ÖRNEK NESİL
İnsanlığın İdeali:
Eflatun ve “Cumhuriyet” kitabından... Sonra Ebû Nasr el- Farabive “Faziletli Şehir” eserindin... Sör Tomas Mor ve “Ütopya’sına” kadar... Tâ o cağlardan bugüne kadar insanlık, örnek bir neslin hayali peşindedir. Bu hayal edilen nesle erişmeği, onu savaşta ve barışta, hayatın neşeli ve kederli devirlerinde kendisine numune edinmeği arzu etmiştir; onun erişebildiği kemal kendi insanlıkkemalleri için uyulacak bir örnek olsun diye.
Bu en eski devirlerden günümüze kadar milletlerin ulaşmak istedikleri gayelerden biri olmuştur. Filozoflar bundan bahsetmiş, şâirler bunu terennüm etmi, velîler o yürek parçalayıcı müracaatlarında bunu dile getirmiş, bütün öten ve meleyen canlılar gönül saflıklarıyla bunu yalvarmıştır.
Hatta “örnek nesildir” ki azim sâhibi peygamberler, yetiştirilmesini dava edinmiş ve tahakkukuna gayret göstermiştir. Hakîmler ve bilginler hep bunu temenni etmiş, bugün de olduğu gibi, eskiden beri insanlık, uyanıklığındaki hülyasında, uykusundaki rüyasında onun tatlı hayâliyle avunmuştur.
Mûsa Peygamber, Ariş; dolaylarında, Sina çölünde, Nukb sahrâlarında, Seb’ kuyusu civarında gökteki bulutları yorgan ve kara toprağın sırtını yatak edinerek kırk yıl kavmiyle beklerken onlardan, Allâh’ın kanunlarına uyan, nezâket, azîmet, ferâgat ve fedâkârlık, doğruluk ve itidâli ahlâk kaideleri olarak benimseyen örnek bir nesil yetiştirmeyi umuyordu. Böylece o, Rabbinden râzı, Rabbî de ondan hoşnut olacaktı. Nihayet Mûsâ, ümmetinden beklediği bu ideale erişemeden hayâta vedâ etmişti.
Hz. Muhammed’in Ashabı:
İnsanlık en eski zamanlarından bu yana, dünyanın tanıyabildiği bütün ülkelerinde "örnek nesli" ancak bir defa görebilmiştir: Kuvvet ve merhametle hakka ve iyiliğe davet ederek engin Arabistan çöllerinden fışkırıp ansızın karşısına çıktığı zaman... Bizanslı, İranlı, Ârâmî, Kenanlı, İbrânî, Mısırlı, Libyalı, Berberi, Kandal, Lâtin, Töton, için... bu eşsiz târihî hâdiseye sâhit olan bütün milletler için pek enteresan bir sürprizdi bu.
Bu beklenmedik hâdise kaynağı, mahiyeti ve gelişmeleri bakımından akıllara hayret verici idiyse, bugün bile târihin mucizelerinden biri olmakta devam eden neticeleri yönünden de akılları büsbütün durduracak bir şeydi.
Nereden çıktı bu nesil? Milletlerin gaflet uykusuna daldığı bir devirde nasıl yetişmişler? Bayraktarlığını yaptıkları su davâ neden ibarettir? Bu davâ nasıl muvaffak olmuş ve başarı sebepleri nelerdi?
Bunlar bir dizide sorulardır ki insanlar birinin cevabını araştırırken onu unutturacak bîr diğeriyle karşılaşıyorlardı. Nihayet insanlık bu örnek neslin vasıflarını tanıya tanıya iyice anlamış ki O, beşeriyete hak ve hayır davâsını sunmakta ve bu davayı kendi ahlâkı, davranışları ve hareketleriyle tatbik ederek dile getirmektedir. Görüldü ki bu örnek neslin samimiyetle benimsediği, kendine huy edindiği ve diğer milletleri de kendisine çağırdığı şey, göklerin ve yerin direği demek olan hakkın tâ kendisidir.
Bu örnek nesli kemâle ulaştıran sebepler mevzuunda ilk bildiğimiz ve inandığımız şey, bu neslin, terbiyesini, insanlığın hayır öğreticisi ve Allah elçilerinin sonuncusu olan, İlâhî vazifelerin en mükemmeli ile gönderilmiş bulunan zâtın elinde görmüş olmasıdır. Evet bu sebep şu ideal neslin olgunluk âmillerinin başında gelir. Bundan, mümin şöyle dursun, aklı başında olan herhangi bir insan bile şüphe edemez.
Fakat kendi kendimize sormalıyız: Mûsâ (a.s.) da İlâhî vazifelerle gönderilenlerden biri değil miydi? Mûsa’ ya da sefer ve göç esnasında, kavmiyle, terbiye telkin edici ve dava aşılayıcı bir hayat yaşamak için kırk yıldan fazla bir fırsat verilmemiş miydi? Halbuki bugün Musevîlerin elinde bulunan Tevrat’ ın Sayılar Bölümünde (14:26, 29) söyle bir ifade mevcuttur: "Rab, Mûsâ’ya ve Hârûn’a söyleyip dedi: Bana karsı söylenen bu kötü cemâate ne vakte kadar dayanacağını, İsrâiloğullarının bana karşı olan kötü sözlerini işittim, benden yana onlara söyle: Hepinizin leşleri bu çölde düşecek; ve sîzden bütün sayılanlar, sayınıza göre bana karşı söylenen, yirmi yaşından ve ondan yukarı olanlar..”
Hz. Mûsa’nın bu ashâbı nerede, Muhammed (a.s.)’ın ashâbı nerede? Rasûlullah kendileriyle Bedir harbine gittiği gün onlar üçyüz on küsür kişiydi. Kendilerinin üç misli olan, güçlü, kuvvetli ve cesur bir düşmanla savaşacaktı. Hz. Peygamber bu bir avuç sahâbî ile Zefran Vadisine ulaşınca onların îman kuvvetini denemek istemiş, karşılaşacakları düşmanı haber vermiş, durum hakkında görüşlerini sormuştu. Bunun üzerine sarsılmaz îman numunesi Ebu Bekir kalktı, konuştu, güzel söyledi. Sonra Allah’ın, kendisiyle İslâm’ı aziz kıldığı Hat- tâb oğlu Ömer kalktı, konuştu, güzel söyledi. Daha sonra meşhur süvarileri Amr oğlu Mikdad kalktı ve:
— Yâ Rasulallah, dedi, Allâh’ın sana ilham ettiği gibi hareket et, biz seninle beraberiz. Allâh’a yemin ederim ki İsrail oğullarının, Mûsâ’ya karşı: "Sen ve Rabbîn ikiniz gidin, düşmanla savaşın, biz buradan ayrılamayız" tarzındaki hitabını biz sana karşı yapmayız. Biz şöyle deriz: "Sen ve Rabbîn varın savaşın, biz de sizinle beraber savaşanlarız." Seni Hak Peygamber olarak gönderen Allâh’a yemîn ederim ki eğer bizimle Berk-i Gımâd gibi en uzak bîr yere bile gidecek olsan oraya varıncaya kadar dayanır, senden ayrılmayız.
Rasûlullah (s.a.s.) ona memnuniyetini belirtti ve hayır duâda bulundu Sonra:
— Fikirlerinizi bana söyleyin, buyurdu.
Hazrec kabilesinin büyüğü ve Ensâr’ın en ünlü kumandanı Muâz oğlu Sa’d kalkıp:
— Yâ Rasulallah, dedi, bizi kastediyorsun galiba?
— Evet.
— Biz sana îman ettik, seni doğruladık, getirdiklerinin hak olduğunu kabûl ettik ve bu şartlarla seni dinlemeğe, sana itâat etmeğe söz verdik, and içtik, istediğin yere git, ey Allâh’ın elçisi, bîz senden ayrılmayız. Seni hak olarak gönderen Allâh’a yemîn ederim ki bizi bir denizin önüne götürsen ve ona atlamak istesen tek kişî geri kalmaksızın hepimiz seninle denize atlarız. Bizi yarın düşmanla karşılaştıracağınızdan endişe etmiyoruz. Biz harpte dayanan, düşman karşısında sadâkatten ayrılmayan kimseleriz. Umarım ki yüzünü güldürecek hallerimizi Allah sana gösterecektir. Allah’ın bereket ve nusretiyle bizimle yoluna devam et"
Doğrusu bu neslin hareketleri sözlerinden daha sâdık ve daha vazıh olmuştu.
Hz. Muhammed’in arkadaşları harp meydanlarında ve güç devirlerde işte böyleydi.
Onların barış hayatlarında titizlikle hakkı araştırmaları, insafa sarılıp adalete boyun eğmelerine gelince, —İmam Ahmed’in Müsned’inde ve Ebû Davud’un, Sünen’- inde rivayet ettikleri gibi— Ümmi Seleme’nin onlara dair naklettiği şu hâdisede görelim:
Pek eski bir mîras hakkında muhakeme edilmek üzere Rasulullah (s.a.s.)’a iki kişi geldi, aralarında isbat edici bir delil de yoktu. Hz. Peygamber onlara:
— Sîz muhâkeme edilmek üzere bana geliyorsunuz. Ben ise ancak bir beşerim. Biriniz davâsını anlatmakta diğerinden usta olabilir. Ben aranızda işittiğim söze göre hüküm veririm. Kimin lehine mümin kardeşinin hakkından bîr şeyle hükmedersem, onu sakın almasın; bilsin ki ben ona ateşten bîr parça ayırıyorum. Öyle ki kıyâmet gününde boynuna geçirilmiş bir boyunduruk gibi onu getirecektir, buyurdu.
Bunun üzerine o iki adam ağlamaya başladı ve her bîri:
— Benim hakkım kardeşimin olsun! dedi.
Durumu gören Rasûlullah şöyle buyurdu:
— Böyle söylüyorsanız, gidin, mirası taksim edin; hakkı, sadece onu gözetleyin, sonra kura çekin ve en son her biriniz arkadaşına hakkını helâl etsin.
Hakka hürmet göstermekte iki örnek teşkil eden bu insanların isimlerini biz hâlâ bilemiyoruz. Çünkü bunlar Sahabenin sıra fertlerinden iki insandı. Yoksa bunlar, Hz. Peygamber’in, kıymet ve menkıbelerini husûsiyle belirttiği, cennetle müjdelenmiş on kişi (Aşere-i Mübeşşere) veya onların derecesinde emsali nadîr, insânî faziletlerle mümtaz havasstan kişiler değildi.
İşte Hz. Muhammed (s.a.s.)’in, hak sevgisi üzere arkadaşlarını yetiştirmekte tatbik ettiği ve onların da, yetiştiricilerinin kendileri hakkında arzu ettiği mevzularda, ona mukabele etmekte takibettikleri bu metoddur ki o ideal neslin havassına da, avamına da şu örnek ahlâkı yerleştirmişti.
Hz. Ebû Bekir (r.a.)’ın hilâfet zamanı gelince, kazâ mevkiine, insanlığın adalet sembolü Hz. Ömer’i getirmişti. Fakat aylar geçerdi de Ömer’in huzuruna muhâkeme için iki ferd bile gelmezdi. Böyle ideal bir nesil için muhâkemeye ve hâkime ne lüzum vardı! Onlar zaten hakkın öz neslini teşkil ediyor ve hakkı araştırmak bizzat onların üstün ahlâkından ileri geliyordu. Onlar bu mevzuda herhangi bîr mahkemenin kurulmasına hiç de muhtaç değillerdi.
O’nun ashabı, O’nun ümmeti:
Hz. Muhammed (s.a.s.)’in ümmeti ile Mûsâ Peygamber’in ümmeti arasında bir mukayesede bulunalım. Bu peygamberlerin her ikisi de sarsılmaz azme sahip büyük peygamberlerdendi, Hz. Mûsâ’ ya ümmetini yetiştirmek için, Muhammed (s.a.s.)’e verilen vaktin iki misli verilmişti. Fakat nasıl olmuştu da Muhammed aleyhisselâm’ın ümmeti o yüceliğe erişmiş ve Allah’ın, Kur’an-ı Kerîm’inde; "Siz insanların faidesi için varlık sâhasına çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz." (Al-i İmrân; 3/110) sözleriyle ebedileştirdiği bir "örnek nesil" olabilmiş, buna mukabil Mûsâ Peygamber’in ümmeti —her yıl çeşitti dillerde milyonlarca baskısı yapılan Tevrat’ın Sayılar (14:26-27, 29) kısmında da zikredildiği gibi— mahvedîlmeye lâyık bir nesîl olmuş.
Ben bu hususu bugüne kadar, elli yıldan fazladır düşünmekteyim. Tâ elli yıldan beri âlimlerin inceleme ve tahlillerinden görebildiklerimi dikkatle kontrol ettim. Maksadım, Allâh’ın bu hikmetini, Rasûlullâh’ın Ashabına has kıldığı ve onları, insanlık târihinin tanıyabildiği yegâne örnek nesil haline getiren bu imtiyazın hikmetini anlamaktı.
Milletlerin soyları, kabiliyet ve karakterleri hakkında düşündüm. Bütün bunları, onların iptidâi devirlerine kadar inerek, medeniyetler, sonradan kazanılmış ilimler, sanatlar ve beşer tarafından konulmuş bulunan içtimâi nizamlar çağına girmeden önceki zamanlarını gözönüne alarak tedkik ettim. Nihayet anladım ki İslâm devrindeki "örnek nesli" veren milletler iptidâi devirlerinde bile, diğer milletlere nisbetle anlayışlarının genişliği, akıllarının kemâli, hislerinin inceliği ve ahlâklarının iyiliği ile temayüz etmişlerdi. Yine bu milletler iptidâîlik devrinde beşeriyetin aynı çağlardaki bütün dillerinden mutlak üstün olan bir lisanla sivrilmişlerdi.
Örnek neslin kendilerinden zuhur ettiği milletlerin hususiyetlerinden biri de başkalarıyla vuku bulan muamelelerindeki yüksek insaniyetleri, emniyet telkin edicilikleri ve misafirperverlikleriydi.
Ben şuna kanaat gelirdim ki Cenâb-ı Hak, nasıl elçiliklerinin ekmeli ve sonuncusu için Muhammed aleyhisselam’ı seçmişse, aynen öylece Kitâb-ı Hakîm’i için de Arapçayı seçmiştir. Çünkü o, dillerin en mütekamili ve en zenginidir. Yine Rasûlüne arkadaş ve ümmet olarak milletler içinde en sadık olanları, en müsaitleri, İslam davetinin muvaffakiyetini sağlayacak vasıfları hâiz bulunan ve bu vasıflarla o mukaddes emaneti taşımaya muktedir olan milletleri seçmiştir. Böylece bunlardan, "bütün insanların faîdesi için varlık sahasına çıkarılan" bir ümmet meydana gelmiş oldu. Bu ümmet âdetleri, ahlâkı ve davranışlarıyla İslâm davetçisi olmuştu. Diğer milletler Muhammed (a.s.)’ın tebliğ ettiği dini, ashâbından kulaklarıyla dinlemekten ziyâde bizzat gözleriyle görmüş, onların hareket ve yaşayışlarından öğrenmişlerdi.
Hz. Muhammed (s.a.s.)’in ashâbı Büyük Davete uyup İslâm’la müşerref oldukları zaman taşıdıkları millî kabiliyet bakımından birbirinden farklı durumlar arzediyorlardı. Kimi ötekinden daha çabuk anlayışlı idi. Birisi herhangi bir kabiliyet bakımından diğerinden üstün idiyse beriki de başka bir kabiliyet yönünden ondan üstün bulunuyordu. Ebu Bekir İslâm Davetinde hakkı idrâk husûsunda Ömer’den daha üstündü. Fakat Ömer de —kızkardeşiyle amcazadesinin müslüman olduğunu duyup da onları dövmeye gittiği zaman— İslâm’ın aleyhindeki asabiyetinin şiddet kazandığı bîr sırada kulağına İslâm’ın hak sesi gelmiş, asabiyeti dinmeğe başlamış, hakka olan meyli intikam meyline galip gelmişti. Ömer, iki dakika içinde, Allah nezdinde, hakkın en kıymetli yardımcılarından ve hak davetine en çabuk icâbet edenlerden biri oluvermişti.
Halid b. el-Velîd mümtaz bir sınıf sayılan Kureyş reislerinin çocuklarından bir gençti. Uhud harbinde müslümanlara galip gelmenin zevkiyle sarhoş olmuş, bunun sevinci içinde Mekke’ye dönmüştü. Fakat İslâm’ın haykırdığı hakikat Hâlid’in kulaklarında çınlıyordu. Halid düşündü ve bunu hak buldu. Babasının servetini, kendi nüfuz, şeref ve şöhretini ve Mekke’deki geniş at çiftliğini bıraktı, daha önce kendileriyle savaşıp mağlûp ettiği kimselerin dînîne girmek üzere Medine yolunu tuttu. Yolda Amr b. el-As ve Kâ’be anahtarının muhâfızına yetişti, hakkın onlara da zâhir olduğunu, hakkı talep etmek, hak ehline kavuşmak ve onun uğrunda cihad etmek için yola çıktıklarını anladı. Medine’ye vardıklarında Hz. Peygamber; "Mekke sizi sınırları dışına atmakla ciğerparelerini kaybetmiş oldu" buyurdular.
Müslüman milletler Ku’ân-ı Kerîm’de Cenâb-ı Hakk’ın övgüsüne lâyık olmuşlardır: "Böylece sizî (ey Muhammet ümmeti) vasat bir ümmet yapmışızdır, imanlara karşı hakikatın şâhidleri olasınız, bu Peygamber de sizin üzerinize tam bir şâhid olsun diye..." (el-Bakara: 2/143).
"Ey Peygamber! Sana da müminlerden senin izince gidenlere de Allah yeter," (el-Enfâl 8/64).
"İslâm’da birinci dereceyi kazanan Muhâcirler ve Ensar ile onlara güzellikle tâbi olanlar yok mu? Allah onlardan râzı olmuştur. Onlar da Allah’tan râzı olmuşlardır..." (et-Tevbe: 9/100].
Hâfız İbn Hacer el-İsabe adlı eserinde (3/2) Zübeyr b. Bekkâr’ dan naklederek der ki:
Birisi Amr b. el-As’a:
— Bu kadar akıl ve anlayışa sâhipken müslüman olmanı geciktiren şey neydi? Diye sormuş. Amr şöyle cevap vermiş:
— Önümüzde büyüklerimiz vardı. Bunlar dağlar gibi akla sâhiptiler, Nebî (s.a.s.) Peygamber olarak gönderilip de onlar bunu inkar edince biz de kendilerine uyduk. Ne zaman ki onlar hayâta veda ettiler, iş bize intikal etti; biz de, tedkik ettik, düşündük. Bir de gördük ki bu, açık bir hakîkatmış. Nihayet gönlüme İslâm sevgisi düştü, Kureyşliler bunu anlamışlardı. Çünkü ben İslâm aleyhine kendilerine süratle yardım ederken şimdi bu işte yavaş hareket ediyordum. Bana içlerinden bir genç gönderdiler. Bu hususta benimle münakaşaya girişti.
Dedim ki:
— Senin, senden öncekilerin ve sonrakilerin Rabbi olan Allah aşkına söyle, biz mi daha doğru bir yoldayız, yoksa İranlı ve Bizanslılar mı?
— Biz daha doğru bir yoldayız (yâni doğruluk, adâlet, emânet ve karşılıklı yardımlaşma bakırımdan).
— Peki, biz mi daha müreffeh yaşıyoruz, yoksa onlar mı?
— Onlar.
— O halde, dedim, üstünlük ve fazilet sadece dünyâda bahis mevzuu ise, dünyâda onlar her şeyde bizden muazzam ve müreffeh iken bizim onlar üzerindeki faziletimizin kıymeti ve faidesi nedir? Öyle inanıyorum kî "herkes yaptığının karşılığını bulmak için öldükten sonra tekrar dirilmek” gibi Muhammed (s.a.s.)’in söylediği şeyler doğrudur, haktır. Batıl içinde saplanıp kalmanın bir mânâsı yoktur.
Bugün müslümanlar, hatta bütün insanlar, Rasûlullah (s.a.s.)’in ashâbının faziletlerini bilmeye, asaletlerini, Rasûlullâh’ın kendilerine verdiği terbiyenin eserini ve insanlık târihinde, sâyesinde biricik "örnek nesil" haline geldikleri o yüksek değerlerini öğrenmeye son derece muhtaçtır. İslâm gençliği İslâm’ın ideal neslini örnek edinmeyi becerememekte mazurdur. Zirâ o değerli insanların hayat hikâyeleri, ilk müslümanlara karşı kinle dolu kalbler tarafından tahrifler, teviller, ziyâde ve noksanlarla çirkinleştirilmiştîr.
Sadr-ı İslam tarihini tashih etmek kudretine sâhip olan herkesin bu vazifeyi en kıymetli ibâdetlerden sayması dînî bir vecîbedir. Bu hususta bıkmadan ve yorulmadan çalışması lâzımdır. Müslüman gençliğinin önüne, örnek edinecekleri ve yeniden yaşatacakları ideal bir nesil koyuncaya kadar...