melekler, Rablerine hamd ile teşbih «diyorlar. Yerdeki kimselerin de yarlığanmasını istiyorlar.”32
Müslümanm ümitvar olmasının sebeplerinden bir tanesi de Hz. Muhammed (s.a.s.)’dir. Allah Teâlâ, Kur’ân-ı Kerim’de:
"Üstünüze çok düşkün, mü’minleri cidden esirgeyicidir, bağışlayıcıdır,”-’33 diye takdim ve takdir ettiği örnek kul, yüce Rasûl Hz. Muhammed (a,a.s.}’e; “Gerçekten Rabbin sana; sen hoşnud oluncaya kadar her şeyi, her istediğini verecektir.34” vaadinde bulunmuştur. Yâni; "bütün dileklerin husûle gelecek, hiçbir hüznü inkisar ve mihnet- ü intizar şâibesi kalmayacak derecede safa ve beka âleminde hoşnut olacaksın.”35 anlamında garanti vermiştir. Hz. Muhammed {s.a.s.) ise; "Mü’minlere erham, müzniblere eşfa”’dır.36 Bu, bizler için en sağlam güvence ve dayanaktır. Hz. Muhammed (s.a.s.)’in müslümanlar için gerçekten en güvenilir dayanak olduğunu Ebû Ca’fer Muhammed b. Ali, Iraklılara hitaben söylediği şu sözünde ne güzel dile getirir: “Siz, Kur’ân-ı Kerim’de en ümit verici ayet olarak, “Ey nefislerini israf etmiş kullarım, Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Çünkü Allah şirk hariç bütün günahları yarlığar.” anlamındaki ayetini kabûl edersiniz. Oysaki biz ehl-i ’ beyt; “Rabbin sana, sen hoşnud oluncaya dek her istediğini verecektir." anlamındaki âyetin en ümit verici âyet olduğuna inanırız."37 Allah yarlığayıcı, melekler duâcı, Hz, Peygamber (s.a-s.) şefâatçi olduktan sonra müslümanlar için ümitsizliğe düşmek elbette ki yakışmaz. Bu yüzden müslümanda ümit bitmez, hareket durmaz, gâye unutulmaz... .
îslâmlyette, takvâ, salâh, iyilik ve başarı korkusuzluğa, Allah’ın azabına karşı korunmuşluğa sebep teşkil edemez. Her zaman herkes sonsuz bir “Allah korkusu” na sâhip olacaktır. “Büyük zararı göze alanlardan başkası Allah’ın hemen azap vermeyişinden sürekli bir emniyet hissine kapılmazlar.”38 Korkusuzluk Allâh’ı gereği gibi tanımamak ve bilmemekten doğar, Allâh’ı bilen, O’ndan korkmasını da bilir. “ Allah’dan, kulları içinde ancak bilgin kişiler korkar.’39 Bilgiye dayanan, sevginin kaybolması ihtimalinden doğan korku; soylu bir korku olduğu kadar kişiyi olumlu yönde etkileyen bir imani güçtür de... Aslında korkmaya lâyık tek varlık Allah’tır. O’ndan başkasından korkulmaz. “Eğer inanmış kişilerseniz, sadece Ben’den korkunuz.”40 Derin bir Allah korkusu; öteki yaratıklara karşı korkusuzluk sağlar. "Allah’tım korkan kişiden her şey korkar, Allah’tan başkasından korkan kişiyi ise Allah her şeyden korkutur.”41
Allah korkusu, değerlidir, muhteremdir, elzemdir; “Allah, korkusu, her türlü hayrın, hikmetin başıdır.”42 Örnek kul, yüce Rasül Hz. Muhammed (s.a.v.) kendisini: ’“Ben; sizin Allah’tan en sok korkanınızım.43 Bir başka kez de; "Allâh’a yemin ederim ki; ben, sizden daha çok Allah’tan korkarım, sizden daha çok O’na saygı duyarm.”44 şeklinde tanıtır, bize de nasıl olmamız gerektiğini hatırlatır.
Ümit ve korku konusunda müslümanların sâhip olması gerekli anlayışı Hz. Ömer (r.a.) şöyle dile getirir: "Bîr kişi hariç bütün insanlar Cehenneme girecekler dense; müslümanların her biri o bir kişinin kendisi olduğu inancını taşımalıdır. Yine bir kişi hariç bütün insanlar Cennete girecekler dense; yine her müslüman o mutluluktan mahrum kalacak tek kişinin kendisi olduğu korkusunu duymalıdır.”45 Her iki halde de ihtimal ne kadar az gözükürse gözüksün; müslüman ne tamamen ümidini kaybetmez, ne de tamamen kendini emniyette farz ve kabûl edemez. Ümitsiz anlarda ümitli, en korkusuz zamanlarda korkulu olmak müslümanın hayat garantisidir.
Müslümamın îmânı gibi ümidi ve korkusu da asil, köklü ve süreklidir. Hayâtı Hakka uydurma gâye ve gayretinde bu asil, köklü ve sürekli ümit ve korkunun, büyük yararını görmek zorundayız: Murakabe ve kontrolümüzü "bu ’iki hissimize havale ederek, eylemimize devam edeceğiz.
Müslümanda ümit ve korku kaynağının sadece Allah olması; ona hayat ve olayları karşısında büyük bir irade ve hareket gücü verir. İman hayâtı adına pek az şey vadeden, mü’mine hareket iktidarının yokluğunu ihtar eden toplumlar içinde bile inançlı kişi sonsuz ümidini tamamen yitirmez. Beklenen şafağın bir karanlık geceden sonra doğabileceğini düşünür ve hakka uyma yolunda çalışmalarına devam eder. "Hak bildiği yolda yalnız gitmeyi” göze almış inanç kahramanı kişiler her şeyden önce böylesi bir ümidin sevdalılarıdır.
Toplum ve hayat kendini hakka uydurmuş olarak günlük yaşantısına devam edecek olsa mü’min; bu defa da herhangi bir kasıtlı elin bu güzelim düzene ilişmiyeceği kanı ve yargısına kapılamaz. Korku, dipsiz korku, bu kez de onu aksi ihtimaller üzerine eğilmeye ve dolayısıyla tedbirde kusur etmemeye zorlar. Bu ise, arzuya uygun hayat biçiminin daha sürekli ve uzun ömürlü olmasını sağlar.
Bu ölçüler içinde hayâtı Hakka uydurma teşebbüsünü yürütecek olan Din Görevlileri ve öteki müslümanlar karşılaşılacak engelleme ve destekleme eylemleri kargısında bu sarsılmaz îmân, ümit ve korku kutuplarını dikkatle çalıştırmak zorundadırlar. İhtiyat, teenni adına; pısırıklık, eylemsizlik, peşin maddi çıkar temini gibi birtakım iman dışı davranışlara iltifat etmek, hayâtın hakka uydurulmasını önleyici zâlim hareketlerdir. Buhranlı zamanların büyük mefkureler için en uygun yayılma anları olduğu unutulacak ve şahsi rahat imkânları aranacak olursa, bu yüce davâda bir arpa boyu bile yol almak mümkün olamaz, Ümit; dâva adamlarının potansiyel gücüdür. Doğruluk bu gücün, toplum yararına cömertçe sarfedilmesi demektir.
Ümit ve korku ilkesi, kendi görevlerimizin başka gruplar ve bize aidiyeti ciddi şüphelere konu olan siyasal güçler tarafından yerine getirilmesini beklemeye, böylesi boş ve anlamsız bir eylemsizlik devresine girmeye mânidir.
Sorumluluk projesi üzerinde doğruluk uygulamasıyla yükseltmeye mecbur ve mahkûm olduğumuz "hayâtı Hakka uydurma" her şeyden çok ümit ve korku ilkesini benimsemiş, hareket ve davranışlarım bu iki yetkili deneticinin direktifleri uyarınca ayarlayan dipsiz bir korku taşıyan korkusuz yürekler istemektedir.
B)SÖZ (PROPAGANDA) YÖNÜ
a — İSLAM’I ANLATMA
Hayatı Hakka Uydurma amacının gerçekleşmesi hele toplumda yaygın bir mefkûre haline gelebilmesi; yaşamaya olduğu kadar bu amacın anlatılmasına da muhtaçtır. Dilimizi bu yüce gâyenln lıiz metinde kılabil menin yollarını bulmak için birtakım temel düşüncelere sâhip olmamız gerektir. Şimdi biz bunları tespite çalışalım.
Herhangi bir ideale gönül vermiş "dâva güdücüsü” kişilerin en belirgin özellikleri; hemen her yer ve zamanda, hemen her fırsatta, hattâ çok kez de fırsatı bizzat îcâdederek bağlı bulunduğu dâvayı anlatmak, tanıtmak ve duyurmaktır.
Genel bir gözlem sonucu rahatlıkla söyleyebiliriz ki; İslâm’ı halka yeni bir biçim ve usulle anlatma mahkûmiyetinde olan Din Görevlilerimizin çoğunluğu, -samimî olmalarına rağmen- resmî görev yeri olan kürsi ve minberin ötesinde bir mekân; vaaz ve hutbe saatleri dışında bir zamanda “İslâm’ı Anlatma” görevini ısrarla yapmamaktadırlar. Bâzıları da –maâlesef- bu resmî görev yeri ve zamanlarım İslâm’ı değil; İslâm’a karşı olan İdeolojilerin görüşlerini -tenkit için de olsa- anlatma çabaları ile yanlış bir uygulama içindedirler. Böylece değişik mevki ve mahfillerde anlatılma mutluluğunu 200 yıldır zaten yitirmiş olan İslâm; kendi öz malı vaaz kürsisi ve minberden de gereği gibi yararlanamama bahtsızlığına —kendi elemanları tarafından— düşürülmektedir. Aynı hata, yeni yeni yaygınlaşmaya başlayan konferanslar gibi câmi dışı faâliyetlerde de etkisizliğe ve başarısızlığa sebep olmaktadır.
Oysaki bir dâva adamı için affedilmeyecek hata; bir an bile olsa dâvâsını anlatmaktan geri durmak, ya da öz dâvasını anlatma imkânı varken karşı görüşlerin çürütülmesi yolunda —üstelik dedikodu seviyesinde— konuşmalarla vaktini geçirmektir. Çünkü dâva adamı aksiyoner olmak zorundadır. Reaksiyonerlik dâva adamlarının hayat lügatlerinde bulunmayan bir kelimedir. Hele öz müesseselerinin, karşı tezlerin propaganda alanı haline getirilmesi gibi izâhı imkânsız bir duruma düşmek, silâhını düşmana teslim etmektir. İntihardır. İhanettir.
Son yıllarda, İslami esaslardan daha çok bâzı zararlı ideolojilerin görüşlerinin vaaz kürsileri ve minberlerden câmi cemâatine anlatıldığı bir gerçektir. “Zararlıdır” diye takdim edilmesine rağmen; İslâm’ın “yararlı” görüşlerinin anlatılmasını aksattığı ve az da olsa cemâatte merak uyandıracağı ihtimali düşünülürse, hatanın büyüklüğü kolayca anlaşılır. Zîrâ “bâtılı iyice tasvir, safi zihinleri idlal eder, sapıtır”. Çirkini tanıtmakta değil, güzeli örnek vermekte fayda vardır,
İslâmî esasları orta seviyede bile öğrenememiş cemâate, karşı cereyanların görüş ve fikirlerini aktarmak ve bunlara kapılmamalannı söylemek; henüz tabanca kullanmasını öğretemediğin adama, düşmanın makinalı tüfeğini tanıtıp “ondan kendini bu tabanca ile koru!” demek kadar mânâsız, endişe verici ve yıkıcıdır.
Tezini takdim yerine, karşı tezi çürütmeyi ön plâna alan münazaracı, güzel konuşsa bile temel görevini yapmadığı için mağlûbiyetten kurtulamaz. Bunun yanında, tezini gereği gibi, uygun üslûp ve usûl ile takdim eden, karşı tezin hatasını da lüzûmu kadar belirten münazaracı genellikle kazanır. Kazanamasa bile, kendi tezini anlatma görevinin dışına taşmamanın vicdan huzurunu duyar.
Halk arasında çok kez anlamı düşünülmeden kullanıla gelen bir söz vardır: "Cemaat ne kadar kalabalık olarsa olsun, imam bildiğini okur.” Bu söz, imamın tabii durumunu ifadenin ötesinde, dâva adamlarının görev şuurunu, çalışma düzenini, dâvasını takdim zorunluluğunu duyurmaktadır. Toplumun tutumu, ilgisi ve adedi ne olursa olsun dâva adamı, inandığı ve çok iyi bildiği dâvasını anlatır. İşi budur, bunu yapar. Aksi; imamın bilmediğini okumaya kalkışması demektir ki, yanılması, yan yolda kalması kuvvetle muhtemeldir.
Öte yandan dâva adamı, karşı grupların faâliyetini bekleyip onun tenkidini yapmayı ve kendi çalışmalarını karşı faaliyetlere göre ayarlamayı bir iş ve dâvası adına bir hizmet olarak değerlendirmez. O, kendi ideali uğrunda ne yapması gerektiğine, nasıl yapacağına her şeyden çok önem verir. Kendi hizmetini aksatmamak kaydıyla kargı grup çalışmalarını da izler.
Müslümanlar, özellikle din görevlileri ...İslâm’ı anlatma konusunda— kendilerini etkili ve sürekli çalışmalar yapmaktan alıkoyucu gâfil dost, hâin ve fakat sinsi düşman tahriklerinin bulunabileceğini de hesaba katmak zorundadırlar. Tahriklerin, kışkırtmaların dozu ve rengi ne olursa olsıın, dikkat ve himmetin ana dâva dışına taşmamasına gereken hassasiyet gösterilmelidir. Tahrik ve tahkirlere kapılmadan İslâm’ı anlatma görevine devam konusunda Şuarâ Süresinin 23-28. âyet-i kelimeleri dikkat çekicidir. Meâli şöyledir:
“Fir’avn, Hı. Musâ’ya: “Alemlerin Rabbi dediğin nedir ?” Hz. Musa “Göklerin, yerin ve bunların arasında bulunan her şeyin Rabbidir. Eğer hakikati yakînen bilmeye kabiliyetli kimselerseniz!” Fİr’avn, etrafında bulunanlara: “işitmiyor musunuz?” istihza etmek istiyor. Hz. Musa, istihza edilmesine aldırmadan sözüne devamla: "O, sizin de, evvelki atalarınızın da Rabbidir.” Fir’avn, etrafındakilere: “Herhalde size gönderilen bu peygamberiniz, mutlak delidir.” İstihza tesir etmeyince hakaret ediyor. Hz. Musa, yine aldırış etmeden devamla.: "O, meşrıkla mağribin ve ikisi arasında bulunan her şeyin Rabbi’dir. Eğer aklınızı kullanırsanız !..”
Görüldüğü gibi Hz. Mûsa, "İşitmiyor musunuz, neler saçmalıyor” anlamında hafife alınması ve istihza edilmesine, hattâ--“deli” diye hakaret edilmesine bile aldırış etmeden, tam bir dâva adamı davranışına; kendisine sorulan dâvası ile ilgili suale kesintisiz cevap verme gayretiyle ne güzel bir örnek teşkil ediyor!..
Örnek kul, yüce Rasûl Hz. Muhammed (s.a.s.)’in hicreti de bu konuda özel bir anlam taşımaktadır. Hz. Peygamberin bir tek gayesi vardı; İslâm’ın yayılması.. Bu gâye, Mekke müşriklerinin baskıları ile doğru orantılı olarak bir müddet gelişmesine devam etti. Aleyhteki görünümlere rağmen İslâm’ın yayılma grafiği yükselmesine devam ediyordu. Ne zaman ki baskı, bu grafiğin gelişmesini durduracak derecede şiddet kazandı, işte o zaman dâvanın duraklayan gelişmesini artan bir gelişme hızına kavuşturabilmek için yeni imkânlar aranmaya başlandı. Müşrikler içinde kalıp dâva adına gelişme kaydedememektense öz yurdundan uzaklaşma pahasına da olsa dâvaya gelişme sağlamak gerçek dâva adamı Hz. Peygamber için en şerefli işti. O da bunu yaptı. Hicret etti. Dâvanın gelişmesini temin etti.
Günümüz müslümanIarı —özellikle din görevlileri— İslâm’ı, müslümanlar arasında pekleştirme, zihinlere yerleştirme görevini yürütürken dâva adamı davranışlarından uzaklaşmamaya daha bir dikkat göstermek zorundadırlar. Zirâ "bu ilden gitmek” şansı kaybolmuş, “deveyi gütmek, dâvayı yürütmek” zorunluluğu ve sorumluluğu kalmıştır.
Bu sorumluluk; fikri zikre hâkim, zikri (sözü) fikre (dâvaya) hadim kılmakla yerine getirilebilir. Hiç kuşkusuz hizmetçi’ye hizmetteki başarı ve devamı ölçüsünde değer verilir.
Hâsılı söz; sonunda, “Söylediğimize Allah vekildir.46 denilebilen sözdür. Gerisi, dedikodudur...
b — SUSMAK
Söz silâhını kullanacak dilin iki hali vardır: Susmak ve konuşmak. Susmak pasif, konulmak aktif propaganda niteliğindedir.
Yıllarca önce 40-50 kişilik bir öğrenci grubuna;
— Hayatınızda sadece bir kelime konuşabileceksiniz, deselerdi; bu bir kelimelik hakkınızı nasıl kullanırdınız? şeklinde bir soru açmıştım, ilgi çekici cevapların yanında bir öğrenci de, “susarım, konuşmam” diye karşılık vermişti.
İfadesizliğin dile getirebileceği mânâların bulunduğu, susmanın bir konuşma yolu olduğunu, tüm İfadesizliklerin sükûtla ifadelendirilebileceğini, söylenmesi gerekli “tek kelimenin söylenemediği uzun nutuklardan derin bir sükûtun daha bir anlam ve ağırlık taşıdığını kahrolarak gördükçe, yılların arkasından adı geçen öğrenciye "en doğru cevabı sen vermişsin!” diye takdir ve tebrikler sunmamak mümkün mü?
Herkesin konuştuğu, gerçeğin sustuğu ya da susturulduğu ortamda konuşmamak; manasızlar ve mânâsızlıklarla yapılan en anlamlı alaydır. İdrâki basit olanların sözlerine verilecek cevap, süküt-u mutlaktır. Şimdi toplumda kendini ömür boyu sükûta mahkûm bilenler alaylar kadardır. Çünkü dün "sükût ikrardan gelir”di. Bugün “sükût inkârdan” geliyor, özlediği; yıllarca gözlediği yeni ve mutlu hayâta ilk adımını atmak üzere olan gelinlik kızların utangaç sükûtu yok artık. Aksine, gençlik yıllarına eş; isteğince yaşama ve yaşatma imkânlarının giderek yokluğa gömüldüğünü, dirilmemek üzere öldüğünü, mesafe ve zaman duvarları arkasında söndüğünü gören acûzelerin, dipsiz ümitsizlik kuyusundan gelen "hayır, hayır!” çığlıklarının kahredici sükûtu hâkim dillere...
Bugün, gerçek adına konuşma memuriyetinde olanları; yetkisizliğe, peşinden etkisizliğe iten toplum; gökten inmediğine, yerden bitmediğine göre; günümüze gelinceye dek yapılan konuşmaların, mânâlı ve plânlı bir sükût kadar samimî ve etkili olmadığının, olamadığının açık delili, acı sonucudur.
Mûsikîdeki “sos”ların ’‘ses’’ler kadar önem ve değer taşıdığını bilmeyen acemi şarkı okuyucusunun düşmesi kaçınılmaz gülünç son; sus’ların susturmasıdır, Susturucuların kan kusturmasıdır.
Susturulmadan susmak, konuşma hakkı tanır. Susturulmamak, gereğince doğru konuşmakla sağlanır. Bülbülün cirmine bakıp tatlı sesine rağmen susturulduğu; tavusun, gösterişine, süsüne tamahen çirkin sesiyle konuşturulduğu topluma ağlanır, hem çok ağlanır.
Susmak; kalabalıklar içindeki yalnızların edebi. Gariplerin tek ve öz sesi...
Çağımızın ufuklara sığmayıp aya atlayan madeni seslerine dönüp bir kerecik olsun bakma arzusu duymayan, elleri şakağında, başı kucağında meşhur "düşünen adam” heykeli ne kadar anlamlı, ne derece endamlı...
Susmak; tefekkür sarayında gezinmek, mârifet döşeğinde serinmek, iç istiklâl ile gerinmek belirtisi,.
Susmak; "medeni cesaret” adına "ilkel nezâketsizlik” heveslerine kapılmamak, bir anda bir pula satılmamak disiplini...
Susmak; mü’minin yararlıyı söyleyemediği yerde; en yararlı işi, en kârlı gidişi, zararlıyı ilgisizlik çukuruna itişi, Peygamger (s.a.s.) emri önünde saygıyla sinişi...
Dil; kişi vicdanında ve toplum hayâtında hak düzenini lif lif örgüleştirmek, iplik iplik dokumak, motif motif güzelleştirmek, taş taş abideleştirmekle görevli. Bu kutlu görevi; o mutlu görevli yerinde konuşarak, deminde susarak görmeli... İşte örnek kul, yüce Rasûl Hz. Muhamrned (s.a.s.)’in şerefli emri: "Ya hayr söyle, ya da sükût eyle’47
“Ne olur, Allah’ı anmanın dışında, dilsiz olsaydım.’’ Hz. Ebû Bekr’in büyük duâsı48.
Susmak; fikir çilesinin sessiz sedası, masum edası.
Susmak; iç pazarlığının kapı dışında kalmış “giriş yasak” levhası.
Susmak; ya huzur sarayının şah odası ya da ıztırap apartmanının çatı arası. Kimbilir belki de susturmak niyetinin görev sahası.
Susmak, çocuğa ilk öğretilecek temel ülkü. O, nasıl olsa konuşmasını Öğrenecektir çünkü.. Yerinde susmak, güzel konuşmaktan daha güzeldir. Bir mânâlı sükût, bin boş söze gedeldlr.
Konuşmak taarruz, susmak savunmadır. Savunmasını bilmeyenin taarruz plânları hayâlle avunmadır.
Susmak; masum Anadolu çocuğu, yağız delikanlının, çılgın şehirliye ilk ters bakışı...
Susmak; söylemenin değil, söylenmenin meydanlardan odalara, odalardan kafalara akışı.
Susmak; "çenesi düştik"lerin zehirle pişmiş aşı..
Belâ kargısında susmak; sabır ve rıza alâmeti, mânevi rütbe ve makam işareti. Hıçkırık burada, hiç’lik ifadesi. Kahkaha; cinnet nişinesi...
Haksızlık karşısında susmak; akıl, ruh ve İmân’ın “elveda’’ nefesi, insana Peygamber eliyle giydirilen şeytan kisvesi., işte örnek kul , yüce Rasul’ün şerefli sesi;
“Haksızlık kargışında susan dilsiz şeytan” değil de nedir?..
Susmak; dilsizlerin hâl-i ıztırarı, Susmak; ötekilerin sun’u ihtiyârı, Yâ Rab, ya söylet bize hayr’ı,
Ya da sustur, konuşmayalım hayr’ın gayrı!..
TAKLİD YOLU
SÜNNETE UYMAK ÜUiDSÜ
Hayâtı Hakka Uydurma’mn ikinci ve taklidî yolu; sünnete uymaktır.
Sünnet; bütün yönleriyle bilinebildiği kadar Hz. Muhammed’in öz hayat modelidir.
Sorumluluk duygusu, doğruluk düsturu, korku ve ümit ilkesi uyarınca bilinçli bir biçimde yaşamak da aslında kişiyi sünnete uymaktan başka bir hedefe yöneltmez. Ancak bu yol, müslüman halkın çoğunluğu için yorucu ve takibi güç gözükebilir. Oysa müslümanın hayâtının da her hal ü kârda hakka uymak zorunluluğu vardır.
Bu zorunluluk ve o güçlük; daha kolay uygulanır ve hakka götürür bir ikinci yol aramayı gerekli kılar. İşte bu ikinci yol; sünnete uymaktır.
İslâmî hükümlerin olduğu kadar müslüman hayâtınında ikinci kaynağı sünnettir. Bu yüzden Hz. Muhammed’in yaşayış biçimini taklid ederek yaşamak müslümanlar için bir vecibe ve mahkûmiyettir. Çünkü O’nun hayâtı Kur’-ân-ı Kerîm’te hayâta intikalini canlandıran yegâne örnektir.
Yaşantısında sünneti hâkim kılmaya çalışan müslümanlar, başarıları ölçüsünde hayatlarını —farkında olmasalar bile— hakka uydurmuş olacaklardır.
Takip ve taklide değer yegâne iz, Hz. Mubammed’in izidir, Çünkü O’nun izi Allâh’a giden en doğru çizgidir, gidiştir. Bu gerçeği Allah böyle bildirmiştir: "Gerçekten sen, dosdoğru bir yolu, Allah yolunu... göstermektesin.”49
Sünnete uymak; İslâm’ın tüm ilkelerini yaşamak demektir.
Hz. Muhammet’ in “sünnet” diye adlandırılan hayat modelini taklid etmek; rastgele bir taklid anlamından çok uzak bir iman kişiliği meselesidir. Aslında, taklitde kişilik yoktur. Ancak sünnete uymakta tam anlamıyla "İslâm kişiliği” bulunmaktadır.
Sünnete uyma ülküsü müslümana devamlı bir iyiye yönelme, saflaşma ve müslümanca yaşama gayreti aşılar. Taklitteki zihnî ve bedenî tembellikten kurtarır.
Sünnete uymada gerekçe arama ve tereddüt yoktur. Gerekçe aramak ve birtakım ihtimalleri değerlendirmek için kaybedilecek saman ve güç, iş ve yaşayış adına tasarruf edilmiş olmaktadır. Çünkü tembellik ve boş oturmak İslâmiyette yasaktır: “Boşaldın mı kalk yorul, Rabbine doğrul.”50
Sünnete uymanın sağladığı faydaların en büyüğünü Hz. Peygamber şöyle belirtmiştir:
"Size iki şey bırakıyorum ki bunlara sıkı sarıldığınız ve gereklerince yaşadığınız müddetçe yoldan çıkmazsınız; Allâh’ın kitabı ve Allah Rasulü’nün sünneti.51
Hayâtm hakka uydurulmasını engellemeye çalışan açık ya da gizli düşmanlar karşısında yegâne sığınak sünnete uymaktır:
“O gün, zâlim kimse ellerini ısırıp; keşke Peygamberle beraber bir yol tutsaydım, vay başıma gelene; Keşke filancayı dost edinmeseydim. Andolsun ki beni, bana gelen Kur’an’dan o sapıardı. Şeytan insanı yalnız ve yardımsız bırakıyor, der.52
Peygamberi dost, sünnetini yol edinmeyenin, başkalarım dostluğa lâyık görenin acı sonu bu olunca; elbette ki müslümanlar sünneti yaşamayı iki dünya mutluluktan için yegâne yol bileceklerdir. İlâhî vahyi bize duyuran Hz. Peygamber’ln yolunu takip etmek, bir anlamda Kur’ân-ı Kerim’e karşı tazim ve insaf borcunu ödemektir:
"Rasûl size neyi getirirse onu alın, neden de sizi men ederse onu da terk edin!”53
Aslında müslümanların İslâmî yönden değerleri, sünnet karşısındaki durumlarına bağlıdır. Bir hadîs-i şerifte şöyle buyurulmaktadır:
“Kaçınanlardan başka ümmetimden herkes cennete girmiştir.
— Kaçınanlar kimlerdir? diye sorulunca;
— Bana itaat eden, sünneti yaşayanlar cennete girmişlerdir. Bana uymayan, isyan edenler de kaçınmış, sünnete yanaşmamışlardır.”54
Allah Teâlâ da Hz. Peygamber’i şöyle takdim etmiştir:
“Andolsun ki, sizin için, Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allâh’ı çok ananlar için Allah’ın Rasûlünde güzel bir hayat modeli, örnek vardır.”55
Müslüman güzelin, doğrunun, yararlının, hakkın peşindedir. Rabbi kendisine böylesine bir örnek verdikten sonra onu hayâtına işlemeyi ya da hayâtını o örneğe göre geçirmeyi ihmal edebilir mi?
Modelin nasıl çizildiğini düşünmeksizin kopyesini çıkarmak; modele sahip olmak için nasıl yetiyorsa; sünneti taklid etmek de bizi hakka uygun yaşama neticesine ulaştırmaya yeter. Çünkü sünnete uymak; —otomatik hale gelmemek kaybıyla— kişiyi sürekli ve düzenli bir yolla şuurluluk, dikkat, tam bir uyanıklık ve kendine güven ve hâkimiyet hali içinde yaşamaya alıştırır. Alışkanlıklarda işlerin büyük önemi ve etkisi olduğu düşünülecek olursa; sünnet uyarınca yaşamanın küçük işlerde bile kişiye ne denli bir uyanıklık vereceğini kestirmek kolay olacaktır.
Öte yandan sünnete uymak; günlük hayatta her işi Allah Rasûlü’nün yaptığı gibi yapma esasına dayanır. Bu ise, işlerimize Peygamber’in bir işini örnek alma düşünce ve idealini geliştirir. Bu yolla Allah Rasûlü’nün rûhânîyeti günlük hayat programımıza düzenleyici olarak girmiş olur. Günlük hayâtımıza mânevi bir rahatlık gelir. Ruhî gelişmemiz de olaylar arasında ezilmekten kurtulur, yükselişine devam imkânı bulur...
Bu gelişme toplum hayâtında da olumlu etkisini gösterir. Şöyle ki, toplumda anlaşmazlıklar; kişilerin karşılıklı olarak biribirlertain gâyelerini anlamamalarından ya da yanlış anlamalarından doğar. Mizaç farklılıkları da değişik davranışlara götürür kişiyi. Oysa yaşayışlarında aynı âdet ve davranışları uygulayan kişilerin genelinde karşılıklı ilişkilerinin sevgi ve saygıya dayandığı görülegelmiştir: “Biribirine kenetlenmiş bir bünye gibi toplum”56 böylesi ortak düşünce, davranış ve değer ölçüleri olarak kişilerin toplumu olacaktır.
Müslümanlar arasında "ortak davranış”! “sünnet”i yaşamak sağlar.
Şu halde müslüman toplumlar sünneti yaşamak sûretiyle bugün içinde bulundukları ve gittikçe derinleşen ayrılıkları giderme ve güçlenme ve birleşme imkânına da kavuşmuş olacaklardır.
Kişi ve toplum hayâtının bir elde hakka uydurulmasını sağlayacak olan sünnet yerine birtakım yabancı yaşayış biçimlerini taklid etmek ne kadar düşüncesizliktir...
Peygamberlerin sonuncusu57, Allah’ın Sevgili Rasûlü58, dünyâlara rahmet59 ve büyük bir ahlâk üzere60 olan Hz. Peygamber’in sünneti; müslümanlar için mutluluk reçetesidir.
Bid’atlara karıştırmadan sünneti yaşamak; hayâtı en kısa ve kestirme yoldan hakka uydurmaktır.
Gerek sorumluluk duygusu, doğruluk düsturu, korku ve ümit ilkesini, gerek sünnete uymayı gerçekleştirerek hayâtını hakka uydurma imkânını bulan müslümanların sonu elbette cennet olacaktır61.
Bu mes’ud sona ulaşan müslümanlara ne mutlu!..
(1)Müslümanların Gerilemesiyle Dünya Neler Kaybetti, H. A. en-Nedevi, 12.
(3) Al-1 îmrân; 145.
(3) Bkz. İlahi Hadisler, H. H. Erdem, s. 45, 2. baskı, 1983, Ankara.
(4)el-Bakara: 30.
(5) et-Tur: 56.
(6)el-Mülk; 2.
(7)ez-Zümer:7, el-Fatır:18
(8)et-Tur:21 el-Müddessir:38
(9)en-Necm:39-41
(10)Bkz. Ramuzu’l –ehadis,343, Tecrid Tercemesi, 3/40.
(11) ez-Zilzal: 7-8.
(12) es-Sebe’: 37.
(13)Bkz. Müslim 1/76.
(14)Abese: 34-37.
(15) el-Bakara- 134 ve 141.
(16)el-Hadid; 4.
(17) Kırk Hadis, Nevevi. Mtr. A Naim: s. 34.
(18) Muhtarul-ehadisi’n, Nebevi: 25.
(19)Kırk Hadis, Nevevi, Mtr. A. Naim, s: 11, 1967, Ankara, 2. baskı.
(20)el-Enfal: 53. ar-Ra’d: 11
(21) Al-i İmran: 110.
(22)Hud: 112.
(23)Kırk Hadis, Nevevi, 21. Hadis, s: 27. 1967, Ankara, 2, baskı.
(24)el-Ahkaf: 13-14.
(25)Bkz. es-sünen, İbn-i Mace, c; 2, s: 15. 1313, Mısır, 1. baskı.
(26)el-Bakara: 41 ve devamı.
(27)İnsanlar Uyanın, Alexis Carrel, s: 48. İstanbul, 1959, 3. baskı.
(28)ez-Zümer: 53.
(29)Yusuf: 87.
(30)Kırk Kudsi Hadis, Altrc, H. Hüsnü Erdem, s: 26, Ankara, 1963, 2, baskı.
(31)er-Ra’d: 6.
(32) eş-Şura: E.
(33)et-Tevbe: 138.
(34)ed-Duha: 5. .
(35)Hak Dini Kıır’ân Dili, M. H. Yazır, 8/5893, 2. baskı.
(36) a.g.e., (Bkz. Yasin Kutluğ un “Ya Rasulellah” başlıklı Natı.)
(37) İhya. M. Gazali; 4/144, Hak Dini Kur’an Dili, M. H. Yazır, 8/5894, 2. baskı.
(38) el-A’raf; 99.
(39)el-Fatır: 28.
(40)Al-i îmran: 175,
(41) İhya ulûmi’d-Din, M. Gazali. 4/159.
(42)a.g.e.. 4/158.
(43)a.g.e., 4/153
(44)a.g.e., 4/153 (1. nolu dipnot)
(45) a.g.e., 4/162.
(46) el-Kasas: 28, Bkz. Yusuf: 86.
(47)Kırk Hadis, Nevevi, Mtrc. A. Naim, s: 23.
(48)Şerh-u erbain en-Nevevi, İ.H. Bursevî, s:148. 1. baskı, İstanbul.
(49) eş-Şura: 52-53.
(50)el-İnşirah; 7-8.
(51)et-Taç. M. A. Nasif, 1/47, Mısır.
(52)el-Furkan: 27-29.
(53)el-Haşr; 7.
(54)et-Taç. M. A. Nasıf,1/44, Mısır.
(55) el-Ahzab; 21.
(56) es-Saff: 4.
(57) e1-Ahzab: 40.
(58) Al-i İmran: 144.
(59)ele-Enbiya: 107.
(60)el-Kalem: 4.
(61) el-Mü’min: 40.