Makale

DEPREM VE KADER İLİŞKİLERİ

DEPREM VE KADER İLİŞKİLERİ


Prof. Dr. Ramazan ALTINTAŞ
Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı

İslam inancında kaza ve kadere iman etmek altı iman esasından birisidir. Kur’an-ı Kerim’de kaderle ilgili geçen ayetlerde “kader” kelimesi; takdir etmek (En’am, 6/91.); yasa, ölçmek ve planlamak (Kamer, 54/12; Kamer 54/49; Furkan, 25/2.); belirli bir süre (Rad, 13/8.) gibi anlamlarda kullanılmıştır. Görüldüğü gibi kader kelimesinin temel anlamı, yasa ve ölçü demektir. Yüce Allah’ın evrene fiziksel, biyolojik ve sosyal yasalar koyması, kaderdir. Dinî bir terim olarak kader, ezelden ebede kadar olacak olan şeyleri Yüce Allah’ın bilmesidir. Allah’ın bilmesi; yaratmak ve belirlemek manalarına gelir. Ehl-i sünnet âlimleri yaratma manasına gelen, insanın irade ve kudretine bağlı olan kadere “kader-i muallak” adını vermişlerdir. Eylemlerinde irade özgürlüğüne sahip olan insan ahirette yapıp ettiklerinden hesaba çekilecektir. Bu alanda insanın iradesine göre Yüce Allah yaratma eylemini meydana getirmektedir. İnsanın özgür irade ve ihtiyarı ile iman ve küfürden, hidayet ve dalaletten birisini seçmesi, ibadetlerini yerine getirip getirmemesi, İslam ahlakına uygun olarak yaşayıp yaşamaması bu kaderin içerisine girer. Dolayısıyla aklını kullanabilme yetisine sahip ve ergenlik çağına gelen kadın ve erkek her insan, kendi özgür iradesiyle yaptığı ihtiyari fiillerinden sorumlu tutulacaktır.
Kader-i mübrem ise ezelde belirlenmiş kader olup insanın irade ve kudretinin dışında meydana gelen olaylarla ilgili kaderdir. (Hadid, 57/22-23.) Bu alanda insanın bir sorumluluğu yoktur, ancak tedbir almakla mükelleftir. Tabiat olayları (fırtına, sel, deprem gibi afetler, güneş ve ay tutulmaları, mevsimlerin oluşumu, gece ve gündüzün meydana gelmesi), kıyametin kopması, bir insanın anne ve babasını, akrabasını, coğrafyasını, dilini ve ırkını, cinsiyet ve ecelini, rızkını seçememesi gibi durumlar ızdırari irade kapsamı alanına girer. İnsan bu alanlarda sadece tedbir almakla mükelleftir, mutlak takdir yetkisi Allah’a aittir. Kaldı ki doğaya hâkim olan kurallar sistemi değişmez, ancak doğadaki biz insanların bu olaylara karşı tedbir bağlamında davranışları değişebilir. (Rad, 13/11.)
Kader ve depremler arasındaki ilişkilere gelince, jeolojik bir olay olan depremler, ay ve güneş tutulmaları gibi kader-i mübrem olup bunu Yüce Allah’tan başka hiçbir güç engelleyemez. Çünkü depremler, fiziksel bir yasadır. Dünyanın merkezinde bir ateş denizi olan magma, aşırı derecede birikmiş enerjisini fay hatları ve yanardağlar vasıtasıyla dışarı atarak rahatlamaktadır. Eğer lokal anlamda içeride biriken enerji ya da gaz dışarı atılmazsa topyekûn infilak ederek dünyanın sonunu getirebilir. Depremlerin meydana gelmesi tabii bir kural olup değişmez, ancak bu tabii kurala karşı insanların tedbir alması değişebilir. Günümüzde yer bilimciler, fay hatlarının haritasını çıkarmışlardır. Ama ne var ki bugün için, yerbilimi alanındaki imkânlarla depremlerin ne zaman ve kaç şiddetinde meydana geleceği bilinememektedir. Ben inanıyorum ki yakın bir zamanda, ay ve güneş tutulmalarının tarihi ve vakti belirlendiği gibi bilimin ilerlemesine denk olarak depremlerin de tarihi ve vakti belirlenebilecektir.
Evet, deprem Yüce Allah’ın bir takdiri ve belirlemesi olup kesin bir kaderdir. İşin bize düşen veçhesi ise tedbir almaktır. Bu alanda depremlerin afete dönüşmemesine karşı birey ve toplum olarak ne gibi tedbirler alabiliriz? Başta yapacağımız binaların zeminleri iyi etüt edilmeli; özellikle köy, mezra ve şehirlerde yer alan vadilerin, dere yataklarının içlerine ve fay hatlarının üzerine konutlar yapılmamalıdır. Bununla ilgili olarak yapı tekniği açısından mevzuata uygun demir, kaliteli beton kullanımı, denetleme ve ruhsatlandırma gibi konularda azami titizlik ve gayret gösterilmelidir. Bugün depremler bir deprem ülkesi olan Japonya’da da meydana gelmektedir. Richter ölçeğine göre en şiddetli depremlerde bile binalar sallanmasına rağmen yıkılmamakta ve hiçbir kimsenin burnu kanamamaktadır. Hakeza buna Şili örneği de verilebilir. Bizler doğduğumuz coğrafyayı, şehri ve kasabayı seçmeden dünyaya geliyoruz. Bu kaderimizdir. Ancak fay hatları üzerine bina inşa etmemek, binalarımızı depreme dayanıklı yapmak, zayıf zeminleri imara açmayıp yüksek binaların yapılmasına izin vermemek bizim elimizdedir. Bunları yapmayanlar, molozların altında kalan masum çocukların ve yetişkinlerin hayatından sorumludurlar. Mahkeme-i Kübra’da hesap vereceklerdir. Bununla birlikte başta masum çocuklar olmak üzere can veren herkesin kayıpları ahirette telafi edilecektir. Ahiret olmasaydı bu tür sorunları hem maddi hem de manevi yönden çözmemiz mümkün olamazdı. İyi ki ahiret var, iyi ki hesap var.
Öte yandan deprem ilahi bir ceza da değildir. Depremler, seller ve doğal olaylar tamamen jeolojik ve coğrafi tepkimelerin sonucu oluşmaktadır. İnsan bu olaylar karşısında tedbir almadığı, Yüce Allah’ın sorumlu tuttuğu ödevleri yerine getirmediği zaman bunun faturası afete dönüşmekte ve sonuçları acı olmaktadır. Fay hatlarının üzerine bina yapmak, sel sularının geçeceği güzergâhların yatağını değiştirmek, meyve ve sebzelerin genetiğini bozmak suretiyle kötü sonuçların meydana gelmesine davetiye çıkarmak buna örnektir. Bu konuda Yüce Allah bizi şöyle uyarmaktadır: “İnsanların kendi elleriyle yapıp ettikleri yüzünden karada ve denizde düzen bozuldu; böylece Allah -dönüş yapsınlar diye- işlediklerinin bir kısmını onlara tattırıyor.” (Rum, 30/41.) İşte ahlaki değerler alanında çöküntü, böylesi korkunç sonuçların doğmasına yol açmaktadır. Rum suresinin 41. ayetinin açılımları üzerinde düşünmeye fırsat vermesi bakımından Muhammed Esed’in şu açıklamalarını aktarmayı yararlı buluyorum: “ Günümüzde korkunç bir şekilde ortaya çıkan doğal çevremizdeki yoğun çürüme ve tahribat, burada ‘insanın kendi yapıp ettiklerinin bir sonucu’, yani insanın, kendini tahrip eden –çünkü katı materyalist bir temele dayanan– teknolojik gelişmelerin ve insanlığı daha önce hayal bile edemediği ekolojik felâketlerle karşı karşıya getiren çılgınca faaliyetlerin bir sonucu olarak öngörülmüştür: Toprağın, havanın ve suyun sanayi atıkları ve şehir çöpleri yüzünden dizginlenemeyen bir şekilde kirlenmesi; bitki örtüsü ve denizlerin artan bir şekilde zehirlenip yok olması; yaygın uyuşturucu ve görünürde ‘faydalı’ ilaç kullanımı sebebiyle insanın kendi bedeninde ortaya çıkan her türlü genetik bozukluklar ve insanlara yararlı birçok hayvan türünün giderek yok olması. Bütün bunlara, insanın sosyal hayatındaki hızlı bozulmayı ve çürümeyi, cinsel sapıklıkları, suçları ve şiddeti ve son aşamada nükleer dehşeti ilave edebiliriz. Bunların tamamı, son tahlilde, insanın Allah’a ve mutlak manevi/ahlaki değerlere karşı umursamazlığının ve bunun yerine maddî ilerlemeyi tek önemli hedef sayan inançlara tutsaklığının bir sonucudur. ” (Muhammed Esed, Kur’an Mesajı, çev. Cahit Koytak-Ahmet Ertürk, İstanbul: 1999, II, 828-829.) Bu bağlamda, ürkütücü sonuçlarıyla dünya gündeminde ağırlıklı bir yer tutan ozon tabakasının delinmesi sorununun tam olarak ayetteki ifadeyle örtüştüğünü, “insanların kendi elleriyle yapıp ettikleri yüzünden” ortaya çıkmış bir bozulma olduğunu da canlı bir örnek olarak hatırlamak gerekir.(Diyanet, Kur’an Yolu Tefsiri, IV, 322-325.) İşte bunun gibi her türlü ihmalkârlığın, hoyratlığın, kayıtsızlığın ve ahlaksızlığın yaygınlaştığı, zulmün koyulaştığı toplumlarda, toplumsal bağlar çözüleceği ve güç kaybı meydana geleceği için çöküş süreci hızlanır.
Bir başka açıdan, tedbirsizlik sebebiyle depremler neticesinde can kayıpları artmakta ve çok sayıda mal zararları ortaya çıkmaktadır. İnsanoğlu zayıf yaratılmıştır. Bir yerde başarı olduğu zaman kendisine mal etmekte, başarısızlıkların faturasını da Yüce Allah’a kesme gafletine düşmektedir. Kur’an bu yanlış algıyı şöyle düzeltmektedir: “Sana gelen iyilik Allah’tandır. Başına gelen kötülük ise nefsindendir.” (Nisa, 4/79.) Müslüman toplumlarda aynı yanlışlar insanın yaşam süresinin sonu olan ecel konusunda da tekrarlanmaktadır. Nitekim “Depremlerde ölen insanlar başka yerde olsaydı ölmeyecekler miydi?” diye sorulur ve bunun cevabı olarak da ölecekti, diye cevap verilir. Hâlbuki ecel beşerî planda değişir: “Allah dilediğini siler, dilediğini sabit bırakır. Ana kitap (levh-i mahfuz), O’nun katındadır.” (Rad, 13/39.) Zira Cenab-ı Hak, beşerî planda her şeyi sebeplere bağlamıştır. Biz sebeplere sarılmakla mükellefiz. Bu yüzden beşerî planda sebepsiz takdirden söz etmek mümkün değildir. Ecel, ilahi ilimde tektir. Çünkü ilahi bilgi, her şeyi sebep ve sonuçlarıyla birlikte kuşatır. Ancak beşerî bilgi her şeyi kuşatamadığından insan sebeplere bağlanmaktan sorumludur. Elbette, her nefis kendisine biçilen süreyi tamamlayınca emaneti sahibine teslim edecektir. Biz buna yürekten inanıyoruz. Kaldı ki biz, “yaşayacağımız süreyi” bilemiyoruz. Bize düşen, bu süreyi en randımanlı ve kaliteli bir şekilde yaşayabilmek için tedbir almaktır. Takdir Allah’a aittir. Ama Allah’ın takdirini de hiçbir zaman cebir inancı içerisinde değerlendirmemek gerekir.
Yaşadığımız bu dünya hayatı, farklı şekillerde denendiğimiz, sahip olduğumuz imkânlarla sınandığımız bir yerdir. Allah’ın kullarını yaratmadaki maksadı dünya hayatını imtihan yurdu olarak yaratmasıdır. (Mülk, 67/2.) Var olan âlemde oluşan tüm olaylar ise insan için bir sınamadır. Bu sınanmanın karşılığında bize ebedi yurt olan cennet ve cehennem sunulmuştur. Eğer ki Allah Teâlâ evrendeki kötülüğe engel olsaydı insanın zorluk karşısında sabretmesinin anlamı kalmayacak ve sonucunda mükâfat verilmesi anlamsız kalacaktı. Dünya denilen bu âlemde başımıza gelen her iyilik ve kötülük şüphesiz Allah’ın bizim bu olaylar karşısındaki sabrımızı sınamasıyla ilişkilidir. (Bakara, 2/155.) Bu dünya hayatında zerre miktarı iyilik yapan da kötülük yapan de öte dünyada karşılığını eksiksiz bir şekilde görecektir. Hiçbir kimseye zulüm yapılmayacaktır. Unutmayalım ki zulmün ve haksızlığın faili, insanın kendisi, adaletin ve hakkaniyetin dağıtıcısı da Yüce Allah’tır.
Sonuç olarak, bütün tabiat olayları gibi depremler de Allah’ın kaderi olup tedbir almak insana aittir. Allah’ın yasasında bir değişiklik yoktur. Kaldı ki deprem toplumlara günahları sebebiyle gelmemektedir. Eğer öyle olsaydı bugün nüfuslarının yüzde 60’ı ateist olan ve cinsel sapkınlıkları yasal hâle getiren birçok Batı toplumu vardır. Değil Müslüman toplumların, asıl günah galerisi olmuş ve münkere ayarlanmış bu toplumların yıkıcı depremlerle yerle bir olmaları gerekirdi. Hâlbuki depremler jeolojik olaylardır. Yeryüzünün tabii bir sürecidir. Fay hatları bellidir. Burada insana düşen görev, depremlere karşı her türlü tedbiri almaktır. Tedbirsizliğin acı faturasını Yüce Allah’a kesmek iftiradır. Elbette depremler karşısında tedbir almayanların, sebep olduğu acı sonuçlarda kusurları ve ihmalkârlıkları vardır. Bu kişi ya da kurumlar hem bu dünyada hukuk önünde ve hem de ahirette hesap vereceklerdir. Bize düşen insani, dinî ve ilmî planda elimizden gelen her şeyi yerine getirdikten sonra gerisini Yüce Allah’a havale ederek tevekkül ehli olmaktır.