Makale

NÂSİH VE MENSUH

Afyon Müftüsü
Celal YILDIRIM
NÂSİH
VE MENSUH

"HERHANGİ BİR AYETİ NESHEDER (DİĞER BİR AYETLE HÜKMÜNÜ

KALDIRIR) VEYA UNUTTURURSAK ONDAN DAHA HAYIRLISINI YA DA BENZERİNİ GETİRİRİZ. BİLMEZ MİSİN ALLAH HER ŞEYE KAADİRDİR." "GÖKLERİN VE YERİN MÜLKÜNÜN ALLAH’A AİT OLDUĞUNU BİLMEZ MİSİN? SİZE DE ALLAH’DAN BAŞKA NE BİR YAR, NE DE BİR YARDIMCI VARDIR."

(el-Bakara: 106-107)

İNİŞ SEBEBİ:

Müslümanlar kıble olarak Bey-tü’l-Makdis’i bırakıp Ka’be-i Muazzama’ya yönelince Yahudiler bunu kendileri lehine bir koz alarak kul­lanmaya başladılar; haşa, Hazret-i Muhammed’in kararsız bir kimse olduğunu, daha önce kendi arka­daşlarına emrettiği bir şeyi şimdi yasaklayacak kadar şaşkınlık içinde bulunduğunu etrafa yaymakta ge­cikmediler ve içlerindeki kin ve haset ateşinin vermiş olduğu aşa­ğılık duygusu içinde şu iftirayı patavatsızca iddia ettiler: Eğer Kur’an Allah tarafından indirilmiş bir ki­tap olmuş olsaydı elbette hüküm­leri değişmez; olduğu gibi kalırdı. Muhammed’in kendi eseri olduğu için günün ve olayların seyrine gö­re değiştirilebiliyor ve bunda bir sakınca görülmüyor (I).

Bu iftira ve İddialar kısmen de olsa İslamiyet’e yeni girmiş bazı müslümanların kafasında istifham­lar doğurdu, Hz. Peygamber [a.s.) Efendimiz’den birtakım sorular sor­mak ihtiyacını hissettiler. Bunun üzerine yukarıdaki ayetler indi.1

Ebu Ümame bin Sehl (r.a.)’dan yapılan riviyate göre: Geceleyin Ashab-ı Kiram’dan biri kalkıp Kur’an’dan bir sure okumak istemiş, fakat bir türlü hatırlayamamış. Bir başka sahabi de aynı gece aynı sureyi okumak istemişse de onu hatırlamaya muvaffak olamamış. Hülasa o gece birkaç zat aynı sure­yi okumak istemiş, fakat hiçbiri hatırlayamamış. Sabah olunca du­rumu Hz. Peygamberce arzetmişler. Cenab-ı Peygamber (a.s.) onlara: "Geçen gece o sure nesholundu!" buyurmuştur. Bunun üzerine yuka­rıdaki ayet-i kerime inmiştir,2

İLGİLİ HADİSLER:

Nasih ve mensuh ile ilgili ola­rak sahih bir hadis tesbit edilme­miştir. İbn-i Hazm, Ma’rifetü’n Nasih-i ve’I-Mensuh adlı eserinde bil­hassa dikkati bu hususa çeker.

İLMİ YÖNÜ:

İslamiyet, eski hukuklardan birçok şeyleri kaldırımış, sonra da kaldırdığı şeylerin yerine umum yararının en üstün grafiğini mey­dana getiren birtakım hukuki esas­lar getirmiştir.

Sava Paşa’nın da dediği gibi: İslami tarih sahnesine çıkışının ilk anından itibaren yeni bir hukuki sistem kurmak göreviyle yükümlü bulunduğunu, bütün milletlere yol gösterecek hükümlerle geldiğini, cemiyetleri en iyi şekilde idare et­meye memur bulunduğunu ilan etmiş ve bütün insanlığı, kuracağı mükemmel müesseselerle -dünya ve ahiretle mutluluğa eriştirmek suretiyle- idare edeceğini, dünya durdukça gelişen bütün cemiyetlere rehber olacağını ve bu üstün vas­fını, bununla bağlantılı bulunan ye­teneğini bütün tazeliğiyle koruya­bileceğini Allah namına vaad elmiş bulunmaktadır.

İslamiyet bu vadide kendinden önceki kanunları, Hz. Ibrahim’e ait Suhuf’u da dikkate almış olduğunu münasebet düştükçe ifade etmiştir. Çünkü en son din olarak tatbik sahnesine çıkan ve dünya durduk­ça üstünlüğünü kabul ettirecek hü­kümler getiren İslam şu ana kai­deyle kendini tanıtmıştır:

Allah (c.c.) insanlar için ya­rarlı olan şeyleri, milletlerin teka­mül seviyesine, zaman ve zeminin özelliğine göre tesbit edip mübah kılmış; zararlı olan nesneleri haram saymıştır, öyle ki İslam’ın haram diye hükmettiği bir şeyin zararlı olduğunu gelişen ilim de ispatlamakta ve her çağda yeni yeni isbatlar birbirini kovalamaktadır.

Milletlerin iktisadi, sosyal ve ahlaki yapılarında ilerleme ve de­ğişiklik meydana geldikçe yeni hü­kümler ve beyanlar indirilmiş, in­dirilen bu hükümler bir öncekine nazaran birtakım değişiklikler arzetmiştir. Böylece Cenab-ı Hak bir kısım hükümlerini yürürlükten kal­dırıp ondan daha hayırlı ve yararlı olanını veya teklif ve sevapta bir benzerini indirmiş, diğer bir kısım hükümlerini tamamen gönülden sil­mek suretiyle unutturmuştur. Mese­la: Daha önce indirilen sahifelerde­ki hükümlere nisbetle Tevrat birçok farklı hükümler taşıyordu. Çünkü İsrailoğullarının gerek sosyal yapı­ları, gerek psikolojik ve ahlaki du­rumları ve gerekse dünya hayatına madde ve onun cazibesine karşı olan aşırı hırs ve doymazlıkları ye­ni beyanlar istiyordu. Daha önceki sahifeler bütün bunlara cevap ve­recek, Yahudilerin tama’ını frenleyecek ölçü va muhtevada değildi. Sırasıyla inen kilapların sebebi işte bu idi, en son olarak inen Kur’an-ı Kerim’de eski hükümlerin çoğu yü­rürlükten kaldırıldı. Çünkü dünya milletleri artık ilim ve tekniğin, kül­tür ve medeniyetin basamaklarına tırmanmaya bağlamışlardı. Edebiyat ile doruğuna kol salmış bir hüviyet arzediyordu. Kur’an bütün bu yük­selme ve gelişmelere yön verecek, ilmi fazilet doğrultusuna döndüre­cek, medeniyeti ahlak temeli üze­rinde yükseltecek belgelerle indi. Böylece eski dinlerin hükmü kal­dırıldı, yeni hükümler yürürlüğe konuldu. Nesih olayı meydana geldi.

İslam, diğer dinleri mensuh durumuna getirirken bütün gücünü vahyi İlahiden alıyor, inen her hü­küm bir olayı hedef tutuyordu. Bu­nunla beraber akla geniş yer veri­yor, makul olan, cemiyetler için ya­rarlı sayılan örf ve adetlere kapıyı açık bulunduruyor, içtihada tam bir mesağ tanıyordu. Bunun içindir ki akıl, İslam hukukunda layık olduğu yeri almış ve üstün itibar görmüş­tür, Müctehid imamların birtakım meselelerde farklı ictihadları bunun açık belgelerinden biridir.

Demek ki nesih yalnız Kur’an-ı Kerim’in bazı ayetleri arasında de­ğil, Kur’an’la diğer semavi kitaplar arasında da meydana gelmiştir. Var­lık aleminde de sürekli bir nesih vardır. Eşyada tecelli eden değişik­likler birbirini takip etmekte, mev­simler değişmekte, birinin yerini diğeri almakta; her mevsime ait meyve ve sebzeler birbiriyle nesih yarışı içinde bulunmaktadır. Belli kanunlarla günler ve geceler uzayıp kısalmakta, yeryüzündeki eski medeniyetlerin yerini yeni medeni­yetler almakta, teknolojide çok sü­ratli ilerlemeler ve değişiklikler ol­maktadır. Böylece varlık aleminde bir belgenin yerine başka bir belge geçmekte, bir hükmün yerini baş­ka bir hüküm doldurmaktadır. Bü­tün bu değişikliklere ışık tutan, onların inkişafına paralel bir yük­selme grafiği çizen Kur’an-ı Kerim artık bu özelliğiyle ebediyete uza­nacağını, mensuh olmayacağını, sa­dece nasih olarak kalacağını ilan ediyor; taşıdığı ilmi verilerle bunu isbatlıyor.

AHLAKİ YÖNÜ:

İslam ahkamını halka telkine çalışan, ahkamla ahlakı birbirine katıp hukukun ruh ve manasını di­mağlara enjekte etmek isteyen kim­senin mutlaka bu ahkamın temel prensiplerini bilmesi ve onlarla amel etmesi gerekir. Kur’an-ı Kerim’in delalet ettiği hukuki ve ah­laki kaideleri, Hz, Peygamber’in bu hükümleri nasıl tefsir ettiğini bilmeyen bir kimse, gerek Kur’an-ı Kerim ile daha önce inen kitaplar arasındaki nesih keyfiyetini, gerekse Kur’an ayetlerinin bir kıs­mı arasındaki nesih olayını dikkate almadan telkinde bulunu­yor demektir.

Ebu’l-Bahteriy’nin rivayetine göre: Bir gün Hz, Ali (r.a.) Mescide girdiğinde bir vaizin halka hitap ettiğini ve İslam’ı dar bir çer­çeve içinde anlatmaya, cemaati lüzumundan fazla korkutmağa çalış­tığını görüyor. Bunun üzerine tanıdık birine soruyor:

— Bu konuşan kimdir?

— Halka vaaz’u nasihatta bulunan bir kimsedir, deniliyor.

Hz. Ali (r.a.) konuşanın tavru hareketini, hitap şeklini ye bu hu­sustaki bilgisini beğenmediği için "Hayır, o halka vaaz eden bir kimse değil, ben falan oğlu falanım, beni iyi tanıyın, demek isteyen bir zavallıdır." diyor ve vaizi yanına çağırıp kendisine şu hususları so­ruyor:

-— Nasihi mensuhtan ayırdedecek bilgiye sahip misin?

Adam;

— Hayır, diyor.

Hz. Ali (r-a) ona:

— Öyle ise bizim mescidimiz­den derhal çık, bir daha vaaz etme! Çünkü sen hem kendini helak edi­yorsun, hem de başkasını...3

Ayrıca: Yahudilerin inad ve if­tirada ısrar edip hükmü Kur’an’la kaldırılan ve aynı zamanda haham­lar tarafından birçok belgeleri de­ğiştirilen Tevrat’a körü körüne sa­rılıp batılı hakka tercih ettikleri gi­bi, müslüman davetçilerinin ilim ve hikmeti, hak ve adaleti şahsi yararlarına feda etmelerinin, siyasi çı­karlarına alet yapmalarının çok kö­tü bir ahlaksızlık olduğuna dikkat­ler çekiliyor.

SOSYAL YÖNÜ:

Ayette belirtilen nesih hükmü; İlim ve teknikte, araştır­mada ve incelemede daima ileri­ye doğru adım atmayı, yeni yeni buluşlar için çaba harcamayı, her geçen gün biraz daha tekamül et­meyi bize öğretiyor. Bunun aksine yerinde durup saymanın, yeni buluşlara kapıyı kapamanın, ilim ve teknikte demode olmuş icatlara ve araştırmalara saplanıp aşırı taassup göstermenin ilerlememize, cemiyet ve millet olarak hürriyetin saf ve temiz havası içinde yaşamamıza engel teşkil edeceğine işaret ediyor.

Müslüman milletler ayetteki bu inceliği dikkate almış olsalardı, körü körüne taklit çukuruna yuvarla­nıp asırlarca hareketsiz kalmazlardı. İlim ve teknikte aralıksız hamleler yapan dünya milletlerine örnek olurlardı. Sadece örnek olarak kal­maz, ilim ve tekniği ahlak ve fa­zilet potasında şekillendirip insan­lığı arzulanan huzur ve mutluluğa da getirirlerdi, İlk asırlarda gelip geçen müslüman milletleri ve devletleri inceleyecek olursak, onların bu gerçekleri bütün derinlik ve ge­nişliğiyle bildiklerini, bu nedenle de kendilerinden sonra gelen in­sanlara ilim ve medeniyetin teme­lini en sağlam şekilde kurma ha­zırlıklarını görürüz. Çünkü onlar tekamülün beşer için zaruri oldu­ğunu hem anlamış, hem anlatma­sını bilmişlerdi.

Göklerin ve yerin mülkünün Allah’a ait olduğunu, O’nun mül­künde mevcut varlıkların cins ve türlerinin özelliklerine göre nasıl tekamül ettiğini ifade eden ayetin inanmış milletlere ilerleme yolunda nasıl bir tablo çizdiğini anlamakta geciken sonraki müslümanların, bu kanuna uyup hayat yollarını hazır­layan başka milletlere nasıl yem ol­duklarının hazin manzarasını gör­mekteyiz.

En basitinden meseleyi eleşti­recek olursak, bugün meyve, sebze ve hayvan türü üzerinde yapılan ıslah çalışmaları ve bu çalışmanın mutlu sonuçları hep bu tekamül kanununun gereği değil midir? Fatiha-i Şerife’nin başında Allah’ın Rabbu’l alemin olduğunun derin manası, bu kanunun hangi ellerde hedefine rahatlıkla ulaşacağını göstermiyor mu? Çağımızda zirai illet­lerdeki inkılap, her şeyin motorize edilmesi, eskiyi nesh etmede İlahi kanuna uygun bir buluş değil mi­dir? Hendek savaşında İranlı Selman’ın Medine etrafına bir savun­ma metodu olarak hendek kazma fikri Hz. Peygamber (a.s.) tarafın­dan müsbet karşılanıp orduyu düşman karşısında savunma sanatında bir yenilik sayılmamış mıdır?

İTİKADI YÖNÜ:

Kur’an ilmini bilmeyen, onun iniş sebeplerinden, nasih ve mensuhundan habersiz bulunan, ayet­lerin taşıdığı manalara aşina olmayan Arapçanın lügat ve ıstılah anlamlarından bir şey anlamayan, aynı zamanda Hz. Peygamber {a.s.) Efendimiz’in ayetleri nasıl izah et­tiğini araştırmayan kimsenin ayet­leri tefsir edip hüküm çıkarması caiz değildir. Nitekim Ebu Bahteri’ nin lesbltine göre, Hz. Ali (r.a)’nin Kur’an’daki nasih ve mensuhları bil­meyen bir vaazi mescidden nasıl kovduğunu az yukarıda nakletmiş­tik.

FIKHI YÖNÜ:

Nesih: Şer i bir hükmü başka bir şer’i hükümle değiştir­mek, sonrakini öncekinin yerine koymaktadır. Tıpkı yeni çıkarılan bir kanunla bir evvelki kanunu yürür­lükten kaldırmak gibi. Bunu bir misal ile daha iyi açıklamamız ge­rekirse: .

Cumartesi gününde çalışmak yahudilere haram olduğu halde müslümanlara helal sayılmıştır. Böylece tahrim hükmü yürürlükten kaldırılmıştır. Hz. Adem (a.s.) zamanında neslin çoğalma zarureti karşısında kız kardeşin erkek kar­deşiyle evlenmesi caiz kılınmıştı. Nesil çoğalıp arzu edilen seviyeye gelince bu hüküm neshedilmiş ve artık iki kardeşin birbiriyle evlen­mesi yasaklanmıştır.

Hz. Nuh (a.s.) tufandan kur­tulduğu zaman, insan neslinin de­vamı ve sağlam bünyeli bir neslin yetişmesi zarureti ortaya çıkmıştı. Her taraf tufanın tesiri altında ka­lıp bir çöl halini aldığından yeteri kadar gıda maddesi temin etmek mümkün olmuyordu. Bu sabeple birçok veya bütün hayvanların eti helal kılınmıştı. İsrailoğulları dev­rinde ise bu zorluk kalktığından hayvanların çoğu haram kılınmış, iç yağlarına bile müsaade edilmemişti.

Dinler arasında zamanaşımı bakımından bazı hususlarda nesih hükmü meydana geldiği gibi Kur-an’ın ayetlerinden bir kısmı arasın­da da aynı hüküm cereyan etmiştir. Böylece ayetin ayetle neshedildiğl beyan edilmiş ve birtakım şüphelere mahal olmadığı anlatılmıştır.

Ayetin hadisle neshi caiz midir, değil midir? Bu hususta ictihad mertebesinde bulunan alimlerin gö­rüşleri farklıdır:

a)İlimde derinleşmiş imam­lara göre bu caizdir. Çünkü Bakara suresindeki

hadis-i şerifle neshedildiği sabit ol­muştur. Hatta bu husus, İmam Malik’in zahiri meselelerinden biridir.4

b) İmam Şafii İle Ebu’l-Ferec’e göre caiz değildir.5

Burada birincilerin görüşünün daha sahih olduğu kabul edilmiştir. Çünkü ayetle hadisin ikisi de Allah’ın hükmüdür, yani kaynakları birdir, sadece isimleri değişiktir. Ni­tekim zinadan dolayı recmedilecek dul kadından "celde cezası"nı Hz. Peygamber (a.s.)’in sünneti kaldır­mıştır.

Sünnetin Kur’an ile nesholunduğunda görüş ayrılığı yoktur. Alim­ler bu hususta müttefiktirler. Nite­kim Beytü’l-Makdis’e doğru namaz kılmak sünnet ile meşru olmuş, bi­lahare ayetle nesholunmuştur.6

Ayetin haber-i vahidle nesholunmasında görüş farkı varsa da kı­yas ile neshi söz konusu olmamış­tır.

İlave edelim ki, nesih hükmü ancak Hz. Peygamber (a s.) devrin­de caiz ve cari idi. Ondan sonra ar­tık bu kapı tamamen kapanmış, sa­dece ictihad kapısı açık kalmıştır.

Neshin çeşitlerine gelince;

1.Hükmü kaldırılıp tilaveti ba­ki kalan “metaan ilelhavli” ayetinde olduğu gibi.

2. Tilaveti kaldırılıp hükmü baki kalan (recim ayeti) gibi.

3. Hem hükmü, hem de tila­veti kaldırılan “la terğabü an abaiküm fe innehu kufrun”ayeti gibi7.

Sünnetin sünnet ile neshi ise, görüş farkı olmaksızın caizdir. Buna bir misal:

“Ben sizi, kabirleri ziyaretten menetmiştim, fakat artık onları ziyaret edin! Hem sizi deriden mamül kaplardan başkasında su ve benzeri meşrubat içmekten de menetmiştim; fakat bundan böyle artık her kaptan su ve benzeri meşrubat içiniz; ancak sarhoş edici olanları değil onları sakın içmeyin!"

Mealindeki hadis bu cümleden­dir.8

Nesih hususunda dikkati çeken bir başka rivayeti İbnu Ebi Hatim’ den dinleyelim: İbn-i Abbas (r.a.) diyor ki: Hz. Ömer (r-a.)’in şöyle dediğini duydum:

"Hüküm vermekte en üstünümüz Ali’dir. Übey ise en iyi Kur’an okuyanımızdır. Fakat biz Übey’in sözünü terkederiz. Sebebi, Übey’in şu beyanıdır; "Ben Rasulullah’ (a.s.)dan duyduğum hiçbir şeyi terketmem!" Halbuki Allah (c.c.), "Her­hangi bir ayeti nesheder veya unut­turursak daha hayırlısını yahut ben­zerini getiririz." buyurmuştur."9

Hz. Ömer (r.a.) böyle buyur­makla şunu ifade etmek istemiştir: Hz. Peygamber (a.s.) Efendimiz’den biri ayet, diğeri hadis olmak üzere iki çeşit haber duyulmuştur. Gerek ayetler arasında gerek hadisler ara­sında nasih ve mensuh bulundu­ğunda şüphe yoktur. Halbuki Übey. "Ben, Rasulullah (a.s.)’dan işittiğim hiçbir şeyi mensuh dahi olsa terketmem" diyor.

Hz. Ömer (r.a.)’in bu beya­nında, mensuh olduğu bilinen bir hükümle amel edilmeyeceği anlaşı­lıyor. Cumhurun da görüşü budur.

TASAVVUFİ YÖNÜ:

Herhangi bir ayetin hükmünü iptal edip lafzını olduğu gibi bırak­mak veya Peygamber’in kalbinden hem lafzını, hem de manasını gi­dermek ya da yalnız lafzını giderip manasını bırakmak ve böylece onun yerine kendi konusunda daha ha­yırlısını veya hayır ve salahta onun bir benzerini getirmek, Levh-i Mahfuz’da sabit olan ahkama aykırı de­ğildir. Çünkü Levh-İ Mahfuz’da sa­bit kılınan hükümler ya hususidir, ya da umumidir. Hususi olanı da ya şahıslara göre, ya da devirlere göre bir özellik taşır. İşte bu hü­kümler Rasulullah (a.s.)’ın kalbine inince, şahıslara has olanı, şahısla­rın devamlılığıyla devamlılık göste­rir. Zamana has olanlar ise, o za­manların inkıraz bulmasıyla neshedilir. Bunlar bazen kısa süreli olur, Kur’an’daki mensuh ayetler gibi. Bazen de uzun süreli olur, daha önceki dinler gibi. Hükümlerin böyle olması, onların Levh-i Mah­fuzdaki sübut bulma keyfiyetine muhalif değildir.

Umumi manada olan ahkama gelince, dünya durdukça onlar de­vamlılık gösterecektir. İnsanın ko­nuşur olması, boyunun dimdik bu­lunması bu cümledendir. Çünkü ruhlar aleminin mülkü Allah’a aittir, bunlarda tasarruf eden ancak O’dur. Cisimler aleminin mülkü da böyle­dir.10

TAHLİLLER:

Ayette geçen " nesh’ in delalet ettiği mana üzerinde tefsircilerin görüşleri farklıdır:

a) Ebu Talha’nın ibn-i Abbas (r.a.)’dan yaptığı rivayete göre, "Bir ayeti değiştirmek, yerine başka bir ayet getirmek" demektir.

b) Mücahid’e göre, hem laf­zını, hem hükmünü silip kaldırmak veya yazılı olarak tesbit edip hük­münü değiştirmek, demektir, ibn-i Mes’ud (r.a.)’den buna yakın bir ri- vayet yapılmıştır.

e) Ata’a göre, "Kur’an’dan terkedilen ayet" demektir. İbn-i Ebi Hatim de buna yakın bir tefsirde bulunmuştur. Ona göre: "Terkedilip de Hz. Muhammed’e indirilme­yen ayet" kastediliyor.

d) Suddiy’e göre, indirildik­ten sonra kaldırılan ayet, demektir.(…..) ile (…..)

ayetinin buna misal olduğu rivayet edilir”.11

Yukarıdaki görüş ve tefsirler­den başka bir de " nesh " ke­limesinin arap dilinde dalalet ettiği manaları tesbit edecek olursak, ayetin taşıdığı ilahi beyan daha iyi anlaşılmış olur.

1 — Bir kitabı başka bir ki­taba nakletmek. Kur’an’ın Levh-i Mahfuz’dan sema-i dünyaya nakle­dilmesi gibi.

2 — Hükümsüz bırakmak, gi­dermek, silmek, bir şeyi başka bir şeyin yerine geçirip oturtmak. Gü­neşin gölgeyi giderip onun yerine geçmesi gibi...

Ayette geçen nenseh ile nünsiha fiillerinin irabı üze­rinde de görüş farkı vardır: Cumhura göre, nenseh maddesi "nun" harfinin fethasiyle okunur ki bu bir ayetin hükmünü kaldırıp tilavetini olduğu gibi bı­rakmak veya hem hükmünü, hem de tilavetini beraber kaldırmak ma­nasında zahiridir.

İbn-i Amir ise "nun’’ harfinin zamme "ötrü’’siyle okumuştur. Bu “enneshatül kitab” den alınma bir fiil olup, "Kitabı mensuh olarak bul­mak", "Kitaba mensuh bir vaziyette raslamak" manasına gelir. Ebu Hatim’e göre bu şekil okumak galettir. “Nünsiha” maddesini ise, Ebu Amir ve İbn-i Kesir "nun", "sin" ve "hamze" harflerinin fethasiyle okumuşlardır ki bu "te’hir = gecik­tirme" manasına gelir. Diğer kurra ise "nun" harfinin zammasiyle o­kumuşlardır ki unutmak manasını ifade eder.

(1)Tefsir-i Kurtubi; C. 2, S. 61/Mısır baskı: 1967 - 1387

(2) Tefsir-i Kebir: C. 1, S.667/ Matbaa-i Amire: 1307

(3) Tefsir-i Kurtubl: C. 3. S. 62/ Mısır baskı: 1967- 1387

(4) Tefsir-i Kurtubi: C. 2, S. 65/Mısır: 1967-1387

(5) Tefsir-i Kurtubi: C. 2. S. 66/Mısır: 1967-1387

(6) Tefsir-i Kurtubi: C. 2, S. 66/Mısır: 1967 - 1387

(7) Tefsir-i Kurtubi: C. 2, S. 66/Mısır: 1967-1387

(8) Tefsir-i Kurtubi: C. 2, S. 66/Mısır: 1967-1387

(9) Ahmed bin Hanbel - Tefsir-i İbni Kesir: C. I, s. 150/Mısır baskı

(10) Tefsir-i Şeyhi’l -Ekber Muhyiddin bin Arabi: C. I, S. 25 Mısır baskı: 1317

(11) Tefsir-i İbni Kesir: C, I, S. 149/Mısır baskı: