Makale

KUR'AN-I KERİM NASIL BİR KİTAPTIR NASIL ANLADILAR NASIL ANLIYORUZ NASIL ANLAMLIYIZ?

KUR’AN-I KERİM NASIL BİR KİTAPTIR
NASIL ANLADILAR
NASIL ANLIYORUZ
NASIL ANLAMLIYIZ?

Prof. Dr. İsmail CERRAHOĞLU

Bugün, bilenin de, bilmeyenin de Üzerinde konuştuğu, okumadan âlim, yazmadan kâtip olanların bol olduğu bir fikir karmaşası dönemini yaşamaktayız. Bu gibi dönemler günümüzde ve geçmişte olduğu gibi, şüphesiz gelecekte de olacaktır. Dinamik bir akla sa­hip olan insanoğlunun bulunduğu her yerde bu gibi fikri spekülas­yonlar eksik olmayacaktır. Yeter kİ bu fikri görüş ve nazariyeleri en iyi bir şekilde kanalize edebilelim ve bunları yaşantımızda en güzel ve faydalı bir şekilde kullanalım, işte din dediğimiz sistemin gayesi bu değil midir? Yüce Rabbimiz, insanlar arasından seçtiği Peygamberleri vasıtasıyla gönderdiği İlahi kelâmı ile, bu fikir kar­maşalarına bir son vererek onların sahiplerini faydalı ve güzel bir yola sevketmiyor mu?

Şüphesiz ki, bir şeyi anlama da en mühim esas, anlamak istediğimiz şeyi iyi tanımak gerektiğidir. Birşeyi iyi tanımak için de yan, bilgilere İhtiyacımız olacaktır. O halde inanlar için hidayet ve rahmet, inanmayanların hüsran kaynağı olan mukaddes kitabı­mız Kur’ân-ı nasıl anlayalım? O, nasıl bîr kitabdır? Kim tarafın­dan gönderilmiştir? Ve kime gönderilmiştir? Bu suallere verilecek cevaplar, bize meselenin önemini, kudsiyyetini ve büyüklüğünü gös­terecek ve aynı zamanda meseleyi, kudsiyet, hürmet ve saygı mef­humlarını da beraberinde getirecektir.

Kur’ân-ı Kerîm’in, Yüce ve İlâhi bir makamdan gönderildiği, yine O Yüce Zâtın insanlar arasından bizlere örnek olarak seçtiği şerefli insajı vasıtasıyla, insanlığa sunulduğu, inananlar tarafından bilinen ve ittifakla kabul edilen bir husustur. Biz bu konu üzerin­de durmayacak, sadece O’nun nasıl bir kitap olduğunu ve O’nu na­sıl anlamaya çalıştığımızı tanıtacağız. Bizler O’nu ne kadar iyi tanırsak, O’nu o kadar iyi anlayabileceğimize emin olabiliriz.

O halde hidayet rehberimiz olan Kur’ân nasıl bir kitaptır? 23 yıla yakın peygamberlik müddeti içinde, Hz. Peygamberce Cebrail vasıtasıyla İlâhî vahiy mahsulü olarak gelen Kur’ân-ı Kerîm, Çok kısa bir zamanda Allah’ın birliği akidesini yayarak, insanlığı dalmış olduğu bataklıktan kurtarmaya çalışmış ve onlara dünya ve ahiret âleminin saadet yollarını göstermişti. Çok kısa bir zaman­da başarılmış ve meyvelerini vermiş olan böyle bir gelişmeye ta­rihte rastlanamaz. Böyle bir hareketin muharrik unsuru olan Kur’ân-ı Kerim, Müslümanlar arasında mukaddes bir kitap olmanın dışında, sadece Arap edebiyatının bir şaheseri olmakla da kalma­mış, aynı zamanda Hz. Peygamberin nübüvvet ve risale tini teyit eden en büyük mucize olmuştur. O, üslûbu, insanlara tesiri, tarihi meselleri, hakikaten açıklaması, telifi, ihtiva ettiği ilimler ve maarif, Islah siyaseti, gabya ait haberleri ve daha akla gelebilecek çe­şitli yönleriyle bir eşsizlik kazanmıştı. Kur’an’ın bu eşsizliği ken­dine hastır ve diğer münzel kitaplarla farklılıklar gösterir. O, di­ğer münzel kitapların aksine, daha geniş bir yed ile gelmiş, ken­dini muhatabı arına kabul ettirmek ve onları tatmin etmek için ko­laylıklar bahşederek kısım nazil olmuştur. Onun diğer münzel kitaplarla, dil, üslup ve nakil yönlerinden farklılıklar gösterdiği her ilim sahibinin malumudur.

Belagat ve fesahatin en yüksek mertebeye ulaştığı bir devirde, fesahat ve belagat üstadane dehşete düşürecek bir mucize gerek­li idi. Bu mucize de bizzat Kur’ân-ı Kerîm’in kendisi olmuştur. Hiç şüphe yoktur ki, O, Arap şiir üstatlarını dehşete düşürmüş,: asrındaki ve gelecek asırlardaki belagat sahiplerinin seslerini kesmiştir. Kur’ân-ı Kerim’in bu Üstünlüğü parlak üslûbundan mıdır? Lafızla* rıhın inceliğinden inidir? Yoksa manalarının latif oluşundan mı­dır? Kat’i olarak bunların hangisidir? Bunu bilemiyoruz. Bildiği­miz bir şey varsa, o da Arap dilini hilen herkesi dehşete düşürmüş olmasıdır.

Kur’ân-ı Kerîm, garip haberleri, işaret ve istiarelerindeki sır­lan ile, hem yüksek tabakaya hem de halk tabakasına tesir etme­sini bilmiştir« Bütün bu yönleriyle Kur’ân müthiştir ve üstünlüğü­nün delili açıktır. Çünkü O, Yüce Allah’ın Kelâmıdır. Mahlûkun söz­leri asla O’nu taklit etmeye muktedir olamaz ve olamayacaktır da. Zaten Kur’ân-ı Kerim’in insanlığı âciz bırakan yönü, ona benzer veya ona yakın bir eserin meydana getirilememesinde aranılması­dır. Bu husus, Yüce Allah tarafından o derece kesinlikle belirtil­miştir kİ, aksinin vârid olması mümkün değildir. Bizzat Kur’an’ın kendisi, bütün insanlar ve cinler bir araya gelip çalışsalar, kendi­ne benzer bir eser meydana getirmekte âciz kalacaklarım söyler ve meydan okumasını tedrici bir surette şiddetlendirerek kendisinde- kilere benzer tek bir sûre bile meydana getirilemeyeceğini İddia eder. îsrâ sûresinin 88. âyetinde, Kur’ân’m bir benzeri yapılması istenirken, Bakara suresinin 23-24. âyetlerinde tek bir sûreye kadar ’ düşürülmüş “ olması, mahlûkun Halik karşısındaki aczini ifadeden başka bir şey olamaz, Bu tahaddi (meydan okuma) âyetleri, insan oğlunun Kur’ânla muâraza etme kapısını kapamış ve insanların Kur’ân karşısında kat’i olarak mağlubiyetlerini tescil etmiştir. Allah Kelâmı olan bu "Ebedi Mucize’yi taklit etme kabiliyeti, hiç bir be­şere verilmemiştir. Yüksek dağ tepelerinden kopan seller gibi, önü­ne gelen her engeli silip süpüren, gönülleri ve akıllan fetheden Kur’ân-ı Kerîm, parlak üslûbu, lafızlarının inceliği, manalarının çe­kici güzelliği, prensiplerinin yüceliği, lâtif meselleri, garip haberleri, edebî sanaatlardaki sırlan ile, herkese tesir etmiş, insanlığı hayret ve dehşet içerisinde bırakmıştı.

Kur’ân-ı Kerîmi, bütün mucizelerin üzerine çıkaran en seçkin vasıf, O’nun, arap harflerinin bir araya gelmesinden başka bir şey olmayan fasıllar mecmuası oluşudur. Bu harflerin yan yana getiri­lişi, insan fiillerinin en kolayı zannedilirse de, ondaki terkipler yü­celiklerin fevkine ulaşmıştır. Kendi aralarında zayıf, kimsesiz ve yetim saydıkları Hz. Peygamberin üstünlüğü, on binlerce kişi tarafından desteklenen edip kimseleri neden ve niçin âciz bıraktı? Arap edebiyatının en parlak devri olası bu iki peygamberlik günle­rinde Araplar, aralarından birinin san’at ve İlimde üstünlük göster­diğini gördüklerinde, bütün kuvvet ve gayretleriyle, onunla yarış­maya ve ondan daha üstününü meydana getirmeye çalışırlardı. Hal­buki Kur’ân onların san ’atını gölgede bıraktığına göre, niçin onlar Kur’ânla yarışmaya, onunla muaraza etmeye koyulmadılar? O’nun belagatindeki üstünlüğe muhalefet etmediler? Acaba bu hal, arala­rında bu san ‘atı ifa. edecek sanatkârların yokluğundan mı ileri gel­mekteydi ? Bu soruya müsbet cevap veremeyeceğiz. Çünkü Hicaz toprağı, fesahat ve belagat üstatlarını yetiştirmekle ün kazanmış­tı, Sonra Hz. Peygamber ümmi ve tek idi. Onlar ise binlerle idiler. Acaba niçin onlar, O’nun aynını yapmaya teşebbüs etmeyip, kalemle mücadele etmediler de, kılıçla mukabelede bulundular?

Çölün yetiştirdiği ve Bennu Sad kabilesinde çocukluğunu geçi­ren “Sem bundan evvel hiç bir kitap okur deşildin, elinle de yazmadın”

(Ankebût sûresi 43} ayetinin muhatabı olan, okuma yazma bilme­yen (ümmi) Hz. Muhammed, Ummu’l-Kurâ (Mekke) de âlemi ıs­laha kalkıştı ve ömrünü, kendisinin İlâhî bir vazife İle gelişini ka­bul etmeyen insanlarla, kavimlerle mücadele İle geçirdi, herkesi âciz bırakan ve dehşete düşüren bir kitapla geldi. Bu kitap, gizli bir belagat ve ikna edici delillerle gelmiş, ilim ve felsefe alanına girmiş, tıp, tabiat, arz ve semanın oluş kanunlarının sırlarından bahsetmiştir. Yine onda, eski asırların ve geçmiş milletlerin tarih­leri bahis konusu etmektedir. Zamanının ilim, fen ve edebi sanat­larından hiç birine vâkıf olmayan bir zattan, her yönü ile mükem­mel bir eserin zuhuru, elbette bir mucizedir. Şüphesiz Kur’ân-ı Kerim’de, ilim adamlarını, feylesofları ve fakihleri âciz bırakan yön­ler mevcuttur. İnsanların inancını, ibadetlerini, ahlâklarını ıslah edip kardeşliği tesis, adaleti tevzi etmesi, mali işleri ıslah, kadına şahsiyet kazandırması, akıl ve fikirleri hürriyete kavuşturması, hi­dayete sevk etme gayesine uygun olarak, tabiat ilimlerini kendine konu yapması, mazi, hal ve istikbâle âit gayb haberleri, bizzat Pey­gamber tarafından bile Kur’an’ın tebdil edilememesi ve “Ben an­cak bana, vahyolımana uyarım” (Yunus 15) demesi gibi hususların “Ümmi" bir kimseden zuhur. etmesi, mucizeden başka ne olabilir?

İşte bu hakikat karşısında, Velid, Lebîd, Asa ve Kab. Züheyr gibi belâgat üstadları, Kur’an’ı her yönü ile takdir etmişler, kendi­lerini sihirle yen bu üslûb karşısında “yedi askı” adiyle Kâbenin duvarlarına asılan, Îmreu’l-Kays, Tarafa b. Abd, Ka’b b. Züheyr, Anar b. Kulsûm gibi burcuna erişilmeyen şâirlerin şiirleri, Kur’ânla muka­yese edildiğinde, kuvvetli elektrik ampulleri karşısında duran mum ışığı mesabesinde kalmış ve utanma duygusu ile yerlerinden indi­rilmişti. Kur’ân büyük küçük ayırt etmeksizin her yaştaki insan­lara kendini dinletmesini bilmiş, onlara imam aşılamıştı. Gönüllere hoş gelen üslûbu sayesinde, en büyük düşmanları onu dinle­mekten kendilerini alıkoyamamışlardı. Velid b. el-Mugire, Alınes b. Kays, Ebu Cehl b. Hişâm gibi Küreyiş ileri gelenleri, Kur’an’ı din­lememek için birbirlerine söz vermiş olmalarına rağmen, geceleri gizli gizli Kur’ân dinlemeye teşebbüs etmeleri, Hz. Peygamberi yok etmek kastı İle harekete geçen Ömer b. el-Hattab’m müslüman olu­şu, “en-Necm” sûresinin son kısmındaki "Allah’a secde ediniz ve ona kulluk ediniz’’ âyetleri, Hz. Peygamber tarafından mümin ve müşriklerin bulunduğu bir toplulukta okununca, Müslümanlara bir­likte müşrikler de yere secdeye kapanmışlar, yere secde yapmayı gururuna yediremeyen Ümmeyye b. Halef, yerden bir avuç toprak alarak, onu alnına götürmesi (Sahihu’l-Buhâri, Mısır 1345, VI. 177), Hz. Peygamberi giriştiği teşebbüsten vazgeçirmek için nasihatte bulunan Utbe b. Rebia’ya cevap mahiyetinde okunan “Fussilet” sû­resinin ilk âyetleri, Utbe’yi dehşet ve hayrette bırakmış ve kendisi­ni bekleyenlere “Ondan öyle şeyler işittim ki, ömrümde benzerini İşitmiş değildi. Bu sözler ne şiir, ne sihir ne de kehânettir. Bun­lardan hiç birine benzetmemektedir. Ey Kureyşliler, bana kulak ve­rin, beni dinleyin, O’nu kendi haline bırakmanızı tavsiye ederim. Eğer O, muvaffak olamazsa, Arabistan onu mahveder. Eğer mu­vaffak otursa, onun zaferi, sizin de zaferiniz demektir’* (İbn i Hişâm, es-Siretu’n-Nebeviyye, Mısır 1375/1955, I. 294). demesi, Kur’ân’m cezbedici füsûnkâr üslûbu değil de nedir? Bu konuda misaller ço­ğaltılabilir.

Kuran-ı Kerîm de, gönüllere nefret vermeden bazı işler tekrar edilmekte, bu tekrarlar sıkıcı olmaktan ziyade birbirlerini tamam­lamakta ve ikmal etmektedir. Korkutma ve müjde gibi hususlar bazen açık, bazen kapalı bazen veciz, bazende emsallerle anlatılmış, genel olarak her müjdenin arkasından bir tehdit ve her tehdidin arkasından bir müjde gelmektedir. O, garip haberleri, işaret ve is­tiarelerindeki sırlarıyla milletlere tesir ettiği gibi, her tabakadan olan fertlere de aynı derecede tesiri olmuştur.

Kur’ân-ı Kerîm, hangi yönden incelenirse incelensin, insanoğlu­nun onun gibi bir eser meydana getiremeyeceği ispatlanmış ve her yönden üstünlüğü kendini göstermiştir. Bu hakikate rağmen, tarihte ban cüretkârlar ortaya çıkıp, Kur’an’a nazire yapmak istemişlerse de, bunların gayretleri acizlerini itiraf etmekten daha ileri gideme­miştir- en-Nakkaş’ın naklettiğine göre, arap feylesofu el-Kindi ‘ye dostları ey hakîm, bize Kur’an’a benzer bir şey yap derler, O’da ar­kadaşlarına, O’nım bazı kısımlarına benzer bir şey yapabileceğini söyler. Uzun müddet bir yere çekilir ve çalışır. Sonra arkadaşlarının yanına gelerek, onlara “Allah’a yemin ederim ki ben O’na benzer bir şey yapmaya muktedir olamadım. Hiç kimse de buna kâdir ola­maz. Mushaf ı açtım, karşıma el-Maide sûresi çıktı, tik âyetinde yüce Allah ahde vefa ile başlayıp, ahitlerini bozmaktan nah yetmekte, ge­nel olarak helal kılmakta, sonra istisnadan sonra bir istisnayı istis­na etmektedir. Daha sonrada kudret ve hikmetini bildirmektedir. Bunların hepsi iki satırda anlatılmaktadır. Böylesine geniş bir ifade­yi iki satıra hiç kimse sığdıramaz. Bu geniş ifadenin anlatılabilmesi için ciltlerle eserin yazılması gerekir.” (Tefsiru’l-Kurtubi, VI. 31-32) demekle aczini itiraf etmiştir.

Şüphesiz Kur’ân-ı Kerim’in muhatablan akıl ve fikir sahiple­ridir. O, insanı yaratılandan yaratana, eserden müessire ulaştırır. Kendisi üzerinde düşünülmesini ister. Kendisi üzerinde düşünmeyen­leri zemmeder. Körükörüne taklidi sevmez. İnsanın madde ve ruhuna hitabeder. Zorlukları kaldırıp kolaylıklar murad eder. İnsanlığa çok ağır yükler yüklemeden, hidayet yollarını gösterir. Ve insanoğlunun her iki âlem için hidayet ve saâdet rehberi olur. Gönüllere hoş ge­len, müşahede ve tefekküre davet eden, insanın madde ve ruhuna hitab eden uslûbu, fasihliğin bütün şartlarını cemetmiş lafızlarının fas ah atı, maksada zarar vermeksizin i’câzuı en yüksek mertebesine ulaşması, sözlerinin yerliyerinde oluşu, tekrarların usandırmayışı, çok güzel âyet sonlan (fasüalar) ve tabi’i secileri, zaman ve meka­nın gizlilikleri içinde kalmış gayba âit haberleri, ancak sonradan yapılmış hassas âletler ve laboratuvarlar yardımıyla akılların ula­şabileceği İlmî sırlar, kânun koyma ilminde diğer münzel kitaplarda bulunanların fevkinde hakimin kanunları, fert ve cemiyet ahlâkını güzelleştiren ve aileyi ıslah eden ahlâk kaideleri, birçok yönlere ta­hammülü ve birçok manalara teşâbuh kuvveti, tatlı ibret verici kıs­salarıyla geçmiş asırların tarihini aydınlatması, mebde ve mead hu­susundaki bilgileri, sulh ve harp sanatları yolundaki askeri talimatı, devletler arası hukuk prensipleri, bâtıl ve hurafelerden şalim ve bünyesinin diğer eserlerden farklı oluşu, tabii güzelliklerine İlâveten bedii güzellikleri, mücerredi müşahhas zihinde gâıb olanı önünde hazır yapan meseleleri, güzel hitapları, müstesna ikna sistemi, de­lillerinin kuvveti, mantığının üstünlüğü, akıllan birdenbire gelen ve nefisleri meftun eden ruhi sihirli cazibesi, insanlığa heriki âlemin saadetini temin eden esasları ile Kur’ân-ı Kerîm, hangi zaman ve mekanda okunursa okunsun, O daima ebedi bir mucize olarak tap­taze önümüzde duracaktır. Dünya yaşlandıkça, Kur’an gençleşecek, zaman ilerledikçe, Kur’an’ın hakikatleri daha açık olarak ortaya çı­kacaktır.

İnsan tabiatına uygun olan bu esaslar sebebiyle Kur’ân-ı Ke­rim 23 seneye yakın bir zaman süresi içinde, çok kısa bir zamanda insanların büyük bir kısmını saplanmış oldukları dalâlet bataklığın­dan kurtarmış, onları, diğerleri için takip edilmesi gereken bir ör­nek (numune-i imtisal) haline getirmiştir. Acaba bu ilk Müslümanlar Kur’an’ı nasıl anladılarda, fikirlerinde ve yaşayışlarında böyle ani bir değişiklik oldu? Velid, Lebid, A’şa, ve Ka’b b. Züheyr gibi belagat üstadları pes ettiren; Küreyiş İleri gelenlerini gizli gizli kendini dinletmeye zorlayan; Umeyye b. Halefe yerden bir avuç toprak alarak alnına götüren, Utbe b. Rebia’yı hayret ve dehşette bırakan Ö’nun cezbedici füsunkâr üslûbu değil de nedir? Yemedeki Devs kabilesinin şairi ve ileri gelen önderlerinden et-Tufeyli b. Anır, Mekke’ye geldiğinde, Kureyşliler ona: “Ey Tufeyli, memleketimize geldin, Muhammedi dinleyenler bizden ayrılıyor, cemaatimiz dağılı­yor, işlerimiz darma dağınık oluyor. Onun gözleri sanki bîr sihir gi­bi kişiyi babasından, kardeşinden ve eşinden ayırıyor. Senden ve kavminden de korkarız. Dikkatli olun, sakın ondan birşey dinlemeyin, demişlerdi” et-Tufeyl bu sözlere öyle inandırılmıştı ki, Ka’beye her gidişinde, Muhammedi orada görse, ondan bir şeyler duyup işitme­mek ve onun büyüsüne uğramaktan kurtulmak için kalaklarına bir şeyler tıkardı. Bir gün kendi kendine, ben ne kadar batıl itikatlı bir adaman, Muhammedîn söylediklerini işitmekle bana ne fenalık gele­bilir? Eğer söylediklerini« bir kıymeti varsa, bu değeri takdir edecek bir akla sahibim, diyerek, kulaklarını açtı, Kur’an’ı dinledi ve hemen İslamiyet’i kabul ederek, kabilesi arasında ilk müslüman mür­şidi olma şerefini kazandı. (îbn Hışâm, es-Siretu’h-Nebeviye» I* 382). Bazen de Kur’an’ın tek bir ayeti, devrindeki insanları cezbet- meye kâfi gelmiştir. Farazdak’ın amcası diye tanınan es-Sa’sa’a, Hz. Peygamber’den (Zelzele 7-8) ayetlerini işitince, bu bana kâfidir, demiş ve daha fazla bir şey dinlemek İstememiştir. (Tef. Kurtubî, XX. 153).

Kur’ân-ı Kerim, başlangıçta verdiği ruhla, muhatabı olan bede­vileri ince bir anlayış zevkine ulaştırmıştır. Buna ait güzel bir mi­sali bize el Esma’i (ö. 216/831) vermektedir : “Bir gün bedevi (köy­lü) bir anab kızından işittiğim bir şiirin fesahati karşısında» onu takdir makamında, helak olasıca kadar da fasih söylüyorsun? dediğimde bana, yazıklar olsun sana, söylediğim şu şiir, Yüce Allah’ın” Musa’nın anasına, onu emzir, ona ait bir tehlike gelince de­nize bırak, korkma, kederlenme çünkü biz onu yine sana döndüre­ceğiz, diye vahdettik” (el-i Kasas 7) ayeti karşısında fasih sayılabilir mi?” Bu ayetin nehiy, ve İki müjdeyi toplamaktadır. (Tef. Kurtu­bî, XIII. 252) demiş ve el-Esma’i gibi bir zatı mahcup etmişti. İşte size basit bir bedevi kızının Kur’ân-ı Kerîm’i anlayışı...

Başlangıçta Araplar, Hz. peygamberi bir meczup, bir şair ve bir kâhin gibi telakki etmişlerdi. Bu hususlar, bizzat Kur’ân tara­fından reddedildiği gibi, zaman da bunun böyle olmadığını ispat et­miştir. Çok geçmeden onun, İlâhi bir kaynaktan geldiğini, onun bir mucize olduğunu ve insan oğlunun onun gibi tesir icra edecek bir eser meydana getiremeyeceğine inanmışlardı. Mucize ve nübüvvette delili olan Kur’ân-ı Kerîm’in üslûb yüceliğini ve eşsizliğini, arap dilini bilen herkes takdir edebiliyordu. Yalancı peygamberlerin or­taya attıkları seçili sözlerin, Kur’an’la mukayese edilemeyecek ka­dar basit ve bayağı olduğunu Araplar derhal anlayabiliyorlardı. Me­sela, Talha en-Nem eri, Yemâme’ye gelip yalancı peygamber Müsellime ile konuştuktan sonra “Şehadet ederim ki sen muhakkak yalan­cısın, Muhammed ise doğrudur/’ Fakat Rabia kabilesinin yalancısı bana Mudar’ın doğrusundan daha muhabbetlidir" (Mustafa Sadık er-Raif’i, l’câzu’l-Kur’ân, s. 195) demek suretiyle, yukarıdaki gö­rüşümüzü teyit etmektedir.

İlk Müslümanlar, Kur’an’ı mukaddes bir kitap olarak kabul etmişler, nefislerini ona teslim edip, talimlerim, hükümlerini, dâ­hili ve harici siyasetlerini, cemiyet işlerini ona terk etmişlerdi. On­lar, asırlardan beri aralarında kökleşmiş olan cahili âdetlerin fena olanlarım söküp atacak ve sosyal hayat kanunlarını koyacak olan Kur’an’a tam bir güvenle sarılmışlardı. ilk Müslümanlar elinde ondan başka bir kitap da yoktu. Onun ihtiva ettiği hükümler, kıssalar ve kendisinde mevcut olan üslûb, onları hayrette bırakıyordu. Onları bu derece hayrette bırakan bir kitabı okumak ve hükümle­rini anlamak, onlar için en büyük gaye olacaktı. Kur’ân, ilk devirdeki bu Müslümanların, dini ve dünyevi işlerine, şeriat ve kaza esasına, günlük muamelelerine, aile ahvaline, yemek ve giymek gibi hususlara tesir ederek, her şeyde ona müracaat etmeye ve onu iyi anlamaya şevketti. Ellerinde Kur’ân oldukça başka bir şeye ihtiyaç duymadılar. Hayatın, karşılarına çıkardığı zorlukları, Kur’an’la hal­letmeye çalışırlar. Sarsılmaz mutlak imanları sebebiyle hâdise ve sebepleri müşahede etmiş olmakla temayüz eden ilk Müslümanlar, sağlam imanlarından dolayı aklî delillere ve aklî düşünceye pek ihtiyaçları yoktu. Sahabe, her zaman Hz. Peygamberden, imanlarını kuvvetlendirecek feyzi almakta devam etmişti. Onlar, Kur’ân ve Hz. Peygamberin emirlerine derhal inkıyat ediyorlardı. Mesela, Enes b. Malikten rivayet edilen bir haberde “şarabın harara kılın­masından önce ben, Ebu Tallıa, futan ve futana şarap veriyordum. Bir adam geldi, size haber ulaşmadı mı? dedi Onlar, da ne haberi diye sorduklarında, şarap haram kılındı dedi. Onlar da Ey Enes şu testidekini dök dediler ve bu adamın haberinden sonra ne şarap is­tediler ve ne de ona avdet ettiler” (Sahihu’l-Buhâri, VI. 67) demek­tedir. Sahabe Kur’an’ı okuyor ve onun muhtevasını iyi , öğrenmek istiyordu. Abdullah b. Ömer (Ö. 73/692) Bakara suresini öğrenmek için bu sûre üzerinde sekiz sene durduğunu söylemektedir (îbn Teymiye, Mukaddime fi Usûli’t-Tefsir, Dımaşk 1358, s. 5, Tenviru’l-Ha- vâlik, 1 209). Ebû Abdirralıman es-Sülemi: “Osman, îbn Mes’ud ve diğerleri, Hz. Peygamberden on âyeti ilim ve amel bakımından öğrenmedikçe diğerlerine geçmiyorlardı (Mukaddime fi usûli’t-Tefsir, s. 5) demektedir.

İşte ilk müslümanlar, bu şekilde hareket ederek birliği muha­faza ettiler. Akide meselelerinde tefrikaya düşmediler. İlk günlerde, Allah’ın kitabında, nefsaniyet oyunlarının tesiri olmadı. Kur’ân, ölü gönülleri canlandırmak olan asıl gayesini, İslam’ın ilk devirlerinde en güzel şekilde tahakkuk ettirmişti. Cehaletten ileri gelen sapık­lıklarını, cehaletlerini gidermek suretiyle ortadan kaldırmıştı. Kur’an’ın bir emri veya nehyi kâfi gelmiş kalpleri ölü olan bu in­sanlara hayat ve neşe vermişti. Kur’ân daima kendinin izah edilin e­sini ve açıklanmasını isteyerek, cemiyet ve fert hayatı içinde uy­gulanmak ve yaşamak istediğini ifade etmiştir.

Müslümanlar Medine’de bir İslam devletinin temelini atınca, bu devleti devam ettirebilmek için kanun hükümlerine muhtaç oldular. Kur’ân-ı Kerîm ise onların kanunlarının menşei ve anayasaları idi. Tabidir ki Medine ve civarına hâkim olan bu basit devletin ve ona tâbi olan halkın da ihtiyaçları basit olacaktır. Râşit halifeler devrinden İtibaren, İslâm devletinin sınırları Arap yarımadasını aşmış, kendi bünyesine yeni ülkelerle beraber, ayrı ayrı kültür ve dine salik milletleri de katmaya başlamıştı. Fethedilen ülkelerin halkıyla bir arada yaşamaya mecbur kalan ve basit ihtiyaçların sınırlan için­de kalmaktan kurtulmaya çalışan ilk Müslümandan ihtiyaçlarında da bazı değişiklikler olmuştu. Gerek İslamiyet’e yeni giren unsurları, gerekse müslüman olmayanları bir idare altında toplamak ve onları iyi idare etmek icap etmişti, işte bütün bu hususlar için Kur’ân-ı Kerîm, ilk merci oluyor, yeni nizamlar ihdas etmek için fakihler ve müfessirler ona sarılıyorlardı. İslâm devletinin sınırlan çok genişlediğinden dinin menşei olan Hicazdan diğer ülkelere bazı imkansız­lıklardan dolayı, dini haberler pek ulaşmıyor, çeşitli ve birbirine zıt unsurdan kültür ve medeniyetlerinin tesiriyle şahsi görüşler rol oy­namaya başlıyordu. Bu görüş sahipleri aynı ırk, aynı kültür, aynı örf âdetleri ihtiva eden bîr cemiyet içinde yetişmediklerinden, görüş, ferinin neticesi de değişik oluyordu. Artık bundan sonra, İslâm’ın birliğini bozan ayrılık ve tefrikaların, fikri ve siyasi hareketlerin başladığım görürüz. Her şeyden evvel Müslüman bir idare altında yaşadıklarım unutmayan bu aynılık hareketlerinin sahipleri, kendi görüşlerinin doğruluğunu ispat edebilmek için birbirleriyle mücade­leye başladılar. Elleri Kur’an’a kadar uzandı. Onda görüşlerini teyit edecek delilleri aramaya koyuldular. İşlerine gelenleri aldılar, işlerine yaramayan ayetleri, kendi fikirlerine uygun gelecek şekilde te’vil ettiler.

İşte bu anlardan itibaren, Kur’ân-ı Kerîm’in kendisinde değil de, tefsirinde bazı tehlikeler görünmeye başladı. Kur’ân’daki kapalı bazı âyetleri, isrâiliyat dediğimiz, kitap ehlinden alınan garip rivayetler­le açıklamaya koyuldular. Onlan Kur’ân tefsirine sokmakta beis gör­mediler. Kur’ân-ı Kerim, ittiba edilmesi lâzım gelen bir kitab iken, onlar Enr’in’ı, kendi fikirlerine tâbi laldılar. O, hâkim olması lâzım gelirken, O’nu mahkûm derecesine indirdiler. Kur’ân’ın etrafında do­laşan bu gibi hareketler, kalın bir toz tabakası misali, onan irşâd ve hidayet nurunu Örtmeye çalıştı. Ne kötü bir tesâdüf ki, Islâm’ın birliğini sarsan bu gibi hareketler, İslâm’ın tedvin devrine tesâdüf etmektedir. Bu bakımdan, tedvin edilen İlk eserlere dahi bazı bâtıl fikirlerin girmiş olduğunu görüyoruz. Fikren zayıflayan ve siyaset yönünden dağılmaya başlayan İslâm dünyasında müslümanlar, ted­vin edilen eserlerdeki bu gibi görüşleri düşünmeksizin ve onları tah­lil etmeksizin kabullendiler. Artık İslâm fikir dünyasında bir donma Ve duraklama devrinin başladığını müşahede etmekteyiz. Kitablar taklid ediliyor ve o kitablar müslümanlar arasında hakem rolü oy­nuyordu. Fayda ile zararı, hâk ile bâtılı ayırt etmeksizin onlara sa­rılmıyor ve . onlardan herhangi bir şeyin inkarı, Kur’ân’ı inkâr gibi addediliyordu. Sözün kısası koyu bir taklidgilik İslâm âlemini sar­mış bulunuyordu.

İslâm’ın birliğini sarsan bu gibi hareketler, zamanımıza kadar gelmiş, her zaman ve her yerde, fikir hayatını ifsad ederek, bazen sebebiere tevessül edilmeyen kuru bir tevekkül, bazen de dünyadan dini çekmek gibi bir zühde bürünmüştür. Diğer dinlere mensup olan­lar, İlim ve teknik yönünden ilerleyip, zenginleşirken, müslümanlar fakirleşmişler. Onlar kuvvetlenirken bizler zayıflamış, bir zamanlar bize muhtaç olanlara, bu gün biz el açmak durumuna düşmüşüz. Bizler İçin ne kadar acı bir hakikat. Yarattığı her şeyi insan oğlu­na musahhar kılan Yüce Allah’ın bu nimetlerinden-en fazla istifa­de etmek, biz müslümanlann hakkı değil midir? Yoksa kendimizi bu nimetlerden müstağni mi addediyoruz? İşte bu durgunluk ve do­nukluk zamanımıza kadar gelmiş, bugünün müslümanlan da bu dur­gunluktan kurtulamamış ve kurtulma gayreti de gösterememekte­dirler.

Bugünün Müslümanların zihinleri, akide ve amellerini ifsat edici fikirlerle o kadar dolmuş ki, helâl olan nedir? haram olan ne­dir? onu dahi bilemeyecek duruma gelmiştir. Falancanın kitabında helâl ve haram şu şekildedir, falan âyeti şöyle mayalandırmıştır, şeklindeki görüşlerimiz, bugünün Müslümanım doğrudan doğruya Kur’an’la temas etme zevkinden raahrûm bırakmaktadır. Bugünün Müslümanım Kur’ân hakkımdaki tasavvuru da başkadır. Rehberi olması gereken Kur’ân’m asıl hedefinin dünyanın ve ahiretin saadet yollarım göstermek olduğunu düşünmemekte ve onun prensiplerini yaşayışında uygulayamamaktadır. Halbuki zamanın gerçek icaplarına pek mükemmel uyma kabiliyetine sâhip olan dinimiz, bu gün’ vazifesini tamamlamış, modası geçmiş bir görüş olarak tanıtılmak istenmektedir. Halbuki dinin esaslarından uzaklaşıldığı takdirde, hurafelerin, batıl fikirlerin kök salacağı tabiidir. Bu sosyolojik kaideye göre, İslam dünyasında hurafeler kök salmış, vicdanı hasta bir zümre tünemiştir. Bunlar gerek bilgisizliklerinden ve gerekse maksatlı hareketlerinden dolayı İslam dinini gerilik unsuru olarak tanıtmaya çalışmışlardır.

İslamiyet’in başlangıcından beri, bazı kimseler veya gruplar hile ile İslâm’ı yıkmak istemişler ve bu işte, kendilerine göre en sağlam yol olarakta Kur’ân-ı Kerîm’i kendi hevâ ve heveslerine göre gelişi güzel te’vil etmeyi ve hatta onu tahrif etmeyi uygun bulmuşlardır. Geçmiş asırlarda olduğu gibi, asrımızda da İslam’a veya Kur’an’a saldıranlar eksik değildir. Bu gün Kur’ân-ı Kerîm "bir çöl nizamı”ı Hz, Peygamberi "bir çöl bedevisi" olarak ilân etmeye çalışanların iddiaları, 1400 sene evvel müşrik araplar tarafından ileri sürülen­lerden farklı değildir. Bu bakımdan devrimizdeki cehaletle, câhili- yet dönemindeki cehalet arasında değişen bir şey yoktur.

Şunu unutmamak gerekir ki, Hristiyan Batı, Ortaçağdan beri kaba kuvvetle yaptığı mücadelelerde mağlup edemediği Doğu’yu, bir iki asırdan beri açmış olduğu fikir savaşı İle dize getirme yolundadır. Onlardaki Orientalizm (iştirak) tutkusu, misyonerlik, sömürgecilik ve ticaretlerinin öncülüğünü yapmakla kalmamış, aynı zamanda ken­dileri için en büyük düşman addettikleri İslâm’ın temeline dinamit koyma meselesi olmuştur. Müslümanların miras olarak aldıkları yük­sek değerleri, bir hiç mesabesine indirmek, Batılılar için zevkli bir çalışma vesilesi olmuştur. Kendi memleketlerinde gereken İslâmî kültürü alamayan, İslam’ı batılıların eserlerinden öğrenmeye kalkı­şan bazı müslümanlar, batılılar gayelerini tahakkuk ettirmeye hiz­met etmektedirler. Kısacası, onlar bu çalışmalınla, müslümanlar arasında tarihini inkâr eden bir nesil yetiştirmeye ve yine bunlar vasıtasıyla fikirlerini kabul ettirmeye çalışmaktadırlar. Asrımızda, İslâm ülkelerinde ve bilhassa ülkemizde görülen “il hâd” hareketleri, bu çalışmaların barız bir neticesidir.

Müşriklerin maşası durumuna gelen kimseler, yurdumuzda din ilimleri erbabının suskunluğa itilmesi sonucu, meydanı boş bulmuş­lar, atlarım istedikleri şekilde oynatabilmişlerdir. Bunlar, kendile­rini inkâr edercesine, geçmişlerine ve İslâm’a küfredebil mislerdir. İslâmî kaynaklardan hiçbirine vâkıf olmadıkları halde, batılı Üstatlarının yanında madalya kazanabilmek için, onların eserlerinden iktibaslar yapmışlar ve bunların doğru olup olmadığını araştırmak imkanına bile sahip olamamışlardır.

Dün olduğu gibi, bu günde, gelecekte de İslam’ı, Kur’ân’ı yok etmek ve onun yüce Peygamberinin değerini hiçe indirmek isteyen­ler elbette olacaktır. Kendi eserlerini ve kendi yaptıkları nizamları, Allah’ın nizamından üstün görenler bulunacaktır. Sapık bir aklın ürünü olan, acayip, garip ve gülünç diyebileceğimiz fikirler esefle söyleyelim ki bugün, büyük bir çoğunluğu müslüman olan Türkiye’­mizde rahatlıkla basında, yayın organlarımızda söylenebilmektedir. Yine esefle söyleyelim ki dini bir hakikati bu memlekette yukarıdakilerin söyledikleri gibi rahatlıkla söylemek mümkün olamamak­tadır. Şu bir hakikattir ki, islâm dini, geçmişte olduğu gibi, günü­müzde de kendisine yönelen yıkıcı faaliyetlerden uzak kalamam ış­tır. Değil yabancılar, kendilerini müslüman olduğunu kabul eden öyle kimseler ortaya çıkmış, heva ve heveslerini tatmin edebilmek için Kur an ı Kerîm’i yakışık almayacak bir şekilde Tevile yönel­mişlerdir. Kur’ân tâbi olunması lâzım gelen bir esas iken, onu kendi ön yargılarına, heva ve heveslerine tâbi kılmışlardır. Zayıf, çirkin, mesnetsiz iddialarıyla insanları aldatmayı düşünmüşlerdir. Bunlar­dan kimisi "yenileşmek, reform” sloganı altında, kimisi de "kur­dukları düzeni ayakta tutabilmek” gibi bayağı bir hedefin arkasın­ da Kur’an’ın tahrif edilmesi pahasına da olsa .böyle bir harekete girişebilmişlerdir. Bunlardan bazısı, öğrendiği az bir İlimle, kendisini İlimde rusûh sahibi olanların mertebesine çıkarmış, fakat buna karşılık ne lügat ve ne de dini ilimlerden nasipsiz olduklarını akıl­larına getirmemişlerdir. Kısacası, bunlar XX. asrın menfaat daya­lı felsefesi içinde, hislerine mağlup olmuş akıllarıyla, güya hem müslüman görünme, hem de her yönü ile sosyetik bir Avrupalı gibi yaşama yollarım aramaktadırlar.

İslâm’ı yok etmeye yönelik faaliyetlerinin başarısızlıkla sonuç­lanacağını, aksi tesir yapacağım, bu hareket içerisinde bulunanlar bilmiyor değillerdi. Bundan dolayıdır ki, İslâm’ı tesirsiz bırakmanın yolunu, İslâmi anlayışı değiştirmek, yani İslâmi yaşayışı, zamana göre değişebilen bir uydu mertebesine indirmekte buldular. Bunun üzerine, önce Kur’ân üzerinde çalışmaya koyuldular. Kur’ân’ı plas­tik bir madde gibi istedikleri şekillere sokmaya çalıştılar, İnsanlar arasında şüphe ve fitne sokacak şekilde tevillere giriştiler. Tevillerinin tutunabilmesi İçin de, geçmişteki İslâm âlimlerini yobaz, din sömürücüsü, geri kafalı, mürteci, şeriatçı, cahil... v.s. gibi kötü sıfatlarla vasfederek ve onla boy hedefi yaparak iftiralarda bulundu­lar: Âyetleri açıklarken, bu konuda Hz. Peygamberin ve Selefin bir görüşü olup olmadığını araştırma zahmetine katlanmadılar. Kur’ân’ın hükümlerini iptal ettiler ve daha ileri giderek onu ayıplamaktan da geri kalmadılar.

Dini anlayışta ve ibadetlerde güya reform yapma gayesinin arkasına sığınarak, bu gibi anlayışlara cevaz verilecek olursa, ibadetlerde ve dinin bütün asıllarında yapılacak bu değişiklikler, daha doğrusu İslâm’ın aslî hüviyetini kaybetmesi ve bunun neticesinde de heva ve hevesin din makamına kaim olması gibi vahim bir sonuç ortaya çıkabilir ki, bu da din adına, dine yapılan en büyük düşman­lık olur.

İslâm ve Kur’ân’ı hedef alan "il hâd” hareketlerinin en korkun­cu, Kur’ân-ı Kerim arkasına saklanarak, onu asıl mevrasmdan sap­tıracak olan ilhadî izah tarzlarıdır. Bu faaliyetler, geçmişte sapık fırkalar tarafından icra edilmekteydi. Bugün İse bunlar aynen var­sa da, İslâm’ı Batılıların kaynaklarından Öğrenen kendi insanlarımız tarafından ifâ edilmektedir. Kur’ân’m ve onun âyetlerim gelişi gü­zel te’vil hattâ tahrif ederek takip edilen yol, onlarca Kur’ân’ı, mecrasından saptırmada en cazip yol olarak görünmektedir, öyle anlaşılıyor ki, İslâm ve Kur’ân düşmanları, kendilerine cazip görü­nen bu yolu ısrarla takip edeceklerdir. Onların bu hareketlerine hız veren âmil, şüphesiz müslümanlann bugün içinde bulunduktan za­yıf ve cılız durumlarıdır. Zayıflıklanmn nedeni de, ilim ve irfandan mahrum oluşlan ve geçmişleriyle irtibatlarını kesmeleridir.

Peki, İslâm’a ve Kur’ân’a karşı olanların tutumu böyledir de, ilim ve dini bilgiden mahrum olan müslümanlann Kur’ân ve İslâm’a karşı tutumlan acaba nedir? Bunu da şöyle özetleyebiliriz : O, an­laşılmaktan uzak, aziz ve mukaddes bir kitaptır. Onun manasını anlayamamaktan üzüntü içersindedir. Aynı zamanda onu şahsi ve sosyal zaafları için vasıta kılar ve ona dayanmak ister. Müslümanın Kur’ân’ı anlayışı bu şekilde sathi olunca, O’nun hidayet ve irşad manalarını düşünmekten uzak olarak ona bakmak, ancak ondan bazı tâli menfaatler sağlamaktan daha ileri gidemez. Elde edilecek, gayeden uzak olan, bu ikinci derecedeki menfaatleri şöylece sıra­layabiliriz.

1. Manası ve onunla amel etmek düşünülmeksizin, kalbe ulaşmayan mücerred bir okumakla ibâdet, hele güzel sesli bir okuyucu, sesi, edalı ve sedalı makamıyle, dinliyenleri coşturmayı bilirse, onlarda coşkunluklar hasıl olur. Dinleyicilerde hasıl olan bu lezzet ve coşkunlukların sebebi , d İni i yenlerin Kur’ân’ı anlamaktan uzak ola­rak, okuyucunun sesi ve edâsıdır. Yoksa Kur’ân’m üslûbunu kav­rayan ve onun Öğütleriyle kendini meşgul eden kimse, başka her­hangi bir şeyle ilgilenemez.

2. Kur’ân’la teberrük etmek : Bu günün müsl Umanı beraber yaşadığı kimselerden, Kur’ân’ın Yüce Allah’ın sözü olduğunu işitir. Ama bunun manasını düşünmez. Aralarında, yetiştiği diğer müslü- mantarm, onu ta’zim edişlerinden başka bir hürmet şekli de bilmez. Onu öper, oun her kitabın üstüne koyar, göbeğinden aşağı indirmez, onun bulunduğu yere bereket dolacağına inanır.

3. Ölüler için rahmet taleb etmek : Kur’ân okumasını bilenler mücerret onu okumakla, bilmiyenler de hafızlara veya Kur’ân oku­masını bilenlere evlerde, camilerde veya kabirlerde ücret mukabi­linde okutturmakla, ölüleri için rahmet sağlıyacağma inanmak.

4. Maddi ve Manevi hastalıklar, için iltimas istemek : Bu da ya Kur’ân’ı okumak, ya yazmak veya yazılanları su ile silip içmek suretiyle olur. Falan âyet yazüıp, su ile silinip içildiğinde, şu nevi hastalığa şifa verdiğine, Kur’ân’ı taşıyan kimseye cin ve şeytan yaklaşmayacağına inanmaktır.

5. Meclislerde, evlere, odalarımızın duvarlarına, kapı üzerleri­ne ve vasıtalara ya kendisini veya ondan bazı âyetleri yazıp asmak suretiyle kerametinden faydalanmak İnancı...

işte bu günün müslümamnın Kur’ândan faydalanma şekilleri. Bunlar, Allah’ın insanları zulmetten nura kavuşturmak için indir­diği Kitabın gayesinden ne kadar uzak şeyler.

Biz bu kısa ve özlü İfadelerimizle, sözlerden ibaret bir ayna imâl etmeye çalıştık. Cam ve kimyevi maddelerden meydana gelen maddi aynada, İnsan, maddi durumunu görüp seyredebilir. Bizim sözlerle teşkil ettiğimiz manevî aynada ise, insanın kendi fikriya­tım, düşüncesini, imanını veya imansızlığını, yaşadığı toplumun du­rumunu herhalde bir nebze görebileceği kanaatindeyiz.

Buraya kadar, Kur’ân-ı Kelam ’in nasıl bir kitab olduğunu, se­lefin ve günümüz insanının onu nasıl anladığım hülasa etmeye ça­lıştık. Şimdi de, onu nasıl anlamalıyız? sorusuna cevap aramaya gay­ret edeceğiz.

İlâhî makamdan insanlığa, dünya ve âhiret saadetinin yolla­rım göstermek için gönderilen Kur’an-ı Kerim, indirildiği andan iti­baren, özellikle inananlar tarafından anlaşılmaya ve yorumlanmaya çalışılmıştır. Şu ana kadar herkes, İlmî ve fikri seviyesi nisbetinde, onun sunduğu gerçeklerden payına düşeni almış ve bundan sonra da, onu anlama ve açıklama gayreti içinde olanlar bulunacak, on­larda anlayış güçleri Ölçüsünde, ondan, nasiplerini almaya devam edeceklerdir.

Burada şunu da belirtelim ki, Hz. Peygamberden sonra, Kur’ân’ı anlama ve açıklama işi, hiç bir zaman herhangi bir kişinin veya grubun inhisarına verilmemiştir. Fakat ne hazindir ki, Kur’ân’ı an­lama ceht ve gayretini gösteren bazı kimseler, bazen şahsi kanaat ve düşüncelerini ön plâna çıkarmışlar, bazen de metot açısından gösterdikleri tutarsızlıklarla, Kur’ân-ı Kerîm’e, kendi doğrularını {önyargılarını, projelerini) tasdik ettirmekten geri durmamışlar­dır. Bu şekildeki Kur’ân’a yaklaşımlar, bütün birimleriyle bir bü­tün olan Kur’ân’ın bütünlüğüne gölge düşürmüş ve onun zaman za­man hatalı tefsirlerine yol açmıştır. Bunların hepsini günümüzde de görmek mümkündür. Aslında, Kur’ân-ı Kerîmi kendi bütünlüğü ve fikir sistemi içinde anlama esası en önemli husus olmasına rağ­men, geçmişten günümüze kadar, bu esasın uygulamada ihmal edil­diği görülmüştür.

Kur’ân’m kim tarafından, kime gönderildiği unutulamayacağı gibi, O’nun, insanların aştıkları ve daima kullandıkları telif eser­lerden tamamen farklı bir yapıda olduğu da unutulmamalıdır. Onda konular, belirli bölümler, ana başlıklar ve alt başlıklar tertibinde iş­lenmez. Yer yer siyakusibak çerçevelerinde belirli konular, müştak gibi ele alınmış görünseler de, her siyakusibak çerçevesi yine de, onun diğer pasajlar ile bazen doğrudan bazen de dolaylı olarak, ir­tibatlıdır. Çünkü, değil bir âyet grubu bazen bir terkip bile birkaç hedef gözetebilmektedir. Bundan dolayı belirli bir Kur’ân biriminin, sadece bir konuya münhasır kılınması çoğunlukla mümkün olama­maktadır. Kur’ân’ın bütün âyetleri veya terkipleri, bulunduktan mana çerçevesinde, üzerine düşeni yaparken, bütün bir Kur’ân man­zumesi içindeki, diğer Kur’ân birimleri ile olan ilişkilerini de devam ettirirler. Bu sebeple Kur’ân, her bir azası mükemmel bir şekilde çalışan bir makina, bir fabrika gibi bir bütün oluşturur. O halde Kur’ân her türlü önyargılardan soyutlanarak kendi bütünlüğü için­de anlaşılmaya çalışılmalıdır. Bu da, âyet çerçevesi, siyâk-sibâk çerçevesi ve Kur ân’ın bütünlüğü çerçevesi İçerisinde gerçekleştirilebi­lir. Kur’ân’ı anlama çalışmalarında, bu esasların hepsinin birden göz önünde bulundurulmadığı görülmektedir. Bu ihmallerin sebebi­ni de, ya Önyargılı oluşunuzda veya Kur’ân’ı anlamadaki metot hatalarında görmemiz mümkündür. Önyargılı bir yaklaşımla girift bir mana düzenine sâhip olan Kur’ân’ı anlamak mümkün olamayacağı gibi, alelade her hangi bir kitabı dahi anlamak mümkün değildir, Metot yanlışlığından mey­dana gelen hatalar ise daha vehim neticeler meydana getirmekte­dir.

Kur’ân-ı Kerîm, hayatı bütünü ile kucaklayan, insanlara hakiki âlemin saadetim temin için indirilen bir kitap olarak, kendi içeri­sinde bir fikir sistemine sahiptir. Tabidir ki, her ilim dalı ve fikir sisteminin kendi kavramları, kalıplan ve temel prensipleri varsa, Kur’ân’ın da kendine ait kavramları ve prensipleriyle bir bütün oluş­turduğunu hiçbir zaman unutmamak lazımdır.

Ne gariptir ki, Kur’ân’ın, kendi bütünlüğü içinde bir sistem oluşturduğu, ideal bir insanın ve ideal bir toplumun teşekkülü için teklifler ve düzenlemeler getirdiği gözlerden uzak tutularak, zaman zaman Kur’ân a âit olmayan meseleler, Kur’ân bünyesinde çözüme kavuşturulmaya çalışılmıştır. Daha doğrusu halife olarak yaratılan insanın kendi salahiyeti alanında olan konulara müdahale edilerek, bunlara dahi Kur’an’la cevap verilmeye kalkışılmıştır. Böyle bir durum, Kur’ân’ı, anlaşılması güç bir kitap haline büründürmüş ve indiriliş gayesinin tahakkuku engellenmiştir.

Kur’ân’ı anlamada takip edeceğimiz en sahih yol, onun kendini tefsir ediş biçimine dikkatle bakmaktır. Onda, yer yer mutlak olan ifadelerin takyit edildiğini, genel anlamlı ifadelerin tahsis edildi­ğini, müphem olan hususların açıklandığını, bazı garip kelimelerin anlamlarının belirlendiğini, bir yerde kısa ve özlü bir şekilde atıf­larda bulunulduğu halde, başka yerlerde tafsilatlı olarak açıklandı­ğım görmekteyiz. Bu husus, Kur’ân’ı anlamada rivayet ve dirayetin beraberce yürütülmesini gerektirmektedir. Eğer rivayet ihmal edilir­se, Kur’ân’ı indirenin kim olduğu, kime indirildiği, muhataplarının kimler olduğu ve Kur’an’da ne gibi mertebeler bulunduğunu düşün­meksizin sadece lugavi lafızlar ve terkipler üzerinde durarak, Arap­ça bilen ve konuşan bir adamın ondan ne anladığını göz önüne ala­rak tefsir etmek, bir bedevinin Kur’ân’a bakışı ile bakmak olur ki,

onlar hakikatte bir bedevi kadar bile olamazlar: ömründe şehre girmemiş, namaz nedir? Camı nasıl bir yerdir? bilmeyen “Mücrim” adında bir bedevi, cemaatin akımına kapılarak camiye dalmış ve ön safa geçmiş, okunan Fatiha’yı kutsi bir söz olarak kemali hayretle dinlemiş, imam Fatiha’dan sonra Mürsel at suresinin 16-18. ayetlerini (öncekileri yok etmedik mi?) deyince, bulunduğu saftan son safa kaçmış? İmam (ardından da sonrakileri onlara katarız) diye okuyunca büsbütün saftan ayrılmış, (suçluları böyle yaparız) deyince adam soluğu cami dışında almış badiyenin yolunu tutmuş. Acaba burada bedeviyi kaçıran nedir? Şüphe yok­tur ki, ve den murad edilen kim­lerdir? Kur’an’da kimlerdir? Bedevi bunları bilmediği için, sırf müfret lafızları ve Arapça terkipleri bilmesiyle gönlünde basıl olan tesirlerle oradan kaçmıştır.

Keza, yine şarabın haram kılındığını bildiren âyet nazil olun­ca, Hz. Peygambere, evvelce şarap İçip ölmüş olanların durumu ne olacak diye sorulmuş, bunun üzerine (iman edip, güzel amel işleyenlere tattıklarımdan dolayı hiç bir günah yoktur) âyeti nazil olmuştu. Osman b. Maz’ûn ve Anır b. Ma’di bu ayete dayanarak, şarabın mubah olduğunu söyleme­ye kalkmışlardır. Onların bu sözleri ayetin sebebi nüzulünü bilme­diklerine delâlet etmektedir. Şarabın haram olmasına dair âyet nazil olunca, sahabenin zihninde beliren tereddüdü İzale etmek için bu âyet nazil olmuştur. Demek ki nüzul sebebi iyi bilinmezse, bu İki sahabe gibi daima hataya düşmek mümkündür.

Keza yine Ali İmran Suresinin 161.

(... Kim böyle hainlik ederse, kıyamet günü hainlik ettiği o şeyi yüklenerek gelir. Sonra herkes ne etti ve ne karandıysa eksiksiz ödenir. Onlar haksızlığa uğramazlar) ayetinin izahında, bedevi sert

Araplardan birisin, meşru olan misk kabını çaldığım, bu âyet ken­disine okununca “o halde bana ağırlığı az ve korkusu güzel şey yüklenir" demek suretiyle, ayetteki inceliği anlamadığı anlatılmak istenir. İşte rivayetlerden müstağni kalındığı takdirde bu şekildeki gülünç hatalara düşüleceğini işaret edilmektedir. (Bkz. Keşşaf I.335).

Yine bugün bazı kimselerin Kur’an-ı anlama işinde, Kur’an’a ve eskilerin görüşlerine dayanmanın statik bir hareket olduğu, bu hareketin dinamikleşmesi gerektiğini, daha doğrusu onu anlama işine bir dinamizmi getirmek lüzumunu hissetmektedirler.

Aslında Kur’an’ın Kur’an’la tefsir edilip anlaşılması statik değil gerçekten dinamik bir. olaydır. Çünkü O, Allah Kelamıdır. Herhangi bir zaman dilimi veya zeminle kayıtlı değildir. Kıya­mete kadar da, başka bir İlâhî kitap olmayacağına göre, bu dina­mizmini devam ettirecektir. Bu’ bakımdan Kur’an ifadeleri, İlmî ve fikri inkişafın sonucu olarak, varlık âleminde yeni yeni karşılık­lar ve medlullerle buluşacak, dolayısı ile bütünlüğü içinde selefin tespit edemediği bazı önemli noktaların çözüme kavuşması mümkün olacaktır. Bu sebepten, Kur’an Kur’an’la tefsiri olayı, her zaman geçerli bir tefsir yolu olarak canlılığını sürdürecek ve daima tazeli­ğini koruyacaktır. Yani Kur’an’ın kendisini açıklamasının boyutlar n, asırlar geçtikçe daha da artacak ve anlaşılmasında en çok rol alan kaynak yine kendisini olacaktır. Çünkü’ sadece İlâhî bilgiye da­yanan İfadeler, bütün zamanlan kuşatıcı olabilir. Diyebiliriz ki, Kur’an’ın anlaşılmasında rol oynayan diğer bazı tefsir kaynaklan, rollerini tamamlayıp statik bir hüviyete’ bürünmüşlerken, Kur’an, kendi kendini tefsir işini, kıyamete kadar gittikçe artan bir önem­le devam ettirerek canlılığını (dinamizmini) koruyacaktır. Zaten, Kur’an, tefsir kaynağı olarak, kendisini açıklamaktaki tartışılmaz katkısını, yine kendi dinamizminden almaktadır.

Kur’an’ın anlaşılmasının, Arapça olan metninin çözümünde Arapçaya, bilhassa uygulama ile alakalı konularda sünnete, nüzul sebepleri konusunda sahabenin müşahedelerine, cahili kültür motif­lerinin söz edildiği konularda ve kıssalarda tarihî kaynaklara, tabi­at .bilimleri konusunda bugünkü teknik bilgilere ihtiyaç duyduğu inkar edilemez bir husus olduğunu söyleyerek, Kur’an kendi ken­dini açıklamaya kâfi gelmediğini İfade edebiliriz. Kur’an bu gibi kaynaklara ihtiyaç duyması, ona bir noksanlık getirmez. Çünkü a­çıklama vazifesini, beşer olarak ilk müfessir olan Hz. Peygamber’e veren bizzat kendisidir. Bize bilmediğimiz ve anlamadığımız ko­nularda, bilenlere sormamızı tavsiye eden yine kendisidir.

Kur’an, insanlara doğruyu gösterme ve onları hidayete şevk­etine ağısından, kendim açıklamaya yeterli olmakla beraber, getir­diği sistemin bütün yönleri ile anlaşılıp, uygulanması çerçevesinde, yine kendi yol göstericiliği ile, yukarıda vermeye çalıştığımız ve daha pek çok sayabileceğimiz kaynaklara muhtaçtır. Zaten böyle bir ihtiyaç söz konusu olmasaydı, herhalde Kur’an bir peygam­ber aracılığı ile ve yirmi üç senede, hâdiselerle iç içe ve paralel olarak parça parça indirilmesine lüzum kalmazdı.

Bir taraftan Kuran, bilinen tertibiyle, baştan sona kadar tef­sir etme geleneği de bir bakıma onu, bir bütün olarak değerlendir­me imkanını elde edememiştir. Bu şekildeki tefsir metodu, yapısı icabı Kur’an’ı bir bütün olarak değerlendirme imkanı verememek­tedir. Çünkü, Kurban, sunmak istediği konulan, belirli başlıklar al­tında sunmayıp, âdeta her tarafına serpiştirmiştir. Dolayısıyla ayet baştan sona kadar tefsir etme geleneği, Kur’an’ın anlatmak istediği konularla doğrudan veya dolaylı olarak ilgili ayetleri, biç bir zaman tam anlamı ile birlikte değerlendirip aktarabilme şansı­na sahip olamamıştır. Kur’an’ı Kur’an’la tefsire çalışanlar bile, yer yer belli bir konudaki ilgili Kur’an birimlerini bir arada mütalaa edememiştir.

Diğer taraftan Kur anın, mesele edindiği belirli konulan ele alıp onlar Kur’an’ın bütünlüğü içerisinde araştırma biçiminde ya­pılacak çalışmalar, her zaman için Kur’an, kendi bütünlüğü içinde anlama şansına sahiptirler. Nitekim günümüzde bu çeşit çalışmalara önem verildiği görülmektedir. Ancak, bu çeşit çalışmalar Kur’an bütünlük zihniyetine uygun neticelere ulaşabilmesi için, sade, ce ilgili olduğu varsayılan ayetlerin bir araya getirilmesi yetmez. Hangi konuda olursa olsun, sağlıklı neticelere ulaşabilmek için mut­laka, Kur’an-ı Kerimdin baştan sona titizlikle ve defalarca gözden geçirilmesi gerekir. Aksi takdirde Kur’an’ın belli konulardaki zih­niyetinin kâmil manada aksettirilmesi mümkün olamaz. (Dr. Hâ­lis Albayrak Kur’an’ın Kur’an’la tefsiri, basılmamış doktora te­zi), Kur’an’ı anlayabilmek için, onun kutsiyetini haleldar etmeyecek bir gayret içerisinde olmak ve Yüce Rabbimizin mevhibesini unutmamak gerekir.

Böyle olmasına rağmen, bugün Kur’an hükümlerinin ferdî ve içtimaı hastalıklara şifa ve milletlerin işlerini tanzim etmede ye­terli olamayacağına inanlar çoğaldı. Bu işlerin tanzimi için yabancı kaynaklara müracaat edildiğinden, Müslümanlar arasında hüküm­leriyle amel etmek zayıfladı. Kur’an’ın ilmî ve ameli hükümlerinin kıymeti Müslümanlar arasında takdir edilemediğinden, az da olsa bu işle meşgul olanlar zelil addedilip gericilikle itham edildi. Bu bakımdan asrımızın vicdanları hasta Müslümandansa, ne âlimlerin sözü, ne ariflerin nüktesi ve ne de kâmillerin nasihatleri te­sirli olabilmektedir. Halbuki hidayet rehberimiz olan Kur’an-ı Ke­rîm 14 asır evvel ne ise, bugün de ve gelecekte de odur. Onda bir değişiklik bahis konusu değildir. Değişikliklerin hepsi Müslümanım diyen kimselerdedir. O halde kusuru, eksikliği, yetersizliği Kur’an’- da aramak, meseleleri halledecek çıkar bir yol değildir. Çıkar yol, kusurları, kabahati arı kendimizde aramak ve Kur’an’ın insanları günah kirlerinden temizleyen ve uygulanması lâzım gelen bir hi­dayet rehberi olduğunu unutmamak olmalıdır.içinde bulunduğumuz gaflet uykusundan uyanıp silkinmemiz lâzımdır. Nasıl ki, cehalet devri karanlığı içinde vakte İslâm bir güneş gibi doğup, âlemleri aydınlattı ise, şimdi de içimizde mevcut olan ve küllenmiş bulunan İslâmî nur zerresini bir yanar dağ misali, harekete geçirmek zarureti vardır. Bu her Müslümanın vazi­fesi olduğu gibi, bu işin asıl ağırlığının genç ilâhiyatçıların omuzlarına yüklenmiş-olduğu unutulmamalıdır

Ne mutlu bu hidayet rehberimizin gayesini anlayabilenlere, anlamaya çalışanlara ve anladıklarıyla amel edebilenlere...

1929 yılında Sakarya İlinin Hendek kazasında doğdu. Kabataş Lisesi’ni bitirdi. 1953-54 döneminde Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinden mezun oldu. 1956 da İlahiyat Fakültesi Tefsir Kürsüsüne asistan oldu. 1960 yılında "Kur’ân Tefsirinin Doğuşu ve Buna Hız Veren Amiller" adlı tezi ile doktor, 1967 yılında "Yahya b. Sallara ve Tefsirdeki Metodu”-adlı tezi ile doçent, 1975 yılında da Profesör oldu. 1963-1965 yıllan arasında 1,5 sene müddetle Tunus’ta ve 1973 yılında da Londra’da bulundu. 1968-1969 yılında iki sene Kayseri Yüksek İslâm Enstitüsünde tefsir derslerini okuttu. 1976-1978 yıllan arasında Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde Dekan­lık yaptı. Hem Fakültenin ve hem de Yüksek İslâm Enstitüsünün Tefsir ders­lerini okuttu. Halen Ank. Ü. İlahiyat Fak. görevine devam etmektedir.