Makale

Prof. Dr. Şinasi Gündüz: “Şiddet ve çatışma ortamının önlenebilmesi için insanların birbirlerini tanımaları ve anlamaları gerekir.”

SÖYLEŞİ

Hafsa Fidan

Prof. Dr. Şinasi Gündüz:

“Şiddet ve çatışma ortamının önlenebilmesi için insanların birbirlerini tanımaları ve anlamaları gerekir.”

Son zamanlarda "İslâm" ve "terör" kelimelerinin sık sık yan yana getirildiğine şahit oluyoruz. İslâm terör üretir mi? Teröre destek verir mi? Bazı amaçlarla bu tür sorular gündeme getirilip İslâm ve terör kelimeleri arasında irtibat sağlanmaya çalışılmaktadır. Biz de konuyu özellikle Hıristiyanlık açısından ele alıp, Hıristiyanlık ve şiddet üzerine bir çalışma yapan İstanbul Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi hocalarından Prof. Dr. Şinasi Gündüz ile bir söyleşi gerçekleştirdik. Din ve şiddet ilişkisi, dinlerin yorumlarının şiddet için bir araç yapılması ayrıca dinlerin, özellikle İslâm dininin ana mesajları konularında yaptığımız söyleşiyi takdirlerinize sunuyoruz.
Son yıllarda özellikle İslâm dini bağlamında, din ve şiddet ilişkisi söylemleri tartışılıyor. Öncelikle bize "din" ve "şiddet" kavramları arasında kurduğunuz bağlantıdan bahseder misiniz? Şiddet dinlerin özünde bulunan bir unsur mudur?
Dinleri özü itibarıyla irdelediğimizde, genelde bütün dinlerin şiddet karşıtlığı üzerine temellendirildiğini, temel mesajlarının sevgi, barış, insanın mutluluğu ve kurtuluşu olduğunu görüyoruz. Bununla birlikte, birçok dinde, o dine bağlı olan insanlar zamanla siyasal, sosyal, kültürel, tarihsel, ekonomik vb. şartlar çerçevesinde dinin temel kaynaklarından şiddete referans olabilecek birtakım hususlar çıkarmışlardır. İnsanların bu hususlardan hareketle kendi başvurdukları şiddeti yasallaştırdıklarını yani onu şu ya da bu şekilde meşrulaştırdıklarını görüyoruz. Bu meşrulaştırma ile Hıristiyanlık ve İslâm da dahil olmak üzere pek çok dinin, çoğunlukla asıl özgün mesajı olan barış, mutluluk, insanın kurtuluşu gibi temel birtakım hususları bir tarafa bırakılarak, dinler insanı şiddete sevkeden bir görünüm içerisinde sunulmuş oluyor. Son dönemlerde şiddet konusu özellikle İslâm üzerinden tartışılmaya başlandı. İslâm’ın şiddet üreten, teröre, anarşiye pirim veren, ona zemin hazırlayan bir din olduğu ve Kur’a- n’ın da özellikle karşıtlıkları, çatışmaları körükleyen, âdeta tamamıyla Müslümanları şiddete iten bir kutsal kitap olduğu propagandası yapıldı. Ve bu propagandadan hareketle batıdaki kimi çevreler, bunlara siyasi bazı çevreler, basın ve akademik çevreler de dahil olmak üzere, günümüzdeki çatışmacı politikalarına, anlayışlarına İslâm’la ilgili bu yaklaşımları malzeme yaptılar.
Hıristiyanlık bağlamında yaptığınız "din" ve "şiddet" ilişkisi üzerine çalışmanızın farklı çevrelerden çeşitli tepkiler aldığını bilmekteyiz. Yukarıdaki açıklamalarınızı Hıristiyanlık bağlamında biraz açmanızı istiyorum. Buna göre sizce şiddet, Hıristiyanlık öğretisinin özünde bulunan bir unsur mudur? Yoksa şiddet, bu öğretinin yorumlarınca meşrulaştırılan bir tarihsel ilâve midir?
Ben yaptığım çalışmada, ’Hıristiyanlık gibi çoğunlukla sevgi söylemiyle ortaya çıkartılan bir din, gerçekten bir sevgi dini mi?’, ’Hıristiyanlık tarihte sevgi mi üretmiş, şiddet mi üretmiş?’ soruları çerçevesinde Hıristiyan dinî kaynaklarını irdeledim. Ve sonuçta şuna ulaştım: Hıristiyanlık İslâm’la karşılaştırıldığında, teolojik inançları olarak İslâm’dan çok daha fazla şiddet üreten bir din. Ve bu şiddet üretme boyutunun, Hıristiyanlığın özellikle "çarmıh teolojisi", "haç teolojisi" dediğimiz, İsa’nın çarmıha gerilmesi inancıyla yakın bir birliktelik arzettiğini gördüm. Bana göre buradaki temel sorun şudur: Tanrı insanları kurtarmak için İsa’yı çarmıhta feda ediyor. Nasıl bir anlayış bu? İnsanlar kurtulsun diye masum birini çarmıhta kurban etmek! Buradan hareketle Hıristiyan teolojisinde tarih boyunca kimi Hıristiyan ilâhiyatçılar arasında, "insanlık için daha iyi bir gelecek hazırlamak amacıyla bazen masumların canı yanabilir" anlayışının ortaya çıktığını görüyoruz. Meselâ ben bunu Aziz Augustine’in tarihteki meşhur bir heterodoksal grup ile ilgili yorumunda da gördüm. Augustine kendi çalışmasında bazen daha iyi bir geleceğin tesis edilebilmesi için birtakım insanların kanına girmenin, onlara kıymanın caiz olabileceğini savunuyor ve bundan dolayı Hıristiyan geleneğinde bir haklılık anlayışı ortaya çıkıyor.
Kutsal savaş anlayışı mı yani?
Evet, kutsal savaş, haklı savaş anlayışı çıkıyor. Bunun anlamı şudur: Bazı durumlarda savaşa başvurmak, kan dökmek caizdir. Buna, kendi kutsal metinlerinden pek çok referans da buluyorlar. Yine bazı Hıristiyan metinlerinde yer alan, kıyamet öncesi dünyanın gittikçe şiddete konu olacağı, savaşların çıkacağı, mesihin gelmesine uygun bir ortamın hazırlanması uğruna âdeta dünyanın bir kan gölüne döneceği yönündeki kehanetler de Hıristiyan grupları tarih boyunca şiddete sürüklemiştir ve hala sürüklüyor. Bugün özellikle Evangelik çevrelerde, güçlü bir şekilde mesihin gelmesi için bu olayların oluşunu mutlaka bekleme, dört gözle bekleme temayülü var. Ve bu insanlar, bundan dolayı Orta Doğu’da meydana gelen İsrail Filistin çekişmesinde akan kanın ve mücadelenin teolojik bir haklılık zeminine dayandığını söylüyorlar. Bunların olması lazım, çünkü bunlar olmadan mesih gelmeyecek düşüncesine sahipler. O zaman bunların oluşuna bizzat uygun ortam hazırlamak, hatta bunları körüklemek caizdir diye bir anlayış doğuyor ki, aslında bu anlayış bir bakıma da bir paradoksu ifade ediyor. Çünkü bir taraftan siz sevgiyi, huzuru, barışı savunuyorsunuz ama diğer taraftan da çatışmaya pirim veriyorsunuz. Bizzat çatışma kışkırtıcılığı yapıyorsunuz.
Tam bu noktada konuyu barış çalışmalarına getirmek istiyorum. Son yıllarda dinler arası diyalog çalışmaları yapılmakta. Siz bir dinler tarihçisi olarak bu çalışmaları nasıl değerlendiriyorsunuz? Sorumu daha da açacak olursam tüm dinlerin ya da geleneklerin özlerinde aynı hakikat karşısında bir duruşa sahip oldukları düşüncesine katılmakta mısınız?
Öncelikle dinler arası diyalog elzem olan bir şeydir. Monologdan bir şey çıkmaz. Meselâ şu an biz de sizinle bir diyalog içindeyiz, röportajın kendisi de bir diyalogdur. Diyalog aslında insanların bir birlerini tanıma ve anlama sürecidir. Kesinlikle birbirlerine bir şeyler dikte ettirmeleri, dayatmaları, bir birlerini etkilemeleri süreci değil. Ben diyaloğu böyle tanımlıyorum. Diyalogla ilgili günümüzde insanların zihinlerini kurcalayan, diyaloğa önyargılı olarak, veya biraz mesafeli olarak bakmalarına neden olan en önemli şey, şu anda kilisenin, batıdaki Katolik kilisenin özellikle kendi tanımını yaptığı ve bize dayattığı diyalogdur. Cüçlülerle güçsüzler arasında diyalog olmaz. Bir tarafta her açıdan kültürel anlamda dayatma içerisinde olan ve tamamen hegemonyal bir güç oluşturan bir grupla, diğer tarafta tamamen ona bağımlı olan, ezilmiş ve ona mahkum olan insanlar arasında bir diyalogdan da söz edilemez. Neden? Çünkü böyle- si bir ortamda diyalog olmaz, dikte olur. Karşıdakiler size bir şeyleri dikte ederler. Kilise, diyalog çabalarını misyonerliğin yeni bir metodu olarak tanımladı. Son yayınladığı belgelerden de biz bunu anlıyoruz. Bu belgelerde diyaloğun, misyonun insanlara götürülmesindeki en uygun araçlardan bir tanesi olduğu ifade edildi. Bu şu anlama geliyor: İnsanlarla yüz yüze gelmeden, onlarla bir iletişim ortamı kurmadan, onlara bir şeyi anlatamazsınız. Kilise insanlara mesih mesajını, kilisenin kendi öğretilerini ancak diyalog sürecini geliştirerek ulaştırabileceği, anlatabileceği düşüncesinde olduğunu ifade etti.
Tabii bu kilisenin kendi içerisindeki paradoksal bir çelişkisi olarak da gözüküyor. Çünkü kilise bir taraftan yayınladığı belgelerde, meselâ bu Vatikan konsili- nin aldığı kararlarda, "İslâm da değerli bir dindir, Müslümanlar da tanrının katında bir yere sahiptir, onlar da Hz. Meryeme, İsa’ya saygı duyarlar, aramızdaki tarihsel çekişmeleri bir tarafa bırakmamız lâzım, diyaloğu artıralım" derken; diğer taraftan diyalogla ilgili tanımlamalarında diyaloğu adeta yeni bir misyon yöntemi olarak tanımladı. Bu, doğrusu inanan bir insanın, ister entelektüel ister halktan biri olsun bir Müslümanın, kilisenin bu tavrı karşısında otomatik olarak diyaloğa mesafeli durmasını gerektirdi.
Bu durumda diyalog çalışmaları konusunda sizce Müslümanlar nasıl bir tavır geliştirmeliler?
Kilisenin bu tavrına bakarak diyalogdan uzak mı durmalıyız? Ben bunu pireye kızıp yorgan yakmaya benzetiyorum. Kesinlikle uzak durmamamız gerekiyor. Çünkü gittikçe küçülen bir dünyada yaşıyoruz. Küresel bir köy gibi âdeta. Tabi ki küreselleşmenin olumsuz birçok yönleri var ama bu bizim dışımızda cereyan eden ve bizi içine sürükleyen bir süreç. İşte bu süreçte, yayınla, basınla, internet ortamıyla dünya gittikçe küçülüyor. Dolayısıyla bir şekilde, artık siz kapalı bir kutu gibi içe kapanan, "bana ne dışardan" diyen bir sınırlamayla kendinizi dışarıya kapatamıyorsunuz. Bu durumda insanlarla iletişim zaruri bir süreç oluyor. Farklılıklardan kaynaklanan çatışmaların önlenebilmesi için de iletişim gerekli. Bu farklılıklar neler olabilir? Tabi ki burada bizim özellikle üzerinde durduğumuz inanç farklılıklarıdır ama etnik, kültürel, coğrafi farklılıklar, cinsiyet farklılıkları vb. de olabilir. Bunların yol açtığı şiddet ve çatışma ortamının önlenebilmesi için insanların birbirlerini tanıma ve anlamaları gerekir. Çünkü birbirlerini tanıma ve anlama süreci ile birlikte, insanlar birbirlerine daha fazla yaşama hakkı tanıyacaklardır. Belki karşılıklı tanıma ve anlama süreci insanları ortak bir noktaya götürmeyecektir ama en azından birbirine saygı duyma, hoşgörü ile bakma, birbirine daha toleranslı olma ortamı oluşturacaktır ki, bence aslında islâmın ve Kur’an’ın vurguladığı şeyde budur. Kur’an "Senin dinin sana, benim dinim bana" derken, ya da "dinde zorlama yoktur" derken, hatta Hz. Peygambere yönelik "Sen onlara sadece tebliğ et, anlat, senin işin onları zorla Müslüman yapmak değil" anlamına gelen ifadeleri vurgularken, aslında bunun altını çiziyor. Ben burada bir şeyin de altını çizeyim, İslâmla Hıristiyanlık arasında çok önemli bir farklılıktır bu bana göre. İslâm’da misyonerlik olmamıştır. En azından islâmi temel kaynaklarda meselâ Kur’an’da kesinlikle yoktur.
Konuşmalarınızla şiddetin, İslâm dininin özünde bulunan bir unsur olarak görülemeyeceğini açıkça ifade etmiş oldunuz. Peki İslâm geleneğini göz önünde bulundurduğunuzda, bu geleneğin kendi söylemlerinde neye ağırlık ve öncelik verdiğini düşünüyorsunuz?
Dinsel geleneklerin her birinin merkezi bir vurgusu vardır. Meselâ Hıristiyanlıktaki bu merkezi vurgu Mesih merkezliliktir, Kris- tosentrizm. Hıristiyanlığın bütün teolojisinde, tarih anlayışında, insan anlayışında hep Mesih öğretisinin izlerini bulursunuz. Yahudilik, İsrailoğulları merkezli bir dindir. Aslında bir bakıma etnosentrik bir dindir. Etnik yapı, İsrailoğulları merkezli yapı, Yahudi inanç ve kültürünün her öğesinde kendisini hissettirir. Bu çerçevede İslâm geleneğinin dayandığı en önemli temel dinamik tevhid kavramıdır. Tevhid nedir? Tevhid inançta birliktir. Allah’ı, Allah’ın üstün gücünü, yüceliğini, sevgisini, rahmetini, merhametini, bereketini merkeze koymak ve hayata bu açıdan bakmaktır.
O halde tevhid her şeyi O’nunla ilişki- lendirmektir ve bu bütünlük anlayışı içerisinde düşünce ve yaşayışta uyumu, ahengi yakalamaktır diyebilir miyiz?
Tabiî, aslında tevhid, çatışmaları, insanların birbiri ile farklılaşmasını veya farklılaşmalardan kaynaklanan birtakım çelişkileri önleyen bir inançtır, insanın hayatındaki tekdüzeliği değil, uyumu, armoniyi ifade eder, insanın kendisi ile ve çevresi ile uyum içerisinde olmasını sağlar. Ben tevhidi böyle düşünüyorum. Tevhid sadece Allahın birliğine inanmak değildir. Meselâ tevhide hayatında yer veren insan kendisi ile barışık olan insandır. Toplumla, arkadaş çevresi ile hatta doğayla barışık olan insandır. Bu anlayış doğrultusunda Müslüman kesinlikle doğayı kirletme, doğanın dengesini bozma gibi bir davranış içerisine girmez. Çünkü bu, tevhid inancına aykırıdır. Bütün evren insanla ve canlı olsun cansız olsun insanın dışındaki diğer varlıklarla bir bütünlük ve uyum içerisindedir, işte Kur’an buna sünne- tullah diyor. Nedir sünnetullah? Allah’ın koyduğu birtakım yasalar. Meselâ bir Müs- lümanın sahtekârlık yapması, kan dökmesi, ahlâksızlık yapması söz konusu olmaz. Neden? Çünkü Müslümanın yükümlü olduğu bir doğal düzen, denge ve bir hukuk vardır. Bu hukukun iki yönü vardır. Bir vicdandan kaynaklanan yön. İslâm her Müslümana şunu söyler: İçinizde vicdan denen bir jandarma var, bir muhafız var ve sürekli sizi denetler o, yaptığınız her şeyde karşınıza çıkar. Bir de bunun ötesinde normal hukukî yaptırımlar var. Dolayısıyla Müslüman hukukî anlamda da çatışan insan, hukuku çiğneyen insan olamaz. Bu açıdan tevhid inancına baktığımızda, İslâm geleneğinin en köklü kavramı olduğunu görürüz.
Bu noktada ben sorumun ikinci ve bizi direk ilgilendirdiğini düşündüğüm kısmına geçmek istiyorum. Şimdi ile kıyasladığınızda Müslümanların bu geleneksel önceliğin neresinde olduğunu düşünüyorsunuz?
Şu anda bu merkezi kavramla ne kadar ilişkiliyiz ya da şu anda bu merkezi kavramın neresindeyiz? Doğrusu içinde yaşadığımız şu toplumda, çatışmalara, farklılıklara, insanlar arasındaki hukukî ve ahlâkî yönden gözle görülür çöküntülere baktığımızda, tevhid ilkesinin pek de yaşantımıza egemen olmadığı sonucu çıkıyor.
Modernitenin getirdiği bölünmüşlük mü hakim Müslümanların hayatına?
Bunu sadece moderniteye bağlamak gerekmiyor bence. Tabi modernitenin getirdiği birtakım sıkıntılar var. Aynı şekilde küreselleşmenin getirdiği sıkıntılar var. İnsanların yaşadığı ekonomik koşulların getirdiği birtakım sıkıntılar, psikolojik, sosyolojik problemler var. Ancak bir durum tespiti yapmak gerekirse, bu kural yani tevhid ilkesi çok fazla yaşamımıza egemen olmuyor. Ben toplumdaki uyumun, ahlâkî ve hukukî yönden toplumun oturmuşluğunun yeniden tesis edilebilmesi için bu ilkenin daha fazla dikkate alınması, vurgulanması gerektiğini düşünüyorum. Bunun için de İslâmî öğelerin, inaçların sadece mezarlıklarda hatırlanan, camilerde hatırlanan değerler olarak kalmaması ve bir Müslümanın bütün yaşantısına bu değerlerin yansıması gerekiyor.
Söyleşimizin son bölümünde daha farklı bir konuya geçmek istiyorum. Siz, siyasi iktidarlar ile dinin yorumlanışı arasında tarih boyunca bir ilişki görmektesiniz. Sizce bu ilişkinin her zaman dinî algının sınırlanması, yönlendirilmesi gibi olumsuz sonuçlara yol açtığı söylenebilir mi? Yoksa bu ilişki, tarihsel bir kaçınılmazlık olarak, aynı zamanda dinin sürekliliğinin bir teminatı anlamında yorumlanabilir mi?
Din, dinler tarihçilerinden bazılarının ifade ettiği gibi insanın tarihiyle birlikte var olan bir olgu, bir değer. Aynı şekilde iktidar kavramı da öyle. Yani iktidar da bir şekilde insanın olduğu yerde var olan bir değer. Bu iktidar bazen bir kral olur, bazen bir imparator olur. Bazen ailedeki karı koca ya da çocuklar arasında bir kişinin güçlü olması şeklinde de olabilir. Ama bir şekilde iktidarlar bir vakıa olarak insanlık tarihine damgasını vurmuştur. Din, iktidar ilişkisinde biz dinin çoğunlukla siyasal iktidarlar tarafından, kendi iktidarlarını meşrulaştırmada ve devam ettirmede bir araç olarak kullanıldığını görüyoruz. Ve bu temayülden hareketle de dinin siyasallaştırılması dediğimiz bir olgu, yani resmî din söylemleri çıkıyor. Sorunuz bağlamında ifade edecek olursam bir süreklilikten söz edilebilir; ancak bunun beraberinde getirdiği sıkıntılar da vardır.
Her dönemde dinî anlamda âlim, entelektüel diyebileceğimiz insanların, zaman zaman bu iktidarlara karşı çıkışları, dini yeniden tanımlama, yeniden özgün kaynaklarına dayalı olarak yorumlama gayretleri oluyor. Ama bu gayretlerin bir kısmı tarihte örneklerine rastladığımız gibi zorla bastırılıyor. Bir kısmı belki kısmen etkili oluyor ve dinî reform hareketleri diyebileceğimiz çeşitli hareketler ortaya çıkıyor. Bu, Hıristiyanlık tarihi için de böyle diğer dinler için de böyledir.