Makale

Zaferler Ayında ŞEHİDLER ANISINA…

YILMAZ TARTAN/ Musahhih

Zaferler Ayında
ŞEHİDLER ANISINA…

DİOJEN’den TRİKUPİS’e MAĞRUR MAHKÛMLAR..

Diojen’le Trikupis’in ortak özellikleri malum... İkisi de yenip yok etmeye azmettikleri Türk Ordusuna Zaferler Ayfmızda esir olmuşlar. Bunun gayrısında bir özellik ve ortak payda aramak tarihi saptırmak olur. Bu hatırlatmadan sonra konumuza girebiliriz.
Büyük Taarruz’da ünlü Yunan Generali Trikupis’in yanındaki on iki bin Yunan askeriyle teslim oluşu çok enterasandır.
Trikupis Anadolu’ya Türk kanı içmek için gelmiştir. Anadolu’da kaldıkları üç yıl süresince Yunan’ın çizmesini bastığı her karış bahtsız toprak buna şahittir. Türk anasının feryadı göğü inletirken, süngülen- miş yavruların kanı kurumadan, yakılan Anadolu ve dumanlar göğü tutmuşken yeminli eşkıyalar bir yandan da isteklerini bildirirler. Bu istekler özet olarak, esir Yunan subay ve erlerinin ihtiyaçlarını gidermeye yöneliktir. Bu istekler yapılırken, nezaket denen kavram dinamitlenmiştir. Devlet adamlığı ve Ordu Komutanlığı şerefine hiçte yakışmayan ağırbaşlılık ise, küstahlığın, ukalâlığın bedbin mezrasında deve dikenleri gibi boy atmıştır.
Yunan Generalinden utanç sahneleri elbette beklenemezdi. Utanma ve âr gibi insan ruhunu tezyin eden ve dış dünyaya da onur ve davranış bütünlüğü şeklinde yansıyan şeylerin herkeste olamayacağı malum. Ama doğrusu Trikupis’in esir olduktan sonra yazdığı mektubunu incelediğimizde bu kadarı da fazla demekten kendimizi alamıyoruz.
Trikupis’in ukalâ davranışları bizi tarihin derinliklerine götürüyor. Tarih canlanıyor gözümüzün önünde. İmparator Romen Di- ojen’in, harp öncesi Malazgirt Meydam’ndaki küstahlığı ve diplomasiye yakışmayan ifadelerini duyar gibi oluyoruz. Yine Ağustos ayı ve yine Türk’ü Anadoludan silip atmak, yok etmek üzere 1071 Yılının Mart ayından beri tozduman Doğuya ilerleyen bir komutan Di- ojen. O, Alpaslan’ın ordusunu bulacak, yenecek, yok edecek sonra da mağrur bir eşkıya reisi gibi makamına oturacak; tahtını kavileye- cek. Zevk-ü safanın tatlı bahçesinde halkını yönetmeye devam edecekti.
İki ordu Malazgirt ovasında Ağustos içerisinde karşılaştı. Türk- lerde harp öncesi sulh teklifi tarihi bir an’ane olduğu için, muhakkak gibi görünen bu kavganın öncesinde yine de barış teklifi yapıldı.
Sulh teklifi kabul edilir ya da edilmez-, bu davranışı kimse ayıplamaz. Ama kavganın da kuralları vardır. Barış teklifi getiren elçimize Diojen, diplomasiye yakışmayan ifadeler kullanıyor ve sanki hak etmiş gibi, sanki savaşı kazanmış gibi: “Isfahan mı daha güzeldir, He- medan mı? Bana ondan haber verin” diye soruyor.
Elçi:
"Isfahan” cevabını alınca-,
İmparator: “Hemedan’m soğuk olduğunu öğrendik. Biz İsfahan’da hayvanlarımız Hemedan’da kışlasın” diyerek gururunu açığa vurur.
Türk Elçisi Sav-Tekin dayanamayarak:
“Hayvanlarınız Hemedan’da kışlayabilir ama sizin nerede kışlayacağınızı bilemem” tarzında çok ciddi ve manalı bir karşılık verir.(*)
Bundan sonrası hepimizin malumu. Şimdi bir gerçeğin altını çizmek (velevki Diojen adına bile olsa) sanırım hakkı teslim etmek olacaktır. Diojen esir edilince Muzaffer Türk komutanından iyi muamele görmüş, hatta şaşırmış ve şöyle demiştin
-Eğer ben seni esir etseydim, şöyle şöyle zulüm yapardım.
Bunu söyleyebilmek bile mertlik hanesine kaydedilmesi gereken bir artı puandır. Ne olurdu Di- ojen’in gözlerine kendi halkı mil çekmeseydi de Bizans tarih araştırmacıları "kral, esirken bile cesaretinden fire vermedi" diye yaza- bilselerdi. Trikupis’in böyle bir yiğitliği elbette olamazdı. Lâkin O, Türk Milletinin, "düşman bile olsa, mu’tedil ol" anlayışını küstahça istismar etmiştir. Önce Onun kendi ağzından kaçışını ve yakalanışını dinleyelim:
“ Mesudiye-Kapaklar üzerinden güneye çekilmeye karar verdim. Kol, yürüyüşüne devam etti. Saat 16’da ilerimizde Türk süvari ve piyade kuvvetleri görüldü. 13. tümen komutanına, tertip alarak savunmasını emrettim. Türk piyadesi 600 metreye kadar yaklaşmıştı. Topçuya ateş açmasını söyledim. Fakat erler emirlerimizi dinlemiyorlardı. Zaten 29 Ağustostan beri açtılar, ot yiyorlardı. Cephane de tüfek başına 10 ve top başına bir kaç mermi kalmıştı. Bu sırada 13. Tümen komutanı yanıma gelerek, erlerin muharebe etmek istemediklerini bildirdi. Bunun üzerine teslim olmaya karar verdim."
Ordusunun büyük kısmı yok edildikten sonra, Kızıltaş deresi doğrultusunda bir kurtuluş yolu arayan yeni Yunan Başkomutanı Trikupis’in yanındaki generaller ve kurmay heyetleri, döküntü halindeki birlikleriyle nihayet teslim olmaya mecbur kalmışlardı.
Yunan Ordusu en büyük komutanından en son erine kadar Anadolu’da üç yıldan beri uygar bir ordu gibi değil, haydutluk, katillik ve soygunculukla, insan denilen yaratığın yüzünü kızartacak bütün kötülükleri yapmış, bir canavar sürüsü gibi davranmıştı.
“ Yunan Ordusunun süngülediği ve her türlü iğrenç işkencelere uğrattıkları köylü kadınları taşıyan ve sanki kederinden inleyen kağnılarla, yığın yığın suçsuz halk ölüleriyle karşılaşmışlardı. Ölüsüne, ırz ve namusuna, yanan evlerine ağlayan bu zavallı halkın arasından geçen Yunan komutanları, Türk Orduları Başkomutanının yanına götürüldüler.
Başkomutan Mustafa Kemal Paşa esirleri, önceden Yunan Başkomutanı için hazırlanmış ve mavi beyaz renklere boyanmış bir Türk evinin geniş salonunda kabul etti. Mustafa Kemal Paşa, Fevzi ve İsmet Paşaların arasında oturuyordu. Kıyafetleri erler gibi son derece sade ve yüzleri çok sakindi.
Tutsak generaller ise sırmalı üniformalar içerisindeydiler. Mustafa Kemal Paşa, Trikupis’in elini sıkarak: “Oturun general, yorulmuş olacaksınız" dedi. Harita üzerinden bazı açıklamalar aldıktan sonra, Yunan Ordusunun büyük yenilgisini işaret ederek: “Bu nasıl sevk ve idare? Sizin için teşebbüs edilecek birçok hareket tarzları vardı, neden hiç birine baş vurmadınız?” diyerek, durumu anlattı ve önemli sorular sordu.
General Trikupis, öğretmenine cevap vermeye çalışan ve dersini bilmeyen bir öğrenci gibi mazeretler arıyor-, kusurları başkalarına yüklemeye çalışıyordu. Görüşme sonunda Mustafa Kemal Paşa, ayağa kalkarak: “Sizin için bir şey yapabilir miyim?" diye sordu. Trikupis de İstanbul’daki eşine sağlık haberinin ulaştırılmasını yakardı.
31 Ağustostan beri ele geçen tutsakların bir kısmını da Yunan subaylarının aile ve metresleri teşkil ediyordu. Afyonkarahisar’da bir baloya davetli oldukları anlaşılan bu kadınlar, ormanlık ve sarp yollarda günlerden beri ordularının uğradığı felakete karışmış, bir sel içerisinde yuvarlanan kırık dallar gibi iskarpinlerinin yüksek topuklarını kaybetmiş, ipekli elbiseleri parçalanmış perişan bir durumdaydılar. Esir subay aile ve dostlarının istirahatlerini, istenilen biçimde sağlamak ise olanaksızdı. Çünkü Yunanlılar geçtikleri yerlerde her şeyi yakmış yıkmış ve içinde barınılacak hemen hiç bir köy bırakmamışlardı.
General Trikupis’in Uşak Mevki Komutanlığına yazdığı Fransızca mektup ve buna verilen cevap, Yunan Ordusunun küstahlığına ve Türk milletinin büyük kalpliliğine bir örnek olması nedeniyle, sadeleştirilerek aşağıya alınmıştır.
15 Eylül 1922-UŞAK

Uşak Mevki Komutanlığına

Trikupis mektubunda ne mi yazıyor? Herhalde askerlerinin hayatlarını af konusunda pişmanlık dolu bir dilekçe yazıyor olmalı. Ne gezer. Çakal sürülerinin mağlubiyetin ezici kahredici erozyonundan etkilendikleri görülmüş şey midir? İşte Trikupis’e has mektup:
“Dün yetkili bir Türk subayından, Uşakta bulunan ve Ankaraya sevk edilecek olan tutsak yunan subaylarının Uşaktan Polatlıya kadar yaya olarak gideceklerini öğrendim." “ koşullar içerisinde yürütülmesi bu tutsak subaylardan bir çoğunun hayatını tehlikeye koyacaktır. Bu durumun giderilmesi önce bir denetleme yapılmasını ve gereğinin icrasını rica ederim. Düşünceme göre pek ihtiyacı olanlara elbise ve ayakkabı verilmesi uygun olur. Gerek hasta ve gerekse pek halsiz olanlarının taşınması için araba ve diğer araçlar sağlanması da lâzımdır.”
“Yukarıda belirtilen koşullar altında Yunan tutsak subaylarının hayatlarını tehliyeke atmayacak biçimde taşınmaları için gerekli tedbirlerin alınması hususunda dikkatinizi çekmeyi lüzumlu sayarım.”

“General Trikupis’

Yunanlıların Anadolu’da yaptıkları akıl almaz kötülükleri o zaman görenler takdir ederler ki o boğucu vahşet dumanı içinde utançtan kendini öldürmeyipte bu derece küstah bir istekte bulunmak anlaşılmaz bir garibedir.
Bu mektup üzerine Batı Cephesi Menzil ve İkmal Şubesi Müdürü Kurmay Binbaşı Mehmet Nuri, Trikupis’e şu cevabı vermişti:
“ Uşak’ın yanmayan evlerinin en iyilerinde tutsaklar oturtuluyor. Altlarına verilen şilteler ve örtündükleri yorganlar, diri diri yakılan ve yok edilen ailelerin sağ kalanları tarafından, Türklere özel, acıma duygusu ve yiğitlik geleneğiyle sizlere gönderilmiştir. 0 zavallılar göz yaşları içerisinde inlerken, esir Yunan subayları dün ateşe verdikleri bu ülkenin yanışını pencerelerinden seyretmekle kıvançlıydılar. Daha ne yapalım?"
“ Sekiz yaşındaki kız çocukları bile arkasında cephane taşıyarak ordumuzu Akdeniz kıyılarındaki hasretlilerine kavuşturmaya çabalarken ve Batı anadolu halkından sağ kalanlar, işlediğiniz dayanılmaz vahşetin matemiyle yanarken, size yapılan bu derece iyi davranışı hangi millet gösterebilir?”
“Savaş alanında ve bu harabeler arasında esirlerinizi giydirmek olanağı yoktur. Bunlar ancak gerilerde yapılabilecektir. Çok muhtaç olanları elbet düşüneceğiz. Bir kaç doktorumuzu tutsakların sağlıklarını korumakla görevlendirdik-, bu bizim insanlık vazifemizdir. Fakat, bir sene önce Uşaktan Sakaryaya kadar yaya yürüyen ve orada başarısızlığa uğrayarak aynı mesafeyi gerisin geriye giden subaylarınızın, bu kadar dayanıksız ve yorgun olduğunu söylemeniz mübalağalı görülmüştür.”
“Çağrılmadıkları halde, memleketimizi yakıp yıkmakta pek atik davranan Yunan Ordusu subayları için, karadan üç günlük yürüyüşe dayanır olmadıkları söylenirse gülünç olur. Hatırlayınız ki şu dakikada, henüz esir olmayan subaylarınız, verdiğiniz talimata uyarak ilerideki köy ve ilçelerimizi tutuşturmakla meşguldürler."

TC. GN; KUR. HARP TARİHİ BAŞKANLIĞI YİĞİTLİKLER SERİSİ NO: 3
SAVAŞ MENKIBELERİ DERGİSİ, Sh. 22
ANKARA-1974
’Fetihlerle Anadolunun Türkleşmesi ve İslamlaşması, Sh. 23-31, Dr. Mehmet Şeker DİB Yay.