Makale

ÖRNEK NESİL

ÖRNEK NESİL

Yazan: Muhubbiddin el-Hatip
Çeviren:Bekir Topaloğlu

İnsanlığın İdeali:

Eflatun ve “Cumhuriyet” kitabından... Sonra Ebû Nasr el- Farabive “Faziletli Şehir” eserindin... Sör Tomas Mor ve “Ütopya’sına” kadar... Tâ o cağlardan bugüne kadar insanlık, örnek bir neslin hayali peşindedir. Bu hayal edilen nesle erişmeği, onu savaşta ve barışta, hayatın neşeli ve kederli devirlerinde kendisine numune edinmeği arzu etmiştir; onun erişebildiği kemal kendi insanlıkkemalleri için uyulacak bir örnek olsun diye.

Bu en eski devirlerden günümüze kadar millet­lerin ulaşmak istedikleri gayelerden biri olmuştur. Filozoflar bundan bahsetmiş, şâirler bunu te­rennüm etmi, velîler o yürek par­çalayıcı müracaatlarında bunu dile getirmiş, bütün öten ve meleyen canlılar gönül saflıklarıyla bunu yalvarmıştır.

Hatta “örnek nesildir” ki azim sâhibi peygamberler, yetiştirilmesini dava edinmiş ve tahakkukuna gay­ret göstermiştir. Hakîmler ve bilgin­ler hep bunu temenni etmiş, bugün de olduğu gibi, eskiden beri insan­lık, uyanıklığındaki hülyasında, uy­kusundaki rüyasında onun tatlı ha­yâliyle avunmuştur.

Mûsa Peygamber, Ariş; dolay­larında, Sina çölünde, Nukb sahrâlarında, Seb’ kuyusu civarında gök­teki bulutları yorgan ve kara top­rağın sırtını yatak edinerek kırk yıl kavmiyle beklerken onlardan, Allâh’ın kanunlarına uyan, nezâket, azîmet, ferâgat ve fedâkârlık, doğruluk ve itidâli ahlâk kaideleri ola­rak benimseyen örnek bir nesil ye­tiştirmeyi umuyordu. Böylece o, Rabbinden râzı, Rabbî de ondan hoşnut olacaktı. Nihayet Mûsâ, üm­metinden beklediği bu ideale erişe­meden hayâta vedâ etmişti.

Hz. Muhammed’in Ashabı:

İnsanlık en eski zamanlarından bu yana, dünyanın tanıyabildiği bü­tün ülkelerinde "örnek nesli" an­cak bir defa görebilmiştir: Kuvvet ve merhametle hakka ve iyiliğe davet ederek engin Arabistan çöllerinden fışkırıp ansızın karşısına çıktığı za­man... Bizanslı, İranlı, Ârâmî, Kenanlı, İbrânî, Mısırlı, Libyalı, Ber­beri, Kandal, Lâtin, Töton, için... bu eşsiz târihî hâdiseye sâhit olan bütün milletler için pek enteresan bir sürprizdi bu.

Bu beklenmedik hâdise kayna­ğı, mahiyeti ve gelişmeleri bakı­mından akıllara hayret verici idiy­se, bugün bile târihin mucizele­rinden biri olmakta devam eden neticeleri yönünden de akılları büs­bütün durduracak bir şeydi.

Nereden çıktı bu nesil? Mil­letlerin gaflet uykusuna daldığı bir devirde nasıl yetişmişler? Bayrak­tarlığını yaptıkları su davâ neden ibarettir? Bu davâ nasıl muvaf­fak olmuş ve başarı sebepleri ne­lerdi?

Bunlar bir dizide sorulardır ki insanlar birinin cevabını araştırır­ken onu unutturacak bîr diğeriyle karşılaşıyorlardı. Nihayet insanlık bu örnek neslin vasıflarını tanıya tanıya iyice anlamış ki O, beşeriyete hak ve hayır davâsını sunmakta ve bu davayı kendi ahlâkı, davranışları ve hareketleriyle tatbik ederek dile getirmektedir. Görüldü ki bu örnek neslin samimiyetle benimse­diği, kendine huy edindiği ve diğer milletleri de kendisine çağırdığı şey, göklerin ve yerin direği de­mek olan hakkın tâ kendisidir.

Bu örnek nesli kemâle ulaştı­ran sebepler mevzuunda ilk bildi­ğimiz ve inandığımız şey, bu nes­lin, terbiyesini, insanlığın hayır öğ­reticisi ve Allah elçilerinin sonun­cusu olan, İlâhî vazifelerin en mü­kemmeli ile gönderilmiş bulunan zâtın elinde görmüş olmasıdır. Evet bu sebep şu ideal neslin olgunluk âmillerinin başında gelir. Bundan, mümin şöyle dursun, aklı başında olan herhangi bir insan bile şüphe edemez.

Fakat kendi kendimize sormalıyız: Mûsâ (a.s.) da İlâhî vazifelerle gönderilenlerden biri değil miydi? Mûsa’ ya da sefer ve göç esnasında, kavmiyle, terbiye telkin edici ve dava aşılayıcı bir hayat yaşamak için kırk yıldan fazla bir fırsat verilmemiş miydi? Halbuki bugün Musevîlerin elinde bulunan Tevrat’ ın Sayılar Bölümün­de (14:26, 29) söyle bir ifade mevcuttur: "Rab, Mûsâ’ya ve Hârûn’a söyleyip dedi: Bana karsı söylenen bu kötü cemâate ne vak­te kadar dayanacağını, İsrâiloğul­larının bana karşı olan kötü söz­lerini işittim, benden yana onlara söyle: Hepinizin leşleri bu çölde düşecek; ve sîzden bütün sayılan­lar, sayınıza göre bana karşı söy­lenen, yirmi yaşından ve ondan yukarı olanlar..”

Hz. Mûsa’nın bu ashâbı nere­de, Muhammed (a.s.)’ın ashâbı ne­rede? Rasûlullah kendileriyle Bedir harbine gittiği gün onlar üçyüz on küsür kişiydi. Kendilerinin üç misli olan, güçlü, kuvvetli ve cesur bir düşmanla savaşacaktı. Hz. Peygam­ber bu bir avuç sahâbî ile Zefran Vadisine ulaşınca onların îman kuvvetini denemek istemiş, karşı­laşacakları düşmanı haber vermiş, durum hakkında görüşlerini sormuş­tu. Bunun üzerine sarsılmaz îman numunesi Ebu Bekir kalktı, konuş­tu, güzel söyledi. Sonra Allah’ın, kendisiyle İslâm’ı aziz kıldığı Hat- tâb oğlu Ömer kalktı, konuştu, gü­zel söyledi. Daha sonra meşhur sü­varileri Amr oğlu Mikdad kalktı ve:

— Yâ Rasulallah, dedi, Allâh’ın sana ilham ettiği gibi hareket et, biz seninle beraberiz. Allâh’a ye­min ederim ki İsrail oğullarının, Mûsâ’ya karşı: "Sen ve Rabbîn iki­niz gidin, düşmanla savaşın, biz buradan ayrılamayız" tarzındaki hitabını biz sana karşı yapmayız. Biz şöyle deriz: "Sen ve Rabbîn varın savaşın, biz de sizinle beraber sa­vaşanlarız." Seni Hak Peygamber olarak gönderen Allâh’a yemîn ede­rim ki eğer bizimle Berk-i Gımâd gibi en uzak bîr yere bile gidecek olsan oraya varıncaya kadar daya­nır, senden ayrılmayız.

Rasûlullah (s.a.s.) ona mem­nuniyetini belirtti ve hayır duâda bulundu Sonra:

— Fikirlerinizi bana söyleyin, buyurdu.

Hazrec kabilesinin büyüğü ve Ensâr’ın en ünlü kumandanı Muâz oğlu Sa’d kalkıp:

— Yâ Rasulallah, dedi, bizi kastediyorsun galiba?

— Evet.

— Biz sana îman ettik, seni doğruladık, getirdiklerinin hak ol­duğunu kabûl ettik ve bu şartlarla seni dinlemeğe, sana itâat etmeğe söz verdik, and içtik, istediğin ye­re git, ey Allâh’ın elçisi, bîz sen­den ayrılmayız. Seni hak olarak gönderen Allâh’a yemîn ederim ki bizi bir denizin önüne götürsen ve ona atlamak istesen tek kişî geri kalmaksızın hepimiz seninle denize atlarız. Bizi yarın düşmanla karşı­laştıracağınızdan endişe etmiyoruz. Biz harpte dayanan, düşman karşı­sında sadâkatten ayrılmayan kim­seleriz. Umarım ki yüzünü güldü­recek hallerimizi Allah sana göste­recektir. Allah’ın bereket ve nusretiyle bizimle yoluna devam et"

Doğrusu bu neslin hareketleri sözlerinden daha sâdık ve daha va­zıh olmuştu.

Hz. Muhammed’in arkadaşları harp meydanlarında ve güç devir­lerde işte böyleydi.

Onların barış hayatlarında ti­tizlikle hakkı araştırmaları, insafa sarılıp adalete boyun eğmelerine gelince, —İmam Ahmed’in Müsned’inde ve Ebû Davud’un, Sünen’- inde rivayet ettikleri gibi— Ümmi Seleme’nin onlara dair naklettiği şu hâdisede görelim:

Pek eski bir mîras hakkında muhakeme edilmek üzere Rasulullah (s.a.s.)’a iki kişi geldi, arala­rında isbat edici bir delil de yoktu. Hz. Peygamber onlara:

— Sîz muhâkeme edilmek üze­re bana geliyorsunuz. Ben ise an­cak bir beşerim. Biriniz davâsını anlatmakta diğerinden usta olabilir. Ben aranızda işittiğim söze göre hüküm veririm. Kimin lehine mümin kardeşinin hakkından bîr şeyle hükmedersem, onu sakın almasın; bilsin ki ben ona ateşten bîr parça ayırıyorum. Öyle ki kıyâmet günün­de boynuna geçirilmiş bir boyun­duruk gibi onu getirecektir, buyur­du.

Bunun üzerine o iki adam ağ­lamaya başladı ve her bîri:

— Benim hakkım kardeşimin olsun! dedi.

Durumu gören Rasûlullah şöyle buyurdu:

— Böyle söylüyorsanız, gidin, mirası taksim edin; hakkı, sadece onu gözetleyin, sonra kura çekin ve en son her biriniz arkadaşına hakkını helâl etsin.

Hakka hürmet göstermekte iki örnek teşkil eden bu insanların isimlerini biz hâlâ bilemiyoruz. Çünkü bunlar Sahabenin sıra fertlerinden iki insandı. Yoksa bunlar, Hz. Peygamber’in, kıymet ve men­kıbelerini husûsiyle belirttiği, cen­netle müjdelenmiş on kişi (Aşere-i Mübeşşere) veya onların derece­sinde emsali nadîr, insânî fazilet­lerle mümtaz havasstan kişiler de­ğildi.

İşte Hz. Muhammed (s.a.s.)’in, hak sevgisi üzere arkadaşlarını ye­tiştirmekte tatbik ettiği ve onların da, yetiştiricilerinin kendileri hak­kında arzu ettiği mevzularda, ona mukabele etmekte takibettikleri bu metoddur ki o ideal neslin havassına da, avamına da şu örnek ahlâkı yerleştirmişti.

Hz. Ebû Bekir (r.a.)’ın hilâfet zamanı gelince, kazâ mevkiine, in­sanlığın adalet sembolü Hz. Ömer’i getirmişti. Fakat aylar geçerdi de Ömer’in huzuruna muhâkeme için iki ferd bile gelmezdi. Böyle ideal bir nesil için muhâkemeye ve hâkime ne lüzum vardı! Onlar zaten hakkın öz neslini teşkil ediyor ve hakkı araştırmak bizzat onların üs­tün ahlâkından ileri geliyordu. On­lar bu mevzuda herhangi bîr mah­kemenin kurulmasına hiç de muh­taç değillerdi.

O’nun ashabı, O’nun üm­meti:

Hz. Muhammed (s.a.s.)’in üm­meti ile Mûsâ Peygamber’in üm­meti arasında bir mukayesede bu­lunalım. Bu peygamberlerin her ikisi de sarsılmaz azme sahip bü­yük peygamberlerdendi, Hz. Mûsâ’ ya ümmetini yetiştirmek için, Muhammed (s.a.s.)’e verilen vaktin iki misli verilmişti. Fakat nasıl ol­muştu da Muhammed aleyhisselâm’ın ümmeti o yüceliğe erişmiş ve Allah’ın, Kur’an-ı Kerîm’inde; "Siz insanların faidesi için varlık sâhasına çıkarılmış en hayırlı üm­metsiniz." (Al-i İmrân; 3/110) söz­leriyle ebedileştirdiği bir "örnek nesil" olabilmiş, buna mukabil Mû­sâ Peygamber’in ümmeti —her yıl çeşitti dillerde milyonlarca baskısı yapılan Tevrat’ın Sayılar (14:26-27, 29) kısmında da zikredildiği gibi— mahvedîlmeye lâyık bir nesîl olmuş.

Ben bu hususu bugüne kadar, elli yıldan fazladır düşünmekteyim. Tâ elli yıldan beri âlimlerin ince­leme ve tahlillerinden görebildikle­rimi dikkatle kontrol ettim. Maksadım, Allâh’ın bu hikmetini, Rasûlullâh’ın Ashabına has kıldığı ve on­ları, insanlık târihinin tanıyabildiği yegâne örnek nesil haline getiren bu imtiyazın hikmetini anlamaktı.

Milletlerin soyları, kabiliyet ve karakterleri hakkında düşündüm. Bütün bunları, onların iptidâi de­virlerine kadar inerek, medeniyet­ler, sonradan kazanılmış ilimler, sa­natlar ve beşer tarafından konul­muş bulunan içtimâi nizamlar çağı­na girmeden önceki zamanlarını gözönüne alarak tedkik ettim. Ni­hayet anladım ki İslâm devrindeki "örnek nesli" veren milletler ipti­dâi devirlerinde bile, diğer millet­lere nisbetle anlayışlarının genişli­ği, akıllarının kemâli, hislerinin inceliği ve ahlâklarının iyiliği ile te­mayüz etmişlerdi. Yine bu milletler iptidâîlik devrinde beşeriyetin aynı çağlardaki bütün dillerinden mutlak üstün olan bir lisanla sivrilmişlerdi.

Örnek neslin kendilerinden zu­hur ettiği milletlerin hususiyetlerin­den biri de başkalarıyla vuku bu­lan muamelelerindeki yüksek insa­niyetleri, emniyet telkin edicilikleri ve misafirperverlikleriydi.

Ben şuna kanaat gelirdim ki Cenâb-ı Hak, nasıl elçiliklerinin ekmeli ve sonuncusu için Muhammed aleyhisselam’ı seçmişse, aynen öy­lece Kitâb-ı Hakîm’i için de Arapçayı seçmiştir. Çünkü o, dillerin en mütekamili ve en zenginidir. Yine Rasûlüne arkadaş ve ümmet olarak milletler içinde en sadık olanları, en müsaitleri, İslam davetinin muvaffakiyetini sağlayacak vasıfları hâiz bulunan ve bu vasıf­larla o mukaddes emaneti taşıma­ya muktedir olan milletleri seçmiş­tir. Böylece bunlardan, "bütün in­sanların faîdesi için varlık sahası­na çıkarılan" bir ümmet meydana gelmiş oldu. Bu ümmet âdetleri, ahlâkı ve davranışlarıyla İslâm davetçisi olmuştu. Diğer milletler Mu­hammed (a.s.)’ın tebliğ ettiği dini, ashâbından kulaklarıyla dinlemek­ten ziyâde bizzat gözleriyle görmüş, onların hareket ve yaşayışlarından öğrenmişlerdi.

Hz. Muhammed (s.a.s.)’in ashâbı Büyük Davete uyup İslâm’la müşer­ref oldukları zaman taşıdıkları millî kabiliyet bakımından birbirinden farklı durumlar arzediyorlardı. Kimi ötekinden daha çabuk anlayışlı idi. Birisi herhangi bir kabiliyet bakı­mından diğerinden üstün idiyse beriki de başka bir kabiliyet yö­nünden ondan üstün bulunuyordu. Ebu Bekir İslâm Davetinde hakkı idrâk husûsunda Ömer’den daha üstündü. Fakat Ömer de —kızkardeşiyle amcazadesinin müslüman olduğunu duyup da onları dövme­ye gittiği zaman— İslâm’ın aleyhindeki asabiyetinin şiddet kazan­dığı bîr sırada kulağına İslâm’ın hak sesi gelmiş, asabiyeti dinmeğe başlamış, hakka olan meyli intikam meyline galip gelmişti. Ömer, iki dakika içinde, Allah nezdinde, hak­kın en kıymetli yardımcılarından ve hak davetine en çabuk icâbet eden­lerden biri oluvermişti.

Halid b. el-Velîd mümtaz bir sınıf sayılan Kureyş reislerinin ço­cuklarından bir gençti. Uhud har­binde müslümanlara galip gelmenin zevkiyle sarhoş olmuş, bunun se­vinci içinde Mekke’ye dönmüştü. Fakat İslâm’ın haykırdığı hakikat Hâlid’in kulaklarında çınlıyordu. Halid düşündü ve bunu hak buldu. Babasının servetini, kendi nüfuz, şeref ve şöhretini ve Mekke’deki geniş at çiftliğini bıraktı, daha ön­ce kendileriyle savaşıp mağlûp et­tiği kimselerin dînîne girmek üze­re Medine yolunu tuttu. Yolda Amr b. el-As ve Kâ’be anahtarının muhâfızına yetişti, hakkın onlara da zâhir olduğunu, hakkı talep etmek, hak ehline kavuşmak ve onun uğ­runda cihad etmek için yola çıktık­larını anladı. Medine’ye vardıkla­rında Hz. Peygamber; "Mekke sizi sınırları dışına atmakla ciğerparelerini kaybetmiş oldu" buyurdular.

Müslüman milletler Ku’ân-ı Kerîm’de Cenâb-ı Hakk’ın övgüsüne lâyık olmuşlardır: "Böylece sizî (ey Muhammet ümmeti) vasat bir üm­met yapmışızdır, imanlara karşı hakikatın şâhidleri olasınız, bu Pey­gamber de sizin üzerinize tam bir şâhid olsun diye..." (el-Bakara: 2/143).

"Ey Peygamber! Sana da müminlerden senin izince gidenlere de Allah yeter," (el-Enfâl 8/64).

"İslâm’da birinci dereceyi kaza­nan Muhâcirler ve Ensar ile onlara güzellikle tâbi olanlar yok mu? Allah onlardan râzı olmuştur. On­lar da Allah’tan râzı olmuşlardır..." (et-Tevbe: 9/100].

Hâfız İbn Hacer el-İsabe adlı eserinde (3/2) Zübeyr b. Bekkâr’ dan naklederek der ki:

Birisi Amr b. el-As’a:

— Bu kadar akıl ve anlayışa sâhipken müslüman olmanı geciktiren şey neydi? Diye sormuş. Amr şöyle cevap vermiş:

— Önümüzde büyüklerimiz vardı. Bunlar dağlar gibi akla sâhiptiler, Nebî (s.a.s.) Peygamber olarak gönderilip de onlar bunu inkar edince biz de kendilerine uy­duk. Ne zaman ki onlar hayâta ve­da ettiler, iş bize intikal etti; biz de, tedkik ettik, düşündük. Bir de gördük ki bu, açık bir hakîkatmış. Nihayet gönlüme İslâm sevgisi düştü, Kureyşliler bunu anlamışlar­dı. Çünkü ben İslâm aleyhine ken­dilerine süratle yardım ederken şimdi bu işte yavaş hareket edi­yordum. Bana içlerinden bir genç gönderdiler. Bu hususta benimle münakaşaya girişti.

Dedim ki:

— Senin, senden öncekilerin ve sonrakilerin Rabbi olan Allah aşkına söyle, biz mi daha doğru bir yoldayız, yoksa İranlı ve Bi­zanslılar mı?

— Biz daha doğru bir yolda­yız (yâni doğruluk, adâlet, emânet ve karşılıklı yardımlaşma bakırım­dan).

— Peki, biz mi daha müreffeh yaşıyoruz, yoksa onlar mı?

— Onlar.

— O halde, dedim, üstünlük ve fazilet sadece dünyâda bahis mevzuu ise, dünyâda onlar her şeyde bizden muazzam ve müref­feh iken bizim onlar üzerindeki faziletimizin kıymeti ve faidesi nedir? Öyle inanıyorum kî "herkes yaptığının karşılığını bulmak için öldükten sonra tekrar dirilmek” gibi Muhammed (s.a.s.)’in söylediği şeyler doğrudur, haktır. Batıl içinde saplanıp kalmanın bir mânâsı yoktur.

Bugün müslümanlar, hatta bü­tün insanlar, Rasûlullah (s.a.s.)’in ashâbının faziletlerini bilmeye, asaletlerini, Rasûlullâh’ın kendileri­ne verdiği terbiyenin eserini ve in­sanlık târihinde, sâyesinde biricik "örnek nesil" haline geldikleri o yüksek değerlerini öğrenmeye son derece muhtaçtır. İslâm gençliği İslâm’ın ideal neslini örnek edin­meyi becerememekte mazurdur. Zirâ o değerli insanların hayat hikâ­yeleri, ilk müslümanlara karşı kinle dolu kalbler tarafından tahrifler, teviller, ziyâde ve noksanlarla çirkinleştirilmiştîr.

Sadr-ı İslam tarihini tashih et­mek kudretine sâhip olan herkesin bu vazifeyi en kıymetli ibâdetler­den sayması dînî bir vecîbedir. Bu hususta bıkmadan ve yorulmadan çalışması lâzımdır. Müslüman genç­liğinin önüne, örnek edinecekleri ve yeniden yaşatacakları ideal bir nesil koyuncaya kadar...