Makale

İMAN VE KÜFÜR

İMAN VE KÜFÜR

Lütfi ŞENTÜRK
Diyanet işleri Bşk. Yard.

İman ve küfür, insanlığın, var olduğu günden beri ilgi duydu­ğu en önemli İki konudur. Cenabı Hak, ilk insan ve ilk peygamber Adem Aleyhi’s-selâm’dan itibaren son peygamber Muhammed Mus­tafa sallallahu aleyhi ve sellem’e gelinceye kadar gönderdiği bütün peygamberler bu İki konuda İnsanları uyarmışlar; İmanın faziletini, küfrün ise korkunç akıbetini duyurmuşlardır.

İman ve küfür, bugünkü insanın da en önemli iki konusu olduğunda şüphe yoktur. Bu iki konuda farklı görüşler ve değerlen­dirmeler var.

Biz bu yazımızda iman ve küfrün mahiyetini âyet ve hadislere göre açıklamaya ve bu konuda islâm büyüklerinin sözlerini aktar maya çalışacağız.

  1. İMAN

1. İman nedir? İmanın, biri genel diğeri özel olmak Üzere iki manasa vardır.

Lügatte iman, inanmak ve tasdik etmek demektir ki, bu imanın genel manasıdır. îmanın bu manada kullanıldığı ayetler vardır. Şu iki Ayet-i Kerîme’de geçen iman bu manada kullanılmıştır.

(Yusuf aleyhi’s-selâm’ın kardeşleri babalan Yakup aleyhi’s- Belâm’a gelerek) “Ey babamız, biz yarış yapıyorduk, Yusuf’u eşyamızın yanına bırakmıştık; bir kurt onu yedi. Her ne kadar doğra söy­lüyorsak da sen bize iman etmezsin (inanmazsın) dediler.(1),

“Milletinin bir kısım gençleri dışında Musa’ya kimse iman et­memişti.” (yani inanmamıştı.)(2)

Şeritte iman, Resul-i Ekrem Efendimizin Allah tarafından ge­tirdiği kesin olarak bilinen her şeyde; tafsilen bilinende tafsilen, İcmalen bilinende icmalen tasdik etmek ve doğruluğuna inanmak­tır. (3) Bu, imanın. Özel manasıdır ki, şu Âyet-i Kerime’deki iman bu manadadır:

“Peygamber ve müminler ona Rabbinden indirilene inandı." (4)

2. İman Ne İle Gerçekleşir?

İmanda etkili olan uzuv ve uzuvlar konusunda İslâm alimleri ih­tilaf etmiş, bu konudaki âyet ve hadisleri farklı değerlendirmişler­dir. Bu konuda üç aynı görüş vardır.

a) İman Yalnız Dil İle İkrardan İbarettir.

Ebû Abdullah Muhammed b. Kerram’ın kurucusu olduğu Kerramiye mezhebi bu görüştedir. (s)

Kerramiye’ye göre bir kimse kalb ile tasdiki ve cevarih ile ameli olmadığı halde dil ile ikrarı olursa bu kimse mü’mindir.

Bu görüşte olanların iki delili vardır.

Birincisi, peygamberimiz ve Ashabının, kelime-i şehâdeti getirenlerin kalblerinde tasdik olup olmadığını araştırmadan, onları mümin kabul etmeleri,

İkincisi, ezelde Cenâb-i Hakk’ın ruhlara :

— Ben sizin Rabbınız değil miyim? dediğinde, ruhların:

— Siz bizim Rabbımızsınız, diye cevap vermiş olmalarıdır. (6)

Bu görüşün gerçekle bir ilgisi yoktur. Çünkü her hangi bir sebeble dil ile ikram olmadığı halde kalbinde tasdiki bulunan kim­senin mümin olduğunu Kur’ân-ı Kerîm bildirmektedir.

“Kalbi imanla, dolu olduğu halde zor altında olan kimse müs­tesna, inandıktan sonra Allah’ı inkâr edip gönlünü kafirliğe açan­lara Allah katından bir azap vardır. Büyük azap da onlar içindir.” (7)

Diliyle ikrarı olduğu halde kalbinde tasdiki bulunmayan kimse­nin kafir olduğunu ve ebedî olarak cehennem ’de kalacağım bildiren pek çok Ayet-i Kerîme mevcuttur.

Kur’ân-ı Kerîm, dilleriyle ikrar ettikleri halde kalpleriyle bu ikrarlarını tasdik etmeyen münafıkların kafir olduklarını bildirmiş­tir. Bu husustaki âyetler şöyledir :

“Ey Muhammed, onlardan (münafıklardan) ölen kimsenin na­mazını sakın kılma, mezarı başında da durma. Çünkü onlar Allah ve Peygamberini inkâr ettiler, fa sık olarak öldüler.(8)

Münafıklık edenlere, “gelin Allah yolunda savaşın veya hiç olmazsa savunmada bulunun” dendiği “eğer savaşmayı bi­leydik ardınızdan gelirdik” dediler. Ogün onlar, imandan çok inkâr» yakındılar, kalplerinde olmayanı da ağızları ile söylüyorlar(9)

“Doğrusu münafıklar cehennemin alt tabakasındadır. Onlara yardımcı bulamayacaksın”(10)

Allah Teâlâ, dilleriyle inandık dedikleri halde kalblerinde tasdik bulunmadığı için bunların mümin olmadıklarım bildirmiş ve şöyle buyurmuştur :

“İnsanlardan öyle kimseler vardır ki, Allah’a ve ahiret gününe iman ettik derler, halbuki onlar mümin değillerdir.” (11)

“Bedeviler “iman ettik’’ demektedirler. De ki “siz iman etme­diniz fakat telâm olduk deyin.” Çünkü İman henüz kalplerinize gir­medi.” (12)

İmanın, yalnız dil İle İkrardan ibaret olduğunu söyleyenlerin, peygamberimiz ve ashabının, “Kelime-i Şehâdeti getirenlerin kalplerini araştırmadan onlar mümin kabul etmeleri” şeklindeki söz­leri doğrudur. Çünkü Resul-i Ekrem Efendimiz :

“Ben insanlarla “Lâilâhe İllallah” diyene kadar savaşmakla emrolundum. Bunu söyleyen malını ve canını muhafaza etmiş olur. Gizli küfür ve masiyetin hesabı Allah’a aittir.” (13) buyurmuşlardır ki, bunda İhtilaf yok. Yani Kelim-i Şehâdeti diliyle söyleyen kimse bi­ze göre mü’mindir. Ancak tartışma konusu, böyle olan kişinin ger­çekte mümin olup olmadığıdır. Yukardaki ayetler, böyle olanların Allah katında mümin olmadıklarını açıkça ifade etmektedir.

O halde Kerramilerin bu görüşü âyet ve hadislere göre doğru olamaz.

b) İman Kalb ile Tasdik Dil ile İkrardır.

İmanın kalb ile tasdik ve dil ile ikrardan ibaret olduğunu mu­hakkiklerin ek serisi söylemişlerdir, imam Azam Ebû Hanife’nin de bu görüşte olduğu rivayet edilmiştir. (14)

Buna göre kalbiyle tasdik ettiği halde ikrarı bulunmayan kim­se mü’min değildir.

Umde sahibi Ebû’l-Berekât Abdullah b. Ahmed b. Mahmud en-Nesefî; dil ile ikrarın, dünyada müslüman olduğunun bilinmesi­nin ve İslâm ahkâmının kendisine icra edilmesinin şartı olduğunu söylemiştir. Eş’arîlerin ihtiyarı da budur. Ebû Mansûr Matüridî de bu görüştedir. (15)

Demek ki dil ile ikrar, müslümanlar tarafından mü’min olduğunun bilinmesi ve kendisine îslâmî hükümlerin uygulanması için gereklidir. Yoksa Allah katında mü’min olması için kalp ile tasdik yeterlidir.

e) İman, Kalb ile Tasdik, Dil ile İkrar ve Cevarih He Ameldir.

Hadis imamları, kelâm âlimlerinin ek serisi, Maliki, Şafiî, Han- beli, Evza’i, Mutezile ve Havariç bu görüştedir. (16)

Ancak, îmanın kalb ile tasdik, dil ile ikrar ve cevarih ile amel­den ibaret olduğunu söyleyenler; imanı oluşturan bu üç unsurun aslî unsur olup olmadığı konusunda ihtilaf halindedirler. Mutezile ile Havariç, bunların her üçünün de asil unsur olduğunu, bunlar­dan birinin bulunmaması halinde İmanın tahakkuk etmeyeceğini söy­lemişlerdir. Bununla beraber Mutezile ile Havariç arasında da bir ayrılık daha vardır. O da amel olmadığı zaman kişi imandan çı­karsa da Mutezile’ye göre küfre girmez. Haricilere göre kafir olur.

Hadis imamlarıyla Şafiî, Maliki ve Ahmed b. Hanbeli’ye göre asli olan unsur, kalb ile tasdiktir. Bu olmadığı zaman iman tahak­kuk etmez. Dil ile ikrar bulunmadığı zaman ise mü’min olup olma­dığı bilinemez ve bunun için de kendisine dinî hükümler uygulana­maz. Ameller ise imanın aslının değil kemalinin cüzleridir. Yani kişi inandığı halde amel yapmazsa olgun mü’min olmaz. Bunlara gö­re ameller, imanın aslım değil kemalini etkiler. Bunun örneği su ile insan vücududur. Su, iki hidrojen ve bir oksijenden ibarettir. Bunlar suyun aslî olan unsurlarıdır. Bunlardan biri olmazsa su ol­maz. İman da aslî unsur kalb ile tasdiktir. Bu olmazsa İman tahakkuk etmez.

İnsan vücuduna gelince bunda bir takım uzuvlar vardır ki bun­lardan her hangi birisi meselâ el veya ayak olmazsa vücut vardır fakat mükemmel değildir. Ameller de böyledir. Bunlardan bir kıs­mının yokluğu imanın yokluğunu gerektirmez.

Mutezile ile Havariç, amelleri imanın aslî cüzleri sayarken bazı âyet ve hadislerin zahir manalarını delil olarak göstermişler; bu âyet ve hadislerle muaraza halinde olan delilleri dikkate almamışlardır.

Mutezile Haricilerin bu konuda dayandıktan deliller şunlardır :

Ayetler:

“Kim Allah’a ve peygamberine karşı isyan eder ve sınırlarını aşarsa Allah onu devamlı kalacağı bir ateşe sokar ve onun için alçaltıcı bir azap vardır.(17)

“Kan bir mü ‘mini kasten öldürürse cezası, içinde ebediyen ka­lacağı cehennemdir, ÂBah ona gazap etmiş ve «mini için büyük azap’ hazırlamıştır.” (18)

2. Hadis-i Şerifler:

“Zina eden kişi zina ettiği sıra mü’min olduğu halde zina etmez. Hırsızlık yapan kişi hırsızlık ettiği sıra mü’min olduğu halde hırsızlık etmez. İçki içen kişi içki içtiği sıra mü’min olduğu halde İçki içmez(19)

Mutezile ve Havariç, bu ve benzeri âyet ve hadisleri delil olarak gösterirken iman ile amel arasındaki münasebeti tayinde hata ediyorlar. Zira iman ile ameller aynı şeylerdir. Nitekim.:

“İman edenler ve iyi amel yapan kimseler,” (20) buyrulmuş ve “güzel amel”, “iman’’ üzerine atfedilmiştir, Arapça gramer kuralı­na göre ancak aynı manada olan şeyler birbirine atfedilebilir­ler. O halde iman ile amel aynı şey değil, aynı şeylerdir.

Diğer bir ayette de şöyle buyurulmuştur :

“Kim Mü’min olarak iyi ve güzel amel işlerse...” (21) Bu ayette de amelin makbul olması imana bağlanmıştır. Meşrut olan amelin şart olan imanda dahil olması mümkün değildir. Bundan da iman İle amelin ayrı ayrı şeyler olduğu anlaşılmaktadır.

Diğer taraftan bazı âyet ve hadisler iman İle günahların bir arada bulunabileceğini göstermektedir. Bu âyet ve hadislerden ba­zıları şunlardır:

Ayetler:

“Eğer müminlerden iki gurup birbirleriyle vuruşurlarsa ara­larını düzeltin.” (22)

Mü’min olan bu iki gurup birbirleriyle vuruşmakla günahkâr oldukları halde Allah Te âlâ onları “mü’minler” diye vasıflandırmış­tır.

"Ey mü’minler, samimi bir tevbe ile Allah’a dönün. umulur ki sizin kötülüklerinizi örter ve sizi içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokar.” (23)

Bu âyette de Cenâb-ı Hak, günah işleyenlere “mü’min” diye hitap etmekte, günahlarını bağışlamak için tevbe etmelerim emret­mektedir.

“Sonra kitabı kullarımız arasında seçtiklerimize miras verdik. Onlardan kimi kendisine zulmeder, kimi orta yolda gider, kimi de Allah’ın izniyle hayırlarda öne geçmek için yarışır.” (24)

Görüldüğü üzere kitaba miras kılman “seçilmiş insanlar” m tür kısmı günah İşlemekle zâlim, bir kısmı muktesid orta yolu tut­muş, bir kısmı ise hayırda bile yarışacak kadar gayretli olmasına rağmen hepsine "seçilmiş” adı verilmiştir.

Hadisler:

Ebu Zer radıyallahu anh şöyle demiştir : Resûl-i Ekrem (s.a.v.)e geldim. Üzerinde beyaz bir elbise olduğu halde uyuyordu. Döndüm, sonra yine geldim, uyanmıştı. Şöyle buyurdu :

  • “Lâilâhe illallah” diyen ve bu ikrar üzerine Ölen his bir kul yoktur ki, Cennet’e girmesin.’’ Ben:

— Zina etse de hırsızlık etsede mi? dedim. O:

— Evet, zina etse de hırsızlık etse de, girer, buyurdu. Ben tek­rar :

— Zina etse de hıraıslık etsede mi? dedim. Resûl-i Ekrem :

— Evet, zina etse de hırsızlık etse de yine girer, buyurdu. Ben :

— Ey Allah’ın Resûlü, zina etse de hırsızlık etse de mi? girer, dedim. Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem :

— Evet, Ebû Zerr’ın burnu toprağa sürülse ve böyle zelil ve hakir olsa da muhakkak cennet’e girer, buyurdu.

Ebû Zer (r.a.), bu hadisi rivayet ederken : "Ebû Zerr’in burnu kırılsa da izzet ve gururu incinse de ResûJ-i Ekrem böyle buyurdu.” Derdi(25)

Ubâde b. es-Sâmit (r.a.) den şöyle demiştir : “Resûlullah sallal- lahu aleyhi ve sellem, etrafında bir cemaat olduğu halde şöyle bu­yurmuştur :

“Allah’a ibadette hiç bir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık yap­mamak, zina etmemek, çocuklarınızı öldürmemek, kendiliğinizden uy­duracağınız his bir yalanla kimseye bühtan etmemek, hiçbir maruf da isyan etmemek üzere bana biat cniniz. İçinizde sözünde duran olursa onun ceri Allah’a aittir. Bu dediklerinden birini yapıp da ondan dolayı dünyada azaba uğrarsa ta ona keffarettir. Bunlar dan birini yapıp da yaptığı işi Allah Teâlâ örterse işi Allah’a kalır; İsterse onu affeder, isterse ona azab eder.” buyurdu, biz de bu şart üzere kendisine biat ettik. (26)

Bütün bu âyet ve hadisler ve daha pek çoklan günah işleyen kimsenin imandan çıkmadığını, ancak günahkâr olduğunu; imanla günahın bir arada bulunabileceğini gösteren delillerdir.

Bu itibarla Mutezile ve Haricilerin görüşlerini teyid için delil olarak gösterdikleri âyet ve hadislerin zahir manaları terkedilmiş ve tevil edilmişlerdir.

Bu hususta iki ayn örnek vererek konuyu tamamlamış olalım.

Birincisi: Amellerin imanın cüzleri olduğunu gösteren âyet ve hadisler vardır. Nitekim Cenâb-ı Hak :

“Mü’minler, ancak Allah anıldığı zaman yürekleri titreyen, kendilerine Allah âyetleri okunduğu zaman imanlarını artıran ve yalnız Rablerine dayanıp güvenen kimselerdir. Onlar namazlarını dos­doğru kılar ve kendilerine nzık olarak verdiğimizden harcayan kim­selerdir. İşte onlar gerçek mü’minlerdir.(27) buyurmuştur.

Diğer taraftan sahih bir Hadls-i Şerifte Eesûl-İ Ekrem Efendi­miz amelleri imandan saymıştır. Nitekim Abdülkays hey’eti Resullah’a gediklerinde ;

— Ya Resûhülah, bize öyle bir şey emret ki onu bizden sonra gelenlere emredelim ve onu yaptığımızda onunla cennet’e girelim, dediler. Resûl-i Ekrem onlara dört şeyi emretti ve dört şeyden de anlan nehyetti. Onlara bir olan Allah’a iman etmeyi emretti ve :

— Bir olan Allah’a iman nedir, bilir misiniz? buyurdu. Onlann :

— Allah ve Resûlü daha iyi bilir, demeleri üzerine, Resûl-i Ek­rem :

— Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammedin Allah’ın Resûlü olduğuna şehâdet etmek, nanum dosdoğru kılmak, zekât) vermek. Ramazan orucunu tutmak ve elde ettiğiniz ganimetin beşde birini vermenizdir, buyurdu.(28)

İşte bu ayet ve hadisde her ne kadar ameller imandan birer cüs olarak gösterilmiş ise de, bunlar, olgun İmanın süzleri olarak tevil edilmiştir. Yani inanan bir kimsenin bu vecibeleri yerine getirmesi halinde olgun mü’min olacağında şüphe yoktur. Nitekim Resûl-i Ek­rem Efendimiz:

“İman yetmiş veya altmış bu kadar şubedir. Bu şubelerin en üstünü “Lailâhe İllallah” sözüdür. Son şubesi de yoldan gelip geçene eziyet veren bir engeli kaldırıp atmaktır. Haya da imandan bir şu bedir.” (29) buyurmuştur ki, bu şubelerin büyük bir kısmı imanın as­lının değil, kemalinin cüzleridir. Yoksa, yoldan gelip geçene eziyet veren bir engeli kaldırıp atması diye bir kimsenin mü’min olmaması lâzım gelir ki öyle değildir.

İkincisi, yine Mutezile ve Havariç’in, büyük günah işleyen kim senin imandan çıktığına ve küfre girdiğine delil olarak gösterdikleri Nisa sûresi 14 neü Ayet-i Kerîme’sinde söyle buyurulmuştur:

“Kim bir mü’mini kasden öldürürse oezası, içinde ebediyyen ka­lacağı cehennemdir, Allah ona gazab etmiş ve onun için büyük asab hazırlamıştır.”

Görülüyor ki adam öldürmek büyük günahlardandır. Bu cürmü işleyen kimse ebediyyen cehennemlik oluyor. Cehennemde ebedi ka­lacaklar kafirler olduğuna göre, adam Öldüren kimse de bu cürmü işlemekle kafir oluyor, diyorlar.

Bu Âyet-i Kerîme’den de zahir manası terkedilmiş ve “Kim bir mü’mini kasden (mubah olduğuna inanarak öldürürse cezası, için­de ebediyyen kalacağı cehennem’dir veya Kim bir mü’mini kasden Öldürürse cezası İçinde ebediyyen (yani uzun süre) kalacağı cehennem’dir” şeklinde tevil edilmiştir.

Sonuç: İmanda itibar edilecek uzuv kalp dir. Bir kimse Allah’ı ve O’ndan geleni kalbiyle tasdik eder, doğru olduğuna yürekten ina­nırsa mu min olur. Kalbiyle tasdik ettiğini diliyle ikrar etmesi şart değil ise de, insanlar tarafından mü’min olduğunun bilinmesi ve kendisine (cenaze namazım kılmak ve müslüman mezarlığına defne­dilmek gibi) İslâm hükümlerinin uygulanması için gereklidir.

“İman, dil ile ikrar ve kalb ile tasdiktir.” meşhur sözü bunun için söylenmiş­tir. Yoksa kalbinde tasdik bulunan kimse Allah katında mü’mindir.

Mü’ min olan kimse her hangi bir sebeple ibadet görevini yapmaz büyük günahları irtikâp ederse imansız olmaz, sadece günahkâr olur.

Ameller, imanın aslanın cüzleri olmakla beraber, imam ile arasında çok sıkı bir bağ vardır. Allah Teâlâ’nın hoşnut olacağı kimse olgun imana sahip olan kimsedir. Olgun iman ise, kalb ile tasdik, dil ile ikrar ve cevarih ile amel ile gerçekleşir.

  1. KÜFÜR:

Küfür kelimesinin de genel ve özel manaları vardır.

Küfür kelimesinin lügat inanası, öğretmektir. Görünen şeyleri karanlığıyla örttüğü için geceye “Kâfir" denilmiştir Nitekim çiftçi­ye de tohumu toprağa ektiği için aynı ad verilmiştir. Kur’an-ı Ke rîm’de:

“Tıpkı yağmurun bitirdiği kâfirlerin (çiftçilerin) de hoşuna giden bir bitki gibi önce yeşerir sonra kurur da sen onun sapsarı olduğunu görürsün.” (30)buyurulmuştur.

Küfür kelimesinin itikat ve amel yönünden olmak üzere iki özel manası vardır.

İtikat yönünden küfür, mü ’min olabilmek için iman edilmesi gerekli Allah’ın varlık ve birliği gibi imanın esaslarına inanmamaktır.

Amel yönünden küfür ise, Allah’ın verdiği nimetleri inkâr edip şükretmemektir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de :

“Her kim mü ‘min olarak iyi davranışlar yaparsa çabası inkar edilmeyecektir”(31)

Allah’ın nimetlerine karşı küfür (nankörlük) iki türlü olur.

Birincisi, nimetlerin, Allah’ın lütfu olduğunu inkâr etmektir. Bu ise aynı zamanda akide yönünden de küfürdür. Karun’un küf­rü böyle idi. Kendisine:

— Allah’ın sana verdiği nimetlerden (O’nun yolunda harcayarak) ahiret yurdunu gözet; ama dünyadan da nasibini unutma Allah sana ihsan ettiği gibi sen de iyilik et. Yer yüzünde bozgunculuğu arzulama. Şüphesiz Allah bozguncuları sevmez, dendiği zaman cevabında:

— Sana ancak kendimdeki bilgi sayesinde verildi. (32) diyerek

eriştiği nimetlerin Allah tarafından olduğunu inkâr etti.

İkincisi, nimetlerdeki kötü tasarruftur. Bu, her ne kadar akide yönünden küfür değil ise de nimetlerin sahibine karşı saygısızlıktır. Nitekim:

Eğer şükrederseniz elbette size nimetimi artıracağım. Eğer küf­rederseniz, şüphesiz azabım çok şiddetlidir.” (33) buyurulmuştur;

Ragıp el-Isfahani “Müfredat" ında şöyle diyor : “Küfran” da­ha çok nimeti inkârda, “Küfür”, inançta, “Kefûr” her ikisinde kullanılır. “Küffâr” kâfir’in çoğuludur ve genellikle imansızlık anla­mındadır. “Kâfirlere karşı şiddetli” (34) Âyet-i Kerîme’sinde bu ma­nada kullanılmıştır. “Kefere” kâfir’in çoğulu olmakla birlikte da­ha çok nankörlük manasında kullanılır.

Küfür lafzının bir kaç manalı bir lafız olduğuna işaret etmemiz­deki maksat, bu manaların her birerlerinin ayn hükümleri ol­duğuna dikkati çekmek içindir. Bu manaların herbirini diğerinin yerine kullandığımız zaman büyük sakıncalar doğar.

Ameli küfür, nimete karşı nankörlüktür ki, günahtır ama kişi İmandan çıkarmaz.

Akide yönünden küfür se imansızlık demektir ki hükmü, dün­yada müslüman muamelesine tabi olmamak, ahirette ise ebedi olarak cehennemde kalmaktır. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de:

“Ayetlerimizi inkâr etmiş ve kâfir olarak ölmüşlere gelince; İşte Allah’ın meleklerin ve tüm insanların laneti onların üzerine­dir. Onlar ebediyyen lânet içinde kalırlar, artık ne kendilerinden azab hafifletilir ne de onların yüzlerine bakılır.” (35) buyurulmuş tur.

Bir başka Ayet-i Kerîme’de de şöyle buyurulmuştur:

“Sizden kim dininden döner de kafir olarak ölürse» onların yaptıkları işler dünyada da ahirette de geçersiz sayılmıştır. On­lar cehennemliktirler ve orada devamlı kalırlar.”(36)

TEKFİR:

Tekfir demek, bir insanı küfrine hükmetmektir. Müslüman her konuda dikkatli olması gerekmekle birlikte bu konuda yani baş­kaları küfürle itham konusunda son derece dikkatli ve ihtiyatlı olmak zorundadır. Bir kimsenin mü’min olduğunda en küçük ve zayıf bir delil varsa onu dikkate atmak durumundadır. Çünkü mü!mini affetmekte hata etmesi, onu cezalandırmada hata etme­sinden daha hayırlıdır.

Yukarda iman bölümünde de ifade ettiğimiz gibi, İmanın da küfrün de yeri kalbidir. Kalplerde olana ise Allah’tan başka kimse muttali olamaz. Dıştaki karine ve belirtiler her zaman kesin olarak kalpte olana delâlet etmez. Dış belirtilerin kalbde olana delâleti çoğu kere zannidir. İslâm İse zanna tabi olmaktan neh- yetmiş ve zannın çoğunun günah olduğunu bildirmiştir. îtikadi konularda İse delil istemiştir. Nitekim Resûl-i Ekrem Efendimi­zin azadlı kölesi Zeyâ’in oğlu Usame Allah her İkisinden de razı olsun Cuheyne kabilesinden Hurka üzerine savaşa gönderilmiş­ti. Düşmana mülaki olup savaşmış ve düşmanı yenilgiye uğratmıştı. Bu arada o çevrede koyun güden bir çobanla karşılaşmışlar. Çoban kunlan görünce şaşırmış ve “Lâilâhe İllallah" demişti. Buna rağmen Usame çobanı öldürmüştü. Medine-i Münevvere’ye döndüklerinde Resûl-i Ekrem kendisine :

— Ey Usame; bu adamı “Lâ ilâhe İllallah dedikten sonra ni­çin öldürdün? diye sordu, Usâme :

— O Ölümden kurtulmak için “LâiIâhe İllallah” söyledi, dedi. Resulü Ekrem Efendimiz bu mazereti kabul etmedi ve :

—Kalbini yardın da baktın mı? buyurdu. (37) Bunun üzerine de :

“Ey mü’minler, Allah yolunda savaşa çıktığınız zaman İyi an­layın, dinleyin. Size selâm verene, dünya hayatının geçici menfaati­ne göz dikerek “sen mü’min değilsin*’ demeyin. Çünkü Allah nez- dinde sayısız ganimetler vardır. Siz de Önceden böyle iken Allah size lütfetti. O halde iyi anlayıp dinleyin. Şüphesiz Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.”(38) Âyeti Kerîme’si nazil oldu.

Bîr başka âyette de :

‘Ey müminler, fasıkın bîri size bir söz getirirse onan doğru­luğunu araştırsa, yoksa bilmeden tir topluluğa sataşırsınız da son­ra yaptığınıza pişman olursunuz.”(39) buyurularak iyice araştınp soruşturmadan ulaşan bir haberle hüküm vermenin pişmanlık geti­receğine dikkat çekilmiştir.

Konu ile ilgili olarak Resûl-i Ekrem Efendimizin uyarılan da şöyle :

“Bir adam din kardeşini tekfir ederse ikisinden biri o tekfir se­bebiyle muhakkak küfre döner.” (40)

“Her hangi bir kimse din kardeşine “Ey gâfir” derse bu tekfir sebebiyle ikisinden biri muhakkak küfre döner. Eğer o kimse dediği gibi ise mesele yok. Aksi halde sözü kendi aleyhine döner.”(41)

İslâm büyükleri de bu konuda ihtiyatlı davranılmasını tavsiye et­mişlerdir.

İmam Mâlik’İn : “Küfre ihtimali olan 99 şey sadır olur, bir ha­reketi de mü’min olduğuna delâlet ederse, o kimsenin mü’min ol­duğuna hükmedilir.” (42) dediği rivâyet edilmiştir.

Ebû Saîd el-Hudrî radıyallahu anh’ın rivayetinde, şöyle diyor :

“Ali radıyallahu anlı Yemen’de iken Peygamberimize toprağı üzerinde yani işlenmemiş bir altın külçesi göndermişti. Resûl-i Ek­rem uygun gördüğü dört kişiye bunu taksim etti. Bunün üzerine bir adam Peygamberimize :

— Allah’tan kork, demek cür’etinde bulundu. Resûl-i Ekrem :

— Yazıklar olsun sana, ben, yeryüzündeki insanların Allah’tan en çok korkanı değil miyim? buyurdu ve çok üzüldü. Sonra adam arkasına dönüp gitti. Halid b. Velid (r.a.) :

— Ya Resûlallah, izin ver de şunun kafasını vurayım, dedi. Peygamberimiz:

Hayır, vurma. Bunun da ilerde namaz kılan bir kişi olması umulur, buyurdu. Bunun üzerine Hz. Halid :

— Ya Resûlallah, namaz kılanlardan öyle kimseler var ki, onlar gönüllerinde olmayan şeyi dilleriyle söylerler, dedi Peygamberiz :

— Ey Halid, Ben, insanların kalplerini açmaya, karınlarını yar­maya memur değilim, buyurdu.(43)

Yine Peygamberimiz :

“Her kim bizim şu kıldığımız namazı kılar, kıblemize karsı du­rur, kestiğimizi yerse; Allah’ın, Resûlullah’m ahd-u emânını hak eden müslüman İşte o dur. Artık Allah’a ve Resulüne karşı öyle olan bir kimsenin ahd-u emanına hıyanet etmeyiniz.” (44)buyurmuştur.

Bütün bunlar gösteriyor ki, bir kısım müzminlerin bazı söz ve davranışlarına ve amel eksikliklerine bakarak bunların dinden çık­tığım ve küfre girdiklerini söylemek —İsabet edilmemesi halinde— ağır vebali mücip bir husustur. bu itibarla bir hata yapıp sonunda pişman olmamak iğin her konuda olduğu gibi özellikle bu konuda daha dikkatli ve titiz olmak gerekmektedir.

Kaldıki akaid kitaplarında; ehl i kıbleden olanların yani namaz kılanların tekfir edilmemesi Ehl-i Sünnetin temel kuralları arasın­da yer almıştır. İmam A’zam Ebû Hanife ile ekseri fukahanın —Al­lah hepsine rahmet etsin— bu görüşte olduğu rivayet edilmiştir. (45)

Hicrî 680-756 (M. 1281-1355) tarihleri arasında yaşamış büyük İslâm alimlerinden Şiraz’lı Azdu’l-milleti ve’d-din Abdurrahman b. Ahmet el-îcî “Mevakıf” adlı meşhur eserinin sonunda :

"Ehl i kıbleden hiç kimseyi tekfir etmeyiz. Ancak alîm ve kâdir olan Allah Teâlâ’yı tanımamak, O’na ortak koşmak, peygamberliği ve peygamberimizin Allah tarafından getirdiği kesin olarak bilinen İslâm ahkâmım inkâr etmek veya dinde (zina etmek ve adam öl­dürmek gibi) haram olduğu hakkında icma olan şeyleri helâl kabul etmek gibi durumlar müstesna" demiş ve konuyu en güzel şekilde özetlemiştir. (Allah’ın rahmeti üzerine olsun).

1936’da Çaykara’da doğan Lütfi ŞENTÜRK, hafızlığını babasından tamamladı. Ahmet Hulusi SERDAROGLU’ ndan Arapça okudu. Diyanet İşleri Başkanlığında acılan imtihanı kazanıp Tosya’ya vaiz olarak atandı- Dışardan ortaokul ve lise imtihanlarını verdi. Daha sonra Tosya ve Niğde Müftülüklerinde bulundu. Vaiz olarak Ankara Müftülüğüne atandı 1978 yılında Diyanet İşleri Başkan Yardımcılığına getirildi. 1980 yılında (T.C. Bonn Büyükelçiliği Din Hizmetleri Müşaviri oldu. Bu görevden yurda döndükten sonra tekrar Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı oldu. 1988 yılında Riyad Büyükelçiliği Din Hizmetleri Müşavirliği’ne atandı.

25.9.1990 tarihinden itibaren Diyanet İşleri Başkan Yardımcılığı görevini yürütmektedir.

Evli ve iki çocuk babası olan ŞENTÜRK Arapça biliyor.

(1) Yusuf Sûresi, ayet: 17.

(2) Yunus sûresi, âyet: 83..

(3) Şerhu’l-Mevakıf, c. 2, s. 454.

(4) Bakara sûresi, ayet: 28&

(5) Şerhu’l-Mevakıf, c. 2, s. 454.

(6) Araf suresi. âyet: 172.

(7) Nahl suresi, ayet: 106.

(8) Tevbe sûresi, âyet: 84.

(9) Ali İmran sûresi, âyet: 167.

(10) Nisa sûresi, âyet: 145.

(11) Bakara sûresi, âyet: 8.

(12) Hücürât sûresi, âyet: 14.

(13) Hadisi, Buhâri rivâyet etmiştir.

(14) Serhu Makasid, s. 182; Serhu Fıkhı’l-Ekber, s. 68.

(15) Serhu Fıkhı’l-Ekber s. 69.

(16) Şerhu Makasid s. 182; Umdetu’l-Kari c. 1, s. 103; Şerhu Mevakıf, c. 3. 454.

(17) Nisa sûresi, ayet :14.

(18) Nisa sûresi, ayet: 99.

(19) Hadisi, Buhari ve Müslim rivayet etmiştir-

(20) Bakara sûresi. Ayet: 227.

(21) Tahâ sûresi, âyet : 112.

(22) Hücürât sûresi. Ayet: 9.

(23) Tahrim süresi, ayet: 8.

(24) Fâtır sûresi. ayet: 32.

(25) Hadisi Buhari ve Müslim rivayet etmiştir.

(26) Hadisi, Buhâri ve Müslim rivayet etmiştir.

(27) Enfal sûresi, ayet: 2-4.

(28) Hadisi; Müslim rivâyet etmiştir.

(29) Hadisî, Müslim rivayet etmiştir.

(30) Hadit sûresi, ayet: 20.

(31) Enbiya sûresi, ayet:94

(32) Kasas sûresi, Ayet: 77-78.

(33) İbrahim sûresi, âyet: 7.

(34) Fetih süresi, ayet: 29.

(35) Bakara sûresi, âyet: 161, 162.

(36) Bakara sûresi, âyet; 217

(37) Hadisi, Buhâri ve Müslim rivayet etmiştir.

(38) Nisa sûresi, Ayet: 94

(39) Hücurât sûresi, ayet: 6.

(40) Hadisi, Müslim rivâyet etmiştir.

(41) Hadisi, Müslim rivâyet etmiştir.

(42) Fikhu’s-Sünnete, c. 2, s. 453.