Makale

MATURİDİ VE EŞ’ARİ MEZHEPLERİ HAKKINDA BİR TETKİK

MATURİDİ VE EŞ’ARİ MEZHEPLERİ HAKKINDA BİR TETKİK

Yazan : Dr. Fethullah HALİF

Çeviren : Mustafa ÖZ

I.EBU’L-HASEN el-EŞ’ARİ’Yİ EBU MANSUR el-MATURİDİ’ YE TAKDİM TEMAYÜLÜ:

Taşköprzade, Miftahu’s-Saade isimli eserinde şöyle der: "Kelam il­minde sünnet ehlinin reisleri iki büyük zattır. Bunlardan birisi Hanefi, diğeri ise Şafii’dir. Hanefi olan hidayet imamı, Ebu Mansur Muhammed b. Muhammed b. Mahmud el-Matüridi’dir; Şafii olanı ise sünnet ve ce­maat mezhebinin şeyhi, reisi, mütekellimlerin imamı, Hz. Peygamberin sünnetinin yardımcısı, dinin müdafii ve İslam inançlarının muhafızı Ebu’l-Hasen el-Eş’ari el-Basri’dir.”1

Muslihu’d-Din Mustafa el - Kestelli, el-Akaidu’n-Nesefiyye şerhine yazdığı haşiyede; "Irak, Şam, Horasan ve daha birçok a­lam beldelerinde ehl-i sünnet ta­birinden anlaşılan Ebu’l-Hasen el-Eşa’ri’ye tabi olan eş’arilerdir. Fakat Maveraünnehir ve civarın­da bu terimden anlaşılan Ebü Mansur el-Maturidi’ye mensup olan maturidirler,..”2 der. Keza ez-Zebidi de sünnet ehli denilin­ce bundan, Eş’ariler ve Matüridilerin kastedildiğini belirtir.3

Naklettiğimiz bu açıklama­lardan sonra, Eş’ari ve Matüridi’nin sünnet ehlinin iki büyük imamı olduğu neticesini çıkarırız. Bununla beraber birçok zamanlar, Matüridi’den hemen hemen hiç bahsedilmemesi yanında, Eş’ari’nin İslam’ın bayrağı, İslam akai­dinin bidatçilere, sapıklara ve selef mezhebinden uzaklaşanlara karşı müdafi olarak gösterilme­si temayülü oldukça yaygındır. Halbuki Matüridi, sünnet ehline yardımcı olmak konusunda Eşari’ye karşı bir tekaddüm hakkına sahiptir.5 Eş’ari’nin kırk yaşına kadar itizal mezhebinde bulun­masına mukabil,6 Maturidi İhti­sasını ehlüs-sünne mezhebinde tamamlamış, ölünceye kadar da bu mezhepte kalmıştır.

Yukarıda belirttiğimiz veçhi­le Matüridi’nin aleyhinde ve Eş’ari’ nin lehinde gelişen bu temayülün, bir kısım tarihçilerin ve terceme-i hal yazarlarının Maturidi’yi ihmal etmelerinden ileri geldiği anlaşılmaktadır. Mesela, Matüridi’den en az elli yıl sonra ölen İbnu’n-Nedim (öl. H. 379/ M. 987) Hanefilerin ve Sünnet eh­linin Mısır’daki reisi ve Maturidi’nin muasırı İmam et-Tahavi’ yi (öl. H. 321/M. 933) zikrettiği halde? Maturidi’den hiç bahsetmemekte, buna mukabil, Eş’ari’ye yeteri kadar yer ayırmakta­dır.8 Keza İbnu Hallikan Vefeyatu’l-Ayan’da Tahavi’yi zikretti­ği halde Matüridi’den hiç bahset­mez, Müverrih İbnul-İmad, es- Safdi ve Fevatu’l-Vefeyat sahibi de Matüridi’den katiyen bahsetmiyorlar. Büyük tetkikçi İbnu Haldun, mukaddimede kelam il­mine dair yazdığı fasılda, bu ko­nuda hiçbir şey söylemez. Keza yazdığı Te’vilatu’l Ehli’s-Sünne veya Te’vilatü’l-Kur’an isimli ese­riyle, tefsir ilminde hakikaten söz sahibi olduğunu isbat eden Matüridi hakkında, Suyuti’nin Tabakatu’ 1-Müfessirin adlı eserinde de herhangi bir malumata rastla­mak mümkün değildir.

Bizzat Maturidi alimlerinin kasıtsız da olsa bu temayüIe ka­pılmaları cidden garip bir şeydir. Hanefilerin yazdığı tabakat ve teracim-i ahval kitapları tetkik edildiği zaman imamlarının ha­yatından bahsederken çok acele geçtikleri gözden kaçmamakta, bundan dolayı da araştırıcılar birtakım cüzi bilgiler haricinde tafsilat elde etmek imkanından mahrum kalmaktadırlar.9 Hanefilerin bu sahada yazdıkları ile, Şafiilerin . tabakat kitaplarınd 10 imamları Ebu’l-Hasen el-Eş’ari hakkında yazdıklarını mukayese edersek, arada çok büyük farklar bulunduğunu ve Hanefilerin imam Maturidi hakkında ihmalkar davrandıklarını görürüz. Üstelik ih­mal durumu sadece tabakat ki­taplarına münhasır olsa idi, tabii karşılanabilirdi. Fakat Maturidi’ nin prensiplerini müdafaa eden alimler, mesela, İmam Ömer en-Nesefi el-Akaidu’n-Nesefiyye’sinde hiç bahsetmemektedir.

Netice olarak, Eş’ari hakkında birçok kaynaklarda geniş malumat bulduğumuz halde, Maturidi hakkında niçin bu imkandan mahrumuz? diye kendi kendimi­ze bir sual soracak olursak, ce­vap bizce şöyle olacaktır: Eş’ari kendi zamanının ilim merkezi olan Bağdat’ta yetişmiş, yaşamış ve eserlerini vermiştir, buna mu­kabil Maturidi, zamanın ilim merkezinden çok uzak bir yer olan Müveraünnehir’de yaşamış ve eserlerini burada neşretmiştir.

II. EŞ’ARİ VE MATURİDİ’ NİN METOD VE PRENSİP BİRLİĞİ

Maturidi ve Eş’ari; Haieviyye, Müşebbihe, Mükeyyife, Muhaddide, Mücessime gibi el-Harfiyyun denilen fırkalarla, rasyonalist bir zümre olan Mu’tezile arasında makul bir yola sahip olmuşlardır. Her iki alim de Cebriyye ve müf­rit Rafıziler arasında mutedil bir vaziyet alarak, Ehlü’s-Sünne’nin inanç esaslarım müdafaa etmişler, metot ve mezhep de hemen aynı neticeye ulaşmışlardır. Metotta ittifak edilince mezhep de de aynı neticelere varmak tabiidir. Çün­kü mezhep metodun neticesinden başka bir şey değildir. Gerek Eş’ari, gerekse Maturidi, Allah’ın ezeli kelamı, sıfatları, görülmesi, arş ve istivanın açıklanması, kul­ların fiilleri, büyük günah işle­yenlerin durumu ve şefaat gibi konularda aynı neticeye ulaşmış­lardır. Bu konular, bilindiği gibi İslam fırkalarının ihtilaf ettikleri hususlardır. Bir başka ifadey­le, kelam ilminin en mühim mev­zuları bu bahsettiğimiz şeylerdir.

A. Allah’ın Sıfatları:

Eş’ari Allah’ın sıfatları konu­sunda mutedil bir yol tutar. İbnu Asakir’in beyanına göre, Eş’ari; Mutezile, Cehmiyye ve Rafızilerin kitaplarını okuyarak, onların İlahi sıfatları kabul etmeyip, iptale yöneldiklerini gördü. Bu sa­yılan fırkalar, Allah’ın ilim, kud­ret, sem’, basar, hayat, irade ve beka sıfatlarım kabul etmemek­tedirler. Buna mukabil Haceviyye, Mücessime, Mükeyyife ve Muhaddide ismini alan fırkalar, Allah’ın ilim, kudret, sem’, basar gibi sıfatlarını kabul etmekle beraber, bu İlahi sıfatları mahlukların sı­fatları gibi düşünmektedirler. Eş’ari bu ifrat ve tefrit görüşler arasında vasat bir yol tutarak, Allah’ın, mahluklarda mevcut sı­fatlar gibi olmaksızın İlim, kud­ret, sem’, basar... gibi kendine mahsus sıfatları bulunduğunu isbat ettti.12

Bu konuda Maturidi de aynı şekilde hareket eder. Kitabü’t- Tevhid’de: “Cenab-ı Hakk’ın; kadir, alim, hayy. kerim.., gibi sıfatlarla mevsuf olduğu aklen ve naklen hak ve doğrudur. Fakat bazı kimseler bu sıfatları, teşbih ifade edeceği endişesi ile Allah’a izafe etmediler. Biz, daha önce ismin muvafakatından dolayı Al­lah’ın mahluka da benzeyeceği iddiasının ne kadar yersiz olduğunu belirttik. Allahu Teala kendisini nasıl tavsif ve tesmiye etmişse öyledir, başkası düşünülemez.’13, "Allah birdir, benzeri yoktur. Bu prensip sabit olunca, mahluklara ait bütün sıfat ve özelliklerin O’na izafe edilmesi de batıl olur. Bu konu iyi anlaşılırsa, teşbih iddia­sında bulunanların ne kadar inatçı oldukları da ortaya çıkar. Çünkü bu konuyu bilmemek insanı din hakkında bilgisiz olması dolayısıyla küfre sürükler. Allah’ ın isim ve sıfatlarının isbat edil­mesinde, mahluklara benzemesi durumu iddia edilemez. Bundan dolayı şüpheleri defetmek İçin, Allah alimdir, diğer alimler gibi değil, deriz. İlim haricindeki di­ğer isim ve sıfatlar hakkında da aynı şeyi düşünürüz ibaresini buluruz.

B. Allah’ın Kelamı:

Eş’ari, Allah’ın sıfatı olan ve O’nun zatıyla kaim bulunan ka­dim nefsi kelamı ile harfleri ve harflerin üzerine yazıldıktan ha­dis cisimleri birbirinden ayırarak, bu hususta makul bir yol tutar, ibnu Asakir; ‘‘Mu’tezilenin Allah’ın kelamını mahluk, ibda, ve icat edilmiş bir şey olarak kabul etmelerine mukabil Haceviyye bütün harflerin ve harflerin üze­rine yazıldığı bütün cisimlerin,

yazıların, renklerin ve Mushafın iki kabı arasında bulunan her şeyin kadim ve ezeli olduğunu id­dia ettiler. Eş’ari bu iki görüşe de iltifat etmedi. O, Allah’ın kela­mı Kur’an, kadimdir, mahluk ve hadis değildir. Fakat harfler ve harflerin üzerine yazıldığı cisim­ler, renkler, sesler, alemde bulu­nan ve keyfiyetle ilgisi olan her şey mahluktur."15 der.

İmam Maturidi ve Maturidi mezhebinin alimlerinin kanaatle­ri de bundan farklı değildir. Maturidilerin en büyük alimlerinden biri olan Ebu’l-Muin en-Nesefi, Tabsiratu’l-Edille isimli eserinde bu konuda şöyle der: “İnsanlar, Allah’ın kelamının kadim veya hadis olduğu konusunda ihtilaf ettiler, Hak ehline göre doğru olan, Allah’ın kelamının, ezeli İla­hi sıfat olduğudur. Bu kelam harf ve ses nevinden bir kelam olma­yıp, Allah’ın zatı ile kaim olan kelamdır, Allah bu kelamı ile emreder, nehyeder ve haber verir. Okuduğumuz ibareler ise İlahi ke­lama delildir. Kur’an konusunda hasımlarımızla bizim aramızdaki meselenin daha açık bir şekilde ortaya çıkması için deriz ki; Allah’ın kelamı zatıyla kaim ilahi bir sıfattır. Bu sıfatın ses ve harflerle alakası yoktur, o sadece bir sıfattır. Allah bu sıfatı ile emreder, nehyeder ve haber verir. Fakat, Arapça, İbranice veya Süryanice ibarelere gelince: Bunlar emir, nehiy ve ihbar ifade eden tabirler ve aletlerdir. Keza bu ibareler harf ve seslerden meydana gelir ki bunlar kendi ma­hallerinde mahluk ve muhdes şeyler olup, Allah’ın ezeli kelam sıfatının delaletleridir. Bunlar mahluktur, çünkü muhtelif bö­lümler, cüzler ve diğer kısımlar­dan meydana gelmiştir. Muhtelif olan her şeyin mahluk olacağı aşikardır. Allah’ın kelamı ise böyle olmayıp, birdir; cüzlere ay­rılmış muhtelif şeylerden teşek­kül etmez...”16

Bir başka Maturidi alimi, el- Beyazi, Eş’ari ve Maturidilerin temsil ettikleri ehlü’s-Sünne görüşü ile muhaliflerinin kanaatle­rini bazı yönleriyle daha açık bir şekilde ortaya koymuştur. Bu za­tın yazdığı İşaratu’ 1 -Meram İsim­li eserinde şunları okuyoruz: "Allahu Teala bizim kelamımız gibi olmaksızın konuşur. Burada Allah’ın nefsi kelam sıfatını nefyeden Mu’tezile’ye, ilahi kelamı lafzi sayan, birbiri takip eden kelime ve harflerin Allah’ın zatı ile kaim ve kadim sıfat olduğu­nu kabul eden Haşeviyye’ye karşı red durumu vardır. Keza, Sünnet ehlince ileri sürülen bu görüş, Allah’ın kelamının lafzi ve hadis olduğunu kabul eden, ayrıca bu hadis kelamın İlahi zat ile kaim olduğu iddiasında bulunan Kerramiyye’ye de karşıdır. Bu ihtilaf­ları, neticesi birbirine mütearız olan bir kıyasla daha açık anla­tabiliriz :

Birinci kıyas:

Allah’ın kelamı, Allah’ın sı­fatıdır,

Allah’ın sıfatı olan her şey kadimdir,

Buna göre Allah’ın kelamı da kadimdir.

İkinci kıyas:

Allah’ın kelamı tertip edilmiş, birbirinden sonra gelen sesler ve harflerden ibarettir.

Bu durumda bulunan her şey, hadistir,

Buna göre Allah’ın kelamı da hadistir.

Eş’ari ve Maturidilerin temsil ettiği Ehlü’s-Sünne, ikinci kıyasın birinci mukaddimesini, yani “Al­lah’ın kelamı, tertip edilmiş, birbirinden sonra gelen harflerden ibarettir,’’ görüşünü reddettiler. Hanbeliler ikinci kıyasın ikinci mukaddimesini, yani “Birbirini takip eden harfler ve seslerden meydana gelen her şey hadistir” fikrini kabul etmediler. Çünkü onlara göre Allah’ın kelamı ter­tip edilmiş harfler ve seslerden ibarettir, bu harf ve sesler de Allah’ın zatı ile kaimdir, Mu’tezile ise birinci kıyasın birinci mu­kaddimesini yani “Allah’ın kela­mı, Allah’ın sıfatıdır” prensibini reddederek, Allah’ın kelamının harfler ve seslerden tertip ve telif edilmiş bulunduğunu, bu ke­lamın da başkası ile kaim oldu­ğunu, Allah’ın mütekellim olma­sının, bu harf ve sesleri Levh-i Mahfuz, Cebrail, Peygamber ve­ya diğer şeylerde yaratması ma­nasına geldiğini iddia ederek, nefsi kelamın sabit olmadığını, sabit olmayan şeyin de anlaşılamayacağını belirttiler, Kerramiye ise birinci kıyasın ikinci mukad­dimesini, yani "Allah’ın sıfatı olan her şey kadimdir" prensibi­ni kabul etmeyerek, İlahi kelamın harfler ve seslerle meydana ge­len hadis ve İlahi bir sıfat oldu­ğunu ve bunun Allah’ın zatı ile kaim bulunduğu iddiasını öne sürdüler...”17

C. Allah’ın Görülmesi;

Eş’ari, Allah’ın görülmesi konusunda, da makul bir yol tu­tar, ibnu Asakir, şöyle der: “Haşeviyye ve Müşebbihe, Allahu Teala diğer şeyler gibi, keyfiyet ve hudut içinde görülür, iddiasın­dadırlar. Buna mukabil Mu’tezile, Cehmiyye ve Neccariyye Allah’ın katiyen görülmeyeceğini ısrarla belirttiler. Eş’ari bu iki görüşe de itibar etmeyerek, Allah’ın hulul, hudud ve keyfiyet olmadan görüleceğini, o nasıl ki sizi key­fiyet ve hudut kayıtları olmaksı­zın görüyorsa, ahirette de hudut ve keyfiyet olmadan görüleceğini ifade etti.”18

Maturidi’nin görüşü de buna yakındır. Kitabut’-Tevhid’de: "Bi­ze göre Allah’ın idrak ve tefsir olmaksızın görülmesi hak ve doğ­rudur. Biz bu görülme ile idrak ve ihatayı kastetmiyoruz. Çünkü Kur’an-ı Kerim’de, "Ona gözler erişemez, O bütün gözleri ihata eder,”19" ayeti Allah’ı idrak ve ihatanın mümkün olmayacağını ifade eder. Görmek ise idrak ve ihata demek değildir. Çünkü id­rak, mahdut olan bir şayi çepe­çevre ihata etmektir. Allahu Teala mahdut olmaktan münezzeh­tir.” Eğer, “Allah nasıl görüle­cektir?” diye bir sual varit olur­sa, biz, keyfiyet siz görüleceğini söyleriz. Çünkü keyfiyet, suret ve şekil sahibi varlıklar için bahis konusudur. Halbuki Allah bundan münezzehtir. O, keyfiyet ifade eden bütün hususlardan münezzeh olarak görülecektir...”20

D. Haberi Sıfatlar;

Eş’ari, naslarda varit olan, arş, istiva ve benzeri konularda da orta bir yol tutmuştur, ibnu Asakir’ in beyanına göre, Neccariyye, Allah’ın hulul ve cihet ol­maksızın her yerde mevcut oldu­ğunu; tecsime meyleden Haşeviy­ye fırkası da Allah’ın arşa hulul ettiğini ve mekanın arş olduğu­nu iddia ettiler. Eş’ari bu iki gö­rüşe de itibar etmedi. O Allah’ın var olduğunu ve fakat mekanda bulunmadığını, arş ve kürsiyi ya­rattığını, lakin bunlara muhtaç olmadığını, mekanı yaratmadan önce nasılsa, yarattıktan sonra da ona ihtiyacı bulunmadığını orta­ya koydu.’21

Maturidi de bu konuda şöy­le der: "Müslümanlar mekan ko­nusunda aralarında ihtilaf ettiler. Bir kısmı Allah’ın arş üzerine istiva ettiğini, arşın da etrafın­daki melekler tarafından taşınan bir taht olduğunu belirtirler. Bu konuda O gün Rabbinin ar­şını, bunların fevkinde sekiz ta­şıyıcı yüklenir.”22, “Melekleri arşın etrafını kuşatmış görür­sün.”23 “Arşı taşıyanlar ve onun etrafında bulunanlar Rablerini öğerek tenzih ederler."24 ve "Rahman arşa istiva etti. ”25 ayetlerinden netice çıkarmışlar­dır. Bunlara göre Allah, "Sonra arşa istiva etti”26 ayetinde be­lirtildiği şekilde arş üzerindedir. Bir kısmına göre de Allah her mekanda mevcuttur. Bunlar “Üç kişi gizli konuşmaz ki dördüncü­leri, o olmasın”27 ayetiyle istidlal etmişlerdir. Diğer bir kısım müslümanlar da Allah’ın mekan ile tavsif edilemeyeceğini, belir­terek, bütün mekan ve cihetin nefyini ileri sürerek, belirtilen şeylerin lisan bakımından me­caz olduğunu ifade ettiler.

Bize göre bütün bu şeyle­rin Allah’a izafesinin neticesi, O’nun yüceliğini, büyüklüğünü, celal ve azametini tavsiftir. Bu konuda inanılması gerekli ana prensip, Allah’ın var olduğu ve fakat mekana muhtaç olma­dığıdır. Mekan mefhumunun or­tadan kalkması ve Cenabı Hakk’ın baki kalması caizdir. O me­kandan münezzeh olduğu gibi değişme, zeval, istihale, butlan ve hadis olma emarelerinden de münezzehtir. Bu konuda bizim delilimiz “Onun benzeri gibi bir şey yoktur. "28 ayetidir. Bu ayet Allah’ın mahluklara asla benzemeyeceği prensibini kesinlikle or­taya koymuştur. Nitekim biz da­ha önce Allah’ın fiil ve sıfatların­da benzeri olmadığını açıklamış­tık. Bundan dolayı “Rahman ar­şa istiva etti” ayetini, Kur’an’ın ifade ettiği ve akılda sabit olan şekliyle kabul etmek zorundayız. Bunları tevile kalkışmayız, zira tevil ettiğimiz zaman isabetsizlik olabilir. Bunun için Allah’ın murad ettiği şeye iman ederiz. Keza Kur’an-ı Kerim’de sabit olan Allah’ın görülmesi ve benzeri meselelerde Allah’ın eşi ve benzeri bulunmayacağını kabul etmek gerektiği gibi, tahkik o­lunması icabeden veya etmeyen konularda da, O’nun istediği şe­kilde iman etmek vaciptir.”29

E. Kulların Fiilleri:

Eş’ari, kulların fiilleri konu­sunda da mutedil bir kanaate sahiptir. Bu konuda Cehm b. Safvan; kulun hiç bir şey yapamayacağını, hiç bir şeyi kesb edemeyeceğini ortaya koyarken; Mu­tezile, kulun fiilini ihdas ve kesbe muktedir olduğunu iddia edi­yordu.

Eş’ari bunların ikisini de kabul etmeyerek, kulun yaratmaya muktedir olamayacağını ve fakat kesbe kadir olduğu görü­şünü ortaya koydu, Eş’ari bu­nunla, kulun yaratma kudretini reddederek kesb kudretinin bu­lunduğu kanaatini getirmiş oldu.30

Matüridi’nin görüşü de bu yöndedir. Kitabu’t-Tevhid’de "İn­sanların fiilleri konusunda İslam mezhepleri arasında ihtilaf var­dır. Bir kısmı, kulların fiillerinin kendilerine isnad edilmesini me­caz telakki edip hakikatte failin Allah olduğuna kail olmuşlardır. Biz, fiillerin kullara izafesini ha­kikat olduğu görüşündeyiz. Fiil­ler Allah’a izafe edilse de, bu görüşün nefyedileceği ortaya çık­maz. Bilakis fiiller yaratmak ve yoktan var etmek Allah’a mah­sustur. Kulların yaptıkları ise fiilleri işlemek ve kesbdir."” denilmektedir.

F. Büyük Günah İşleyenle­rin Durumu:

Kebire denilen büyük günah­ları işleyen kimselerin durumla­rının ne olacağı konusunda Eş’ari, vasat bir yol takip eder. ibn-ü Asakir’in nakline göre Mürcie’ ye göre, kul imanında bir defa bile ihlas sahibi olur, irtidad ve­ya küfür durumu olmazsa, onun hakkında, işlediği kebire nazarı dikkate alınmaz. Mu’tezile’ye gö­re kebire işleyenler, velev ki yüz sene ibadet ve taatle meşgul ol­salar, yine de cehennemden çıkamazlar. Eş’ari bu iki görüşe de iltifat etmedi. Ona göre muvahhid ve fakat günahkar olan müminin durumu Allah’a havale edilir. O dilerse affeder ve cennete koyar, dilerse günahının miktarınca cezalandırır ve cen­nete dahil eder. Kebirenin kar­şılığı hiçbir zaman müebbet ve devamlı ceza değildir.32

Bu konuda Matüridi’nin gö­rüşü de aynıdır, Kitabu’t-Tevhid’de, af ihtimali olan büyük günahlar yanında küçük günah­ların evveliyetle affedileceği, bu konunun İslam mezhepleri ara­sında neticesi itibariyle münaka­şalara sebep olduğu belirtilerek, ümmet arasındaki ihtilaflar an­latılır. Daha sonra Maturidi, Mu­tezile, Haşeviyye ve Haricilerin birçoklarının kebire denilen çe­şitli masiyet ve günahları işle­diklerini, bununla beraber kendilerinden iman sıfatını kaldırma­dıklarını ve mümin ismini aldık­larını ifade ile, bu fırkaları inatçı­lık, batıl dava sahibi olmak ve hakka karşı mücadele etmekle suçlar. Ayrıca Mutezile ve Havaricin kendi inançlarına göre, ke­bire işlediklerinden dolayı cehen­nemde ebedi kalmaları gerektiği­ni belirten Maturidi, Allah’a İman eden, onun affedici, Gafur ve Rahim olduğunu, bilen kimseler için af ümidinin mevcut oldu­ğunu söyler.33

G. Şefaat:

İbnü Asakir’in nakline göre Eş’ari, şefaat konusunda Mutezi­le ile Rafıza arasmda orta bir yoldadır. ‘ Rafıziere göre Hz. Peygamber ve Hz.Ali Allah’ın izni ve emrine ihtiyaç olmadan şefaat etme hakkına sahiptir. Hatta Hz. Peygamber ve Hz. Ali, kafirlere şefaat etseler yine makbul olacaktır. Mutezile ise bu görüşe tamamen muhaliftir. Onlara göre hiç bir şekilde şefaat bahis konusu değildir. Bu iki gö­rüş arasında orta bir görüş olan Eş’ari düşüncesine göre Hz. Pey­gamberin cezayı hak etmiş asi müminler için makbul bir şefaati olacaktır. Şefaat ancak Allah’ın emri ve izni iledir. Hz, Peygam­ber ancak Allah’ın razı olduğu kimse için şefaat edebilecektir.34

Maturidi’nin görüşü de bun­dan farklı değildir. Kitabü’t- Tevhid’de “Şefaat, Kur’an ve hadislerle sabit olmuş en mühim dini asıllardan biridir. Bilindiği gibi, şefaat, zelle ve günahlardan dolayıdır. Bunları işleyen kimse­ler, şefaat edebilmesi için Allah’ın izni olan hayırlı kimselerin şefaa­ti ile Allah tarafından affedilir­ler. Kafirler hakkında şefaat ca­ri değildir ve onlar şefaatle de affedilmeyeceklerdir.35

Bütün bu mukayese ve me­tinleri nakletmekten kasdımız, ay­nı konularda birbirine uygun ne­ticelere ulaşılabileceğini açıkla­mak, gerek Eş’ari gerekse Maturidi’nin ifrat ve tefrit arasın­da vasat bir yol takip ettiklerini, Ehlü’s-Sünne’nin bu iki imamı­nın mütekellimler arasında tartı­şılan ve ihtilaf edilen kelam me­selelerinde aynı metot ve mezhep­te birleştiklerini belirtmektir.

Bu ifadelerimizden anlaşılır ki, Maturidi mezhebi, Muhammed Zahid el-Kevseri 36 ve ona tabi olanların37 dediği gibi Eş’ari ve Mutezile mezhepleri arasında değildir.

Keza Maturidi mezhebi görüşlerinde Dr. Mahmud Kasım’ın dediği gibi, Mu’tezile’ye Eş’ariyye’den daha yakın değil­dir. Ayrıca her iki sünni mezhe­bin, bir kısım feri konular ha­ricinde asıl prensiplerde tamamen aynı oldukları iddiası da varid ol­maması gerekir .38

Allah’ın sıfatlan konusunda her iki sünni mezhep de ittifak halindedir. Nasıl olur da bu me­seleyi feri mesele sayabiliriz ? Bizzat kelam alimleri bu ilmi, tevhid ve sıfat ilmi olarak isim­lendirmekle onun en mühim mevzuunu belirtmiş olmuyorlar mı ?39 Keza kelam sıfatının, asli mevzulardan olmadığı nasıl iddia edilebilir? Oysaki bu konuda mütekellimler arasında bir çok ihtilaflar ortaya çıkmış, konu da­ha sonra, siyasi bir mahiyet ka­zanarak Ahmed b. Hanbel ve bazı İslam alimlerinin bir çok zorluk­larla karşılaşmasına sebep olmuş­tur.40 Kelam konusundaki müna­kaşalardan dolayı bu ilme kelam ilmi ismi verilmiştir.

Şehristani der ki; Daha, sonra itizal mezhebinin ileri ge­len ilimleri Me’mun zamanında tefsir edilen felsefe kitaplarını okudular. Felsefenin metodu ile kelamın metodunu meczettiler.

Bu suretle ortaya yeni bir ilim şubesi çıkmış oldu. Bu ilme de kelam ilmi ismi verildi. Bu ismin verilmesinin sebebi, üzerinde uzun zaman münakaşa ve mücadele edilen Allah’ın kelamı meselesi­dir. "41

Keza Ali Allah’ın görülmesi, kul­ların kesbi, arş v.s, gibi mesele­ler nasıl olur da asil bir mesele telakki edilmez? Oysaki iki büyük sünnet mezhebi bunlarda fi­kir birliğine varmıştır. el-Beyazi, her iki sünni mezhep için "On­lar kesb, Allah’ın keyfiyetsiz gö­rülmesi, bütün mevcutların yara­tılmasının Allah’a isnadı, Allah’ın zatının aynı ve gayrı olmayan sıfatlarla muttasıf olması... gibi konularda diğer fırkalara muhale­fet ederek, görüş birliğine varmışlardır. Aralarındaki ihtilaflar sadece feri konulara inhisar et­mektedir."42 demektedir.

III. MATURİDİ VE EŞ’ARİ MEZHEPLERİ ABASINDAKİ FER’İ İHTİLAFLAR

Ehlü’s-Sünne’nin usulde hem­fikir olmasına karşı, fer’i konu­larda ihtilaflı olduklarını daha önce belirtmiştik. Allah’ın sıfat­lanma zatı ile kaim ve kadim oldukları, sıfatların zatının aynı da, gayrı da olmadığı konusunda ittifak halindedirler. Allah ilmi ile alimdir veya kendine mahsus bir ilmi vardır.43 Onun ilmi zatı ile kaim, zatına zaid ve kadim bir manadır, zat olmadığı gibi zatın gayrı da değildir. Bu du­rum Allah’ın diğer sıfatlarında da aynıdır. Her iki mezhep, ilim, kudret, irade, hayat, sem, basar ve kelam sıfatlarında müttefiktir­ler, Fakat bu sıfatlardan başka, beka ve tekvin44 sıfatları konu­sunda ve bazı hususlarda bu iki mezhep arasında ihtilaf vardır.

A. Beka:

Maturidi ve Eş’ari mezheple­ri mütefikan Allah’ın baki oldu­ğunu kabul etmektedirler. İhtilaf Allah’ın hangi manada baki olduğundadır. Allah, zatına zaid bir beka sıfatı ile mi, yoksa zatı, ile mi bakidir? Konusundadır. Bir başka tabirle; beka yahut zatın mevcudiyette devamı, İlahi zata zaid bir mana mıdır, yoksa zatın mevcudiyetinin aynı mıdır?

Eş’ari ve tabilerinin ekseri­yeti, bekanın zat üzerine zaid, diğer sıfatlar gibi bir sıfat ol­duğu görüşündedirler. Maturidi’lerden Nuru’d-din es-Sabuni’nin de dahil olduğu bir cemaat, Eş’ari’nin görüşünü benimsemiş­lerdir,

Maturidi’ler ise, bekanın; ba­ki olan zat üzerine zaid bir sıfat olduğu görüşünü reddetmişlerdir. Bu konuda İmamu’1-Harameyn ve Fahru’d-Din er Razi gibi bazı

Eş’ari alimleri Maturidi’lerin fik­rine iştirak etmektedirler.45

B. Tekvin;

Maturidi ve tabileri bu sıfatı, Allah’ın zatına zait, zatı ile kaim ve kadim hakiki sıfat sayarlar. Eş’ari’ler ise bu sıfatı hadis ve izafi, fiillerin tekrarı ile yenile­nen ve hadis olan diğer fiili ve hadis sıfatlardan sayarlar. Maturidi’ler tekvin sıfatını ispat ederek, bu sıfatın mümkün şey­lerin icadına, yani yokluktan varlığa çıkmalarına taalluk etti­ği görüşünü ileri sürmektedirler. Bu mezhebe göre, kudret sı­fatı mahlukun varlığının sahih ol­masına taalluk eder. Yani kudret sıfatının ancak mümkünlere taal­luku vardır. Kudret sıfatı mümkünatın yokluktan varlığa intika­linde tesirli değildir.

Bu hususa taalluk eden sıfat tahlik veya tekvin sıfatıdır.

en-Nesefi, Tabsıratü’l-Edille isimli eserinde; ‘’Tekvin sıfatı yokluktan sonra icada mahsus bir sıfattır. O, Allah’tan başka bir şeydir denemez, zira o Allah’ın kudretidir. Kudret sıfatı, şumü­lüne giren şeylerin makdur (güç yeten şey) olmasını gerektirir fakat mevcut olmasını gerektir­mez. Eğer mevcut olmasını gerektirse idi, bu icat (yoktan var etme) olurdu. Zira icat, varlığı gerektirir, makdur ise şüphesiz mevcut demek değildir. Bundan dolayı ma’dun (var olmayan) makdur sayılır. Eğer varlık kud­retle hasıl olsa idi, bizim yaratma ve icat sözlerine ihtiyacımız ol­mazdı. Bu takdirde Allah’ın alem­de dilediğini yapmağa kadir ve fa­kat halık ve yaratıcı olmaması gerekirdi,”, “Vuku ika, vücud icat iledir. Kudret failin fiilinde muhtar olup, muztar olmaması için­dir46 der. Şüphesiz muhtar olmak veya Allah’ın kadir olmasının se­bebi, mahiyeti itibariyle mümküne raci olan imkan keyfiyetidir. Çünkü mümkün varlığı veya yokluğu sahih olabilen şey demektir. Kudret sıfatı işte bu mümküne taalluk eder. Eğer eşya vacip veya mümteni olsa idi, kudret sı­fatı ile alakası olmazdı.

Eş’ari’lere göre kudret sıfa­tı, eşyayı icat veya yokluktan varlığa çıkarmada müessiriyete taalluk eder. Bu taalluk irade­nin katılmasına bağlı olduğu gibi İlahi ilme de tabidir, Şöyle ki; Allah, var edeceğini bildiği şeyi, kudreti ile yaratır. İrade ise vukuun zamanına mahsustur. Bu bakımdan tekvin Allah’ın irade ve icadı halinde, kudretin makdura taallukudur, bundan dolayı nisbi ve hadis bir sıfattır. Eş’ari’ lere göre kudret sıfatının eşya­nın varlığının sahih olması ko­nusunda kadim bir taalluku var­dır. Bir de hadis taalluk vardır ki, bu eşyayı yokluktan varlığa çıkarmak demek olan ve hadis bulunan tencizi taalluktur. İşte tekvin, bu tencizi taalluktan baş­ka bir şey değildir. Bu sebepten dolayı Eş’ariler tekvin sıfatını

isbatta bir fayda görmediklerini belirterek, kudret sıfatının eşyayı mevcut kılmakta müessir bulun­duğunu mütalaa etmektedirler’.47

Bu izaha göre, tekvin sıfatı­nın ötesinde her iki mezhep ara­sında, fiili sıfatlar, kudret sıfatı ve neticeleri konusunda ihtilaf vardır. Fakat bunların hepsi feri ihtilaflardır. Çünkü ortada sabit ve İttifak edilmiş bir asıl vardır, ki o da; zata zaid, zatın aynı da, gayrı da olmayan, zatla kaim ve kadim sıfatlar isbatı keyfiyeti­dir.

G. Allah’ın Kelamı:

Ehlü’s-Sünne’nin her iki mez­hebi de, Allah’ın kelamının zat ile kaim ve kadim bir sıfat ol­duğunda ittifak halindedir. Buna göre Allah’ın sıfatı olan nefsi kelam, kadimdir. Nefsi kelama delalet eden harfler ve sesler ise hadistir. Bu konuda iki mezhep arasındaki ihtilaf, nefsi kelamın işitilip işitilemeyeceği meselesi­dir.48

Eş’ari ve tabilerinin ekseri­yeti, nefsi kelamın işitilmesinin caiz olduğu görüşündedirler. Eş’ari bu konuda bazı akli ve nakil delillere istinad etmektedir. Akli konuda aynen Allah’ın gö­rülmesinin cevazı konusundaki de­liline dayanır. Buna göre: Allah’ ın var olması görülmesinin caiz olmasının sebebidir. Nefsi kela­mın varlığı da işitilmesinin caiz olduğu hususunda delil teşkil eder.49 İstinad ettikleri nakli de­liller ise, “Müdriklerden birisi senden eman dilerse, eman ver, taki Allah’ın kelamını dinlesin.50 ‘‘Allah Musa’ya hitap ile konuştu.51 ve “Vaktaki Musa tayin ettiğimiz vakitte geldi, Rabbi ona söyledi."52 ayetleridir.

Maturidi ve tabileri bu ayet­lerde nefsi kelamın duyulacağını ifade edecek bir husus görmemek­tedirler.”53 "Taki Allah’ın kelamını dinlesin..” ayeti, Allah’ın nefsi kelamına delalet eden şeyi dinle­sin, manasına gelmektedir. Mese­la: Filan kimsenin ilmini duy­dum.” demek, onun ilmine dela­let eden şeyleri işittim, demektir. Keza. "Allah’ın kudretine bakın. ” demek de, ilahi kudrete delalet eden şeylere bakın manasına ge­lir.54

Burada üzerinde durmamız gereken nokta, Maturidi ve ashabı her ne kadar Hz. Musa’nın Allah’ın nefsi kelamını duyması­nı imkansız sayarlarsa da; nef­si kelamın duyulmasının mutlak olarak cevazı, yahut harf ve ses şartı ile duyulması konusunda, kendi aralarında ihtilaflı olduk­larıdır.

Allah’ın nefsi kelamının mut­lak olarak duyulmasının imkan­sız olduğu, veya nefsi kelamın harf ve ses şartı ile duyulacağı konusunda bizzat Maturidi’nin sarih bir ifadesi bulunamamakta­dır. Şeyhzade’nin nakline göre, Maturidi’nin bazı tabileri, nefsi kelamın duyulmasının caiz olup, imkansız olmadığını kabul et­mektedirler. Çünkü Allah, insan­da nefsi kelamı işitme gücünü ya­ratmaya kadirdir.55 Nefsi kelamın harf ve ses şartı olmaksızın duyulmasının imkansız olduğu dü­şüncesinde olan diğer Maturidi alimleri, adi şart ile illeti birbirlerinden ayırmışlar, böylece nefsi kelamın duyulmasını Allah’ın gö­rülmesine bağlayan kıyası terketmişlerdir. Zira Mu’tezile’nin Allah’ın görülmesi konusunda zik­rettikleri şartlar, ru’yetin hakiki illeti olmayıp, adi şartlarıdır. Hal­buki duymak için hakiki illetler,- harf ve sestir. Harf ve ses olma­yınca duymak da mümkün değil­dir.56

D. Allah’ın Görülmesi:

İki sünni mezhep Eş’ari ve Maturidi mezhepleri arasında, Allah’ın keyfiyetsiz olarak görü­leceği konusunda icma vardır. Fakat, Allah’ı görmenin cevazı akılla mı bilinir, yoksa bu konu­da sadece nakle mi istinad edilir? İşte bu konuda iki mezhep ihti­lafa düşmüştür. Bununla bera­ber her ikisi de, Allah’ın görül­mesinin naklen vacip olduğu gö­rüsünde fikir birliğine ulaşmakta­dırlar.57 Oldukça calibi dikkat bir nokta, Mu’tezile’nin Allah’ın gö­rülmesinin imkansız olduğunu is­bat eden delillerini, Ehlü’s-Sünne’nin Allah’ın görülmesini isbat konusunda, delil olarak almaları­dır. Mutezile, "Onu gözler idrak edemez.58 Beni asla göremezsin.59ve Ya bir vahiy veya bir perde arkasından, yahut bir elçi gönderip de kendi izni ile dileyeceğini vahyetmesi olmadık­ça, Allah’ın hiç bir beşere kelam söylemesi vaki olmamıştır”60 ayetlerini delil olarak almakta­dır.

Ehlü’s-Sünne, "Onu gözler idrak edemez.” ayetini ru’yeti isbatta delil alarak almıştır. Çünki ayet, ru’yeti değil idraki nefyet­mektedir, idrak ise ihata manası­nadır. Allahu Teala hudud ve ca­niplerden münezzehtir.61 ‘’Beni asla göremezsin.” ayeti ise Hz. Musa’ya karşı söylenmiştir. Bu ayet Allah’ın dünyada "katiyen göremeyeceğinin delilidir. Çün­kü Alllah’ın görülmesi, onun or­tak veya çocuk edinmesi gibi mu­hal bir şey olsaydı, Hz. Musa böyle bir dilekte bulunmazdı. Allah’ın azamet ve celaline uy­gun olmayan bir şeyi istemek, bir peygamber için nasıl düşünüle­bilir? Eğer düşünülürse, Hz. Musa’nın dileğinin - haşa - küfre va­racak bir cehalet eseri olmasını ileri sürme durumu ortaya çıka­cağı gibi, Cenabı Hakk’ın ona, Adem ve Nuh’a itab ettiği gibi itab etmesi de gerekirdi. Halbuki Allah onu nehyetmemiş, meyus bırakmamış, ru’yet şartını dağın yerinde durmasına, ta’lik etmiş­tir. "..Fakat şu dağa bak, eğer o yerinde durabilirse sen de beni görürsün.”62 Dağın yerinde durması aslında, mümkün bir şeydir. Mümküne bağlanan şey de müm­kündür, Dağ parçalandı. "Rabbi dağa tecelli edince, onu param­parça ediverdi, Musa da baygın yere düştü.”63 Bu şart Allah’ın dünyada katiyen görülmeyeceğinin delilidir, O halde nasıl olur da Mu’tezile Allah’ın görülemeyeceğini iddia edebilir ve Allah’ın bir büyük peygamberini nasıl cahil sayabilir? Hz, Musa’nın Rabbinin emrini Mu’tezile’nin bil­diği kadar bilmemesi, nübüvvet makamına ne derece layık olur ?64 Bu deliller iki sünnet mezhebinin, Allah’ın görülmesini isbat konu­sunda Kur’an ve hadislerden çı­kardıkları hasmı susturucu de­lilerdir. Kur’an ayetlerini böyle güzel anlamak ve tefsir etmek sünnet ehlinin hususiyetlerindendir, Eş’ari ve Maturidi mezhep­leri bu ayetlerin Allah’ın görül­mesini naklen isbat ettiği kanaatindedirler. Fakat Allah’ın gö­rülmesinin aklen caiz olup olma­ması konusunda ihtilafa düşmüş­lerdir.

Maturidi’ye göre Allah’ın gö­rülmesi hiç bir tefsire tabi ol­maksızın naklen vaciptir.65 Yani Allah’ın görülmesinin kitap ve sünnetle vacip olduğuna, aklın bu konuda delil ikame etmekten aciz bulunduğu görüşüne yönel­mektedirler,

Eş’ari ise Allah’ın görülme­si mevzuunda aklın delil, ikame edebileceğini ileri sürmüştür. Bu konuda Eş’ari’nin, mütekellimlerce vücud delili diye isimlendi­rilen, meşhur bir delili vardır. Bu delili şöyle özetleyebiliriz: Herhangi bir şeyin görülmesinin caiz oluşu, sadece o şeyin mev­cut olmasından dolayıdır.

Allah’u Teala da mevcuttur, şu halde görülmesi de caizdir. Çünkü bütün görünenlerin görünmelerinin ce­vazı, sadece varlıklarından do­layıdır. Biz, cevher ve arazlardan meydana gelen muhtelif eşya gö­rürüz. Cevher ve arazlar arasın­daki müşterek nokta vücud ve hudustur, Bir şeyin hadis olması­nın yalnızca görülmenin sıhhati için illet olması caiz değildir. Çünkü hudus, yoklukla mesbuk olan varlık demektir. Yokluk ise hükümde tesirli değildir, Hudüs ru’yet için illet olmazsa ortada yalnız, vücud kalır. Vücud, şahid ve gaib arasında müşterek­tir. O halde Allah’ın var olması görülmesinin sıhhati için tam bir illet (sebep) tir. İllet sahih olduğu zaman neticesi de ortaya çı­kar, buna göre Allah’ın görülme­sinin sahih olduğunu söylemek vacip olur.66

Bu delili Fahru’d-Din er-Razi hariç bütün Eş’ariler kullandılar. er-Razi bu konuda imamına ve bütün mezhep alimlerine mu­halefet ederek, Maturidi’nin ya­nında yer aldı ve Allah’ın görül­mesinin naklen vacip olduğu ko­nusunda hiçbir tefsire dayanılmaması gerektiğini ifade etti. Bu­na mukabil Maturidi alimlerinin de hemen hepsi imamlarından ayrılarak bir konuda Eş’ari’nin de­liline bağlandılar.67

Bu yazdıklarımız Ehlü’s-Sünne arasındaki bazı ihtilaflardır. Bunlar açıkça anlaşılacağı gibi asli konulardaki ihtilaflar olma­yıp, fert ihtilaflardır. Maturidi’- nin tabileri, bazen imamlarını bırakarak Eş’ari’ye tabi oldukları gibi, Eş’ari’nin tabileri de imamlarına muhalefet ederek, Maturidi’ye uymaktadırlar. Bu neviden ihtilaflar mesned edinilerek, Maturidi mezhebinin Eş’ari mezhebinden çok Mu’tezileye ya­kın olduğu söylenemez. Ehlü’s- Sünne arasındaki fer’i hususlara itibar edilerek, onların birbirin­den ayrıldıkları neticesine de varılmamalıdır, Çünkü asıl ayrılık­lar, prensip ve metodlarda mey­dana gelen ayrılıklardır. Konu­muzu İbnu’s-Sübki’nin, İbnu Hacib akidesine yazdığı şerhdeki şu sözleri ile bitiriyoruz: "Bilinmeli­dir ki, Ehlü’s-Sünne ve’l-Cemaa mezhebi, vacib, caiz ve mümteni olan konularda tamamen hemfi­kirdir. Fakat bu hususlara varan bazı metot ve prensiplerde ihti­laf etmişlerdir. Ehlü’s-Sünne dik­katlice araştırıldığı zaman, üç zümreden teşekkül ettiği görü­lür. Bu zümrelerden birisi ehli hadistir. Bu zümrenin itimat et­tiği prensipler, kitap, sünnet, İcma gibi delillerdir. Diğerleri ak­li tefekkür ehil olanlardır ki, bun­lar Hanefiler ve Eş’arilerdir. Hanefilerin şeyhi Ebu Mansur el- Maturidi, Eş’arilerin şeyhi ise Ebu’l-Hasan el-Eş’ari’dir. Bu iki mezhep naklen isbat ettiği bütün hususlarda ve aklın cevazını idrak ettiği akli ve nakli konularda hemfikir olup, bazı fer’i konular­da ayrılmışlardır. "68

(1) Taşköprizade. Miftahü’s-Saade ve Misbahu’s-Siyade, c. II, s. 21-22, Haydarabad, 1929.

(2) Müslihu’d-Din Mustafa, Şerhlu’ l-Akaidi’n-Nesefiyye. s. 17, Kahire 1326.

(3) Ez-Zebidi, İthafu’s-Sadeti’l-Müttakin c. II, s. 6. Kahire babı.

(4) D. B. Macdonald, Development of Muslim Theology, s. 87, New-York, London 1903, The Encyclopaedia of İslam. Maturidi maddesi.

(5) el-Beyazi, İşaratu’l-Meram, s. 23,

(6) ibnu Asakir, Tebyinu Kizbi’I-Müfteri, s. 19, Dımeşk 1347.

(7) Bkz, İbnu’n-Nedim, el-Fihrist, s, 292, Kahire 1348,

(8) Bkz. İbnu’n-Nedim, a.e., s. 257,

(9) Bk. el-Kefevi, Ketaibu A’lami’1-Ahyar, vr. 129, Darul-Kütübi’l-Mısriyye, yazma no. 84, et-Temimi, et-Tabakatü’ s-Seniyye c. II, vr 491, Daru’l- Kütübi’l-Mısriyye no, 55, Taşküprüzade, Tabakatü’l-Hanefiyye, D. K. el-Mısriyye, yazma, no, 72, İbnu Katlabuga, Tacu’t-Teracim, s. 59, Bağdad, 1962. el-Leknevi. El-Fevaidu’l-Behiyyefi Teracimi’l-Hanefiyye, s. 95, Kahire 1324.

(10) Bk. es-Subki, Tabakatu’s-Şafiiyye, c. II, s. 245-300, Kahire 1324. İbnu Asakir, Tebyinu Kizbi’l-Müfteri. fima Nüsibe ile’1-imanı Ebi’l-Hasan el-Eş’ari.

(11) Nesefi akaidi Ezher mensupları arasında uzun zamandan beri tevhid dersinin asıl metni olarak kabul edilmiş durumdadır. Bu hal günümüzde de Ezher alimleri ve öğrencileri tarafından devam ettirilmektedir. Bu cihetle Maturidi ve Matüridiyyenin daha çok alaka görmesi gerekirdi. Öyle görülüyor ki, Ezher mensupları tevhid ilminden daha çok fıkıh ve lisanda ihtisası tercih etmektedirler.

Eş’arilere cephe almış olan ibnu Hazm, el-Fisal’de; eş-Şehristani el-Milel ve’n-Nihal’de Ebu Hanife’nin itikadi görüşlerinden bahsettikleri halde, Matüridi’den bahsetmiyorlar. İslam Ansiklopedisi, Maturidi maddesinde Macdonald, "Muhammed Abduh, Risaletu’t-Tevhid’de Maturidi’yi zikretmemesine rağmen, onun tesiri altındadır" der. Bizce bu tabii bir şeydir. Çünkü M. Abduh, Ezher’de Nesefi akaidini okutmuştur. Husn ve kubh bahsi tetkik edilirse bunun doğru olduğu ortaya çıkar.

(12) ibnu Asakir, Tebyinu Kizbi’l-Müfteri, s, 149, Keza Bk. Eş’ari, Kitabu’1- Luma’ s. 104. Beyrut 1953, Makalat, s. 320-325, Kahire 1950, Allard M., Le Problème des Attributs divins dans la doctrine d’al-Ash’ara, Beyrut 1965,

(13) Maturidi, Kitabu’t-Tevhid, s. 44. Beyrut 1970.

(14) Maturudi, a.e., s. 23-25.

(15) ibnu Asakir, a e. s. 105, Keza Bk. Eş’ari el-Luma’, s. 15-23, Allard M.,a.e.‘s. 173-285.

(16) Ebu’l-Muin en-Nesefi, Tabsıratu’l-Edille, Daru’l-Kütübi’l-Mısriyye, yazma.

Tevhid bölümü no. 42. Allah’ın kelamının hadis olduğunu red, fasılı.

(17) el-Beyazi, İsaratu’l-Meram an İbarati’l-İmam, s. 138-244, Kahire 1949.

(18)İbnu Asakir, a.e., s. 149-150, Keza Bk. Eş’ari, el-Luma, s. 32-36.

(19) el-En’am: 103.

(20) Kitabu’t-Tevhid, s. 77-85.

(21) İbnu Asakir, a.e,. s, 150. Keza Bk. Eş’ari, Makalat, s. 320.

(22) el-Hakka, 17.

(23) ez-Zümer, 75.

(24) el-Mü’min, 7.

(25) Taha, 5.

(26) el-A’raf, 54.

(27) el-Mücadile, 7.

(28) eş-Şura. 11

(29) Matüridi, a,e, s. 67-74.

(30) Bk.Eş’ari, el-Luma. s, 37-69.

(31) Maturidi, a,e. s. 225-226.

(32) ibnu Asakir, a.e, s. 151. keza Bk. Eş’ari. Makalat, s, 320-325: el-Luma’s 75-76.

(33) Maturidi. a.e., s. 232-235.

(34) İbnu Asakir, a.e., s, 151, keza Bk. Eş’ari, Makalat, s. 322.

(35)Maturidi, s. 365-366,

(36)Ek. Muhammed Zahid el-Kevseri, Tebyinu Kizbi’l-Müfteri mukaddimesi.

(37) Dr. Eyyub Ali el-Akidetu’l-Maturidiyye, s. 283, Muhammed Ebu Zehra, Tarihu’ l-Mezahibu’l-İslamiyye, s. 212-213, Kahire tarihsiz.

(38 ) Dr. Mahmud Kasım, Menahicu’l-Edille Fi Akaidi’ 1-Mille İbni Rüşd mukaddimesi.

(39) Ömer en-Nesefi, el-Akaidu’n-Nesefiyye. s. 6, Kahire 1879, kaza Bk. Allard M.,a, e.

(40) Bk. Ibnu’l-Cezvi). Menakibu’l-İman Ahmed B. Hanbel, s. 308-313, Kahire 1831, Patton, ’W. M., Ahmed b. Hanbel and the Minha, Leyden 1897.

(41) eş-Şehristani, el-Milel ve’n-Nihal, c. I. s. 33, Bağdad el-Müsenna tab’i.

(42) el-Beyazi, a.e., s. 58.

(43) en-Nesefi, Tabsıratu’l-Edllle’de “Bilinmelidir ki ehil hadis kelamcılarının, Allah bir ilimle alimdir, diğer sıfatlar da böyledir, şeklindeki sözlerinden Maturidiler, ilmin alet veredat olacağı gerekçesiyle imtina etmişler, Allahu Taala alimdir, onun kendine mahsus İlmi vardır ibaresini kullanmışlardır, Diğer sıfatlarda da durum aynıdır. Matüridi, Allah zatı ile alim, zatı ile kadir ve diridir, demiştir. Bu sözüyle sıfatları nefyetmek istememiştir. Çünkü o, bütün eserlerinde sıfatları ispat etmiş, şüpheleri defederek, hasımlarını susturmuştur. Fakat o, bu sözüyle mugayeret vehmini red ve zatı İlahinin alim olmamasının imkansız olduğunu beyan etmek istemiştir." Bk. ilahi sıfatları isbat babı.

(44) Kholeif. F.A.N., A Study on Fakhr al Din al Razi, s. 88-89.

(45) Kholeif, a.e., s. 195-113.

(46) en-Nesefi, a.e., İlahi sıfatları isbat babı.

(47) Kholelf, F.A.N., a.e„ s. 89-104.

(48) Şeyhzade, Nazmu’l-Feraid, s.16.

(49) Seyhzade, a.e., s. 16.

(50)et-Tevbe: 6.

(51)en-Nisa: 164.

(52) el-A’raf: 143.

(53) Şeyhzade, a.e., s. 16, Ömer en-Nesefi, el-Akaidin-Nesefiyye, s. 85.

(54) Ömer en-Kesefi, a.e., s. 85.

(55) Şeyhzade, a.e, s. 16.

(56)Şeyhzade, a.e., s. 16.

(57)Eş’ari, el-İbane, s. 9-10;. el-Luma’, s. 84; Maturidi, a.e., s. 75-77.

(58) el-En’am: 103.

(59)el-A’raf: 148.

(60)eş-Şura: 51

(61) Matüridi, a.e,, s. 77, Fahru’d-Din er-Razi, el-Erbain, s. 213.

(62) el-A’raf: 143.

(63) el-A’raf: 143. .

(64) Bk. Matüridi, a.e., s, 77-85; es-Sabuni el-Bidaye, s. 74, Mısır 1969; er-Razi, el-Erbain, s. 200-201.

(65) Maturidi, a,e., s. 77.

(66) Eş’ari, el-Luma, s. 32.

(67) Bk. en-Nesefi, Tabsıratu’l-Edille, İlgili bölüm, es-Sabuni, a.e., s. 77-80,

(68) Bak. el-Beyazi, a.e., hamiş, s. 398.