Makale

DİN, HUZUR VE SÜKÛN KAYNAĞIDIR

DİN, HUZUR VE SÜKÛN KAYNAĞIDIR[1]

Muhterem cemâat!

Din, yeryüzünde insan varolalı beri sürüp gelen fıtrî ve İçtimaî bir müessesedir. Bugün dahi, en iptidaisinden en medenîsine kadar bütün, milletler —hak veya bâtıl— birer dine bağlı bulunmaktadırlar, dinler tarihi’ne göre yeryüzünde hiç bir zaman dinsiz bir millete rastlanmamış­tır. Zira, cemiyeti meydana getiren fertler sadece maddî varlıklar değil­dirler. Onların bir de manevî ve ruhî cepheleri vardır; duyarlar, görürler, duyup gördüklerini düşünür, ve muhakeme ederler. İşte bu sebepledir ki bilhassa takatlarının kesildiği, güçlerinin yetmediği hallerde, işitme­yeli, cevap vermeyen maddelerin doldurduğu şu geniş âlemde, mutlak kud­ret, mutlak irâde sahibi, Rahmân ve Rahim bir varlığa inanmaya şiddetle muhtaçtırlar.

Aziz Müslümanlar,

İnanmayan insan huzursuzdur; daima endişelidir. Önünde sonunda yok olup gitme korkusu, günden güne huzursuzluğunu, endişesini artırır. Böyle bir insan doğru düşünemez, doğru hareket edemez; dünyayı hep karanlık görür. Benliğini saran bu huzursuzluğu, içini kemiren bu yok olup gitme korkusunu savabilmek için kendisini sefahete, israfa kaptırır; aklını, nefsinin isteklerine kayıtsız şartsız teslim eder. Sefahet ve israf ise, meşrû kazançla karşılanamaz. Binaenaleyh böyle bir insan zekâsını şeytânî bir tarzda işleterek, suç teşkil eden fiil ve hareketlerini kanunun gözünden saklama imkânlarını, gayr-i meşrû yollardan çok çabuk ve ko­layca zengin olma sebeplerini arayıp, bulmaya çalışır.

Böylelerinin etrafında teşekkül eden âileler de huzursuzdur. Çünkü çoğu zaman bu tip insanlar zevcelerine karşı sadakat göstermedikleri gibi çoluk çocuklarına, hattâ ana ve babalarına karşı da şevkatli ve saygılı değildirler.

Muhterem Müslümanlar,

İçinde bu tip insanların çoğunluğu teşkil ettiği bir cemiyet, huzurlu sayılamaz. Huzursuzluk, inanan fertlere de yayılır. Çünkü; can, mal, ırz ve namus emniyeti zedelenir. Gitgide kanunlara, nizamlara, örf, âdet ve an’anelere uymaktan kaçınılmağa başlanır. Haklara, hürriyetlere saygı kalmaz. İçtimaî yardım, kardeşlik duyguları şiddetle sarsılır. Devletin vazifeleri güçleşir. En şiddetli kanun müeyyideleri bile, imansızlığın do­ğurduğu bu gayr-i tabiî gidişi önleyemez.

İşte bu sebepledir ki Kur’ân-ı Kerîm’de:

«Ey Müslümanlar! İyi biliniz ki, kalpler ancak Allah’ın zikri ile O’nu anmak, daima hatırlamakla sükûnet bulur.»

«Allah kullarını saadet ve selâmet yurduna çağırıyor.» buyuruluyor.

Gerçekten, herşeyi her yerde ve her zaman gören, bilen, işiten Al­lah’a, öldükten sonra tekrar dirilip ilâhı huzurda, dünya hayatının —noktası noktasına— hesabını vereceğine inanan bir kimse, insanlarla haklarına, hürriyetlerine saygılı olur; nizamlara, örf ve âdetlere aykırı hareketlerden uzak kalır. Kanunun ve cemiyetin gözünden saklayabileceği suçunu Allah’dan asla saklayamıyacağını bildiği için küçücük de olsa her­hangi bir uygunsuz iş yapmaktan sakınır. Bu ise, cemiyet hayatında kanunların, örf ve âdetlerin hâkimiyeti, devletin vazifelerinin kolaylaşması bakımından çok önemlidir.

Peygamber Efendimiz Müslümanı «Elinden, dilinden, başkalarının emin olduğu insandır.» diye tarif buyurmuşlardır.

Sözün kısası, aziz cemaat; insanların dünya bayatını huzur ve saa­det içerisinde geçirmeleri, ailelerin sağlam birer temele dayanması, cemi­yet hayatının dirlik ve düzenlikli olması ve dolayısiyle mîlletlerin bekası, ilerleme ve yükselmelerinin aralıksız devam etmesi için Allah’a, Peygam­ber’e ve ahirete inanmak lâzım ve zaruridir.



[1] Not: Hatibin bu hutbede okuyacağı âyet: 13. sûre (Ra’d), 28. Âyet.

(Bu hutbe M. Şevki özmen tarafından hazırlanmış, Hutbe Komisyonu’nun tetkikinden geçmiştir.)