Makale

MÜSLÜMANLARIN GAYESİ HAYATI HAKKA UYDURMAK

“İslâm toplumunu teşkil eden fertlerin her biri iyi bir müslüman, hattâ kabilse, müslümanların en iyisi olmaktan başka bir şeyi ülkü edinmemelidir.”

-Prens Said Halim Paşa-

Bir önceki yazımızda “Dünya ha­yâtına karşı müslümanların tutumunu araştırmıştık. Bu kez müslümanların hayat gâyesinin ne olduğunu, —öncelikle— kişi­sel plânda bu gâyenin gerçekleşme yol­larını tesbite çalışacağız.

Gerçek şudur ki evrende her varlık, kendine özgü bir hayâtın sâhibi ve bu hayâta, bağlı bir sonun hazırlayıcısıdır. Bitki hayvan ikilisi, sonuç yönünden önem arzetmemektedir. İnsan bu ko­nuda da ötekilerden ayrılmakta, hazır­ladığı sonu yaşamak mahkûmiyetinde bulunmaktadır.

Bu mahkûmiyet; Yaratıcının, elçi­leri aracılığı ile gerçeği ve yalanı, mut­luluğu ve mutsuzluğu, hak ve vazifeyi gerekçeli olarak insanlara bildirmiş ol­masından ve kişilerin de isteklerince harekete güçlü kılındıklarından doğ­maktadır.

Son elçi, örnek kul, yüce RasuI Hz. Muhammed (s.a.s.) İlâhi gerçeği daha bir mükemmeliyet ve anlam örgüsü içinde son defa insanlığa duyurmuştur.

Hz. Muhammed (s.a.s.)’in zama­nından günümüze kadar, hayat ve so­nunu; Yaratıcı’nın istediği biçimde de­ğerlendirmeyi gerekli bulanlar, zaman­larının genellik kazanmış hatalı tutum, anlayış, tavsiye ve zorlamalarına aldırış etmeden mutlu bir sonun mimarı ve yaşayıcısı olmak için büyük bir irade ve azimle hak bildikleri yolda yürümüş­lerdir. İnançlarından fedakârlık paha­sına hayata uymak ve çevrenin bâtıl adına yadırgamasından kurtulmak yo­lunu tutmamışlar, aksine; bayatlarını hakka uydurmaya çalışmışlardır. De­virlere adlarını yazdıranlar da bu iman şahsiyetini günlük hayâta kabûl etti­renlerdir.

Bugün bu güç, fakat önemli dav­ranış, müslümanlar için zorunluluk ha­lini almıştır. Müslümanların yaşantısı­na bakıp İslâm’ı mahkum etmek gay­retini yoğun bir şekilde sürdürmekte olan asrın idrâkine verilecek en kesin cevap ancak; mevcut müslümanların hayatlarını hakka uydurma gayretle­riyle mümkün olacaktır.

İsmail Lütfi ÇAKAN
Ankara Merkez Vaizi

ZAMANA UYMAK

MÜSLÜMANLARIN GAYESİ HAYATI HAKKA UYDURMAK

M MÜSLÜMAN­LARIN L GAYESİ MÜSLÜMAN­LARIN L GAÜSLÜMAN­LARIN L GAYEAsrın akışına kendini kaptırmış, öteki bağlar gibi İslâmî hayat prensiplerinin de artık devri geçmiş (!) oldu­ğuna inanmış ya da inanmak isteyen kişilerin, dostlarımızın zaman zaman “asra uyun!” tavsiyelerine muhatap olu­ruz. Bugünkü günde birtakım dîni ka­yıtlar tanımanın mantıksızlığını dinleriz. Üç günlük dünyâda rahat etmek için zamana uymak zorunda olduğumu­zu, aksi halde “medeni İnsan” olama­ma tehlikesiyle başbaşa bulunduğumuzu öğreniriz, Bu arada dostlarımızın acıma ve merhamet duygularının üzerimizde —bizim çıkarlarımız için— dolaştığını hissederiz.

Yegâne Yaratıcı’nm ihsan ettiği acıma ve merhamet hissini bâtıl adına; hakka bağlı kalmak, İslâm esasları uyarınca yaşamak isteyenler için kulla­nanlar ve bunu bir dostluk görevi sa­nan gafil ya da hain iradesizlerin pro­pagandaları giderek etkili olmaya, ha­yâta uyma meylini geliştirmeye mu­vaffak olmaktadır. Her gün müslümanlar biraz daha İslâm dışı hayat bi­çimine kendilerini kaptırmakta, anor­mallere “normal” yargısıyla kucak açmakta, bu yalancı merhamete kurban olmaktadırlar.

Yapılan asrîlik propagandaları ya­nında, müslümanları bu inanç dışı ha­yat tipine zorlayıcı sosyo-ekonomik müesseselerin bol miktarda kurulmuş ve kurulmakta olduğu gerçeği bu konudaki tehlikenin büyüklüğünü en açık ve acı şekliyle gözler önüne sermekte­dir.

Bu noktada bugünkü müslümanla­rı iki netice beklemektedir:

1 — Zamanın akışında erimek, sonsuz son’u kaybetmek,

2 — Zamanın akışına soylu ve ka­nun içi bir karşı çıkışla hayâtını hak­ka uydurmak ve sonsuz son’u kazan­mak.

GERÇEK MÜSLÜMAN

Bu iki zıt neticenin hangisini ter­cih etmemiz gerektiğini tesbit etmek için bu yol ayrımında bir müddet du­rup Muhammed ikbâl’in müslüman ta­rifini gözden geçirelim:

"Müslüman, dalgalarla sürüklen­mek ve insanlık kervanının her yönel­diği ve yürüdüğü yöne gitmek için ya­ratılmıştır. Çünkü o, risâlet ve gerçek ilmin sahibidir. DÜNYANIN GİDİŞAT VE İSTİKAMETİNDEN O SORUMLUDUR. O’nun makamı taklid etmek ve uydu olmak derekesi değildir. Onun gerdek mevkii; yön vermek, irşad et­mek, liderlik yapmak, iyilikle emret­mek vb kötülükten nehyetmektir. Za­man değişir, toplum isyan ederek doğ­ru yoldan dönerse, zilleti kabûl ederek silâhlarını bırakmak suretiyle boyun eğip, devre teslim olmamalıdır. Mü’mine düşen şey, Allah’ın hümü tecelli edinceye kadar, onunla mübareze et­mek, tek başına da olsa onunla mücadele etmek, savaşmaktır. Güç durum­da kalır kalmaz hemen boyun eğmek, kaza ve kaderi mazeret göstermek, za­yıf ve bayağı kişilerin işidir. Gerçek mü’min, bizatihi Allâh’ın galip kazası ve değişmeyen kaderidir.1

Şimdi tesbitimizi yapabiliriz. “Müs­lüman nerede bulunursa bulunsun, han­gi şartlar altında olursa olsun, hayâtı­nı hakka uydurma görevini ihmâl etmeyecektir. İkmâl edemese bile yapabildiği kadarıyla yapacak fakat aslâ bu guur ve gayretten uzak kalmıyacaktır. Zirâ müslüman varlığının isbatı buna bağlıdır. Sadece buna...

KİŞiSEL HAYATIN ÖZELLİKLERİ

Hakka uydurmak gayesinde oldu­ğumuz kişisel hayâtımız, öncelikle zo­runlu bir hayattır. Hayâta son verme yetkisi ancak Allah’a aittir. Müslüman dilediği an "artık yaşamak istemiyo­rum" deyip hayâtına son vermeye kal­kışamaz. İntihar haramdır. Allâh’m takdir ettiği âna kadar mecburen ya­şayacaktır, Bu gerçek Kur’ân-ı Kerim’ de şöyle dile getirilmektedir:

‘Allâh’ın izni (emri ve kazâsı) ol­madıkça hiçbir kimseye ölmek yoktur.

O, vâdesiyle yazılmış bir yazıdır.”2

Allâh’ın bu açık emrine zıt bir dav­ranışla kendi hayâtını sona erdiren ki­şinin, âhirette; intihar ettiği âletle azab olunacağı Hz. Muhammed (s.a.s.) tara­fından haber verilmiştir3.

Öte yandan hayâta kasdetmenin cezası, ancak yine kendi cinsinden bir hayatla ödenebilmektedir. “Kısas” ceza­sı bunun açık ve kesin ifadesidir.

Kişisel hayâtın önemini ifadeye; “kendi cinsinden ödenebilir" olması ye­ter.

Bu iki özellik göstermektedir ki, İslâm; müslümanın alnına sanki “sen ölmeyeceksin” cümlesini yazmış, son­suz mutlu bir hayâta aday kılmakla da bu ölmezlik hükmünü tasdik etmiştir.

Şiddetli olduğu kadar adâletli ve toplum hayâtı için gerekli nitelikte müeyyidelerle korunmuş ve kendisine sonsuz bir hayat eklenmiş bulunan ki­şi hayâtının gayesi nedir?

’‘Allâh’ın halîfesi”4 sıfatıyla yaşa­nan bu hayatın amacı da elbette de­ğeriyle mütenâsip, ulvi ve mütekâmil­dir, Bu, tek kelime ile; KULLUK’tur5. Kulluk ise; hayâtı Allah emirlerine uy­durmak demektir.

Diğer taraftan hayat ihsanının, ölüm fermanının gerekçesini Allah Teâlâ şöyle açıklamıştır:

“O (Allah), hanginizin daha güzel amel (ve hareket) edeceğini imtihan et­mek için ölümü de dirimi de takdir eden ve yaratandır.”6

SONUÇ

İmtihan sahnesinde bulunduğumuz, KULLUK görevi ile yükümlü olduğu­muz, yaşanması zorunlu, tecâvüzden korunmuş, sonsuz bir hayâta hâ­mile, sonlu bir hayâta sâhipliğimiz düşünülecek ve değerlendirilecek olursa; başarı beratımızı hayâta uymakla de­ğil, hayâtımızı hakka uydurmakla ala­bileceğimiz kesinlikle ortaya çıkacak­tır, Bu ise, iki ayrı yolla gerçekleştiri­lebilir:

1 — Tahkik Yolu,

2 — Taklid Yolu.

1 _ Tahkik Yolu iki yönlü bir uygulamayı gerektirir:

A) Eylem Yönü,

B) Söz (Propaganda) Yönü.

Eylem Yönü, üç basamaktan te­şekkül eder:

a) Sorumluluk Duygusu (Proje, Hazırlık Safhası),

b) Doğruluk Düsturu (Uygulama, Aksiyon Safhası),

c) Havf ve Reca ilkesi - Korku ve Ümit tikesi (Kontrol, Mu­hasebe Safhası).

Söz Yönü; iki tür uygulamayı ge­rektirir;

a) İslâm’ı anlatmak (aktif pro­paganda),

b) Susmak (pasif propaganda).

2 — Taklid Yolu, tek basamaklıdır. Tek ifadelidir. Sünnete Uymak, Hakka uydurulmuş tek hayat, hiç kuşkusuz örnek kul, yüce Rasûl Hz. Muhammed (s.a.s.)’in hayâtı mübarekleridir. O’nun sünnetine uymak, O’nun yaşama tarzına yaklaşmak demektir. Bu ise, ki­şiyi fazla düşünce ve tedbire muhtaç etmeden hayâtını hakka uydurma im­kânlarına kavuşturucu en kesin ve en kısa yoldur.

Aslında "Tahkik Yolu” basamakla­rını aşmak; sünnete uymakla neticele­nir. Böylece iki yönlü gözüken uygu­lama, neticede birleşir.

Şimdi bu iki yolun basamaklarını tanımaya ve tırmanmaya çalışalım.

TAHKİK YOLU BASAMAKLARI

A) EYLEM YÖNÜ

a — SORUMLULUK DUYGUSU

Toplumlunuzun mevcut görünüm, tutum ve anlayışları içerisinde "hayâtı hakka uydurma" amacımızın gerçekleş­mesi; her şeyden önce büyük, güçlü ve yılmaz bir irade İstemektedir. Bunu doğuracak kaynak, saf bir imâna da­yalı bilinçli bir sorumluluk duygusudur.

Büyük gayeleri, kendi içlerinde kendileriyle anlaşmış insanlar gerçek­leştirebilir, Müslüman; iç güçlerinin ha­reket yetenek ve imkânlarım sağlaya­cak olan inançlarıyla anlaşmış; onların değer ve kurtarıcılığına kesinlikle inan­mış olmak zorundadır.

Bu noktadan sonradır ki, “sorumlu davranışlar“ görülecek, hayâtı hakka uydurma gayesi lif lif örülecek, o mut­lu son, nokta nokta belirecek, İslâmî hayat adım adım gerçekleşecektir,

MÜSLÜMANIN SORUMLULUĞU

İnanç esaslarımıza göre; müslüman öncelikle ve yalnız kendi duygu, niyet ve hareketlerinden sorumludur. Ne babadan, atadan kalma bir suçla itham edilebilir, ne de bir başkası ye­rine sorumlu tutulabilir:

"Kimse kimsenin günâhını yüklen­mez.”7

"Herkes işledikleri karşılığında bir rehindir.”8

“İhsan, ancak çalıştığının karşılı­ğını görür. Onun çalışması şüphesiz yakında görülecektir. Sonra ona kar­şılığı eksiksiz verilecektir.”9

“Hepiniz çobansınız ve hepiniz (sa­dece) güttüklerinizden sorumlusunuz.”10

Müslümanın sorumluluğunda ra­kamla ifade edilebilecek taban - tavan haddi de yoktur:

“Kim zerre ağırlığınca bir hayır yaparsa onun mükafatını görecek. Kim de zerre miktarı şer yaparsa onun ce­zasını görecek.”11

Bu sorumluluğu hiçbir dünyevî kıymet, mal, evlât, makam vb. hattâ Hz. Peygamber (s.â.s.) ’e yakınlık bile kaldıramaz:

"Sizi, bize yaklaştıracak olan ne mallarınız ve ne de çocuklannızdır. Yal­nız iman edip yararlı işler yapanlar işte onların yaptıklarına karşılık mükafat kat kattır.”12

“Ey, Muhammed kızı Fatıma! Ey Abdulmuttalip kızı halam Safiyye! Ey Abdulmuttalip Oğulları ! Kendi malımdan arzu ettiğinizi benden isteyin ve­reyim. Fakat ben sizi Allah’ın azabından kurtaramam. Kendinizi ateşten ko­ruyunuz.”13

Baba-oğul, karı-koca, ana-kız ve benzeri yakınlıkların sorumluluk nok­tasından hesap anında olumlu bir etki­si olamayacağı, herkesin kendi başı derdine düşeceği, birbirinden kaçacağı14 âyetle kesinlik kazanmış gerçeklerden­dir.

Müslüman kişi gibi müslüman top­lum da sadece kendi durumundan so­rumludur. Öteki toplumların hareket­lerinin sorumluluğunu taşımamaktadır. Kendi sorumluluğunu da başka toplumlara yükleme imkân ve iktidarına sahip değildir.

"Onlar vaktiyle gelmiş geçmiş üm­metlerdi. Onların yaptıkları onlara, sizin yaptığınız da size attir. Siz onla­rın yaptıklarından mesul olacak değilsiniz.”15

ÖZEL HAYAT YOKLUĞU

Şahsen sorumlu olan müslümanın Allah’ından uzak kalabileceği kendine âit tek saniyesi yoktur:

"Nerede olursanız olunuz Allah si­zinle beraberdir.”16

“Nerede olursanız olun, Allah’tan sakının ”17

“İmânın en faziletlisi (yararlı işler yapmaya en elverişlisi), nerede olursan ol, Allah’ın seninle birlikte olduğunu bilmendir.”18

"Sen O’nu görmüyorsan da O, seni mutlaka görüyor.”19

Müslüman, sadece kendi işlerinden sorumlu olmasına rağmen; sorumsuz davranışları nedeniyle mensup olduğu milletin de sorumsuzluğa, rağbet etme­sini ve neticede de önceki mutlu hayat düzenini kaybetmesini fiilen sağlamış olacağı için toplumun sorumluluğunu da yüklenmektedir. Böylece müslüman, giderek büyüyen sorumluluk daireleri içerisinde İkbâl’in dediği gibi “dünyânın gidişatından sorumlu” olmaktadır.

BU AÇIDAN DURUM

Derin bir dikkat ve sürekli bir gay­reti zorunlu kılan adı geçen esasların ışığı altında günlük yaşantımızı incele­yecek olursak; gerçekten bozuk bir ha­yat düzeni ve seyri içerisinde olduğu­muzu görürüz. Bu bozuk düzen çarkla­rının fert ve toplumun hayat biçimini daha bir yozlaştırmaya, İslâmî motif­lerden biraz daha uzaklaştırmaya çalış­tığı da bir gerçektir.

Bu çalışmaların neticesidir ki, müs­lüman fertlerde, müslüman ailelerde, hayâta uyma yününde yeni birtakım duygular gelişmeye; hakka yaklaştırıcı eski güzel duygular, hayâta bağlayıcı çirkin yenileriyle yer değiştirmeye baş­lamıştır. Böylece günlerin eleme yapmaksızın getirdiklerine yine seçme yap­maksızın kucak açmak, rıza göstermek "medeni davranış” olarak yaygınlaş­mıştır.

Bu halin iç etkenlerinin bayında sorumsuzluk; dış etkenlerinin önünde ise; sosyal ve iktisâdi kurumlar, bir kı­sım kısıtlayıcı ideler ve bunların gün­lük hayâta yansıyan beyin yıkayıcı uy­gulamaları gelmektedir.

"Hayâtı Hakka Uydurma.” gâyesi açısından mağlûp ve perişan bir görünüm arzeden günümüz müslümanları, bu acı sona dış etkenlerden önce, ken­di iç dünyaları tarafından itilmişlerdir.

Zîrâ Alllah Teâlâ bir millete verdiği dir­lik, düzen ve nimetlerini ancak; o mil­let fertlerinin iç dünyalarım, sorumlu­luk duygularını, sorumlu davranışlarını bozmaları halinde değiştireceğini20 bil­dirmiştir.

Kendi içinde sorumluluk duygusun­dan uzak kalmış insan, günlük yaşantı­sında dış etkenlerin etki ve yetki ala­nına girmeyen işlerde de meselesiz ve gayesizler gibi davranacaktır. Bu tip davranış ise, hiç kuşkusuz, müslümanı daha ilk elde hakka uyma imkân ve idealinden uzaklaştıracaktır.

PROJE

“İyiliği emreder, kötülükten vaz­geçirmeye çalışırsınız. Çünkü Allah’a inanıyorsunuz.”21 gerekçesiyle Allah Teâlâ, Ümmet-i Muhammedi insanlığa "hayırlı, faydalı Ümmet” olarak takdim etmektedir. Bu takdim, “hayırlı” sıfatı­nın devamı için hareketlerin temelinde imâna dayalı bir sorumluluk duygusu­nun bulunması şerefini tescil etmekte­dir.

Derin ve bilinçli bir sorumluluk duygusu; “hayâtı hakka uydurma” te­şebbüsünün "Proje safhasıdır. Bu duy­gu, tasavvuf ehlinin “râbıta”sıdır.

Geniş tetkik, kesin tercih ve ince hesaplara dayalı mükemmel bir proje’ ye sâhip olmak şimdilik, hayâtını hak­ka uydurma mahkûmiyetinde olan Din Görevlilerine ve öteki müslümanlara düşen ilk ve önemli bir görevdir.

Hayâtı hakka uydurma davamız, meslek ve iş kollarına, yaşama ve yer­leşme ortamlarına göre, değişik proje ve uygulamaları gerektirebilir. İşte bu değişik ve farklı fakat mutlaka gerekli hareketleri takdir ve icra edecek olan en büyük ve yegâne güç; yine sorumlu­luk duygusudur.

‘‘Sorumsuzluk” ve “sorumsuz dav­ranışlarda bulunmak” gerekçeleriyle birtakım sosyal ve siyâsi kuruluşların, üyelerini safları dışında bıraktıklarına sık sık şahit olmaktayız. Sorumluluk duygusundan ve sorumlu davranışlar­dan uzak kaldığımız takdirde, nerede ve hangi şartlar altında bulunursak bu­lunalım, “hayâtı hakka uydurma" mut­luluğuna ermişlerin safları dışında kalmaktan, onlara uzaklardan bakmaktan kendimizi kurtaramayız.

Dünyâda dârü’l-İslam’ın, âhirette “darus-Selâm’ın inşası, sorumluluk duygusu ile başlar, doğruluk düsturuna riâyetle icra safhasına atlar.

b — doğruluk düsturu

"Hayâtı Hakka uydurma.” amacının uygulama safhasında hâkim ilke doğ­ruluktur. Bu düstur, müslümanların haysiyyet belirtisi olduğu kadar başka­larından onları ayıran özellikleridir de...

Bu, sanıldığı kadar kolay korunabilir bir sıfat ve rahatlıkla uygulanabilir bir sanat değildir. Güçlü bir azm, sürekli bir irâde, derin bir ihlâs ve büyük bir feragat işidir.

Müslümanın hal dili doğruluğudur. "Hayâtı hakka uydurmak”tan anladı­ğımız da; “hak gereklerince yaşamak”tır. O halde doğru olabilen amaca ulaş­mış demektir.

“Sorumluluk Projesi”, ancak doğ­ruluk uygulaması ile değerlendirilebi­lir. Doğruluk, temelde sorumluluk duy­gusunu; sorumluluk duygusu amelde ve harekette doğruluk düsturunu gerek­tirir. Birinin yokluğu; ötekinin yoklu­ğuna yeter sebeptir.

Müslümanlar, giderek daha büyük güçlükleri göğüslemek zorunda kal­maktadırlar. Süratle gelişen haktan uzaklaşma, bâtıla kucak açma meyli en ücra köylere kadar sirayet imkânını maâlesef bulmuştur... Şimdi hemen her­kes rahat ve kolay yaşamayı düşünmektedir. Hayâtını kolaylaştıran, zev­kine zevk katan her şey mukaddes, bu konuda kendisine yardımcı olan herkes dost ve kardeştir.

Bu anlayışın yaygınlaştığı bir top­lum içinde İslâm’ı tanıtma görevinde bulunanların etkisizliği, toplumun oldu­ğu kadar bizzat ya kendilerinin doğ­ruluk düsturuna uymamalarından ya da uyamamalarından ileri gelmektedir, îş, ilme; dil, kalbe; söz, öz’e; zikir, fik­re uyma imkânını bulamazsa, toplum, hakka bağlılık adına hiçbir şey va’detmez, Çünkü dâva güdücüsü, muhatap­larından en az bir üst derecede olmak zorundadır. "Dokuz köyden kovulma" pahasına da olsa, doğru davranılırsa, toplumdan geç de olsa ilgi görmek mümkündür. Ancak “içlerinden biri” olmaktan öte gidememiş, fakat sözle­riyle bir şeyler ifade etmek isteyen kişiye, hayret ve dedikodu sınırını aş­mış olumlu bir ilgi duyulmaz. Bu ihti­yacı hiç kimse hissetmez.

DÎNDE DOĞRULUK

Hak gereklerince yaşamaktan, doğ­ru hareketten ayrılmış bâtıl ve yanlış yollara sapmış milletlerin irşâdı, isti­kameti için “din“ göndermek sünnet-i İlâhîdir. Bu kural bile isbat eder ki; din doğruluk için gönderilir. O halde doğruluk dinin varlık nedenlerinden biridir. Böyle olunca dindara da im­kânlarını zorlama pahasına da olsa doğru davranmak yaraşır,

Örnek kul, yüce Rasûl Hz. Muhammed (s.a.v.); "Emrolunduğun gibi dos­doğru hareket et!" anlamındaki âyet­ten dolayı, “Beni Sûre-i Hud kocattı.”22 buyurmuş, doğru olabilmenin pek zor­lu bir iş olduğunu kendisinin, yoluna gönül vermiş olanlara duyurmuştur.

Doğruluk, doğru davranmak, inanç kadar önemli ve toplumda eseri görü­lebilen bir mefhumdur. İnsan, İslâm esaslarına inanmayınca müslüman ola­madığı gibi, doğru olmadıkça da imâ­nın isbat imkânını bulamaz. Bunun içindir ki, örnek kul, yüce Rasûl Hz. Muhammed (s.a.v.)’î “Ya Rasülullah, ba­na İslâm’ı öylesine tanıt ki, senden başka birine daha sorma ihtiyacı duy­mayayım ” diyen sahâbiye;

“Allâh’a inandım de, sonra da. doğ­ru ol"23 cümlesiyle İslâm’ı tanıtmış; doğruluğun İmân’ın tezâhürü ve korun­ması için gerekli zarfı olduğunu hatır­latmıştır.

Hayâtım doğruluk düsturu uyarın­ca yaşayabilenlerin mutlu sonunu da Allah Teâlâ şöyle garantilemiştir;

“Rabbimiz Allah’dır, deyip de son­ra hayatlarında doğruluktan ayrılma­yanlara, âhirette hiçbir korku yoktur. Dünyâdan ayrılırken onlar mahzun da olmayacaklardır. Onlar, Cennetin yara­nıdırlar. İşlemekte devam edegeldikleri iyi amel ve doğru hareketlerine mükâ­fat olmak üzere orada ebedî kalıcıdır­lar.”24

Yalan, yalan şâhitliği, büyük gü­nah; sözün öze, ya da işe uymaması alâmet-i nifak; aldatmak, ihanet; İs­lâm toplumundan dışta kalmaktır25,

Anglikan Kilisesi’nin; “Dâru’l-Hikmeti’l-İslâmiyye"ye sorduğu "İslâm ha­yâta ne vermiştir?” sorusuna, bir İs­lâm âlimi tek kelime ile cevap veriyor ve ‘İSTİKAMET!” diyordu.

Müslüman kişinin yaşantısının te­meli, İslâm toplum hayâtının biricik özelliği doğruluktan ayrılmak için can tehlikesinden başka hiçbir şey mâzeret niteliğini taşımaz. Kârdan zarar düşüncesi; ya da başka bir iş tutma im­kânı varken, “ne yapalım başlamış bu­lunduk, değiştirenleyiz, şu böyle der, öteki şöyle konuşur”; veya “firma böy­le istiyor’ gibi birtakım sözde gerek­çeler, doğruluk esasının çiğnenmesi için yeter sebep olmaktan çok uzaktır. Bu gibi küçük hesaplarla İslâm dışı az da olsa peşin çıkar sağlayıcı işler çevir­meyi tercih edenleri Yüce Allah;

“Ayetlerimi az bir baha ile değişmeyin! Zarar etmekten, müslümanca davrandı­ğınız takdirde kayba uğramaktan değil, ancak Ben’den korkun Ben’den!”26 di­ye tevbih ve tenbih etmektedir,

İslâm anlayışında, Allah’a giden yolun adı: Sırât-ı müstakim, yâni dos­doğru yol’dur. Bu yolun yolcusunun îmandan sonra en mühim sıfatı da doğ­ruluktur. Mü’minin doğruluğunun sını­rı yoktur, öz nefsi aleyhinde de olsa, doğru konuşmak, doğru olmak, gerçe­ği doğru şekliyle ortaya koymak zo­rundadır.

FERAGAT KANUNU

"Hayâtı Hakka Uydurma" amacı­nın uygulamasının doğrulukla yürütü­lebileceğini kabûl etmek; bunun büyük ölçüde bir feragat işi olduğunu da ka­bule zorlar kişiyi.„ Çünkü feragat hayat kanunudur, Feragatsiz yücelik, güzel­lik ve iyilik olamaz27.

Birçok kişiler, dünyevi görevlerini yapabilmek için konfora, eğlenceye, servete hattâ hayâ­ta veda etmek zorunda kalmışlardır. Feragat sadece kahraman ve velilere ait bir meziyet değildir. Hak bir gâyenin gerçekleşmesi, tüm müslümanların gerçek çeşmesinden âb-ı hayat içmesi, hayatın hakka yaraşır bir biçime gir­mesi elbette büyük fedakarlıkların ese­ri olacaktır.

“Doğruların yardımcısının’’ cemiyet değil ’‘Allah olduğuna tereddütsüz ina­nılabilirse, hak adına feragat olayları görülür. Şâirin dediği gibi; “Bir darb-ı meseldi dillerde evvel, ‘sen doğru ol. Eğri belâsın bulur. Tersinedir şimdi o darb-ı mesel; ’Sen eğri ol, Doğru bela­sın bnlur’ zihniyeti geçerli görülür ve uygulanırsa, bu kez, maddi çıkarlar adına dînî kişilikten vazgeçmeler, doğ­ruluktan kaçıp eğrilikte yer seçmeler görülür.

Şunu da hemen belirtelim ki; müslüman için doğruluk dinî bir görevdir. Aslında feragat niteliği taşımaz. An­cak gönümüz şartları; bu görevin yeri­ne getirilebilmesinde feragat faziletinin de eklenmesine sebep olmuştur.

“Hayâtı Hakka Uydurma” amacı­nın uygulama safhası olduğu kadar propaganda aracı da doğruluktur. Pro­paganda ve telkinin en etkili vasıtası inanmış ve inancını yaşamakta olan insandır. Mevcut müslümanlar, inanç­tan doğrultusunda doğru davranışla­rıyla hayatlarını sürdürme gayreti gü­derlerse, fazlaca bir zorlama ve sür­tüşme olmadan sessiz ve fakat kestirme yoldan hakka uyma amacının ger­çekleştiğini ve saflarının arttığını gör­mekte gecikmiyeceklerdir.

’Hayâtı Hakka Uydurma” uygula­masının kontrolü; korku ve ümit ilkesinin anlam ve görev sınırları içinde kalmaktadır.

c — KORKU VE ÜMlT İLKESİ

Sorumluluk Projesi ve doğruluk uygulamasıyla inşasına başladığımız “Hayâtı Hakka Uydurma” teşebbüsü­nün gelişme hızım, destekleyici ve kös­tekleyici unsurları kontrol etmek; başarıdan şımarmamak; başarısızlıktan, ümitsizliğe düşmemek olgunluğunu bi­ze “Korku ve Ümit İlkesi” dini ifadesiyle "Havf ve Reca esası sağlayacak­tır.

Teşebbüs; cihan çapında olumlu bir netice, ciddiyet ve anlam arzetmektedir. Bu yüzden kontrolünün sürekli ve müsamahasız yapılması gerekmektedir.

Ümit ve Korku; müslüman hayâtı­nın ( + ) ve (—) kutuplarıdır. “Hayat” olayının devamı için müslüman bu ku­tupları korumak zorundadır. Ye’s ha­linde ümit kutbu; itminan ve emniyet anlarında da korku kutbu müslümanı ’itidâl noktasında ve harekât sahasın­da” tutar. Hayâtı Hakka Uydurma çabalarımızın içten ya da dıştan engelle karşılaştığı zaman ümitsizliğe düşerek teşebbüsü yarıda bırakmaya ümit mâ­nidir. Başarı ile yürüdüğümüzü görün­ce; “bu hep böyle gider” diye aşın bir ümide kapılıp tedbir ve teşebbüsü terketmeye de korku karşı çıkar.. Sürekli bir “teyakkuz” hali; etrafı büyük ve ciddî düşmanla sarılmış olan küçük as­keri kuvvet için hayâti yönden ne ka­

dar önemli İse; bugünkü ortamda İna­narak hayâtı hakka uydurma düşünce ve eyleminde bulunan müaliimanlar için de aynı ölçUde gereklidir.

DİNDE KORKU VE ÜMİT

Dini İfadesiyle Havf ve Reca; âbidin, Allâh’ın azabından emin; gü­nahkârın Allâh’ın rahmetinden ümitsiz

olmamasını prensipleştirir.

İnsan olması dolayısıyla müslüman; hata da işler sevap da,. Hata, rahmeti; sevab, azabı önleyici kesin sebep ol­maktan uzaktır. Bu yüzden Allah Teâlâ: “Allâh’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Çünkü Allah şirk hariç bütün günahları bağışlar.’28

“Allâh’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Zîrâ Allâh’ın rahmetinden ancak kafirler ümit keser.”29 buyurur.

Bir hadîs-i kudside de; "Rahmeti­nin, gazabından azabından aşkın olduğunu”30 duyurur.

"Gerçekten Rabbin; zulümlerine rağmen, insanlar için mağfiret sâhibidir.”31 Bu konuda melekleri de insan­ların yanında görmekteyiz: ‘’Melekler, Rablerine hamd ile teşbih «diyorlar. Yerdeki kimselerin de yarlığanmasını istiyorlar.”32

Müslümanm ümitvar olmasının se­beplerinden bir tanesi de Hz. Muhammed (s.a.s.)’dir. Allah Teâlâ, Kur’ân-ı Kerim’de:

"Üstünüze çok düşkün, mü’minleri cidden esirgeyicidir, bağışlayıcıdır,”-’33 diye takdim ve takdir ettiği örnek kul, yüce Rasûl Hz. Muhammed (a,a.s.}’e; “Gerçekten Rabbin sana; sen hoşnud oluncaya kadar her şeyi, her istediğini verecektir.34” vaadinde bulunmuştur. Yâni; "bütün dileklerin husûle gelecek, hiçbir hüznü inkisar ve mihnet- ü intizar şâibesi kalmayacak derecede sa­fa ve beka âleminde hoşnut olacak­sın.”35 anlamında garanti vermiştir. Hz. Muhammed {s.a.s.) ise; "Mü’minlere erham, müzniblere eşfa”’dır.36 Bu, biz­ler için en sağlam güvence ve daya­naktır. Hz. Muhammed (s.a.s.)’in müslümanlar için gerçekten en güvenilir dayanak olduğunu Ebû Ca’fer Muham­med b. Ali, Iraklılara hitaben söylediği şu sözünde ne güzel dile getirir: “Siz, Kur’ân-ı Kerim’de en ümit verici ayet olarak, “Ey nefislerini israf etmiş kul­larım, Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Çünkü Allah şirk hariç bütün günahları yarlığar.” anlamındaki ayetini kabûl edersiniz. Oysaki biz ehl-i ’ beyt; “Rabbin sana, sen hoşnud oluncaya dek her istediğini verecektir." an­lamındaki âyetin en ümit verici âyet olduğuna inanırız."37 Allah yarlığayıcı, melekler duâcı, Hz, Peygamber (s.a-s.) şefâatçi olduktan sonra müslümanlar için ümitsizliğe düşmek elbette ki ya­kışmaz. Bu yüzden müslümanda ümit bitmez, hareket durmaz, gâye unutul­maz... .

îslâmlyette, takvâ, salâh, iyilik ve başarı korkusuzluğa, Allah’ın azabına karşı korunmuşluğa sebep teşkil ede­mez. Her zaman herkes sonsuz bir “Allah korkusu” na sâhip olacaktır. “Büyük zararı göze alanlardan başkası Allah’ın hemen azap vermeyişinden sürekli bir emniyet hissine kapılmazlar.”38 Korkusuzluk Allâh’ı gereği gibi tanıma­mak ve bilmemekten doğar, Allâh’ı bilen, O’ndan korkmasını da bilir. “ Allah’dan, kulları içinde ancak bilgin kişiler korkar.’39 Bilgiye dayanan, sevginin kaybolması ihtimalinden doğan korku; soylu bir korku olduğu kadar kişiyi olumlu yönde etkileyen bir imani güç­tür de... Aslında korkmaya lâyık tek varlık Allah’tır. O’ndan başkasından korkulmaz. “Eğer inanmış kişilerseniz, sadece Ben’den korkunuz.”40 Derin bir Allah korkusu; öteki yaratıklara karşı korkusuzluk sağlar. "Allah’tım korkan kişiden her şey korkar, Allah’tan baş­kasından korkan kişiyi ise Allah her şeyden korkutur.”41

Allah korkusu, değerlidir, muhte­remdir, elzemdir; “Allah, korkusu, her türlü hayrın, hikmetin başıdır.”42 Örnek kul, yüce Rasül Hz. Muhammed (s.a.v.) kendisini: ’“Ben; sizin Allah’tan en sok korkanınızım.43 Bir başka kez de; "Allâh’a yemin ederim ki; ben, sizden daha çok Allah’tan korkarım, sizden daha çok O’na saygı duyarm.”44 şek­linde tanıtır, bize de nasıl olmamız ge­rektiğini hatırlatır.

Ümit ve korku konusunda müslümanların sâhip olması gerekli anlayışı Hz. Ömer (r.a.) şöyle dile getirir: "Bîr kişi hariç bütün insanlar Cehenneme girecekler dense; müslümanların her biri o bir kişinin kendisi olduğu inan­cını taşımalıdır. Yine bir kişi hariç bütün insanlar Cennete girecekler dense; yine her müslüman o mutluluktan mah­rum kalacak tek kişinin kendisi oldu­ğu korkusunu duymalıdır.”45 Her iki halde de ihtimal ne kadar az gözükürse gözüksün; müslüman ne tamamen ümidini kaybetmez, ne de tamamen kendini emniyette farz ve kabûl ede­mez. Ümitsiz anlarda ümitli, en korkusuz zamanlarda korkulu olmak müslümanın hayat garantisidir.

Müslümamın îmânı gibi ümidi ve korkusu da asil, köklü ve süreklidir. Hayâtı Hakka uydurma gâye ve gay­retinde bu asil, köklü ve sürekli ümit ve korkunun, büyük yararını görmek zorundayız: Murakabe ve kontrolümüzü "bu ’iki hissimize havale ederek, eylemi­mize devam edeceğiz.

Müslümanda ümit ve korku kay­nağının sadece Allah olması; ona ha­yat ve olayları karşısında büyük bir irade ve hareket gücü verir. İman ha­yâtı adına pek az şey vadeden, mü’mine hareket iktidarının yokluğunu ih­tar eden toplumlar içinde bile inançlı kişi sonsuz ümidini tamamen yitirmez. Beklenen şafağın bir karanlık geceden sonra doğabileceğini düşünür ve hakka uyma yolunda çalışmalarına devam eder. "Hak bildiği yolda yalnız gitmeyi” göze almış inanç kahramanı kişiler her şeyden önce böylesi bir ümidin sevdalılarıdır.

Toplum ve hayat kendini hakka uydurmuş olarak günlük yaşantısına devam edecek olsa mü’min; bu defa da herhangi bir kasıtlı elin bu güzelim düzene ilişmiyeceği kanı ve yargısına kapılamaz. Korku, dipsiz korku, bu kez de onu aksi ihtimaller üzerine eğilme­ye ve dolayısıyla tedbirde kusur etme­meye zorlar. Bu ise, arzuya uygun ha­yat biçiminin daha sürekli ve uzun ömürlü olmasını sağlar.

Bu ölçüler içinde hayâtı Hakka uydurma teşebbüsünü yürütecek olan Din Görevlileri ve öteki müslümanlar karşılaşılacak engelleme ve destekleme eylemleri kargısında bu sarsılmaz îmân, ümit ve korku kutuplarını dikkatle çalıştırmak zorundadırlar. İhtiyat, teen­ni adına; pısırıklık, eylemsizlik, peşin maddi çıkar temini gibi birtakım iman dışı davranışlara iltifat etmek, hayâtın hakka uydurulmasını önleyici zâlim ha­reketlerdir. Buhranlı zamanların büyük mefkureler için en uygun yayılma an­ları olduğu unutulacak ve şahsi rahat imkânları aranacak olursa, bu yüce davâda bir arpa boyu bile yol almak mümkün olamaz, Ümit; dâva adamlarının potansiyel gücüdür. Doğruluk bu gücün, toplum yararına cömertçe sarfedilmesi demektir.

Ümit ve korku ilkesi, kendi görev­lerimizin başka gruplar ve bize aidi­yeti ciddi şüphelere konu olan siyasal güçler tarafından yerine getirilmesini beklemeye, böylesi boş ve anlamsız bir eylemsizlik devresine girmeye mânidir.

Sorumluluk projesi üzerinde doğru­luk uygulamasıyla yükseltmeye mecbur ve mahkûm olduğumuz "hayâtı Hakka uydurma" her şeyden çok ümit ve kor­ku ilkesini benimsemiş, hareket ve dav­ranışlarım bu iki yetkili deneticinin direktifleri uyarınca ayarlayan dipsiz bir korku taşıyan korkusuz yürekler is­temektedir.

B)SÖZ (PROPAGANDA) YÖNÜ

a — İSLAM’I ANLATMA

Hayatı Hakka Uydurma amacının gerçekleşmesi hele toplumda yaygın bir mefkûre haline gelebilmesi; yaşamaya olduğu kadar bu amacın anlatılmasına da muhtaçtır. Dilimizi bu yüce gâyenln lıiz metinde kılabil menin yollarını bul­mak için birtakım temel düşüncelere sâhip olmamız gerektir. Şimdi biz bunları tespite çalışalım.

Herhangi bir ideale gönül vermiş "dâva güdücüsü” kişilerin en belirgin özellikleri; hemen her yer ve zamanda, hemen her fırsatta, hattâ çok kez de fırsatı bizzat îcâdederek bağlı bulun­duğu dâvayı anlatmak, tanıtmak ve duyurmaktır.

Genel bir gözlem sonucu rahatlık­la söyleyebiliriz ki; İslâm’ı halka yeni bir biçim ve usulle anlatma mahkûmi­yetinde olan Din Görevlilerimizin ço­ğunluğu, -samimî olmalarına rağ­men- resmî görev yeri olan kürsi ve minberin ötesinde bir mekân; vaaz ve hutbe saatleri dışında bir zamanda “İs­lâm’ı Anlatma” görevini ısrarla yap­mamaktadırlar. Bâzıları da –maâlesef- bu resmî görev yeri ve zaman­larım İslâm’ı değil; İslâm’a karşı olan İdeolojilerin görüşlerini -tenkit için de olsa- anlatma çabaları ile yanlış bir uygulama içindedirler. Böylece değişik mevki ve mahfillerde anlatılma mutlu­luğunu 200 yıldır zaten yitirmiş olan İslâm; kendi öz malı vaaz kürsisi ve minberden de gereği gibi yararlanamama bahtsızlığına —kendi elemanları ta­rafından— düşürülmektedir. Aynı hata, yeni yeni yaygınlaşmaya başlayan kon­feranslar gibi câmi dışı faâliyetlerde de etkisizliğe ve başarısızlığa sebep ol­maktadır.

Oysaki bir dâva adamı için affe­dilmeyecek hata; bir an bile olsa dâvâsını anlatmaktan geri durmak, ya da öz dâvasını anlatma imkânı varken kar­şı görüşlerin çürütülmesi yolunda —üstelik dedikodu seviyesinde— konuş­malarla vaktini geçirmektir. Çünkü dâva adamı aksiyoner olmak zorunda­dır. Reaksiyonerlik dâva adamlarının hayat lügatlerinde bulunmayan bir ke­limedir. Hele öz müesseselerinin, karşı tezlerin propaganda alanı haline geti­rilmesi gibi izâhı imkânsız bir duruma düşmek, silâhını düşmana teslim et­mektir. İntihardır. İhanettir.

Son yıllarda, İslami esaslardan da­ha çok bâzı zararlı ideolojilerin görüş­lerinin vaaz kürsileri ve minberlerden câmi cemâatine anlatıldığı bir gerçek­tir. “Zararlıdır” diye takdim edilmesine rağmen; İslâm’ın “yararlı” görüşlerinin anlatılmasını aksattığı ve az da olsa cemâatte merak uyandıracağı ihtimali düşünülürse, hatanın büyüklüğü kolay­ca anlaşılır. Zîrâ “bâtılı iyice tasvir, safi zihinleri idlal eder, sapıtır”. Çirki­ni tanıtmakta değil, güzeli örnek vermekte fayda vardır,

İslâmî esasları orta seviyede bile öğrenememiş cemâate, karşı cereyan­ların görüş ve fikirlerini aktarmak ve bunlara kapılmamalannı söylemek; he­nüz tabanca kullanmasını öğretemediğin adama, düşmanın makinalı tüfeği­ni tanıtıp “ondan kendini bu tabanca ile koru!” demek kadar mânâsız, endi­şe verici ve yıkıcıdır.

Tezini takdim yerine, karşı tezi çürütmeyi ön plâna alan münazaracı, güzel konuşsa bile temel görevini yapmadığı için mağlûbiyetten kurtulamaz. Bunun yanında, tezini gereği gibi, uy­gun üslûp ve usûl ile takdim eden, karşı tezin hatasını da lüzûmu kadar be­lirten münazaracı genellikle kazanır. Kazanamasa bile, kendi tezini anlatma görevinin dışına taşmamanın vicdan huzurunu duyar.

Halk arasında çok kez anlamı dü­şünülmeden kullanıla gelen bir söz var­dır: "Cemaat ne kadar kalabalık olar­sa olsun, imam bildiğini okur.” Bu söz, imamın tabii durumunu ifadenin öte­sinde, dâva adamlarının görev şuuru­nu, çalışma düzenini, dâvasını takdim zorunluluğunu duyurmaktadır. Toplu­mun tutumu, ilgisi ve adedi ne olursa olsun dâva adamı, inandığı ve çok iyi bildiği dâvasını anlatır. İşi budur, bunu yapar. Aksi; imamın bilmediğini oku­maya kalkışması demektir ki, yanıl­ması, yan yolda kalması kuvvetle muhtemeldir.

Öte yandan dâva adamı, karşı grup­ların faâliyetini bekleyip onun tenki­dini yapmayı ve kendi çalışmalarını karşı faaliyetlere göre ayarlamayı bir iş ve dâvası adına bir hizmet olarak değerlendirmez. O, kendi ideali uğrun­da ne yapması gerektiğine, nasıl ya­pacağına her şeyden çok önem verir. Kendi hizmetini aksatmamak kaydıyla kargı grup çalışmalarını da izler.

Müslümanlar, özellikle din görevli­leri ...İslâm’ı anlatma konusunda— kendilerini etkili ve sürekli çalışmalar yapmaktan alıkoyucu gâfil dost, hâin ve fakat sinsi düşman tahriklerinin bu­lunabileceğini de hesaba katmak zorun­dadırlar. Tahriklerin, kışkırtmaların dozu ve rengi ne olursa olsıın, dikkat ve himmetin ana dâva dışına taşma­masına gereken hassasiyet gösterilme­lidir. Tahrik ve tahkirlere kapılmadan İslâm’ı anlatma görevine devam konu­sunda Şuarâ Süresinin 23-28. âyet-i ke­limeleri dikkat çekicidir. Meâli şöyledir:

“Fir’avn, Hı. Musâ’ya: “Alemlerin Rabbi dediğin nedir ?” Hz. Musa “Gök­lerin, yerin ve bunların arasında bulu­nan her şeyin Rabbidir. Eğer hakikati yakînen bilmeye kabiliyetli kimselerse­niz!” Fİr’avn, etrafında bulunanlara: “işitmiyor musunuz?” istihza etmek istiyor. Hz. Musa, istihza edilmesine al­dırmadan sözüne devamla: "O, sizin de, evvelki atalarınızın da Rabbidir.” Fir’avn, etrafındakilere: “Herhalde size gönderilen bu peygamberiniz, mutlak delidir.” İstihza tesir etmeyince haka­ret ediyor. Hz. Musa, yine aldırış et­meden devamla.: "O, meşrıkla mağribin ve ikisi arasında bulunan her şeyin Rabb­i’dir. Eğer aklınızı kullanırsanız !..”

Görüldüğü gibi Hz. Mûsa, "İşitmi­yor musunuz, neler saçmalıyor” anla­mında hafife alınması ve istihza edil­mesine, hattâ--“deli” diye hakaret edil­mesine bile aldırış etmeden, tam bir dâva adamı davranışına; kendisine so­rulan dâvası ile ilgili suale kesintisiz cevap verme gayretiyle ne güzel bir örnek teşkil ediyor!..

Örnek kul, yüce Rasûl Hz. Mu­hammed (s.a.s.)’in hicreti de bu konu­da özel bir anlam taşımaktadır. Hz. Peygamberin bir tek gayesi vardı; İs­lâm’ın yayılması.. Bu gâye, Mekke müş­riklerinin baskıları ile doğru orantılı olarak bir müddet gelişmesine devam etti. Aleyhteki görünümlere rağmen İs­lâm’ın yayılma grafiği yükselmesine devam ediyordu. Ne zaman ki baskı, bu grafiğin gelişmesini durduracak de­recede şiddet kazandı, işte o zaman dâ­vanın duraklayan gelişmesini artan bir gelişme hızına kavuşturabilmek için yeni imkânlar aranmaya başlandı. Müş­rikler içinde kalıp dâva adına gelişme kaydedememektense öz yurdundan uzaklaşma pahasına da olsa dâvaya ge­lişme sağlamak gerçek dâva adamı Hz. Peygamber için en şerefli işti. O da bu­nu yaptı. Hicret etti. Dâvanın gelişmesini temin etti.

Günümüz müslümanIarı —özellik­le din görevlileri— İslâm’ı, müslümanlar arasında pekleştirme, zihinlere yer­leştirme görevini yürütürken dâva ada­mı davranışlarından uzaklaşmamaya daha bir dikkat göstermek zorundadırlar. Zirâ "bu ilden gitmek” şansı kay­bolmuş, “deveyi gütmek, dâvayı yürüt­mek” zorunluluğu ve sorumluluğu kal­mıştır.

Bu sorumluluk; fikri zikre hâkim, zikri (sözü) fikre (dâvaya) hadim kıl­makla yerine getirilebilir. Hiç kuşkusuz hizmetçi’ye hizmetteki başarı ve deva­mı ölçüsünde değer verilir.

Hâsılı söz; sonunda, “Söylediğimize Allah vekildir.46 denilebilen sözdür. Gerisi, dedikodudur...

b — SUSMAK

Söz silâhını kullanacak dilin iki hali vardır: Susmak ve konuşmak. Sus­mak pasif, konulmak aktif propagan­da niteliğindedir.

Yıllarca önce 40-50 kişilik bir öğ­renci grubuna;

— Hayatınızda sadece bir kelime konuşabileceksiniz, deselerdi; bu bir ke­limelik hakkınızı nasıl kullanırdınız? şeklinde bir soru açmıştım, ilgi çekici cevapların yanında bir öğrenci de, “su­sarım, konuşmam” diye karşılık ver­mişti.

İfadesizliğin dile getirebileceği mâ­nâların bulunduğu, susmanın bir konuş­ma yolu olduğunu, tüm İfadesizliklerin sükûtla ifadelendirilebileceğini, söylen­mesi gerekli “tek kelimenin söylenemediği uzun nutuklardan derin bir sü­kûtun daha bir anlam ve ağırlık taşıdığını kahrolarak gördükçe, yılların ar­kasından adı geçen öğrenciye "en doğ­ru cevabı sen vermişsin!” diye takdir ve tebrikler sunmamak mümkün mü?

Herkesin konuştuğu, gerçeğin sus­tuğu ya da susturulduğu ortamda ko­nuşmamak; manasızlar ve mânâsızlıklarla yapılan en anlamlı alaydır. İd­râki basit olanların sözlerine verilecek cevap, süküt-u mutlaktır. Şimdi toplumda kendini ömür boyu sükûta mah­kûm bilenler alaylar kadardır. Çünkü dün "sükût ikrardan gelir”di. Bugün “sükût inkârdan” geliyor, özlediği; yıllarca gözlediği yeni ve mutlu hayâ­ta ilk adımını atmak üzere olan gelinlik kızların utangaç sükûtu yok artık. Aksine, gençlik yıllarına eş; isteğince yaşama ve yaşatma imkânlarının gide­rek yokluğa gömüldüğünü, dirilmemek üzere öldüğünü, mesafe ve zaman du­varları arkasında söndüğünü gören acûzelerin, dipsiz ümitsizlik kuyusun­dan gelen "hayır, hayır!” çığlıklarının kahredici sükûtu hâkim dillere...

Bugün, gerçek adına konuşma me­muriyetinde olanları; yetkisizliğe, pe­şinden etkisizliğe iten toplum; gökten inmediğine, yerden bitmediğine göre; günümüze gelinceye dek yapılan ko­nuşmaların, mânâlı ve plânlı bir sükût kadar samimî ve etkili olmadığının, olamadığının açık delili, acı sonucudur.

Mûsikîdeki “sos”ların ’‘ses’’ler ka­dar önem ve değer taşıdığını bilmeyen acemi şarkı okuyucusunun düşmesi kaçınılmaz gülünç son; sus’ların sustur­masıdır, Susturucuların kan kusturma­sıdır.

Susturulmadan susmak, konuşma hakkı tanır. Susturulmamak, gereğince doğru konuşmakla sağlanır. Bülbülün cirmine bakıp tatlı sesine rağmen sus­turulduğu; tavusun, gösterişine, süsü­ne tamahen çirkin sesiyle konuşturulduğu topluma ağlanır, hem çok ağlanır.

Susmak; kalabalıklar içindeki yal­nızların edebi. Gariplerin tek ve öz se­si...

Çağımızın ufuklara sığmayıp aya atlayan madeni seslerine dönüp bir kerecik olsun bakma arzusu duymayan, elleri şakağında, başı kucağında meş­hur "düşünen adam” heykeli ne kadar anlamlı, ne derece endamlı...

Susmak; tefekkür sarayında gezin­mek, mârifet döşeğinde serinmek, iç istiklâl ile gerinmek belirtisi,.

Susmak; "medeni cesaret” adına "ilkel nezâketsizlik” heveslerine kapıl­mamak, bir anda bir pula satılmamak disiplini...

Susmak; mü’minin yararlıyı söyle­yemediği yerde; en yararlı işi, en kârlı gidişi, zararlıyı ilgisizlik çukuruna iti­şi, Peygamger (s.a.s.) emri önünde saygıyla sinişi...

Dil; kişi vicdanında ve toplum ha­yâtında hak düzenini lif lif örgüleştir­mek, iplik iplik dokumak, motif motif güzelleştirmek, taş taş abideleştirmek­le görevli. Bu kutlu görevi; o mutlu görevli yerinde konuşarak, deminde su­sarak görmeli... İşte örnek kul, yüce Rasûl Hz. Muhamrned (s.a.s.)’in şerefli emri: "Ya hayr söyle, ya da sükût eyle’47

“Ne olur, Allah’ı anmanın dışında, dilsiz olsaydım.’’ Hz. Ebû Bekr’in bü­yük duâsı48.

Susmak; fikir çilesinin sessiz se­dası, masum edası.

Susmak; iç pazarlığının kapı dışın­da kalmış “giriş yasak” levhası.

Susmak; ya huzur sarayının şah odası ya da ıztırap apartmanının çatı arası. Kimbilir belki de susturmak ni­yetinin görev sahası.

Susmak, çocuğa ilk öğretilecek te­mel ülkü. O, nasıl olsa konuşmasını Öğ­renecektir çünkü.. Yerinde susmak, gü­zel konuşmaktan daha güzeldir. Bir mânâlı sükût, bin boş söze gedeldlr.

Konuşmak taarruz, susmak savun­madır. Savunmasını bilmeyenin taarruz plânları hayâlle avunmadır.

Susmak; masum Anadolu çocuğu, yağız delikanlının, çılgın şehirliye ilk ters bakışı...

Susmak; söylemenin değil, söylen­menin meydanlardan odalara, odalar­dan kafalara akışı.

Susmak; "çenesi düştik"lerin zehirle pişmiş aşı..

Belâ kargısında susmak; sabır ve rıza alâmeti, mânevi rütbe ve makam işareti. Hıçkırık burada, hiç’lik ifadesi. Kahkaha; cinnet nişinesi...

Haksızlık karşısında susmak; akıl, ruh ve İmân’ın “elveda’’ nefesi, insana Peygamber eliyle giydirilen şeytan kis­vesi., işte örnek kul , yüce Rasul’ün şerefli sesi;

“Haksızlık kargışında susan dilsiz şeytan” değil de nedir?..

Susmak; dilsizlerin hâl-i ıztırarı, Susmak; ötekilerin sun’u ihtiyârı, Yâ Rab, ya söylet bize hayr’ı,

Ya da sustur, konuşmayalım hayr’ın gayrı!..

TAKLİD YOLU

SÜNNETE UYMAK ÜUiDSÜ

Hayâtı Hakka Uydurma’mn ikinci ve taklidî yolu; sünnete uymaktır.

Sünnet; bütün yönleriyle bilinebil­diği kadar Hz. Muhammed’in öz hayat modelidir.

Sorumluluk duygusu, doğruluk düs­turu, korku ve ümit ilkesi uyarınca bi­linçli bir biçimde yaşamak da aslında kişiyi sünnete uymaktan başka bir he­defe yöneltmez. Ancak bu yol, müslü­man halkın çoğunluğu için yorucu ve takibi güç gözükebilir. Oysa müslümanın hayâtının da her hal ü kârda hakka uymak zorunluluğu vardır.

Bu zorunluluk ve o güçlük; daha kolay uygulanır ve hakka götürür bir ikinci yol aramayı gerekli kılar. İşte bu ikinci yol; sünnete uymaktır.

İslâmî hükümlerin olduğu kadar müslüman hayâtınında ikinci kaynağı sünnettir. Bu yüzden Hz. Muhammed’in yaşayış biçimini taklid ederek yaşamak müslümanlar için bir vecibe ve mah­kûmiyettir. Çünkü O’nun hayâtı Kur’-ân-ı Kerîm’te hayâta intikalini canlan­dıran yegâne örnektir.

Yaşantısında sünneti hâkim kılma­ya çalışan müslümanlar, başarıları öl­çüsünde hayatlarını —farkında olmasa­lar bile— hakka uydurmuş olacaklardır.

Takip ve taklide değer yegâne iz, Hz. Mubammed’in izidir, Çünkü O’nun izi Allâh’a giden en doğru çizgidir, gi­diştir. Bu gerçeği Allah böyle bildirmiş­tir: "Gerçekten sen, dosdoğru bir yolu, Allah yolunu... göstermektesin.”49

Sünnete uymak; İslâm’ın tüm ilke­lerini yaşamak demektir.

Hz. Muhammet’ in “sünnet” diye adlandırılan hayat modelini taklid et­mek; rastgele bir taklid anlamından çok uzak bir iman kişiliği meselesidir. Aslında, taklitde kişilik yoktur. Ancak sünnete uymakta tam anlamıyla "İs­lâm kişiliği” bulunmaktadır.

Sünnete uyma ülküsü müslümana devamlı bir iyiye yönelme, saflaşma ve müslümanca yaşama gayreti aşılar. Taklitteki zihnî ve bedenî tembellik­ten kurtarır.

Sünnete uymada gerekçe arama ve tereddüt yoktur. Gerekçe aramak ve birtakım ihtimalleri değerlendirmek için kaybedilecek saman ve güç, iş ve yaşayış adına tasarruf edilmiş olmak­tadır. Çünkü tembellik ve boş oturmak İslâmiyette yasaktır: “Boşaldın mı kalk yorul, Rabbine doğrul.”50

Sünnete uymanın sağladığı fayda­ların en büyüğünü Hz. Peygamber şöyle belirtmiştir:

"Size iki şey bırakıyorum ki bunlara sıkı sarıldığınız ve gereklerince yaşadığınız müddetçe yoldan çıkmazsı­nız; Allâh’ın kitabı ve Allah Rasulü’nün sünneti.51

Hayâtm hakka uydurulmasını en­gellemeye çalışan açık ya da gizli düş­manlar karşısında yegâne sığınak sün­nete uymaktır:

“O gün, zâlim kimse ellerini ısırıp; keşke Peygamberle beraber bir yol tut­saydım, vay başıma gelene; Keşke fi­lancayı dost edinmeseydim. Andolsun ki beni, bana gelen Kur’an’dan o sapıardı. Şeytan insanı yalnız ve yardımsız bı­rakıyor, der.52

Peygamberi dost, sünnetini yol edinmeyenin, başkalarım dostluğa lâyık görenin acı sonu bu olunca; elbette ki müslümanlar sünneti yaşamayı iki dün­ya mutluluktan için yegâne yol bile­ceklerdir. İlâhî vahyi bize duyuran Hz. Peygamber’ln yolunu takip etmek, bir anlamda Kur’ân-ı Kerim’e karşı tazim ve insaf borcunu ödemektir:

"Rasûl size neyi getirirse onu alın, neden de sizi men ederse onu da terk edin!”53

Aslında müslümanların İslâmî yön­den değerleri, sünnet karşısındaki du­rumlarına bağlıdır. Bir hadîs-i şerifte şöyle buyurulmaktadır:

“Kaçınanlardan başka ümmetim­den herkes cennete girmiştir.

— Kaçınanlar kimlerdir? diye sorulunca;

— Bana itaat eden, sünneti yaşa­yanlar cennete girmişlerdir. Bana uy­mayan, isyan edenler de kaçınmış, sün­nete yanaşmamışlardır.”54

Allah Teâlâ da Hz. Peygamber’i şöyle takdim etmiştir:

“Andolsun ki, sizin için, Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allâh’ı çok ananlar için Allah’ın Rasûlünde güzel bir hayat modeli, örnek vardır.”55

Müslüman güzelin, doğrunun, ya­rarlının, hakkın peşindedir. Rabbi ken­disine böylesine bir örnek verdikten sonra onu hayâtına işlemeyi ya da ha­yâtını o örneğe göre geçirmeyi ihmal edebilir mi?

Modelin nasıl çizildiğini düşün­meksizin kopyesini çıkarmak; modele sahip olmak için nasıl yetiyorsa; sün­neti taklid etmek de bizi hakka uygun yaşama neticesine ulaştırmaya yeter. Çünkü sünnete uymak; —otomatik ha­le gelmemek kaybıyla— kişiyi sürekli ve düzenli bir yolla şuurluluk, dikkat, tam bir uyanıklık ve kendine güven ve hâkimiyet hali içinde yaşamaya alış­tırır. Alışkanlıklarda işlerin büyük öne­mi ve etkisi olduğu düşünülecek olur­sa; sünnet uyarınca yaşamanın küçük işlerde bile kişiye ne denli bir uyanıklık vereceğini kestirmek kolay olacaktır.

Öte yandan sünnete uymak; gün­lük hayatta her işi Allah Rasûlü’nün yaptığı gibi yapma esasına dayanır. Bu ise, işlerimize Peygamber’in bir işini örnek alma düşünce ve idealini gelişti­rir. Bu yolla Allah Rasûlü’nün rûhânîyeti günlük hayat programımıza dü­zenleyici olarak girmiş olur. Günlük hayâtımıza mânevi bir rahatlık gelir. Ruhî gelişmemiz de olaylar arasında ezilmekten kurtulur, yükselişine devam imkânı bulur...

Bu gelişme toplum hayâtında da olumlu etkisini gösterir. Şöyle ki, toplumda anlaşmazlıklar; kişilerin karşı­lıklı olarak biribirlertain gâyelerini an­lamamalarından ya da yanlış anlama­larından doğar. Mizaç farklılıkları da değişik davranışlara götürür kişiyi. Oy­sa yaşayışlarında aynı âdet ve davra­nışları uygulayan kişilerin genelinde karşılıklı ilişkilerinin sevgi ve saygıya dayandığı görülegelmiştir: “Biribirine kenetlenmiş bir bünye gibi toplum”56 böylesi ortak düşünce, davranış ve de­ğer ölçüleri olarak kişilerin toplumu ola­caktır.

Müslümanlar arasında "ortak dav­ranış”! “sünnet”i yaşamak sağlar.

Şu halde müslüman toplumlar sün­neti yaşamak sûretiyle bugün içinde bulundukları ve gittikçe derinleşen ay­rılıkları giderme ve güçlenme ve bir­leşme imkânına da kavuşmuş olacak­lardır.

Kişi ve toplum hayâtının bir elde hakka uydurulmasını sağlayacak olan sünnet yerine birtakım yabancı yaşa­yış biçimlerini taklid etmek ne kadar düşüncesizliktir...

Peygamberlerin sonuncusu57, Allah’­ın Sevgili Rasûlü58, dünyâlara rahmet59 ve büyük bir ahlâk üzere60 olan Hz. Peygamber’in sünneti; müslümanlar için mutluluk reçetesidir.

Bid’atlara karıştırmadan sünneti yaşamak; hayâtı en kısa ve kestirme yoldan hakka uydurmaktır.

Gerek sorumluluk duygusu, doğru­luk düsturu, korku ve ümit ilkesini, gerek sünnete uymayı gerçekleştirerek hayâtını hakka uydurma imkânını bu­lan müslümanların sonu elbette cennet olacaktır61.

Bu mes’ud sona ulaşan müslümanlara ne mutlu!..

(1)Müslümanların Gerilemesiyle Dünya Neler Kaybetti, H. A. en-Nedevi, 12.

(3) Al-1 îmrân; 145.

(3) Bkz. İlahi Hadisler, H. H. Erdem, s. 45, 2. baskı, 1983, Ankara.

(4)el-Bakara: 30.

(5) et-Tur: 56.

(6)el-Mülk; 2.

(7)ez-Zümer:7, el-Fatır:18

(8)et-Tur:21 el-Müddessir:38

(9)en-Necm:39-41

(10)Bkz. Ramuzu’l –ehadis,343, Tecrid Tercemesi, 3/40.

(11) ez-Zilzal: 7-8.

(12) es-Sebe’: 37.

(13)Bkz. Müslim 1/76.

(14)Abese: 34-37.

(15) el-Bakara- 134 ve 141.

(16)el-Hadid; 4.

(17) Kırk Hadis, Nevevi. Mtr. A Naim: s. 34.

(18) Muhtarul-ehadisi’n, Nebevi: 25.

(19)Kırk Hadis, Nevevi, Mtr. A. Naim, s: 11, 1967, Ankara, 2. baskı.

(20)el-Enfal: 53. ar-Ra’d: 11

(21) Al-i İmran: 110.

(22)Hud: 112.

(23)Kırk Hadis, Nevevi, 21. Hadis, s: 27. 1967, Ankara, 2, baskı.

(24)el-Ahkaf: 13-14.

(25)Bkz. es-sünen, İbn-i Mace, c; 2, s: 15. 1313, Mısır, 1. baskı.

(26)el-Bakara: 41 ve devamı.

(27)İnsanlar Uyanın, Alexis Carrel, s: 48. İstanbul, 1959, 3. baskı.

(28)ez-Zümer: 53.

(29)Yusuf: 87.

(30)Kırk Kudsi Hadis, Altrc, H. Hüsnü Erdem, s: 26, Ankara, 1963, 2, baskı.

(31)er-Ra’d: 6.

(32) eş-Şura: E.

(33)et-Tevbe: 138.

(34)ed-Duha: 5. .

(35)Hak Dini Kıır’ân Dili, M. H. Yazır, 8/5893, 2. baskı.

(36) a.g.e., (Bkz. Yasin Kutluğ un “Ya Rasulellah” başlıklı Natı.)

(37) İhya. M. Gazali; 4/144, Hak Dini Kur’an Dili, M. H. Yazır, 8/5894, 2. baskı.

(38) el-A’raf; 99.

(39)el-Fatır: 28.

(40)Al-i îmran: 175,

(41) İhya ulûmi’d-Din, M. Gazali. 4/159.

(42)a.g.e.. 4/158.

(43)a.g.e., 4/153

(44)a.g.e., 4/153 (1. nolu dipnot)

(45) a.g.e., 4/162.

(46) el-Kasas: 28, Bkz. Yusuf: 86.

(47)Kırk Hadis, Nevevi, Mtrc. A. Naim, s: 23.

(48)Şerh-u erbain en-Nevevi, İ.H. Bursevî, s:148. 1. baskı, İstanbul.

(49) eş-Şura: 52-53.

(50)el-İnşirah; 7-8.

(51)et-Taç. M. A. Nasif, 1/47, Mısır.

(52)el-Furkan: 27-29.

(53)el-Haşr; 7.

(54)et-Taç. M. A. Nasıf,1/44, Mısır.

(55) el-Ahzab; 21.

(56) es-Saff: 4.

(57) e1-Ahzab: 40.

(58) Al-i İmran: 144.

(59)ele-Enbiya: 107.

(60)el-Kalem: 4.

(61) el-Mü’min: 40.