Makale

İslam BARIŞÇI DİNDİR

"EY İMAN EDENLER! HEPİNİZ BİRDEN BARIŞA —SULHA-— GİRİ­NİZ, ŞEYTANIN ADIMLARINA UYMAYINIZ. ÇÜNKÜ O, SİZİN İÇİN APAÇIK BİR DÜŞMANDIR,
SİZE BUNCA DELİLLER GELDİKTEN SONRA YİNE KAYARSANIZ BİLİN Kİ, ŞÜPHESİZ ALLAH GÜÇ VE HİKMET SAHİBİDİR."*
İslam
BARIŞÇI
DİNDİR
Zekeriya BEYAZ
Keşan Müftüsü

Bu iki ayet-i kerime ile Cenab-ı Hak, iman edenlere hitap ederek, toplu halde sulh ve barışa girmelerini, şeytana uyarak çekişme ve vurulmalara girişme­melerini emretmektedir. Ayrıca Cenab-ı Hak, iyiyi kötüden, doğruyu yalan­dan ayırteden bunca deliller, ayet ve hadisler geldikten sonra, yine, imanlara açık bir düşman olan ;şeytanın saptırmalarına aldanarak kavga ve çekilmelere girişen kimselere de, Allah’ın aziz olup her şeye gücü yettiği, hakim olup her emir ve fiilinde hikmet sahibi bulunduğu hatırlatılarak, tehdit manası ta­şıyan uyarmalarda bulunmaktadır.

Bu ilahi hitabın ihtiva ettiği gerçekleri daha iyi anlayabilmek için konuyu şu üç başlık altında görelim: a- İslam Barışçı Dindir, b- Müslümanlar Arasında Barış ve Kardeşlik, c- Müslümanlar ile Gayr-i Müslimler Arasında Barış ve Anlaşmalar.

İslam dini beşeri münasebetlerle ilgili hükümleri itibariyle barışçı bir dindir. Yukarıdaki ayeti kerimede “Ey İman edenler! Toplu halde barışa giriniz” emri de bunun açık bir delilidir. Ayrıca İslam, insan toplulukları arasında sürekli bir huzur ve asayişin barış ve güvenliğin mevcut olması, her türlü haksızlık ve zulümlerin ortadan kalkması için gereken her türlü etkin tedbirleri almıştır. Bu cümleden olarak İslam, her türlü kavga ve çekişmelerin sebebini teşkil eden zulüm, tecavüz ve haksızlıklarla her çeşidini şiddetle yasak etmiş, zayıfları kuvvetlilere ezdirmeyecek prensipler koymuş ve zarar verme ile zarar görmeyi aynı derecede menetmiştir. Bütün kavga ve haksızlıkları en güzel şekilde önlemek üzere, en yüce bir adalet nizamı koyan İslam dini, beşeri münasebetlerde müminlerin kalbine “kendi nefsine yapılmasını istemediğin bir şeyi sen de başkasına yapma” hükmünü yerleştirmek istemektedir. Bundan, başka İslam dini, insan toplulukları içinde gerçekten sulh ve barışın, asayiş ve huzurun sağlanması için iktisadi yönden "senin var, benim yok” kavgasını ortadan kaldırmak için sosyal adalet, esaslarını, ahlaki yönden, birçok huzursuzluğun kaynağı olan icki, kumar ve zina yasağı gibi daha birçok yan tedbirler da getirmiştir. İslam, ileride görüleceği gibi gayri müslümlerle yapılan cihat ve savaşların da netice itibariyle insanlığın barış ve güvenliğini, huzur ve saadetini saklamak maksadıyla emretmektedir.

Şimdi bu genel ifadeden sonra, İslam’ın, insanlar arasında huzur ve asayişin, barış ve güvenliğin sağlanması maksadıyla, doğrudan doğruya bozgunculuğu yasaklayan hükümlerinden, bozgunculuğu en büyük suç ve cinayetlerden sayan ayeti kerimelerden bazı örnekler verelim:

“Allah ve Rasulüne -müminlere- harp açanların, yeryüzünde fesatçılığa -bozgunculuğa-koşanların cezası, ancak ya öldürülmeleri, ya asılmaları ya elleriyle ayaklarının çaprazlama kesilmesi, yahut da bulundukları yerden sürülmeleridir. Bu onların dünyadaki rüsvaylığıdır. Ahirette ise onlara pek büyük bir azap vardır.”2

Yeryüzünde fesat çıkaran, halkın huzur ve saadetini bozan kimseler Allah’a ve Rasulüne harp açan kimselerdir. Diğer bir deyişle, müslümanların huzurunu bozanlar, yeryüzünde fesat çıkaranlar, yol keserek adam öldürenler; soygunculuk yapanlar Allah’a ve Rasulüne karşı harp açmış olurlar. Bu türlü suç ve cinayetleri işleyenlere dünyada öldürülme, asılma, çaprazlama kol ve bacakların kesilme veya o yerden sürgün edilme şeklinde fiillerine uyan ağır cezalar verileceği gibi ahirette de büyük azaplar hazırlanmıştır. Bu ayeti kerime ile hükmedilen ceza, topluma karşı, toplumun huzur ve asayişine karşı, insanların barış ve güvenliğine karşı işlenen suçlara karşılık olduğu için pek şiddetli ve pek ağır bir mahiyet taşımaktadır. Bundan da, İslam nazarında toplumun barış ve selametinin ne kadar büyük bir önem taşıdığı gerçeği ortaya çıkmaktadır. İslam’a, göre toplumun huzur ve güvenliği o kadar kıymetli ve zaruridir ki ona tecavüz edenler bu kadar ağır bir cezaya çarptırılırlar.

Allah sulh ve sükünu bozan, halk arasında, fesat çıkaranları sevmez:

“Allah’ın sana verdiği maldan harcayıp ahiret yurdunu ara, dünyadan da nasibini unutma, Allah’ın sana ihsan ettiği gibi sen de başkalarına ihsan et. Yeryüzünde fesat çıkarma. Çünkü Allah, fesatçıları sevmez”3

"Onlar -Yahudiler- yeryüzünde hep fesatçılığa koşarlar. Allah ise fesatçıları sevmez.”4

“Yeryüzünde bozgunculuk edip taşkınlık yapmayın. 5

“Yeryüzünde -ki o yeryüzü iyi bir hale getirildikten, sulh re barış sağlandıktan sonra bozgunculuk yapmayın. Allah’a korkarak ve umarak dua edin, şüphe yok ki iyi hareket edenlere Allah’ın rahmeti çok yakındır.”6

Cenabı Hak insanlar arasındaki huzur ve barışın bozulmaması için bu türlü ikaz ve yasaklamalarda bulunduktan sonra bir başka ayeti kerimede milletin selamet ve saadetini bozanlara, barış ve güvenliği ihlal edenlere lanet etmektedir: “Allaha verdikleri sözü, kuvvetli bir teminat ile de destekledikten sonra bozanlar, Allah’ın bitiştirilmesini -idamesini- emrettiği şeyi -akrabalık bağını - kıranlar, yeryüzünü fesata verenler yok mu işte onlar, lanet onlara. Yurdun kötüsü -Cehennem de- onlara.”7

Sadece bir örnek olsun diye naklettiğimiz bir ayeti kerimeler bu, İslam’ın beşeri münasebetlerde barışçı bir din olduğunu göstermektedir. İslam insanlığın saadet ve selameti, barış ve huzuru için gereken bütün hükümleri getirmiştir. Zaten, bir bakıma bu gayeye ermek İslam’ın temel esaslarından ve vazgeçilmez hedeflerinden birisidir. Çünkü İslam’ın diğer emir ve yasaklarının gerçekleşmesi insanlar arasında huzur ve barışın gerçekleşmesine bağlıdır.

MÜSLÜMANLAR ARASINDA BARIŞ

Genel manada huzur ve barışı, toplumun saadet ve felahının, gelişme ve yücelmesinin, dolayısıyla maddi ve manevi sahada kalkınarak İslami yaşayışın gerçekleşmesinde temel unsur olarak kabul eden İslam dini, bunun yani barış ve kardeşliğin müslüman toplum içinde tam olarak gerçekleşmesini bilhassa emretmektedir, müslümanlar arasında, inanmış cemaat ve milletlerarasında bu gayenin, barış gayesinin gerçekleşmesi İslami hayatın devamı müslümanlığın yaşaması için zaruridir. Bunu, bu konudaki ayeti kerimeye hadisi şeriflerin ısrar ve şiddetinden anlamaktayız.

Konumuzun başındaki: "Ey iman edenler! Toplu halde barışa girin” ilahi hitabı ve ayeti kerimenin devamında, barışa girmemeyi" şeytanın emrine girmek gibi telakki edilmesi de, müslümanlar arasında barış ve kardeşliğin zararı olduğunu gösterir. Müslüman olan her insan ve toplum bir kavga ve çekişme ile karşı karşıya kaldığı zaman, Allah’ın toplu halde sulha ve barışa giriniz emrini de karşısında bulmalı, taraflardan her ikisi de şeytanın emrine uyarak kavga ve çekişmeye değil, Allah’ın emrine uyarak barış ve kardeşliğe girmelidirler.

İslam, müslümanlar arasında birlik ve beraberliğin, barış ve kardeşliğin devamını. İslamı ve müslümanları ayakta tutacak kuvvet ve başarının şartı olarak kabul etmektedir.

“Allah’a ve Rasulüne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin, sonra korku ile zaafa düşersiniz, kuvvetiniz gider. Bir de sabır ve sebat edin. Çünkü Allah sabır edenlerle beraberdir.8

Ayeti kerime pek açık bir ifade ile, müslümanları Allah’a ve Rasulüne layıkı ile itaat etmeye çağırdıktan sonra, müminlerin iç cekişme ve kavgalara girişmelerini yasaklamakta, aksi halde meydana gelecek acı neticeleri önceden haber vererek ihtar etmektedir: Ey iman edenler! Eğer birbirinizle çekişir, didişirseniz zaafa düşersiniz. Kuvvet ve şevketiniz gider. Dolayısıyla düşman eline esir düşersiniz.

Hürriyet ve saadetiniz yok olur. Din ve milletiniz perişan duruma düşer.

Binaenaleyh birbirinizle çekişmeden, birbirinize karşı sabırlı, düşmanlara karşı metin ve dayanıklı olun. Aranızda barışı bozmayın.

Görülüyor ki, İslam, birlik ve beraberliği, barış ve kardeşliği hürriyet ve istiklalin, din ve milletin bekasının temel şartlarından saymaktadır. Bugün de bu gerçek bütün dünya milletleri tarafından kabul edilmekte ve “birlikten kuvvet doğar” cümlesi İle özetlenmektedir. Bir milletin iç bünyesinde huzur ve asayiş, barış ve kardeşlik mevcut olmayınca iç çekişmeler, kargaşalıklar, anarşiler kol gezecek, kimse yarınından emin olmayacak, millette mal ve can emniyeti kalmayacaktır. Bu durumda, o memlekette gelişmeden, kalkınmadan, saadet ve refahtan söz edilemez. Hatta memleketin hürriyet ve istikbali tehlikelere düşer, kargaşa ve çekişmelerin devamı halinde memleket de, millet de hatta din ve mukaddesat da yok olur gider, Tarih boyunca yıkılan milletler bu yüzden, iç çekişmeler yüzünden yıkılmışlardır. Bu sebepledir ki, bugün devletler önce iç huzuru, iç güvenliği, milletin birlik ve beraberliğini sağlamak mecburiyetini hissetmekte ve bu yolda en büyük gayretleri sarf etmektedirler.

Daha doğrucu milli birliğini sağlayamayan toplumlar millet ve devlet olma niteliğini kazanamamakta, hürriyet ve istiklalini elde edememekte veya koruyamamaktadır. Bu gerçeği milli şairimiz M. Akif Ersoy şöyle dile getirmektedir:

“Tefrika girmeden bir millete düşman giremez ; Toplu vurdukça yürekler onu top bile sindiremez.”

İste bütün bunların dikkate alan, ve bütün müslüman milletlerin mutlaka müstakil ve hür birer devlet kurmalarını isteyen İslam, bütün müslümanların hiç bir suretle iç çekişme ve kavgalara meydan vermemelerini, birlik ve beraberlik, barış ve kardeşlik içinde bulunmalarını, toplu halde barışa girmelerini emretmektedir.

Her fırsatta müslümanlar arasında barış ve kardeşliğin kökleşmesini sağlamak maksadıyla, teşviklerde bulunan Kur’an-ı Kerim, insanlar arasında yapılan konuşmaların kıymet ve faydasını değerlendirirken, konumuzla ilgili pek manidar beyanlarda bulunmaktadır:

“Onların fısıldaşmalarının çoğunda hayır yoktur. Meğer ki, bir sadaka vermeyi, ya bir iyilik yapmayı veya insanların arasını düzeltmeyi emredenler ola... Kim Allah’ın rızasını arayarak böyle yaparsa biz ona çok büyük bir mükafat vereceğiz."9

Lüzumsuz konuşmaların, faydasız söyleşmelerin bir değer taşımadığını, ancak bir iyilik yapmayı, yoksula yardımda bulunmayı veya insanlar arasında sulh ve barışın sağlanması yolunda birer emir ve tavsiye mahiyeti taşıyan konuşmaların kıymetli ve hayırlı olduğunu açıklayan ayeti kerime, bu çeşit hayırlı davranışlarda bulunmayı teşvik etmek üzere büyük mükafat vaadinde bulunmaktadır.

Şimdi, bütün müslümanlar arasında barış ve kardeşliğin, huzur ve asayişin ne derece bir önem taşıdığını, müslümanlar arasında bu manevi bağlar koptuğu veya gevşediği zaman din ve milletin ayakta duramayacağı neticesini işaret eden peygamberimizin mübarek sözlerinden bazılarını nakledelim:

“Müminlerin birbirlerine karşı sevgi, merhamet ve şefkat hususunda örnekleri, bir vücut gibidir ki, o vücuttan bir parça rahatsız olduğu zaman, uykusuzluk ve ateş yükselmesi ile bütün vücut katılarak rahatsız olur,”10

Yani müslüman bir toplumun fertleri birbirlerine o kadar derin bir sevgi ve şefkat bağı ile bağlıdırlar ki, bu bir vücudun organları arasındaki bağı andırır. Eğer müslümanlar arasında her hangi bir fert maddi, manevi bir ızdırap içinde bulunmuş olsa bütün o İslam toplumunun tamamı aynı ızdırabı duyar, onun derdine çare bulmada, yarasına merhem olmada toplu halde gayret sarf ederler. Nerde kalır böylesi bir toplum içinde kavgalar, çekişmeler, vuruşmalar... İslamın, Peygamberimizin istediği toplum sosyal adaletin ve sosyal güvenliğin tam olarak kurulduğu bir cemiyettir.

“Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu düşmana teslim etmez. Her kim bir kardeşinin ihtiyacını karşılarsa, Allah da onun ihtiyacını karşılar. Her kim bir müminin bir sıkıntısını giderirse Allah da onanla kendisinin kıyamet sıkıntılarından bir sıkıntısını giderir. Kim bir müslümanın bir aybını örterse Allah da kıyamette onun aybını örter.”11

"Birbirinizi terk etmeyin, ziyaretleşmeden geri kalmayın. Birbirinize arka dönmeyin, birbirinize buğz etmeyin. Birbirinizi hasetlemeyin. Birbirinize kardeş olarak Allah’ın kulları olunuz. Bir müslümanın diğer bir müslüman kardeşine karşı üç günden fazla dargın durması, onu terk etmesi helal olmaz.’12

Bu hadis-i şeriflerde açıklanan ve uyulması istenilen prensipler, günümüzün deyimi ile en emin sosyal güvenlik, en güzel sosyal adalet, en sağlam sosyal dayanışma ve en samimi barış ve kardeşlik prensipleri mahiyetini taşımaktadır. Bu prensiplerin hakim olduğu bir toplum, maddi manevi sağlam bir bünyeye sahip, parlak bir kalkınmaya namzet ve mesut bir yaşantıya ermiş olabilir. İslam toplumu bu yüce prensiplerin yaşadığı bir toplumdur.

Müslümanlar Arasında Vuruşma

Söylemeye hacet yoktur ki, müslüman toplumları meydana getiren insanlar da diğer insanların yaratılış itibariyle sahip oldukları bütün özelliklere aynen sahip bulunmaktadırlar. Bu itibarla müslüman bir toplumun fertleri veya iki müslüman toplum arasında, maddi manevi çeşitli sebeplerden ötürü zaman zaman çekişmeler, kavgalar, hatta vuruşmaların dahi çıkabilmesi ihtimal dahilindedir.

Çünkü müslümanlarla ilgili yukarıda izah edilen emir ve prensipler her ne kadar bir toplumun huzur ve asayişini, barış ve güvenliğini saklamaya yeterli hükümleri ihtiva etmekte ise de, söylemeye hacet yoktur ki, bu emir ve prensipler uygulandığı, gerekleri toplumun bütün fertleri tarafından yerine getirildiği zaman istenilen toplum huzuru elde edilebilir. Aksi halde bu yüce hayat nizamı birer nasihat olmaktan ileri gidemez. Her ne kadar İslam’ın İman esaslarını kabul eden her insanın yukarıda sözü edilen buyruklara uygun olarak davranışlarda bulunması, dolayısıyla toplumun huzur ve güvenliğinin sarsılmasına meydan vermemesi gerekmekte ise de; bu her fert ve toplum için her zaman garanti edilemez. İşte, bir kısım insanların Allah’ın ve Rasulünün emir ve yasaklarına aykırı davranışları yüzünden müslüman toplumu içerisinde çekişme, kavga ve hatta savaşların dahi çıkabileceğini dikkate alan Cenab-ı Hak, böylesi bir durum meydana geldiği zaman nasıl hareket edilmesi gerektiğini Kur’an-ı Kerimde açıklamaktadır. Bu konu ile ilgili ayeti kerimelerden üç kısım insana vazife ve mesuliyet yüklendiğini görmekteyiz: Bunlar, çekişmeye katılan iki taraf ile çekişme dışı kalan tarafsızlardır. Şimdi bu konudaki Ayeti kerime­lerden İlahi beyanatı görelim:

“Eğer bir şey hakkında çekişirseniz, onu Allah’a ve Peygamberine döndürün, havale edin. Yani çekiştiğiniz konuda Allah’ın kitabına ve Rasulünün sünnetine müracaat edin. Eğer Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsanız. Bu hem hayırlı, hem netice bakımından daha güzeldir. "13

Yani aranızda herhangi bir mesele hakkında, herhangi bir sebep yüzünden anlaşmazlık ve çekişmelere düşmeniz mümkündür. Bu durumda,’ eğer Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsanız anlaşamadığınız konu hakkında Allah’ın kitabı Kur’an-ı Kerim’e ve onun en güzel tefsiri olan Rasulü Ekrem’in sünnetine, hadislerine başvurunuz. Kur’an-ı Kerim ve hadis-i şeriflerde verilen hükümlere razı olarak aranızdaki çekişmeye son veriniz. Sonra bu şekil hareket etmeniz, yani Allah’ın ve Rasulünün hükmüne uyarak kavgaya son vermeniz, çekişmeyi sürdürüp gitmekten ve başkalarının hükmüne uymaktan daha hayırlı ve daha güzeldir. Çünkü kavgayı sürdürmek taraflar için de, diğer müslümanlar için de zarardan başka bir mana ifade etmeyeceği gibi, Allah’ın ve Rasulünün hükmünden daha adaletli bir hüküm bulmak da mümkün değildir. Zira Allah’ın ve Rasulünün hükmü bizzat adalettir. Binaenaleyh o hükme uyarak sulh ve barışa giriniz.

Müslümanlar arasında meydana gelecek kavga ve çekişmelerde taraflardan birisi veya her iki taraf birden herhangi bir sebeple Allah’ın ve Rasulünün emrine uyarak barışa girmez ve kavgaya, hatta savaşa devam ederler ise bu durumda nasıl hareket edilmesi gerektiğini, çekişme ve çatışmanın dışında kalan diğer müslümanların nasıl davranmaları, dolayısıyla kavgaya son vermeleri gerektiğini açıklamak üzere Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:

"Eğer müminlerden iki zümre birbiriyle vuruşurlar ise, aralarını bulup barıştırınız. Eğer biri diğerine karşı hala tecavüz ediyorsa siz o tecavüz edenle, Allah’ın emrine dönünceye kadar savaşın. Neticede eğer Allah’ın emrine dönerlerse artık adaletle aralarını bulup barıştırın. Her işinizde adaletle hareket edin. Şüphesiz ki Allah, adil olanları sever.

Müminler ancak kardeştirler, O halde kardeşlerinizin arasını bulup barıştırın sulh yapın. Allah’tan korkun ta ki esirgenesiniz.”14

Ayeti kerimeden açıkça anlaşılmaktadır ki, çeşitli sebeplerle müslüman toplumlar arasında meydana gelen çekişme ve anlaşmazlıklar, barışçı yollarla halledilip son verdirilmediği takdirde, kanlı kavgalara, kardeş kırmalara dönülebilir. Bu durumda vuruşmaya katılmayan tarafsız diğer müslümanlar üzerine İlahi bir vecibe yüklenmektedir. O da, hemen birbiri ile savaşan müminleri vuruşmadan alıkoymak, taraflar arasını bularak, İslam kardeşliği bağını yeniden tesis etmektir.

Şayet, vuruşan mümin taraflardan birisi, barışa yanaşmaz ve tecavüzüne devam ederse, bu durumda, arabuluculuk görevi yapan diğer müminlerin de o saldırgan tarafa karşı fiili terbiye ve tenkil hareketine girmeleri ve onların zulümlerini ortadan kaldırmaları bir borç haline gelmektedir. Çünkü saldırgana müsaade edildiği takdirde birçok masumun kanına girmesi mümkün olduğu gibi gönlünde böylesi zulmetme, kan dökme meyli taşıyanlara da cesaret verilmiş, dolayısıyla daha birçok vuruşma ve kardeş kanı dökülmesine meydan verilmiş olacaktır. Binaenaleyh, barışa yanaşmayarak saldırganlığa devam eden tarafa İslamın devlet gücü, müslümanların yetkililerinin gereken fiili dersi vermeleri, onları tenkil ve terbiye etmeleri diğer müslümanların hayır ve selametine vesile olacaktır. Bu noktada Cenabı Hak hasım taraflarla birlikte, bilhassa arabuluculuk görevi yapan tarafsız müslümanların iki defa dikkatlerini çekerek “adaletle aralarını bulun, her işinizde adaletle hareket edin.” diye ihtarda bulunmaktadır.

Bu ihtar, her kavgada arabuluculuk görevi yapan bütün müslümanlara hitap etmekte ise de, daha çok hakim ve idarecilik niteliği taşıyan sorumlu kimselere yönelmektedir.

Hasımlar arasında davayı halletmek, çekişme ve çatışmayı yatıştırmak üzere, taraftar hakkında verilen hüküm adalet ve hakkaniyete dayanmadığı zaman, bunun büyük İlahi mesuliyeti gerektirdiği bir gerçek olduğu gibi, bu türlü hükümle, taraflar arasında barış ve huzurun sağlanması da mümkün olmaz. Belki de, taraflardan birine iltimas veya hile mahiyeti taşıyan bir hüküm ve kararla hasımlar arasında daha büyük kavga ve vuruşmaların çıkmasına sebep olunabilir.

İslam tarihine hakem olayı diye geçen. Hz. Ali ile karşısındakiler arasında hilafet meselesini halletmek, taraflar arasında vuruşmayı önlemek üzere tayin edilen hakem heyetinin hileli ve hatalı olarak vermiş oldukları karar neticesinde taraflar arasında meselenin hal edilmeyip, bilakis daha büyük felaketler çıkmış olması acı bir örnektir. Günümüzde de birçok kan davalarına ve cinayetlere böylesi adaletten ve hakkaniyetten uzak, hata ve iltimas nitelikleri taşıyan kararların sebep olduğunu söylemek mümkündür, Zulmün en çirkini adaletsiz verilen hükümden doğar. İste bu sebepledir ki, hasımlar arasında hüküm vermek, arabulmak durumunda olan kimselere Cenab-ı Hak iki defa ihtar ederek "Adaletle hüküm verin, adaletle kardeşlerinizin arasını düzeltin,’’ demektedir.

Bundan sonra bütün müminlerin birbiri ile kardeş olduklarını hatırlatarak Cenab-ı Hak yine, tarafsız müminleri kardeşlerinin aralarını düzeltmeye; sulh ve barış tesis etmeye davet etmekte ve gerek hasımlara, gerekse barıştırıcılara Allah’tan korkmalarını, İlahi emre aykırı hareket etmekten sakınmalarını, dolayısıyla ancak bu şekilde ilahi esirgemeye ve rahmete kavuşabileceklerini pek manidar bir şekilde ihtar etmektedir.

Burada bir hususu tekrar ve daha açık olarak ifade etmekte fayda görmekteyiz: Yukarıdaki Ayeti kerimede, barışa yanaşmayarak tecavüze devam eden müslüman taifeye karsı savaş açılmasına dair olan emir ve hitap, ferdi müslümanlara veya bir aileye ve yahut belli bir zümreye değil tamamen, ve doğrudan doğruya devlete ve idarecilik vasfını haiz olanlaradır Aksi halde müslümanlar arasında ayeti kerimeden hiç de kast edilmeyen büyük anarşilerin çıkabileceği bir gerçektir.

GAYR-İ MÜSLÜMLERLE BARIŞ

Konumuzun başında yer alan Ayeti kerimenin "Ey iman edenler! Toplu halde sulh ve barışa giriniz..." emri, mutlak olduğu, yani kimlerle barışa girilmesi gerektiği açıklanmadığı, bir kayıt altına alınmadığı için, müslümanların birbiri ile barış ve kardeşlik içinde yaşamalarını gerektirdiği gibi aynen, gayri müslümler ile de barış ve sulh içinde bulunmaları konusunu kapsamına almaktadır. Müslümanlardan öte gayr-i müslümler ile de barış içinde bulunmayı emretmesi İslamın barışsever bir din oluşunun kemalini gösterir. Ancak burada, İslam’ın harp ve cihat hükümleriyle barış prensipleri arasında herhangi bir tezat bulunmadığını açıklamakta fayda vardır: Hemen herkes tarafından bilinmektedir ki, gayri müslümlerle gerektiğinde savaş yapılmasına ve gerektiğinde onlara karsı cihat ilan edilmesine dair İslamın bir çok emir ve hükümleri bulunmaktadır. Buna karşılık, yukarıdaki Ayeti kerimeden de anlaşıldığı gibi İslam, gayr-i müslümler de dahil bütün insanlar ile sulh ve barış içinde yasamayı müslümanlara emretmektedir. Her ne kadar bu iki hüküm, savaşla barış hükmü birbirine zıt bir görünüm durumunda iseler de İslam’ın harp ve sulh esası birbirine zıt değil uygun düşmekte hatta birbirini tamamlamaktadır. Çünkü İslam’ın savaş ve cihat hükümleri de aynı zamanda -geniş manası ile - insanlar arasında barış ve güvenliği sağlamak hedefine yönelmektedir. Bu gerçeği İslama göre savaş sebeplerini özetlemek suretiyle anlamak mümkün:

a — Saldırganlara karsı savunma savaşı,

b —Fitne ve zulmü kaldırma savaşı.

Gayr-i müslüm milletler müslüman milletlere karşı harp açarak vatanlarına, canlarına, mallarına veya haysiyet ve şereflerine saldırır ise, bu durumda tabii olarak, müslüman milletlerin de, saldırgan düşmanlara karşı savaş ilan etmeleri ve maddi manevi bütün haklarını korumaları İslam esaslarına göre bir farz, Allah’ın emri haline gelmektedir:

’‘Müşrikler sizinle nasıl topyekün harp ediyorlarsa siz de onlarla topyekün harp edin. Bilin ki Allah korunanlarla beraberdir.

Bu en tabii meşru müdafaa hakkıdır. Gayri müslümler bütün güçleri ile müslümanlara karşı savaş ilan eder, onların haklarına saldırırlar ise, elbette müslümanlar da onlara karşı bütün güçleri ile, topyekun savaş açacaklardır.

İslam’ın, bu yolda harbe izin vermesi, hatta teşvik ve emirde bulunması, insan haysiyet ve şerefini, hak ve hürriyetlerini ve nihayet barış ve güvenliğini korumak ve teminat altına almak içindir. Boş yere kan dökmek, yurt yıkmak için değildir. Bilakis boş yere dökülecek kanı korumak, yıkılacak yurdu kurtarmak içindir. Barış ve asayişi bozmak için değil, bilakis saldırgan düşmanın bozduğu huzur ve güvenliği yeniden kurmak içindir.

İslam’a göre savaşın ikinci sebebi İlahi kelimetullahtır, Allah’ın adını yükseltme gayesine ermektir. Bu da, insanlar arasında fitne, zülüm, haksızlık gibi her türlü sapkınlığı ortadan kaldırmak, yerine Allah’ın dinini, hak ve adaletini hakim kılmak, insanları hürriyet ve güvenliğe, sulh ve huzura kavuşturmak manalarını ifade etmektedir:

"Fitne kalmayıncaya ve din yalnız Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Vazgeçerlerse, artık zalimlerden bagkasına hiç bir husumet yoktur.”16

Fitneyi, zulmü, haksızlığı, huzursuzluğu, insanların yaşantılarını zehirleyen esaret felaketlerini ortadan kaldırıncaya kadar, Allah’ın dini, hak, adalet, huzur ve barış temin edilinceye kadar, insanların saadet ve selametlerini temin edinceye kadar savaşın. Zalimlerden bankasına, düşmanlık, husumet yoktur. Onların zulmü yok edilinceye kadar savaşın, savaşılacak düşman zalimlerdir, başkalarına zulmedenlerdir.

Görülüyor ki, İslam’ın savaş ve cihat emri ile barış ve sulh emri birbirini tamamlamaktadır. Birbirine zıt düşmemektedir. Savaş da barış için yapılmaktadır. Söylemeye hacet yoktur ki, İslam’a göre gayr-i müslümleri zorla müslüman yapmak için savaş ilan edilemez, harp yapılamaz. İslam yüce esasları sağlam prensipleri ve hayatı hükümleri ile insanların akıl ve gönüllerini fethederek yayılmaktadır. Müslümanlara düşen vazife onu layık olduğu şekilde tebliğ etmektir. İnsanlar zorla müslüman olmazlar, olsa olsa münafık olurlar. Bu zorlama hakkını da İslam kimseye vermemiştir:

“Dinde zorluna yoktur, İman ile küfür gerçekten apaçık meydana çıkmıştır.

Artık her kim tağutu yani insanları saptıranları tanımayıp da Allah’a iman ederse o, mukakkak ki kopması mümkün olmayan en sağlam kulpa yapılmıştır. Allah hakkıyla işitici kemali ile bilicidir.’17

İslam dinini yaymak ve yüceltmek manasını ifade eden Cihat, İslamı zorla kabul ettirmek, haksız yere harp açarak kan dökmek ve düşmandan mal ve ganimet elde etmek manalarını ifade etmez. Cihat İslam’ı ortaya çıkarmak, bütün insanların akıl ve idraklerine takdim ve tebliğ etmek ve buna mani olan engelleri ortadan kaldırmaktır. Binaenaleyh, idaresi altındaki halka, İslam’ı tanımak, hür olarak kabul veya reddetmek imkanını vermeyen, dolayısıyla tebaasını zorla yanlış ve batıl yollarda devam etmeye mecbur bırakan zalim hükümdarlara karsı cihat ilan edilir, harp açılır. O zalim hükümdarın baskı, sulta ve zulmü ortadan kaldırılır, o halka İslam tanıtılır ve tebliğ edilir. Bundan sonra isteyen İslam’ı kabul ederek hidayete kavuşur, isteyen eski inancında ısrar eder. Hiç kimse dine girmeye zorlanamaz. Çünkü İslam’da zorlama yoktur. Görülüyor ki, İslam’ı yaymak kastıyla yapılan cihat ve savaşta da netice itibariyle insanların hak ve hürriyete, hidayet ve selamete kavuşmaları, zülüm ve baskıdan kurtulmaları, dolayısıyla barış ve emniyete kavuşmaları sağlanmış oluyor.

Düşman İle Barış

Bütün prensipleri ile bir hayat ve saadet dini, barış ve güvenlik düzeni olan İslam, savaşı bir mecburiyet ve son çare olarak meşru kıldığı ve asıl gayesinin sulh ve selamet olduğu içindir ki, savaş halinde de her fırsatta harbi sona erdirmek, çatışma ve vuruşmayı durdurarak kan dökülmesini önlemek dolayısıyla sulh ve sükuneti yeniden sağlamak hedefini güder. Nitekim, savaş gerek meşru müdafaa hakkı olarak, gerek fitne ve zulmü ortadan kaldırmak için, gerekse başka sebeplerle başlatılmış olsun düşman tarafından sulh teklifi geldiği takdirde müslümanların bu sulha iştirak etmeleri lazım gelir:

"Eğer düşmanlar barışa meyl ederlerse (ya Muhammed) sen de ona - barışa - yanaş ve Allah’a güvenip dayan. Çünkü her şeyi hakkıyla işiten, kemaliyle bilen bizzat O’dur.’18

Hatta düşman, savaşı keser, barış isteğini açıkca ilan ederek, savaşın sona erdirilmesini müslümanların takdirine bırakır ise, bu durumda, müslümanların da savaşı bırakmaları, sulh ve barışa girmeleri İslami bir zaruret halini almaktadır:

’‘Artık onlar, sizi bırakıp bir tarafa çekilirler de, sizinle vuruşmazlar ve barışı size bırakırlarsa, o halde Allah onlar (düşman) a sizin için -tecavüze - bir yol bırakmamıştır.”19

Çünkü İslam’ın savaşa izin vermesi, sebepsiz kan dökmek, yuva yıkmak, huzur bozmak için değildir. Bilakis, hayat kurtarmak, yurdu korumak, zulüm ve baskıyı kaldırarak hak ve adaleti, asayiş ve güvenliği hakim kılmak içindir.

Binaenaleyh savaşı bırakan, tecavüzden vazgeçen, dolayısıyla doğru yola gelmeleri, İslam’ı kabul etmeleri müsait hale gelen kimselere karşı harp devam ettirilemez. Derhal müslümanların da bu durumda savaşa son vermeleri Allah’ın emri haline gelir.

Fakat savaş devam ederken ve düşman bütün gücü ile müslümanların üzerine, topraklarına saldırmaya devam ederler iken, ve müslümanlar da güçlü bir durumda, bulunurlarken, düşmana barış ricalarında bulunmaya izin verilmemektedir. Bu durum müslümanlar için maneviyat bozucu bir zillet olduğu gibi, düşman için de cesaret, şımarma ve saldırısını arttırma vesilesi olacaktır:

"... Onun için gevşeklik etmeyin de, sizler daha üstün - galip - olacak iken, sulha yalvarmayın. Allah sizinledir. Ve Allah izin amellerinize kıymaz. "20

İnsanlığın tarihi boyunca çekmiş olduğu ızdıraplar, harbler, darbeler ve ihtilallerin son bulması, arzulanan, saadet ve refahın temin edilmesi, hürriyet, barış ve güvenliğin bütün insanlar için sağlanması yolunda İslam’ın koymuş olduğu “bütün insanlar arasında barış ve beraberliğin sağlanması” prensibine bağlı olarak, milletlerarası muahede ve anlaşmalara dair İslam’ın temel esaslarından bir örnek vererek konumuza son verelim.

Sürekli bir barış ve asayişi sağlamayı, milletlerarası sulh ve sükun temin etmeyi gaye edinen İslam, milletlerarası antlaşmalarda en sağlam ve en güzel yolu seçerek, yapılan antlaşmalara sadakat ve bağlılık gösteren milletlere karşı mukabil olarak aynı antlaşmaya saygı ve bağlılık göstermeyi emretmiştir:

“Muahede yaptığınız müşriklerden size, (ahidlerınin şartlarında) hiç bir eksiklik yapmamış, (düşmanlarınızdan) hiç bir kimseye yardım etmemiş olanlar müstesnadır, O halde onların müddetleri (bitinceye) kadar ahitlerini tamamlayın. Çünkü Allah sakınanları sever.”21

Sonuç olarak şunu ifade etmek yerinde olacaktır: Gerek müslümanlar arasında, gerekse müslümanlarla gayr-i müslümler arasında barış, sulh ve güvenliğin tesis edilmesi ve bu durumun sürekli olarak yaratılması, dolayısıyla müslümanların ve bütün insanlığın saadet ve selametinin temin edilmesi hususunda ilk şart olan huzur ve asayişin sağlanması yolunda İslam, en güzel, en makul ve en yüce esasları koymuştur. Çünkü İslam barışçı bir dindir.

  1. el-Bakara:208-209
  2. el-Maide: 33.
  3. el-Kasas: 77.
  4. el-Maide: 64.
  5. el Araf: 56
  6. el-Araf: 56.
  7. er-Rad: 25.
  8. el-Enfal: 46,
  9. en-Nisa: 114.
  10. Buhari ve Müslüm R.119
  11. Buhari ve Müslüm R.121
  12. Buhari ve Müslüm R.567
  13. en-Nisa:59
  14. el-Hucurat:9-10
  15. et-Tevbe:36
  16. el-Bakara:193
  17. el-Bakara:255
  18. el-Enfal.61
  19. en-Nisa:90
  20. Muhammed:35
  21. et-Tevbe:4