Makale

Çevre Kirliliğine Bir Başka Açıdan Bakış

Çevre Kirliliğine Bir Başka Açıdan Bakış

Doç. Dr. Musa K. YILMAZ
Din işleri Yüksek Krl. Uzmanı

GİRİŞ :

TEMİZLİK KAVRAMININ BOYUTLARI :

Kâinatta canlılar için en önemli şey, hayattır. Çünkü hayat Al­lah’ın en büyük nimetlerindendir. Bu yüzden denebilir ki, hayat, İn­sanın olduğu gibi tüm canlıların da en kıymetli varlığıdır.

Ancak çeyrek yüzyıldan beri tüm canlıların hattâ tüm insanla­rın hayatı tehdit altındadır. Plansız ve düzensiz yerleşim ve gelişigüzel endüstrileşmenin getirdiği ciddî sorunlar sonucu çevremizin, sağ­lığımızı tehdit edici boyutta kirlendiğini görüyoruz. Bu durum, tüm canlıların ve bu arada toplumsal hayatı tehdit eden en büyük etken­lerden biri olarak göze çarpmaktadır, özellikle büyük kentlere yapı­lan göçler nedeniyle kentlerdeki başıboş gecekondulaşma ve giderek çoğalan hizmetlerin belediyeler tarafından karşılanamaması gibi so­runlar, kent insanını korkutan çevre kirliliğinin başlıca nedenleri ara­sında sayılabilir.

Temiz bir çevrenin özlemi içinde bulunan bugünkü nesiller, çevre kirliliğine yol açan koşullan teşhis edip ortadan kaldırmadığı sü­rece bu özlemin giderilemeyeceği apaçık .bir gerçektir. Bu itibarla "çevre temizliği” deyimi kadar "çevre kirliliği” deyimi de önem ka­zanmış ive “çevre sorunu” şeklinde özlü ifadesini bulmuştur. Bu ne­denle, dünyadaki hayat şartlarını iyileştirmeyi kendilerine görev ka­imi eden bazı zümreler, insanların çevresinde çözülmesi gereken bazı ¿orunlar bulunduğuna insanları ikna etmeye çalışmaktadırlar.

Kuşkusuz insan sağlığına zarar verecek biçimde kirlenen bir ¿evrede yaşamaya çalışmak başlı başına bir sorundur. Ancak “Çevre kirliliği” deyimi, kanımca, endüstri tesislerinin durmadan kentlere hava kirliliği taşıması ve kent sularının salgın hastalıklar yapan ar­tıklarla dolması gibi problemlerin ötesinde daha geniş bir anlam taşımaktadır, Çünkü çevre için kabataslak yapılan tarif şudur : “Çev­re, belirli .bir zamanda , insanın yaptıklarına doğrudan doğruya veya dolaylı olarak, âni ya da zaman içinde bir etki yapmak özelliğini ta­şıyan fiziksel biyolojik, kimyasal, klimatik ve psikososyal nedenle­rin toplamından ibarettir, (1) Bu tarife göre temiz bir çevreye zarar veren sadece maddî etkenler değil, ruhî ve psikososyal sebepler de Çevreyi kirletmektedir. Hattâ denebilir ki, çevre için maddî olumsuz­lukları meydana getiren koşullan doğuran asıl etken psikolojik, de­yim yerindeyse, manevi ve ahlakî durumlardır.

Çağımızda modem tababetin salgın hastalıklar için birçok çare bulması, sağlık koşullarının düzelmesi ve dengeli beslenme politikaları sayesinde erken ölümlerin azalması gibi nimetler ortada olmakla birlikte, buna karşılık, özellikle sinirsel ve ruhsal hastalıklar, bireysel ve toplumsal suç eğilimleri ve saldırganlıkları artmış bulunmaktadır. Dolayısıyla, canlıları ve uygarlığı tehdit eder hale gelen ve gittikçe artan çevre kirliliğinle bir çözüm bulunmamasının nedenlerinden biri ve en önemlisi, konunun sadece maddî boyutuyla ele alınmasıdır. Oysa göze görünmeyen fakat psikososyal etkisi bu­lunan "kötü huylar, bâtıl inanışlar, günahlar ve bid’atlar” gibi ma­nevi kirleri göz ardı ederek soruna çözüm getirmek imkânsızdır. Nitekim Kur’ân’a baktığımız zaman, onun iki tür temizlikten gözettiği­ni görüyoruz. Biri maddî ve cismani diğeri nefsi ve manevî... Bunla­rı kısaca inceleyelim :

1 — MADDİ TEMİZLİK :

İslâm’ın, beden temizliğini bir kısım ibadetlerin vazgeçilmez şar­tı, hatta namazın anahtarı olarak (2) kabul etmesi maddi temizliğin ne kadar önemli bir şey olduğunu açıkça ifade eder. Yani dinin direği olarak kabul edilen namazın anahtarı beden temizliğidir. Bu husus, ayrı zamanda madde ile mana arasındaki dengenin önemine de işa­ret etmektedir,

a — Kâinatta Egemen Olan Temizlik Kanunu : Allah Teâlâ (c.c.), kâinata geniş kapsamlı bir temizlik kanunu koymuştur. Var olma ni­metinden istifade edebilmek için her varlık bu kanuna uymak zorun­dadır. Nitekim çevremize dikkatle baktığımız zaman, sinekten yıldız­lara kadar, tüm varlığın bu kanuna uyduğunu görmekteyiz. Şöyle ki :

Kandaki alyuvarlar, vücuda giren zararlı maddeleri yok ederek bu temizlik kanununa uydukları gibi, her ân içimize alıp verdiğimiz hava da kam temizleyerek aynı kanuna uyduğunu göstermektedir. Göz kapaklarının gözleri silerek, sineklerin de kanatlarım süpürüp te­mizleyerek bu kanuna uydukları görülmektedir. "Göklerin Ve yerin yaratılmasında, rüzgârları sevk etmesinde ve gökle yer arasında Allah’ın emrine boyun eğmiş bulutlarda, aklını kullanan bir topluluk için Allâh’ın varlığına ve birliğine İşaret eden nice deliller vardır.” (3) âyetinin , ifade ettiği gibi gökyüzündeki bulutlar ve rüzgârlar da te­mizlik kanununa riayet ediyorlar. Rüzgâr, yeryüzüne konan ve toz- topraktan meydana gelen süprüntüleri üfleyerek temizlerken, bulut da ıslak bir sünger gibi yeryüzüne su serper, tozu toprağı yatıştırır. Aynı bulutlar, uzun zaman gökyüzünün berraklığım bozmamak, bir bakıma, gökyüzünü kirletmemek için fazla kalmadan intizam içinde çekilip giderler. Gökyüzünü pırıl pırıl parlar durumda terk ederler.

Bütün .bunlar. Allâh’m kâinata koyduğu temizlik kanununun ne derece intizam içinde yürüdüğünün açık delilleridir. Kâinata egemen olan bu temizlik gerçeği, Allâh’ın “KÜDDUS”(4) isminden kaynak­lanmaktadır. Zira Allah temizdir ve temizliği sever. Atomlardan gök cisimlerine kadar tüm varlıklar, “KÜDDUS” isminin bir cilvesi olan bu muazzam temizlik kanununa riayet edip temizliklerine son dere­ce dikkat ederlerken, (5) insanın bu İlâhi emirden uzak kalması, kir­liliğe razı olması düşünülemez. Nitekim Cenab-ı Allah insanı da bu genel temizlik emrine muhatap kılmış, Resulüllah (s.a.s.) da temiz­liği imanın yansı kabul etmiştir. (6)

b — İslâm’da Taharet: Taharetin zıddı necaset, yani kirliliktir. Bu iki kelime, İslâm seri atinde bazen hakikî, bazen de mecazî manada kullanılan kelimelerdir. Islâm literatüründe kazandıkları önem açısın­dan kural olarak bunlarla ilgili şunu söylemek mümkündür : “insan ta­biatının hoşlanmadığı ya da nefret ettiği şeyler necis (kirli) kabul edilirken, insan tabiatın hoşlandığı şeyler de tahir (temiz) kabul edilmiştir.” (7) Bu itibarla, “taharet ve necaset, eşyada var olan ve insan tabiatının hoşlandığı ya da nefret ettiği iki vasıftır.” denebilir. “Nezafet”, “Nezahet”, “Kutsiyet” ve “Sübhân” kelimeleri mana yö­nünden “taharet” kelimesine yakın olmakla beraber, “taharet” da­ha çok hissi eşyada kullanıldığı halde diğerleri aklı ve manevî hu­suslarda kullanılmaktadırlar. (8)

İslâm’da bedensel temizlik manasına da gelen “taharet” iki tür­lüdür. Biri necasetten taharet, diğeri de hadesten taharet... Maddî olan pisliklere “necaset” diyoruz. Bu durumda necasetten taharet, beden ya da elbisede bulunan ve şer’an necis sayılan maddelerden temizlenmeyi ifade eder, örneğin, idrar ya da idrarın bulaştığı bir elbise necistir. Böyle bir elbiseyi temizlemek taharettir.

Hades, bazı ibadetlerin yapılmasına dini yönden engel olan bir kirlilik halidir. Abdestsizlik, cünüplük, hayız ve nifas gibi haller hades halleridir. Buna göre hadesten taharet, gusül ya da abdest almak suretiyle “hades” halinden temizlenmeyi ifade eder ki, manevi ağır­lığı fazla olan bir temizlik türüdür.

Kur’ân’ı Kerim’de, Ey iman edenler, namaz kılacağınız zaman yüzünüzü ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın, başınızı meshedin ve ayaklarınızı topuklara kadar yıkayın. Cünüp iseniz guslederek temizlenin.” (9) buyurularak maddî temizliğe ve suyun maddî temiz­likteki rolüne dikkat çekilmiştir. Bilindiği gibi namaz Allah’ın huzu­runa çıkmanın bir ifadesidir. O huzura çıkmak için ruhsal olduğu ka­dar bedensel bir hazırlık da gereklidir. İşte abdest, bu ruhsal ve özel­likle de bedensel hazırlığın ön şartıdır.(10)

2 — MANEVÎ TEMİZLİK :

Temizliği sadece beden temizliğiyle sınırlamak yanlış olur. Be­den temizliği kadar, hatta ondan çok daha önce “kalp temizliği”, “nefis temizliği”, “niyet dürüstlüğü” ve ,‘ahlâk güzelliği” gereklidir. İslâmiyet her şeyde denge gözettiği gibi insanın madde ile manası arasında da dengeyi esas almıştır. Bu itibarla, îslâm daki maddî te­mizlikle manevî temizliği birbirinden ayırmak imkânsızdır. Çoğu yerde manevî ve ruhî temizlik ağırlıklı olmakla birlikte genelde ikisi­ni içiçe görmekteyiz.

Meselâ, bedensel ağırlıklı bir temizlik türü olan abdest ibadeti­ni sadece maddî yönüyle ele almak imkânsızdır. Suyu kullanamaya­cak derecede hasta olanlar ve suyu temin edemeyenler “teyemmüm’’ denilen manevî temizlikle emredilmişlerdir.(11) Bu durum, zahiri bir temizlik aracı olan abdestin mana boyutlarını açık bir şekilde göster­mektedir.

Abdest ve teyemmümü emreden âyetin sonunda Allah şöyle bu-, yürüyor : “Allah bu abdest ve teyemmüm emriyle size güçlük çıkarmak istemez. O sizi tertemiz kılmak ve üzerinizdeki nimetini tamamlamak istiyor ki, şükredesiniz.” (12) Burada, ilk bakışta anlamsız bir iş ve yersiz ibir sıkıntı gibi görünen gusül ve teyemmüm ibadetinin asıl amaçlarının kullara zorluk çıkarmak değil, aksine onlan maddî ye manevî, görünür ve görünmez pisliklerden ve günahlardan temizlemek olduğu, zor gibi görünen dini emirlerin arkasında büyük hikmetler bulunduğu vurgulanmış, böylece temizliğin manevî yönüne İşaret edilmiştir. (13)

a — Kalp Temizliği : İslâm dini insanın içinin ve dışının temiz ol­masını emretmiştir. Dışı temiz, içi kirli bir insan makbul sayılmadığı gibi, içi temiz dışı kirli bir insan da makbul değildir. Burada üzerin­de durmak istediğimiz husus, temizliğin manevî yönüyle ilgili olan ’"bir insanın dışının temiz içinin kirli” olması hususudur. Şöyle ki :

Bir insan zahiren maddî temizliğin tüm gereklerini yerine geti­rebilir. Eğer o insan günah kavramını tanımıyorsa ya da günahı ma­nevî kirlerden kabul etmiyorsa, o takdirde "dışı temiz, içi kirli” gibi bir insan olma durumuyla karşı karşıyadır. Bu konuda misalleri ço­ğaltmak ve değişik yorumlar yapmak mümkündür. Ancak şunu söy­lemeliyiz ki, insan kalbi, hem niyet gibi amellerin amaçlarını değiş­tiren bir düşüncenin, hem de insanı insan yapan iman gibi bir tasdik­in merkezidir. Dolayısıyla kalp, İnsanın manevî cephesini oluşturan en önemli organda. Bu itibarla temizlik dendiği zaman öncelikle iç temizlik (kalp ve vicdan temizliği) akla gelmelidir. Çünkü Allah in-, sanı kalbine göre değerlendirmektedir. "Allah şekillerinize ve amellerinize bakmaz, fakat o kalplerinize bakar.”(14) hadisi kalbin ve iç temizliğin ne kadar önemli olduğunu ifade etmektedir. Bu açıdan denebilir ki, Allah’ın nazargâhı olan kalbin temizliği her türlü temiz­liğin üstündedir. Tabiîki, kalbin tam olarak temizlenebilmesi hainlik, aldatma, kin, adavet, riya, şüphe ve vesvese gibi hallerden tamamen arınmasıyla mümkündür. (15)

Burada dikkat çekmek zorunda olduğumuz diğer bir husus, “kalp temizliği" deyiminin bazen yanlış anlaşabildiğidir. Bazı kimseler zahiri ibadetleri ve diğer dini emirleri gereksiz görüp "kalbim temizdir, Önemli olan da budar.” diyerek nefsin tuzağına düşebilirler. Böy­le düşünenlere şu hususu hatırlatmak gerekir ki, dini emirleri ve ibadetleri yerine getirmek hiçbir şekilde kalp temizliğine engel değildir, Aksine temiz kalpli olan bir kimse ibadete daha çok düşkün: olur. Zira kalbimizin temiz olmasını isteyen Allah, aynı zamanda iba­detleri de bize farz kılmıştır, insan fiilleri Allâh’ın buyruklarına uy­gun olduğu takdirde makbule geçer. Aksi takdirde akşama kadar; “temizlik yapıyorum” diyerek su kullanan bir kimse, abdesti usulü­ne göre almadığı sürece, ibadet manasındaki temizliği yerine getir­miş olmaz. Bu yüzden, gerek maddeten, gerek manen temiz olmak is­teyenler Kur’ân’ın emirlerine uymak mecburiyetindedirler.

b— Manevî Kirlerden Temizlik : Kur’ân’ı Kerim’i dikkatle inceleyen bir kimse “taharet” ve "necaset” kelimelerinin iki anlamda, yani hem maddî ve bedensel, hem de manevî ve ruhsal anlamda kullanıldığını görecektir. "Adet zamanında kadınlardan çekilin ve temizleninceye kadar onlarla cinsi münasebette bulunmayın.” (16) ve "Eğer cünüp iseniz guslederek temizlenin.” (17) gibi ayetlerdeki “taharet”, kelimeleri suyun kullanılması şeklinde bir anlam ifade ederken,, Allah sizi tertemiz kılmak istiyor.” (18) ve “Ey ehl-i Beyt, Allah gü­nahlarınızı giderip sizi tertemiz yapmak istiyor.” (19) gibi ayetlerde, geçen ‘"taharet” kelimeleri aklî ve kalbi manalar ifade etmektedir. Kuşkusuz manevî kirler düşünülmeden manevî temizlikten söz- etmek imkânsızdır, başka bir ifadeyle, manevî kirleri kabul etmeyen bir kimse için manevî “temizlik de "söz konusu değildir. Arapçada (er-rics) ve (er-riez) kelimeleri taharetin zıttı olan necaset kelimesine manaca çok yakındırlar; (20) Bu iki kelime “korku” ve “vahşet” anlamına da gelirler, insan tabiatı, necis olan şeylerden nef­ret ettiği gerekçesiyle mecazî olarak “necaset” anlamında kullanıl maktadırlar. (21) Kur’ân’da (er-ries) kelimesi kan, idrar,’dışkı, ölü hayvan ve domuz eti gibi maddî necasetler anlamında kulla­nıldığı gibi,(22) şirk, nifak, başarısızlık ve kötü ameller anlamında da kullanılmıştır. Şöyle ki : “Kalblerinde şüphe ve nifak hastalığı bulunanların ise, indirilen sure, inkârları yüzünden murdarlıklarına(nemlerine) murdarlık (rics) katar.” (23) ayetinde geçen “rics” ke­limesi küfür manasındadır. (24) Keza "Allah kimin hidayetini murad ederse, onun gönlünü İslâm’a açar, göğsüne genişlik verir. Kimi saptırmayı murad ederse, onun da, sanki gökyüzünde yükseliyormıış gibi göğsünü daraltıp sıkıştırır. İman etmeyenlerin üzerine Allah böylece “rics” (lanet ve azab) çökertecektir.” (25) ayetinde geçen "rics” kelimesi ise azab, ıstırap ve başarısızlık manasındadır..(26)

Diğer bir Âyet-i Kerîme’de “rics” kelimesi “Evsân” la (put­larla) açıklanmıştır. “Putlar gibi bir pislikten ve yalan sözden sa­kının.” (27) buyurularak yalan söz ve şirk, aralarındaki benzerlikten ötürü aynı kategoride ele alınmıştır. Çünkü şirk yalan söz cinsin­den olup Allah’a en büyük iftiradır. Müşrik insan, putların ibadete layık olduklarını söylemekle yalan söylemiş oluyor. Ayette putla­rın “rics” kelimesiyle ifade edilmesinde bir benzetme vardır. Yani “sizler tabiatınız icabı pislikten uzaklaştığınız gibi putlardan da nef ret etmelisiniz.” Nitekim “Ey iman edenler, içki, kumar, putlar ve... hep şeytanın İşinden birer pisliktir (ricstir)(28) âyetinde sırala­nan yasakların yasaklık sebebi olarak pislikleri (rics oluşları) zik­redilmiştir. Yani insan tabiatı pislikten nefret ettiği gibi bu yasak­lardan da nefret etmelidir, (29)

Öte yandan, “Ey iman edenler, müşrikler ancak birer pisliktir (necistir) ; bu seneden sonra Mescid-i Haram’a yaklaşmasınlar.” (30) ve "Siz de onları (müşrikleri) bırakın. Onlar murdardır, (riestir)” (31) âyetlerinde müşrikler “rics” kabul edilmişlerdir. Bu âyetlerde geçen ve manevî kirler ifade eden "rics” kelimelerine bakıp şunu söylemek mümkündür : Rics, insanın yoğun bir şekilde günahların etkisinde kalması ya da kalbinin batıl itikadların saldırısına uğ­raması sonucu insana bulaşan manevî ve nefsanî bir kirdir. (32) Ni­tekim “Ey ehl-i Beyt, Allah sizden ricsi (giderip sizi tertemiz yap inak ister” (33) âyetinde geçen “rics”ten maksat günahlardır, (34)

Günahın alığım da gizlisini de bırakın” (35) âyetinin ifade et­tiği mana gözönünde bulundurulduğu zaman, günahların, insanın manevî çevresini ve cemiyet hayatını kirleten manevi kirlerden ol­duğu anlaşılacaktır. Bununla beraber, Kur’ân’ın birçok yerinde ge­çen “tathir” ve ‘Tatahhür’’ kelimelerinin “günah kirlerinden temiz­lenmeyi” ifade ettiğini söylemek de mümkündür. “Allah mutahhirini sever.” (36) âyetinde geçen “Mutahhirin”den maksat günahları terekedenlerdir. (37) Aynı şekilde "Ona tertemiz (mutahharun) olanlar­dan başkası dokunamaz/’ (Vakıa, 79) ayetindeki “Mutahharun’ dan maksat da şirk ve günah kirlerinden uzak olan meleklerdir, (38)

Hâsılı, temiz bir insan, günah kirlerinden arınmış insandır, de­nebilir. Yine denebilir ki, temiz bir toplum, günah kavramına inan­mış ve nefis muhasebesini yapan insanların hâkim olduğu bir top­lumdur. Temiz bir çevre, sadece maddî havası değil aynî zamanda manevi havası da temiz olan bir çevredir. Zina suçunu işleyen bir kadının Rasulüllah’ın (s.a.s.) huzuruna gelerek; “Zina yaptım, beni temizle Ya Rasulallah’ demesi, (39) yine hırsızlık yapan bir erkeğin de “Bir deve çaldım, beni temizle Ya Resulullah” (40) demesi, gü­nahın başlı başına bir kir olduğunu, insanı ve çevreyi kirlettiğini açıkça göstermektedir.

3— İNSANLIĞI TEHDİT EDEN PROBLEM :

21. yüz yıla yaklaşırken insan hayatını tehdit eden en ’büyük problemlerden -birisi belki de en önemlisi çevre kirliliği ya da tabiî dengenin bozulmasıdır. Kuşkusuz “çevre kirliliği” ve “tabiî denge­nin bozulması” gibi deyimler oldukça yeni sayılır. Çağımızın en bü­yük özelliği olan sınaî ve teknolojik gelişmeler, insanların sınırlı olan ihtiyaçlarım birden bine çıkarınca öncelikle yaşlı dünyamızın üretim ve tüketim dengesi bozuluverdi. Bir yandan insanı daha çok mutlu etmek amacında olduklarını İddia eden sanayici ve fabrika­törlerin ürettikleri yeni yeni ve akıl almaz tüketim mallan. Öbür yanda aşın bir şekilde kirlenen tabiat...

İnsanlar, gerçekten ihtiyaç duydukları şeylerle fantezi şeyler arasına fark koyamaz hale geldiler. Neye, ne derece muhtaç olduk­larını bilmediklerinden, teknolojinin yeni ürünlerini elde etmek için sahip oldukları tüm imkanları zorlamaktadırlar. Haliyle tüketiciler, kendilerine sunulan ürünlerin merkezi olan fabrikaların çevreye ne kadar zarar verdiklerinin farkında değiller. Oysa durum o kadar ciddi ki, sahte mutluluk vadeden uygarlığın dayandığı teknolojinin insan hayatına egemen olması sonucu, önlem alınmadığı takdirde, hay ab n vazgeçilmez birer unsuru olan su ve havanın bile bir gün tamamen zehirlerle karışık bir duruma geleceği, tüm dünyanın endüstriyel artıklarla bir mezbeleye dönüşebileceği öne sürülmektedir.

Son yıllarda dünyanın muhtelif yerlerine asitli yağmurlar düş­meye başlamıştır. Bunun sebepleri arasında, dünyada gelişigüzel kurulan sınaî tesislerin yanında, nükleer enerji santralleri, maden fırınları, petrol ve kömür artıkları ve egzoz gazı gibi olumsuzluk­lar sayılmaktadır. Toprağa düşen asitli yağmurlar bir takım fay­dalı bakterileri ve mineralleri yok etmekle kalmıyor; suda erimeyen bir, kısım tuzlan eriterek ağaç köklerinin kurumasına da yol açıyor. Ağaç yapraklarına düşen damlalar ise, köklerden gelen birçok bitkisel gıdayı yok etmektedir. İstatistikler, Kuzey Amerika ve Kanada’nın yüksek kesimlerindeki çam ormanlarının yok olmasıyla meydana gelen çölleşmeyi ve tarımsal ürünlerde meydana gelen yüzde beşlik düşüşü bu yağmurlara bağlamaktadır. Aynı sebepten dolayı, Avrupa ve Kuzey Amerika’nın değişik bölgelerinde yeralan birçok gölde artık canlı yaşamamaktadır. (41)

Görülüyor ki insanlık, sahte mutluluk vadeden günümüz uygar­lığının kendisine sunduğu nimetlerini!) karşılığını çok pahalı öde­mektedir Kur’ân’ın ifadesiyle “sayılmayacak kadar çok olan”(42) Allah’ın nimetleri içinde insanca yaşamaktan mahrum kalmak, bir bâşka ifadeyle, nimetlerin azaba ve işkenceye dönüşmesi, rahatı uğ­runa birçok değerleri bilinçsizce yok etmeyi göze alan çağımız insanını düşündüren en ciddî sorunlardan biridir. Sözde insanlığın mut­luluğu için sorumsuzca tüketilen kaynakların bir gün tükenebileceği korkusu, hırslı ve deyim yerindeyse, bencil olan insanı (43) daha çok üretmeye sevk etmiştir. Bu da, doğal kaynakların daha erken tüken­mesine yol açmaktadır.

4— EKOLOJİK DENGENİN BOZULMASI :

Çevre (ekoloji) dediğimiz zaman, ilk defa, hayatın merkezi durumunda olan dünyadaki tabiî düzen akla gelir. Bir bakıma, can­lı veya cansız olan tabiî ünitelerin her biri çevreyi oluşturur. Çöl­ler, vahalar, dağlar, ovalar, nehirler ve denizler... bu nizamın birer ünitesidir. Bu ünitelerin her biri, kubbeyi oluşturan taşlar gibi, kâinata bakim olan dengenin bozulmamasını sağlamak için birbiri­ne destek olmaktadır. Bunları birbirinden ayırmak imkansızdır. O kadar ki, bir bölgede hayatî bir unsur olan ünitenin zarar, görmesi diğer üniteleri de etkilemektedir. Bir bölgede görülen olumsuzluk, zamanla diğer bölgelere de sıçramak istidadındadır.

a — Dengeyi sağlayan Esmaü’l-Hüsnâ : Allah’ın “Âdil”, “Kadir’’ ve “Kuddûs” isimleri her şeyin belli bir ölçü içinde, dengeli, temiz ve israf sız yaratıldığını ifade etmektedir. Bir başka deyişle, kâinata hakim olan denge ve temizliğin varlığı tesadüfi değildir. Kur’ân’ın ifadesine göre her şeyin hazinesi Allah’ın yanındadır. Ancak Allah herzeyi belli bir ölçü dahilinde yeryüzüne indirmektedir. (44) Şu hal­de, hayat için gerekli olan unsurların varlığı ve miktarı bir tesadüf sonucu ve-kendiliğinden oluşmamıştır. Her şey Allah’ın ilminde bîr ölçü iledir.” (45) âyetinin ifade ettiği gibi, her şeyden belli bir denge, her varlıkta özel bir ölçü gözetilmiş, hiçbir şeyde gerçek anlamda İsraf, ya da dengesizlik yoktur. Atomdan güneş sistemine kadar tabiatın her ünitesinde şiddetli bir iktisat ve yaygın bir temizlik amaçlanmıştır.

b — İlahî Adalet: Denebilir ki, kâinattaki tüm dengeler adalet, İktisat ve ısrafsızlık esasları üzerine kurulmuştur. Adil olan Allah is­; raf sız, dengeli ve temiz bir varlık yaratırken insanlara da adil olmalarını emretmiştir. (46) Allah Kur’ân’da "Gökyüzünü yükseltip aleme ni­zam ve ölçü verdi. Ta M adaletten ve dinin emirlerinden ayrılarak ölçüde sının ağmayın. Ölçüyü ve tartıyı adaletle yerine getirin ye ahiretteki mizanınızı ziyan etmeyin.(47) buyuruyor. Bu âyette, yaklaşık aynı anlamda olan “denge, ölçü ve adalet” manasındaki “mizan” sözcüğü (48) dört defa arka arkaya zikredilerek kainattaki nizamın önemine işaret edilmiş, islâmın temel prensiplerinden olan “adalet, iktisat ve temizliğin" sosyal hayattaki yerine dikkat çekilmiştir. Yaşamak için kâinattaki doğal denge ne kadar gerekli ise, top­lumsal barış ve manevî temizlik için de Kur’ân’ın emri olan adalet o kadar gereklidir. Rahman Sûresi’ndeki âyette geçen ‘’adalet ve ölçüde sının aşmayın” ifadesini gözönünde bulundurduğunuz za­man, Kur’ân’ın emrettiği sosyal adaletin dünyadaki sosyal denge­nin temelini oluşturduğunu söyleyebiliriz.

5 - UYGARLIKTAKİ HATALAR :

Tehlikeli boyutlara varan bugünkü çevre kirliliğinin ve doğal dengede meydana gelen sarsıntının nedenlerini, biraz da 20. yüzyıl uygarlığının temelinde bulunan hatalarda aramak gerekir. Dünyada, tamamen iyilikler ve güzellikler üreten bir uygarlıktan söz etmek el betteki mümkün değildir. Bununla birlikte, ancak iyilikleri kötü­lüklerinden çok olan bir uygarlık insanlığa faydalı olabilir. Ama bugünkü uygarlığın, kötülükleri iyiliklerinden çok daha fazla oldu­ğunu üzülerek belirtmek istiyoruz. Şöyle ki:

a — İnkâr ve İsyana Teşvik : Her şeyden önce 20. yüzyıl uygarlığı İnsanları inkâra ve isyana teşvik eden temeller üzerine oturtulmuş­tur, insan hayatında çok önemli bir yeri olan dinî hayat göz ardı edilmiş; bu uygarlığın beslediği kültürlerle yetişen bazı guruplar “din afyondur" diyecek kadar her türlü manevî değerleri inkâr et­meye bağlamış, dinin, bilim ve teknolojiye karşı bir gün mutlaka iflas edeceği varsayımı ileri sürülerek dine ve dindarlara karşı ade­ta savaş açılmıştır.

, Sadece maddî temeller üzerine kurulan bu uygarlık, ortaya koyduğu zengin kültür kaynaklarıyla yeni nesillerin akıllarını aydınlat­tığı halde kalplerini ve vicdanlarını ihmal etmiş, sonuçta gençliğin kalbine iman yerine “şüphe” hakim olmuştur. Bütün semavi kitap­larda, ilk insan olan Hz. Âdem’in aynı zamanda bir peygamber ve insanlığın babası olduğu anlatılırken, ‘insanın maymundan geldiği" şeklindeki mesnetsiz nazariye, modem ve çağdaş bir düşünce ve kimi zaman bilimsel bir teori olarak 20. yüzyıl insanlarına benim­setilmek istenmiştir.

Bilimsel destekli inkarcılık fikrinin yayılmasıyla nesiller arasında­ki görüş farklılığı tehlikeli bir düzeye ulaşmış; bir tarafta her şeyi madde arayan, deyim yerindeyse, aklı gözüne inmiş, şüpheci ve dünyada ebedî kalacakmış gibi zevk-u safaya dalan insanlar, öbür tarafta uygarlığın kötülüklerini ihtiyatla karşıladığı için âdeta toplum dışına itilen, hatta birçok yönden çağa ayak uyduramayan din­dar kesim... İşte 20. yüzyıl uygarlığının oluşturduğu çelişkilerle do­lu farklı nesiller. .

b— Kuvvetin Egemenliği Prensibi : 19. yüzyılın sonlarından iti­baren Batıda ortaya çıkan ve gittikçe yeryüzüne yayılan uygarlık, hayatın tüm safhalarında kuvvet prensibini esas almıştır. “Hakça bir düsen”, “tüm dünyanın barış içinde yaşaması", “dil, din, renk ve ırk ayırımının yapılmaması” ve “kim haklıysa o güçlüdür”’ şeklin­deki prensipler kâğıt üzerinde kalmış, uygulamada “kim güçlü ise o haklıdır*’ haksız prensibi esas alınmıştır. Uluslararası ilişkilerde din ve ırk ayırımı önlenemediği gibi toplumlar arasında barış da sağ­lanamamıştır.

Eşyanın tabiatına aykırı olan “kuvvetin üstünlüğü” ilkesi se­bebiyle iki kez umumî, bir kez de kısmı dünya savaşı yapılmış, bu savaşlarda milyonlarca insanın hayatı heder olmuştur, ikinci dün­ya savaşından sonra yeni kurulan dünya dengeleri tamamen kuv­vete dayandırılmış, bugüne kadar birçok güçsüz uluslar mağdur edil­miştir. Bugün hâlâ, bir güç gösterisi niteliğini taşıyan ve geleceğin efsaneleri sayılabilecek “yıldız savaşı projeleri” için milyarlarca do­larlık harcama yapılırken, her gün yüzlerce Afrikalı müslümanın aç­lıktan ölmesine, bir o kadarının da iç savaştan dolayı hayatlarım kaybetmelerine seyirci kalınıyor. Bütün bu olumsuzluklar, saldırgan­lık istidadında olan “kuvvetin egemenliği” prensibinden kaynaklan­maktadır.

c — Faydacılık ve Menfaat Prensibi : Batı uygarlığı pragmatizm (faydacılık) prensibine dayanmakta ve menfaati esas almaktadır.. Bir hizmet yapılacağı zaman, ilke olarak ondan elde edilecek men­faat esas alınır. Bu itibarla insanların birbirine karşı gösterdikleri tüm iyilikler (istisnalar hariç) menfaate dayanır. “Sevap” prensibi göz ardı edildiği için, genç nesiller kendilerine menfaati dokunmayan yaşlı ebeveynine hizmet etmek istemiyor. -Bu yüzden devletler, yaş­lıları barındıran huzursuz huzur evlerini açmak mecburiyetinde kal­mıştır.

d — Hayat Mücadelesi : Pragmatizm prensibinin kabul edil­mesi sonucu şefkat ve yardımlaşma esasları unutulmuş, hayatın bir mücadele ve “yaşam kavgasından” ibaret olduğu iddia edilmiştir. Oysa dinin emirlerinden olan şefkat ve yardımlaşma prensibi tüm can­lı cansız varlıklarda açıkça görülmektedir. Su ve havanın bitkilerin yardımına koşması, bitkilerin hayvanlara, hayvanların insanlara yar­dım etmesi “mücadele” prensibiyle nasıl izah edilebilir? Gözümüz ö­nünde cereyan eden olaylara dikkatle bakan bir kimse, hayatta müca­delenin değil, yardımlaşma ve işbirliği kanununun egemen olduğunu görecektir. Aç bir canavarın yavrusuna rızık araması, bulduğunu ye­meyip yavrusuna getirmesi ne ile izah edilebilir?

e — Irkçılık Prensibi : Günümüz insanlarına hâkim olan uygarlı­ğın hatalarından biri de, .bir ırka mensup olmayı, kitleler arasındaki bağlayıcılık faktörü olarak kabul etmesidir. Oysa insanların bir ırka mensup olmaları, hattâ bir tek anne ve babadan doğmuş olmaları bile kendi başına enteresan (bir olay değildir.

İnsanın bir anne ve bir babadan yaratıldığını ifade eden Kur’ân-ı Kerîm, kabile ve millet, gibi guruplara ayrılışı, “daha iyi tanışma ve kaynaşma” esprisine dayandırmaktadır. Belli bir ırka mensup olma­nın enteresan .bir olay olmadığını ve tek başına insana bir üstünlük sağlamayacağını ifade eden Kur’ân "’Allah’ın yanımla en şerefliniz, ondan en çok korkanınızdır.” (49) buyuruyor.

f — Sefahat: 20. yüzyılın uygarlığı sırf dünya hayatını esas aldı­ğı. âhireti göz ardı ettiği ve literatüründen “günah” kavramını sildiği İçin en büyük amacı, insan nefsinin tüm arzularını tatmin etmek olarak görünmektedir. Her nefsin aynı derecede tatmin edilmesi mümkün olmadığı İçin kavga ve sataşmaların başlayacağı bir vana; çok tehlikeli sonuçlar doğuran “ne pahasına olursa olsan nefsini tatmin” şeklindeki akımın tüm Avrupa ve bir kısım Asya ülkelerine yayılması sonucu meşru evlilik düşüncesi zayıflamış, aile bütünlü­ğü bozulmuş, gayr-i meşru çocuklar sorunu, bazı gelişmiş ülkelerin bir numaralı sorunu haline gelmiştir.

Tehlikeli ¡boyutlara ulaşan sefahet ve açık saçıklığı ‘kısmen de olsa önlemeye çalışan kilise gibi bir kısım kurumlar ne yazık ki, bu konuda yetersiz kalmışlardır. Denebilir ki, kent içinde, sağda solda biriken çöpler insan sağlığını he kadar tehdit ediyorsa, park­larda, kaldırımlarda, şurada burada,, insanların gözü önünde sar­maş dolaş olan İnsanlar, kentin ve kentte yaşayanların manevî ha­vasını aynı ölçüde kirletmekte ve tabii ortamı bozmaktadır.

g — Artan İhtiyaçlar ; Batı uygarlığına mahsus bir diğer hatalı yön de, insanların ihtiyaçlarım fazlalaştırmış olmasıdır. Huzur ve re­fah vadeden uygarlığın mimarları, önceden on şeye muhtaç olan insan­ları bin şeye muhtaç duruma getirmiştir. Maddî durumu müsait ol­mayan birçok ’kimsenin, moda etkisiyle gerçekten muhtaç olmadığı tüketim mallarına sahip olmak istemesi israfa ve bir kısım insan­ların zaruri ihtiyaçlarını temin edememelerine yol açmıştır. Bunun sonucu olarak toir yanda lüks ve israf içinde yüzen bir azınlık, öbür yanda her türlü medenî haklardan hattâ hayatiyetini idame ettire­cek yiyeceklerden mahrum olan güçsüz insanlar...

Bu özelliklere sahip olan bir uygarlığın temelini oluşturan tek­nolojinin doğal hayattan ve doğal dengeden neler götürebileceğini tahmin! etmek bile güçtür. Üzülerek belirtmek gerekir ki 20. yüz­yılın dev teknolojisi üç çeyrek asır zarfında doğal kaynakların ge­lişigüzel tüketilmesi ve çevrenin kirletilmesiyle sınırlı kalmamış, or­taya koyduğu yaşama biçimi ve kötü alışkanlıklarla da insanlığın hu­zurunu bozmuştur.

6 — ÇAĞDAŞ İNSANIN DURUMU :

Çağdaş insanın yaşama biçimiyle ilgili olarak yazılmış, onun bayat standartlarından, ulaştığı refah seviyesinden, elde ettiği sağlık imkânlarından, sahip olduğu teknolojik üstünlüklerden ve eğ­lenceye ayırdığı zamandan söz eden çok kitaplar ve yazılar bulun­maktadır. Fakat çağdaş insanın huzur ve mutluluğundan söz eden yazı ve yayınlar sayıca sınırlıdır.

Bazı hastalıkların tedavisinin mümkün hale gelmesiyle erken ölümlerin önlenmesi sonucu belki “insan ömrü uzatılmıştır” denebi­lir. Ama insan için Önemli olan uzun yaşamak değil, mutlu ve hu­zurlu yaşamaktır. Bu ise, insanı bir takım ruhsal bozukluklara gö­türen teknolojik üstünlüğe sahip olmakla elde edilecek bir olgu de­ğildir. Mutlu insan, öncelikle nefis muhasebesini yaparak başka­sını da düşünen insandır. "Kendiniz için istediğinizi kardeşiniz için de istemedikçe gerçek mümin olmazsınız” (50) hadisinin ifade ettiği gibi inşam en çok mutlu eden şey, başkasını düşünüyor olması (di­ğerkamlığı) dır.

Çağdaş insan yoğun bir propagandanın etkisindedir. Barış ve iyilik yolunda atılan adımlar çok sınırlı iken, gazete, dergi ve TV’lerde bu konudaki gayretler abartıla abartıla anlatılmaktadır. Ger­çekte ise, gösterilen olağanüstü gayretler sadece barış yolunda de­ğil, çoğu kez el değmemiş doğal kaynaklara sahip fakir ülkeleri sö­mürerek servet sahibi olmak, maddî güce güç katmak ve geri kal­mış yöreleri yönetmek yolunda gösterilmektedir.

Fakir ve geri kalmış ülke insanlarının aklı da, âdeta zengin ülkelerin gündemiyle şartlanmış... Günlük konuşmalar ve haberler; hidrojen bombası, kimyasal silahlar, uzay gemileri ve altın-dolar fiyatları vb. gibi konular üzerinde yoğunluk kazanmaktadır.

Her gün TV’de yeni yeni moda gösterileri, defileler ve partile­rin ardından, açlık sonucu ölüme mahkûm edilenlerin, kimyasal si­lahlarla sokaklarda can verenlerin manzaralarını seyreden çağdaş insanın kalbi gittikçe sertleşmektedir. Sistemin temelindeki yapısal hatalar insanı bencilleştirmekle kalmıyor, aynı zamanda cinayet, suikast, ölüm ve sürgün haberlerini izlemekten zevk duyar hale getiriyor. Neredeyse, kavgasız, ölümsüz ya da cinayetsiz geçen ha­berler onu hiç ilgilendirmiyor. Zalimi alkışlamak, mazlumla alay etmek çağdaş insanın hobisi haline gelmiştir, insanların ya da ho­rozların kavgasından aldığı zevki hiçbir şeyden alamaz durumdadır. Üstelik kendisini tanımadan, vicdanının sesini dinlemeden, arkasın­da yer yer açlıkla mücadele eden bir dünya bırakarak fezaları keş­fetmeye çalışıyor.

Kuşkusuz insan et ve kemik yığınından ibaret bir varlık de­ğildir. Akıl, nefis, kalp, vicdan ve ruh gibi cevherlerden meydana gelen insan küçültülmüş bir kâinat olup, ruhlar âleminden dünyaya gönderilen, buradan da ahirete davetli olan özel bir konuktur. Ko­nuk olan; ev sahibinin emirlerine göre hareket etmek zorundadır. Çağdaş insanın düştüğü ciddî bunalımdan kurtuluşu da Allah’a ve İslâm dinine yönelmesiyle mümkündür. Hâsılı çağdaş insan, “Ben kimim?. Nereden geldim?, [Nereye gidiyorum?, Bu dünyadaki gö­revim nedir?” gibi sorulara cevap aramadığı müddetçe kurtuluşa ve mutluluğa erişemeyecektir.

7 — KUR AN NE DİYOR?

İnsan eli bir şeye karıştığı zaman, kendine göre, kendi nefsi isteklerine göre, yeni bir nizam vereceği için, onu bozar. Eşyanın fıtrî olan durumlarım beğenmeyen insanoğlu dünyaya yeni bir ni­zam vermeye kalkışmaktadır. Bunun sonucu olarak ya israf yasa­ğını çiğneyerek çok tüketmeye başlar, ya da hırsından Ötürü çok üretmeye başlar. Her, iki durumda da çevreyi kirletmekle kalmaz, doğal dengenin sarsılmasına da yol açar.

Oysa ’Yerin bir kısmı diğer bir kısmını temizler. (51) hadi­sinde işaret edildiği gibi, insan elinin karışmadığı bir şeyde kirli­lik ve dengesizlik olamaz. Yeryüzünün bir kısmı kirlense bile ça­bucak temizleniveriyor. O halde çevrenin kirlenmesinden ve tabiî dengenin bozulmasından asıl sorumlu olan insandır. Bu gerçeği bilen Allah (c.c.) tabiî dengeye dikkat çekmiştir. (Rahman, 7, 8 ve 9. âyet­ler) .

Ozon tabakasının delinmesi, denizlere endüstriyel artıkların bulaşması, ormanların ve ormanlardaki vahşi hayvanların tehdit altında olması, hepsinden önemlisi, bir kısım insanlar açlıktan ölür­ken onlara yardım yapılacağı yerde onları en güzel şekilde görün­tüleyen foto muhabirlerinin ödüllendirilmesi ve savaşlarda yapılan katliamlar bugünkü uygarlığın olumsuzluklarından sadece birkaçı. Bugünün inşam, sefaheti ön plânda tutan uygarlığın bazı faydalı yönlerinden vazgeçmeyi aklından bile geçirmek istemezken, insan, hayvan ve bitki örtüsünün teknolojinin ağır baskısı altında yok oluşunu seyretmemiz bir musibetten başka bir şey değildir. Kur’ân ise, “Başınıza ne musibet gelirse, kendi elinizle kazandığınız günahlar yüzündendir.” (52) buyurarak inşam uyarıyor. Bu durumda ister is­temez insan aklına şöyle bir soru geliyor : “Acaba insan kendi kı­yametini kendi elleriyle mi hazırlıyor?” Bu soruya “evet” dememek İçin herhangi bir neden olmamakla beraber özellikle birkaç hususu belirtmekte fayda vardır :

a — İnsanın Amelleri : Kur’ân’a dikkatle baktığımız zaman, insanın işlediği amellerle kâinatta meydana gelen olaylar arasında özel bir İlişki bulunduğunu, hattâ varlığın tüm ünitelerinin birbiriyle irtibatlı olduğunu anlayacağız. Tıpkı insan vücudundaki azaların birbiriyle olan sıkı ilişkileri gibi. Bilindiği gibi kainatın bir ünitesinde insan eliyle meydana gelen arıza diğer ünitelere sirayet etmektedir. Kuş­kusuz kâinat ağacının meyvesi ve mahlûkatın eşrefi olan insan bu arızadan zarar görmektedir. Şöyle ki:

İnsanı yaratan Allah, onun yaşama biçimini de peygamberler ve kitaplar vasıtasıyla ona öğretmiştir. Bu durumda denebilir ki, Allah’ın yarattığı fıtrî kanunları çiğneyip isyan eden bir topluluğun isyanı, çevresindeki ekolojik dengeye zarar vereceği gibi, İlâhî ada­letten ve sırat-i müstakimden ayrıldığı için ihtilaflar ve bozguncu­luk gibi manevî dengesizliklere de yol açacaktır. Bir yanda ahlâkî çöküntü, vicdansızlık ve zulüm, öbür yanda yağmursuzluk, deprem­ler, sel felâketi ve bereketsizlik... Allah şöyle buyuruyor: "İnsan­ların kendi elleriyle işledikleri kötülükler yüzünden karada ve de­nizde fesat meydana çıkmıştır. Belki vazgeçerler diye, işledikleri kötülüklerin cezasından bir kısmını Allah onlara böyle tattırır.”(Rum, 4).

Âyette ifade edildiği gibi, insanın başına gelen maddî-manevî musibetler, bozulmuş olan toplumun yeniden doğru yola fıtrata ve adil düzene dönmesini sağlamak için Allah tarafından gönderilen ilâhî ayetlerdir (mucizelerdir).

b — İnsan Hem Suçlu, Hem Mağdur : Evet “insanların kendi elle, riyle işledikleri kötülükler yüzünden karada ve denizde fesat çıkmış­tır” (53) âyeti, bugün yeni nazil olmuş gibi bütün canlılığını ve orijinal­liğini muhafaza etmektedir. Bu âyete göre kötülükler, zulümler, ta­biî dengenin bozulması, meydana gelen bozgunculuk gibi olumsuz­lukların asıl suçlusu insan olduğu gibi, asıl mağduru da yine in­sandır. Başka ibir ifadeyle, savaş, güvensizlik, su ve hava kirliliği, atmosferde meydana gelen arızalar ve günümüzde meydana gelen diğer olumsuzluklar doğrudan doğruya ya da dolaylı olarak insanı etkilemektedir.

c — Eski Kavimlerin Helak Olma Sebepleri: Kur’ân, eski kavimlerin helâk olma sebeplerini anlatırken fıtratın gerektirdiği şekilde ha­reket ettikleri zaman kendilerine yerden ve gökten bolluk ve bere­ket ihsan edildiğini, Allâh’ın elçilerini ve kitaplarını yalanladıkları za­man da akla, hayale gelmeyecek musibetlerle karşılaştıklarını bildir­mektedir. (54) Kur’ân’a göre doğru bir iman dünyadaki saadetin te­mel sebebi olduğu gibi küfür ve inkâr da belâ ve musibetlerin sebep­lerindendir. (55)

Kur’an, Yemen’de meydana gelen sel felâketinde, Nuh kavmi- nin başına gelen tufan, hadisesine, Ad kavmini birer paçavra gibi gökyüzüne fırlatan kasırgaya dikkat çekerek şöyle diyor : ‘’Onlar yeryüzünde dolaşıp da, kendilerinden önce gelip geçmiş olanların son­larının nasıl olduğunu görmediler mi? O eski kavimler, kuvvet ve yeryüzündeki eserleri balonundan kendilerinden daha üstündüler. Fakat Allah onları günahlarıyla yakalayıverdi. Allah’ın azabından onlan koruyan kimse de olmadı.” (56) Bu ayete dikkatle baktığımız zaman, inkarcı kavimlerin başına gelen felaketlerin sebebi kendi is­yan ve inkarlarıdır. Burada ve benzeri birçok ayette Allah, yeryüzün­de fesat çıkaranların helâklarına dikkat çekiyor ve "De ki: yeryü­zünde dolasın da, evvelkilerin akıbetinin ne olduğuna bir ’bakın.” (57), gibi ayetlerle inkârcıların kötü akıbetlerinden ibret almaya davet ediyor. İnkarcılar, Allah’ın nimetlerine şükürle karşılık verecekleri yerde inkârla karşılık verdiler. Neticede nimet azaba dönüştü. Her yönden bolluk ve bereket içinde yaşayan bugünkü insanlık, üzülerek belirtmek gerekir ki, eski kavimleri aratmayacak bir inkâr ve isyan içindedir. İnsanlığın başına bir musibetin gelmesinden endişe eden­ler, çevrenin aşırı biçimde kirlendiğini ve doğal dengenin bozulduğu­nu gördükçe endişelerinde haklı olduklarını göreceklerdir.

d — İsraf : İnsanoğluna hitaben Allah şöyle buyuruyor : “Ey Âdemoğulları! Yiyin, için, fakat israf etmeyin. Muhakkak ki Allah israf edenleri sevmez.” (58) İnsanların menfaati için bunca nimetleri veren Allah insanların israf etmemesini istiyor. Kuşkusuz “israf etmemek” başka bir açıdan, dengenin muhafaza edilmesi demektir. İsraf da den­gesizliğe yol açar. “lâ tüsrifü”da mefulün zikredilmemesi, yemek, iç­mek, uyku, zaman, üretim, tüketim, ziynet, konuşmak v.b. birçok şey­de israfın doğru olmadığını göstermektedir. “Her şeyde haddi aşmak” manasına israfı üç kısma ayırmak mümkündür :

a) Tabiî sınırı aşmak: Açlık, susuzluk gibi tabiî durumlarda, açlık hissetmeden yemek, susamadan içmek israftır ve sının aş­maktır.

b) Sosyal ve İktisadî sınırı aşmak : Burada toplum, ihtiyaçla­rını sahip olduğu imkânlara göre tesbit eder. İhtiyaç olarak tesbit ettiği şeylerin masrafları, sahip olduğu imkanları aşıyorsa toplum bir israf içindedir. Bu itibarla fazla tüketmek israf olduğu gibi faz­la üretmek de bir israftır. Çünkü kaynak tüketimine yol açmaktadır.

e) Şer’î ve örfî sınırı aşmak: Şeriatın- haram saydığı herhangi bir şeyi işlemek israf kabul edilmiştir, (59)

Şu halde başta inkarcılık fikri olmak üzere tüm günahlar israftır ve haddi aşmaktır. Başka bir deyimle, Allah’a isyan etmek itida­li (dengeyi) kaybetmektir. İnsanda denge sarsılınca çevre de bun dan etkilenecektir. Denebilir ki, çevreyi kirletenler ve doğal denge­nin bozulmasına yol açanlar arasında, temizlik ilkesini çiğneyen ya da temizliği tek boyutlu olarak kabul edenler de sayılabilir. “De ki; Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarını. Allah’ın rahmetinden ü­mit kesmeyin! Çünkü Allah bütün günahları bağışlar.” (Zümer, 53) âyetine dikkat edilirse, Kur’ân’a göre günah apaçık bir israf kabul edilmiştir.

e — Manevi ve Ahlaki Çevre : İslâmiyet her safhada güzel ahlâkı emretmekle sağlam temellere dayalı bir ahlâkî çevre oluşturmuştur. Bu temele ilk harcı koyan zat Rasul-i Ekrem (s.a.s.)dir.Ve hiç şüp­hesiz sen büyük bir ahlâk üzerindesin.” (Kalem, 4) ayeti, Rasulüllah’ın bu manevî ve ahlâkî çevredeki rolünü açık bir şekilde ifade et­mektedir. Kuşkusuz İslâm’ı kabul eden herkes kendisini bu ahlâkî çevirenin içinde bulur.

Ahlâkî çevreyi oluşturanlar, insanlardır. iyi ve güzel ahlâklı in­sanların yaşadığı bir manevî çevreye elbette ki iyilik ve güzellik ha­kimdir. Böyle bir çevrede zulüm, haset, kıskançlık, riya ve rüşvet yoktur. Burada haya, adalet, şefkat, yardımlaşma ve kardeşlik var­dır. Denebilir ki, manevî şartları iyileşmiş bir çevrenin kirlendiğini görmek oldukça zordur. Çünkü : “Muhakkak ki namaz hayasızlık­tan ve kötülükten alıkoyuyor.” (Ankebut, 45) ayetinde de ifade edil­diği gibi, Allâh’a ibadet edilen, manevî havası temiz olan bir ahlâkî çevrede çirkin işler ve olumsuz davranışlar görülmez.

Fakat manevî çevredeki insanlar, kötü ahlâklı, kendini beğenmiş, haksızlıktan çekinmeyen ve Allah’tan korkmayan kimseler ise, o çevre manen ve ahlaken kirlidir. Orada şeref, vakar, iffet ve adalet yerine, menfaat, dalkavukluk, hayasızlık ve zulüm egemendir. Bu yüzden İslâmiyet öncelikle ahlâkî çevreyi kirleten olumsuzluklara dikkat çekmiş; zulüm, riya, haset, gurur, aldatma, rüşvet ve zina gibi günahları şiddetle yasaklanmıştır. Bu demektir ki, kötü haslet­lerin yaygın olduğu bir çevre maddî yönden ne kadar temiz tutulur­sa tutulsun, temiz bir çevreden beklenileni veremez.

SONUÇ VE ÇÖZÜM :

Buraya kadar yapılan açıklamalardan anlaşılacağı gibi, insanın amelleriyle kâinatta meydana gelen hadiseler arasında ciddî bir bağ­lantı vardır. Bu konuda “Kendi elleriyle işledikleri kötülükler yüzün­üm” (Rum, 41) ifadesi son derece dikkat çekici ve uyarıcıdır. Ayet­te insanın, sayısız nimetlerin şükrünü terk edip inkâr ve isyana düş­mesi, yaşayabileceği her alanda olumsuzlukların çıkmasına, doğal dengenin bozulmasına sebep gösterilmiştir. Kısacası, “şirk” (inkâr) her türlü anarşinin kaynağı olarak kabul edilmiştir.

Şu halde “insanın şirki ve insan doğal dengeye de zarar veriyor” denebilir. Şirk söz ve itikatla olabileceği gibi amellerle de olması müm­kündür. Buna göre fâsıklar da amel yönünden müşrik

sayılırlar. (60) Nitekim, “Rasulüllah’ın sünnetine muhalefet edenler, başlarına bir bela gelmesinden yahut pek acıklı bir azabını kendilerine erişmesinden sakınsınlar.’’(61) ayetinde, mümin veya müşrik, Allah’a ve Resulüne isyan eden herkesin musibetlerle karşı karşıya olduğu ifade edilmiştir. Musibet savaş, deprem, panik vs. şeklinde olabileceği gibi bir züm­renin tahakkümü şeklinde de olabilir. (62)

İnsan Allâh’ın yeryüzündeki halifesidir. Allah’ın kulu ve halife­si olan bir varlığın, Allah’ın koyduğu tabiî, fıtrî ve sosyal dengelere uymadığı takdirde nelerle karşılaşabileceğini tahmin etmek güç de­ğildir. Bu itibarla mutlu olmak peşinde olan insan, kendi gücüne değil, Allah’a tevekkül etmelidir.

Dünyanın haline tarihî bir gözle bakan kimse dinin emri olan a­daleti göz ardı edip nefislerini tatmin etmekle meşgul olmaya başla­yan birçok imparatorluğun, maddî yönden kendilerinin çok altında olan devletler tarafından yıkıldığını görecektir. İlk müslümanlar, zevk ve eğlenceye dalan Pers ve Rum imparatorlularına hakim oldu­lar. Fakat müslümanlar da, hayat rehberleri olan Kur’ân’a muhale­fet ettikleri zaman birçok afetlere maruz kalmışlardır. Cengiz ve Moğol istilâsı bu açıdan değerlendirilmelidir. Osmanlılar Allah ve Resulünün izinde oldukları sürece payidar oldular. Bugün Avrupa ve Amerika, her türlü maddî imkâna sahip olarak dünyanın tüm den­gelerine hakim durumdadır. Kuşkusuz, manevî ve ahlâkî çevresi git­tikçe kirlenen Batı’nın çöküşünü hiçbir güç durduramayacaktır. (63)

Rasulüllah’ın şu hadisi, beşerin çöküş ve yükseliş grafiğini ne kadar güzel ifade etmiştir Buhari ve Müslim’in rivayetine göre Ebu Ubeyd’e b. Cerrah, Bahreyn vergilerini toplamak üzere Resulüllah ta­rafından gönderilmişti. Bir gün tam sabah namazı vakti Ebu Ubeyde geldi. Resulüllah namazı henüz bitirmişti. Ebu Ubeyde ’nin geldi­ğini görenler ona doğru koşmaya başladılar. Resulüllah onları gör­düğü vakit gülümsedi ve “Zannedersem, Ebu Ubeyde ‘nin Bahreyn’­den ¡bir şeyler getirdiğini duydunuz” buyurdu. Onlar “Evet ya Resulullah” dediler. Bunun üzerine Resulüllah şöyle buyurdu :

“O halde sevinin ve sizi sevindirecek şeyi ümit edin. Vallahi ben sizin namınıza, fakirlikten korkuyorum. Fakat ben sizin hesabınıza dünyanın sizden öncekilere serildiği gibi size de serilmesinden ve dünya için« onların yarıştıkları gibi sizin de yarışmanızdan, dünyanın onları helak ettiği gibi sizi de helâk etmesinden korkuyorum.” (64)

***

1964 yılında Mardin Tuhup’ta doğdu. İlk tahsilini Mardin’de’ İmam Hatip Lisesi’ni Diyarbakır’da bitirdi. 1979 yılında Erzurum İslâmî İlimler - Fakültesi’nden me­zun oldu. 1981 yılında aynı fa­külteye bağlı olarak doktora yapmaya başladı. 1986 yılında doktor, 1988 yılında doçent oldu. Bir çok inceleme ve makaleleri yayınlanmıştır.

Arapça, İngilizce ve Farsça biliyor. Cizre Müftüsü iken Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu Uzmanlığına a­tanan YILMAZ, evli ve dört ço­cuk babasıdır. .

***

(1)Prof. Dr. Rasim Adal, Çevre Sağlığının Psikososyal Yönleri (Panel) Ankara, 1978.

(2)Ebu Davud, Sünen, Salat, 73, İst., 1982.

(3)Bakara, 164.

(4)Haşir, 23.

(5)Allah canlıların hepsini, fıtrî olarak, temizlik bilgileriyle birlikte dünyaya göndermiştir. Temizlikle ilgilenmeyen hayvan yok denecek kadar azdır. Yeraltındaki sarayında yatıp kalkan porsuk, insanlarca pis sayılmasına rağ­men gerçekte hayvanların en temizlerindendir. Kürkünü daima temiz tut­makta ve sık sık değiştirdiği bir yeri helâ olarak kullanmaktadır, Evinde de zaman zaman temizlik yapmakta ve kirlenmiş samanlarla birikmiş çöpleri dışarıya taşıyarak yuvasından uzak bir yere yığmaktadır. Kürklü hayvanlar postlarını temizlemek için kimi zaman garip usul­lere başvuruyorlar. Sözselimi tilki, ağzına koca bir yosun demeti almakta ve bununla suya girmektedir. Bütün vücudunu yavaş yavaş suya gömmek­te, bu arada yalnız ağzı ile tuttuğu yosunlar dışarda kalmaktadır. Bu : durumda postundaki tüm pireler boğulmamak için yosun demetinin üzerine çıkıyorlar. Tilki, pireli yosunu atmakta ve temizlenmiş olarak sudan çık­maktadır. Filler, derilerini temizlemek için çamurların İçinde yuvarlanırlar. Hor­tumları da onlara duş görevini görüyor. Arslan, kaplan ve tüm yırtıcı hay­vanlar ev kedileri kadar temizdirler. Kürkü küçük ve süslü olan hayvanla­rın çoğu, zamanlarının büyük bir kısmını temizliklerine ayırırlar. Fareler uyanık oldukları zaman kürklerini, dişleri ve ayaklarıyla sistematik bir şekilde temizlemekle meşguldürler. Foklarla gergedanlar, kuvvetli masa] taraftandırlar. Taşlara sürünerek vücutlarını ayna gibi parlatırlar. Samur, yaşlı ağaç gövdelerinin içinde, güzel kürkündeki son toz taneciği de dü­şünceye kadar yuvarlanır. Dişleri olan tüm hayvanlar, ağız ve diş bakımına önem verirler. (Meh­met Dikmen, İslâm İlmihali, s. 126 (özet bilgi), îst., 1983)

(6)Müslim, Sahih, Buhara, 1, İst., 1982.

(7)Tabatabaî, et.Mİzan Fi Tefsiri’l-Kur’ân, II, 209, Kum, 1973.

(8)A.g.e„ a.y.

(9) Maide, 6.

(10) Seyyid Kutup, Fizilalli’l-Kur’ân, II, 849, Beyrut, 1980.

(11) Maide, 6.

(12) Maide, 6.

(13) Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, III, 1590, İst., 1979.

(14) Muslim, Sahih. Birr, 32; İbni Mâce, Sünen, Zühd, 9; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II,

(15) Alusi, Ruhu’l-Maani, VI, 94; Dâru İhyai’t-Türasi’l-Arabi, Beyrut, tarihsiz.

(16) Bakara, 222-

(17) Maide, 6.

(18) Maide, 6.

(19) Ahzab, 33.

(20) Ragıp Esfahani, Müfredatih-Kur’ân, s. 274, 735, İst., 1986.

(21) Tabatabaî, elizan, II, 210.

(22) Maide, 90; Enam, 145.

(23) Tevbe, 125.

(24) Zemahşeri, el-Keşşaf, II, 324, Neşru Edebi’l-Havza, Tahran, tarihsiz.

(25) Enam, 125.

(26) El-Keşsaf, II, 64.

(27) Hac, 30.

(28) Maide, 90.

(29) et-Keşşaf, II, 154.

(30) Tevbe, 28.

(31) Tevbe, 95.

(32) Tabatabaî, el-mizan, XVI, 312.

(33) Ahzab, 33.

(34) Beydavi, Envaru’t tenzil, Ahzab 33, âyetin tefsiri.

(35) Enam, 120.

(36) Bakara, 222.

(37) Râgıb, Müfredat, s. 495; Kurtubi Ahkamu’l.Kur’ân, III, 91.

(38) Sabuni, Safvet III, 315.

(39) Müslim, Hudut, 23.

(40) İbni Maceh, Hudut, 24.

(41) Dr. Ahmet Fuad Paşa, Asit yağmurlan, el-Ezher Mecmuası, s. 810, Mart, 1990.

(42) İbrahim, 34.

(43) Maaric, 19,

(44) Hicr, 21.

(45) Ra’d, 8.

(46) Nahl, 90.

(47) Rahman, 7, 8, 9.

(48) Kurtubi, Ahkamü’l-Kur’âa XVIII, 154-155.

(49) Hucurat, 13.

(50) Buhan, Sahih, iman, 7; Müslim, Sahih, İman, 71-72.

(51) İbn-i Maceh, Tehare, 79.

(52) Sûra, 30.

(53) Fesattan maksat; kuraklık, toplu ölümler, yangınlar, denizlerde meydana gelen toplu ölümler olabileceği gibi, bereketin kalkması, faydanın azalması ve zararlı maddelerin çoğalması anlamlarına da gelebilir. (Alusi, Ruhu’l- Maani, XXI, 47). Ancak “Bir iş başına geçtiğinde, yeryüzünde fesad çıkarmaya, ekinleri ve zürriyetleri helak etmeye çalışır.’’ (Bakara, 205) âyeti göz önünde bulundurulduğu zaman, canlıların hayati tehlikelere maruz kalmalarının da bir nevi fesat olduğu anlaşılacaktır: (Taberl, Tefsir, XXI, 49, Beyrut, 1984.).

(54) Araf, 96.

(55) Raşid Rıza, Tefsirii’l-Menar, IX, 24, Mısır, 1928.

(56) Mümin, 21.

(57) Rum, 42.

(58) Araf, 31.

(59) M. Raşit Rıza, a.g.e., VIII, 384.

(60) Razi, Mefatihu’I-Gayb, XXV, 128, Mısır, tarihsiz.

(61) Nur, 63.

(62) Kurtubi, Ahkamu’l-Kur’ân, VII, 323.

(63) Tantavi, el-Cevahir, XV, 102, Mısır, 1348 H.

(64) Buhari, Sahih, Cizye, 1; Müslim, Sahih, Zühd, 6.