Makale

Semaya Yükselen Zarif Eller MİNARELER

Semaya Yükselen Zarif Eller

MİNARELER

Mustafa Bektaşoğlu

Halkı belirli zamanlarda namaza davet etmek için, üzerinde ezan okunmak maksadıyla camilerin yanına yapılan yüksek kulelere minare denir. Bilindiği gibi Hz. Mu- hammed (s.a.s.) zamanında ilk ezan okunurken Bilâl-i Habeşî dama çıkmıştır. Daha sonraları mescitler yapıldığında dama çıkmak gibi estetiği olmayan bir fiil yerine, minareye çıkmak gibi bir fiile dönüşmüştür, ilk minare de Muaviye zamanında Mısır valisi olan Müslime tarafından Amr camiine yapılmıştır.
Minare, İslam’da namaza çağrının göz ve kulak için simgelenmiş, anıtlaşmış bir mimarlık öğesidir. Aradan geçen on dört asır boyunca Müslümanlar tarafından çok değişik şekil ve boyutta minareler yapıldı. Bu minareler amaca uygun olarak ezanı uzağa ulaştırabilmek, uzaktan görülebilmek için şerefeli kuleler olarak inşa edildiler. Ancak, her millet kendi kültür ve sanat zevkine göre farklı minareler geliştirdi. Doğaldır ki, bütün kültür değerlerinde olduğu gibi, bu süreç cami ve minare mimarisinde de karşılıklı birçok alış veriş olmuştur.
On altıncı yüzyıl başı, on yedinci yüzyıl sonu dönemlerde Osmanlı mimarisi karakterini bulmuştur. Gelişimini etkilemiş olan Selçuklu ve Bizans mimari ve teknolojisinden, her gelişen medeniyet gibi yeterince yararlanmış, kendi yolunu doğru olarak seçmiş ve nihayet bütün etkilerden arınarak klâsik Osmanlı mimarisi meydana gelmiştir. Bu mimari Islâm mimarisi içinde müstesna yerini almıştır.
Klâsik Osmanlı mimarisi içinde minareler artık tamamı taş olarak yapılmaya başlanmıştır. Bu durumda minarelerde gerek mimari, gerek teknoloji bakımından kendinden önceki devirlerin kararsızlığından kurtulmuştur. Bir başka deyişle bu dönemde minareler de klâsik özelliklerini bulmuştur.
Mimar Sinan, başmimarlığının ilk büyük eserini, Kanuni’nin oğlu Mehmed’in ölümü üzerine verdi. Sinan’ın çıraklık eserim dediği Şehzade Camii gibi bir şaheseri, daha sonra yalnız kendisi aşabilmiştir.
Süleymaniye’nin büyük minarelerinin gövdelerinde sade yüzlü görünümünü kubbe, minare uyumu içinde yeterli bulmuş, küçük minarelerde ise kalın görüntülerini köşe çubukların gölgeleri ile hafifletmeyi düşünmüş olsa gerek, çubuklu ve düz yüzlü çok sayıda minareden sonra Edirne’de Selimiye’nin muhteşem dört minaresi ile devrinin ihtişamını simgelemektedir.
Sinan, Selimiye minarelerinde, hem istediği yüksekliğe gözleri rahatsız etmeden yükselebilmek, hem de cami kitlesi ile çok uyumlu bir oran yakalayabilmek için oldukça kalın bir kesit (3.80 m) kullanmıştır. (Tarla, Hüsrev, Sinan Minarelerinin Mimaride ve Şehircilikteki Yeri, 49-66, Uluslar arası Mimar Sinan Sempozyumu Bildirileri, Ankara 24-27 Ekim 1988, Atatürk Kültür Merkezi Yay., Ankara-1996)
Selçuklu minareleri, Arap, Iran ve Osmanlı minarelerinden çok farklıdır. Osmanlı minarelerinden daha kalın ve güdükçe olan bu minarelerin şerefeden külâha kadar olan petek kısımları, şerefeden kaideye kadar olan beden kısımlarına nispeten kısadır. Genellikle tuğladan yapılan Selçuk minareleri, değişik renklerdeki sırlı tuğlalarla geometrik şekillerle örülmüştür.
Osmanlılarda minareler bir, iki, dört veya altı adettir. Tek olanlar genellikle caminin sağ tarafındadır. Çünkü Müslümanlarda sağ taraf mübarek sayılır. Fakat bunun istisnaları da vardır. Osmanlı minarelerinin gövdeleri genellikle silindir şeklinde veya çokgen satıhtı, bazıları da yivlidir. Minareyi ince göstermek için yapılan bu yivler; düşey, helezoni ve zikzaklıdır. Bazı minarelerin gövdeleri de burmalı çubuklarla süslenmiştir ki, bunlara burmalı minare denir. Bu tür minareler Selçuklarda da vardır.
Minarelerde ezan okumaya mahsus şerefelerin taştan olan korkulukları, devrin üslûbuna göre, oymalı parmaklıklar şeklindedir. Buralara mübarek gecelerde kandiller asılır ve iki minare arasına mahya kurulur. (Arseven, Celâl Esad, Türk Sanatı Tarihi, 228-229, MEB Yay., Istan- bul-Tarihsiz)
Minare ve şerefe tamamen mimari estetiğe dayanır. Bugün şerefelerden hoparlör ile ezan yayıldığına göre, uzun bir sopa misali direk dikip dört bir yana hoparlör konsa bu mantık da uygundur; ama cami bir mimari estetik taşırken, kullanılan bu malzemeler çok bayağı kalır. (Ramazanoğlu, Gözde, Mimar Sinan’da Tezyinat Anlayışı, 38, Kültür Bak. Yay., Ankara-1995)
Minare, cansız bir taş sütundan da ibaret değildir. Nasıl cami hayat dolu bir varlık ise, derûnî bir mana taşıyorsa; onun bir unsuru olan minarenin de bu ifadede hissesi vardır. Minare bazı teşbihlerle anlatılmak istenmiştir. Semaya el kaldırıp niyaz eden kol ve ellere benzetmek de yaygın olanıdır. Minare, ibadet edilen caminin nefes borusudur. Minare havayı ciğerlere çeker gibi mü’minleri cami kubbesi altına davet eder. İbadetin şevk ve ruhani- yetini manevî, sessiz dalgalar halinde dışarıya aktarır. Namazdan sonraki duada acılan eller gibi, görevini tamamlamış olanların kafilesine katılır, susar. İşte semaya kalkmış teşbihi bundan sonra yerini bulmuş olur. (Av- yerdi, Ekrem Hakkı, Makaleler, 60-61, lstanbul-1985)
Nihad Sami Banarlı da bu konuda: "Minaresiz cami, damsız yapı ve kiremitsiz çatı gibi, millî estetiğe ve bilhassa estetik tekâmüle aykırı, tatsız tuzsuz bir şeydir. Minare, Türkiye’deki şekliyle bir Türk eseri, Türk zevkinin incelip yükselttiği, millî bir maneviyat âbidesidir. Cami kubbelerinin yanlarında Allah yazılarındaki elifler gibi yükselerek, sema boşluğunda bir güzellik çizgisi halinde uzanan bu narin yapılar semalarımızdan eksilmesinler. Onlar, bu vatanı Türk eden çizgilerdir.
İsmail Hakkı Baltacıoğlu:
-Türk demek, minare demektir! Diyor.
Bu cümleyi, minare denilen zarif mimarinin, ancak Türkler elinde en güzel, en mütekâmil şeklini bulduğu manasında mı söylemişti? Asırlarca semalara minareler yükselten bir milletin cihan semalarına çizdiği, maddî- manevî büyük estetiği mi söylemek istemişti?
Baltacıoğlu’nun konuşmalarının hiçbirini hatırlayamıyorum. Ancak, "Türk demek minare demektir" cümlesini nedense unutmadım" demektedir.
Minare kelimesinin aslı, Arapça’da menara’dır. Türkler, bu kelimeyi mimarisi gibi inceltip güzelleştirerek, yükseltip Türkçeleştirerek minare güzelliğine koymuştur.
Arapça’da menâra, etrafı aydınlatmak için üzerine ışık kaynağı konulan nesnedir. Minarelerin, zamanla göz ve gönül aydınlatan yapılar haline gelmesi, belki de kelimenin başlangıcındaki bu ışıklı manasındadır.
Ramazan, bayram ve kandil gecelerinde minarelerin şerefelerine dizilen kandiller ve şimdiki yerini alan ampuller, kelimenin bu manasına hâlâ uygundur. İslâmiyet, ufuklara ezan sesini yaymak için bu minarelerden istifade etmiştir. Hatta, ilk minareler camilerin yanında değil, ilk mescitler bu minarelerin yanında yapılmıştır. Böylelikle minare, caminin bir ilâvesi değil, cami minaresinin yeni vazifesini gerçekleştiren bir mabet olmuştur.
Bununla beraber, ilk İslam milletleri, minarenin zevkini, onun Allah’a dualarda bulunan genç kız kolları gibi, semaya yükselişlerindeki estetik güzelliği idrak etmiş değillerdi. Hind, Irak, Iran, Hicaz, Mağrib ve Endülüs minareleri genellikle dört yahut sekiz köşeli
ve çok kalın gövdeli yapılardı. Bunlar bizim semaya yükselttiğimiz ve çizgilerini Asya’daki medeniyetimizden getirdiğimiz; getirdikten sonra da gittikçe güzelleştirdiğimiz minareler gibi sonsuz derecede güzel değildi.
"Türk demek minare demektir" sözünün bir manası olabilirse, bence işte bunu ifade eder. Edirne’de üç şerefeli ve Selimiye minarelerine üç ayrı merdivenden çıkarak aynı şerefelerde buluşan insanlar, asırlarca bu narin yapılara bu üç yolun işlenişindeki inceliğe hayran kalmışlardır. Türk minaresi, Mimar Sinan’la kemalini bulmuş, inceliğin ve zarifliğin son haddine ulaşmıştır. (Banarlı, Nihad Sami, İman ve Yaşama Üslûbu, 150153, lstanbui-1986) Şair Gültekin Samanoğlu’nun konumuzla ilgili şiiri makalemizi özetler gibi:
Namaza sesli çağrı, minaresiz ilk muştu;
Bilâl-i Habeşi’yle gönülden okunmuştu.
Pek kısa bir zamanda çoğaldı diyar diyar,
Toplu ibadetlere "gel gel" diyen ezanlar.
Beş şartın beş vaktine yaraşan gelmeliydi,
Temelden, kalem ucu gibi yükselmeliydi.
Mahşere kalmazdı ya, yarım yüzyıl sonrası,
Gelivermişti işte, minarenin sırası.
Secde eder göklere, selâm verir kıbleye,
En içten duaları; herkese ve her şeye.
Teki, çifti, dörtlüsü, altılıya uzanır;
İlk mahya şerefeyi, Sultan Ahmet’ten tanır.
Sonra Süleymaniye ve üç yüz yıldan beri,
"Lâilâhe illallah", Osmanlı-Türk eseri.
Beş vakit duyulan ses, yerçekiminden gelir;
Gökçekimine doğru elif elif yükselir.
Döne döne seslenen, gök delen minareler,
Hak diniyle beraber, yükselen minareler.
İnanan insanlara bayrak, yani alemdir;
Yurdunun tapusuna imza atan kalemdir... (Samanoğlu, Gültekin, Minareler, Diyanet İlmi Dergi (Ekim-Kasım-Aralık)c: 27,